Yeni Üyelik
11.
Bölüm

BÖLÜM 11: "KARANLIK ŞÜPHE"

@endless_q

▏₰ Mana

Acının tarifi neydi? Acı yaraydı. Acı sızıydı. Acı göz yaşıydı. Birçok ismi, sanı vardı. Daha küçücük bir kız çocuğuyken benim için acı anne, baba demekti. O zamanlar kalbime saplanan ağrı bana böyle düşündürtmüştü.

Her insan bir gün incinirdi yüreğinden biliyorum.

Kimisi peşinden gelecek darbeler için taşlaştırırdı göğsünün içinde atanı, kimisiyse yabancı ellerde hırpalatırdı. Hatırlıyorum da minicik elimi bağrıma bastırır oradaki ağrının geçmesi için her gece dua ederdim. Açar ayna da bakar, ağrıyan yerde görünür bir yara arardım. Nereden bilebilirdim ki görünen yaralardansa görünmeyenlerin içe dolandığını?

Öğretmişlerdi.

Ailemi o yangında kaybetmek tattığım ilk çaresizlik, içtiğim ilk elemdi.

Büyüdükçe duaların şifa olmayacağını, yaralarıma ilaç sürsem de diksem de acılarımın dikiş tutmayacağını anlamıştım. Dermanı yıllar olmuştu ya da ben kendimi öyle kandırmıştım. Seneler adındaki toprağı kürek kürek yaralarımın üzerine atmış, gömerek onlardan kaçmıştım.

Asla kabuk bağlamamışlardı, sadece kanamaları durmuştu.

Arada sızladıklarını hissederdim. Hissetsem de dönüp bakmazdım hiçbir zaman. Bir kerecik baksam yaralarımın iyileşmek yerine daha da ağırlaşacağını biliyordum çünkü.

Varlıklarını yok sayarsam önüme bakabilirim sanıyordum.

Yanılmışım.

Towa’nın karın boşluğuna saplanmış mızrağı kendi kanına bulanmış, göz bebekleri çektiği acıdan küçücük kalmıştı. Mızrağın çevresine sardığı eliyle yarasına bastırarak kan çıkışını azaltmaya çalışıyordu. Çektiği acı, takatinden götürdüğünden pek fazla güç uygulayamıyordu. Bayık bakan bakışları bayılmak üzere olduğunun habercisiydi.

Öksürdüğü gibi dudakları kırmızı bir çizgiyle boyandı. Ağzının kenarından taşan kan çenesinden kayarak mermer zemine damlamaya başladı.

"T…Towa?" Hayır. Hayır. Hayır! Kapat gözlerini, gerçek değil. Gerçek olamaz.

Geçmişin tozlu sayfaları zihnimde hızlıca çevriliyordu. Önce ıslak bir ses duyuldu. Sonra yapraklardaki kurumuş kan izleri sıçrayan sıvıyı emdi. Taze kan kırmızıydı, çok kırmızıydı. Solmuş yazılar uzun zamandır bekledikleri mürekkebi sonunda elde etmişlerdi.

Gözlerime hücum etti matemin tanıdık yaşları.

Ayağım takılmasın diye elbisemin kenarından tutup eteğini yukarı kaldırdım. Arkamı hızlıca döndüğümden saçlarım kırbaç misali havaya savruldu. Salonun çıkış kapısına doğru koşturdum. Önüme çıkan her bedeni kenara ittirerek kendime yol açtım. Yaptığım kabalığı görgüsüzlük olarak nitelendirebilirlerdi. Zira yarısından çoğunun buraya açığımı aramak için geldiğini biliyordum. Sahte gülümsemelerinin, sahte tebriklerinin, hepsinin canı cehennemeydi!

Yankılanan telaşlı topuklularım salondaki yegâne vaveylâydı.

Gelen misafirler gördükleri şeyin şokundan çıkamadıklarından dondurulmuş heykellerden farksızlardı. Az evvelki çığlıklar durulmuştu. Topyekûn anlaşıp sessizlik yemini etmişlerdi sanki. Kimse kılını kıpırdatmıyor, yalnızca izliyorlardı.

Ilık yaşlar yanaklarından dökülüp boynuma akıyordu. İçimde biriken feryat çıktı çıkacaktı lakin boğazımdaki yumru elvermiyordu. Kapının kollarını tutup kendime doğru çektim. Menteşelerinden yükselen tok ses savunmamı aşmaya çalışan kahrın yumruklarını çağrıştırıyordu.

Her vuruşta titriyordu kalbim.

Her vuruşta çatırdıyordu gardım.

Koridoru aşıp merdivenlerken süratle inerken ne ara dışarı çıktım, o yolu nasıl buldum inanın bilmiyorum. Sanki bacaklarım kontrolü elimden almış, benliğim seyirci koltuğuna oturmuştu. Düşünemiyordum, düşünürsem olduğum yere çöker hıçkıra hıçkıra ağlardım.

Yerde kanlar içinde yatan beden sonunda görüş alanıma girince durdum. Göğsüm körük gibi inip kalkıyor, bütün yolu dinlenmeden koştuğum için göğsüm ağrıyordu. Benden önce buraya nasıl ulaştıklarını bilmediğim ikili Towa’nın başında dikiliyordu.

Ragnar yanına diz çökerek işaret ve orta parmağını şahdamarının üstüne koydu. Bunu görür görmez kendime gelmiştim. Aceleyle yanlarına gidip dizlerimin üstüne bırakıp kendimi. Biraz sert oturmuş olmalıyım ki diz kapaklarımı yere sürtmüştüm. Etimde bir sızı baş gösterse de önemsemedim. Yere yığılmadığım için şanslıydım.

Niye gözleri kapalıydı ki? Beş dakika önce pencereden bakarken bilinci hala yerindeydi. Yoksa… Dokunmak, yaşadığını teyit etmek istiyordum. Korkudan zangır zangır titreyen elimi yüzüne götürdüğümde bileğimden tutularak çekildim.

“Kanıyla temas etme. Mızrağıyla yaralanmış gibi görünüyor olsa da zehirlenip zehirlenmediğini henüz bilemeyiz. Endişelenme, durumu ciddi olsa da nefes alıyor.”

Şükürler olsun. Nefes alıyorsa umut da var demektir.

Bir kez daha sevdiğim birini kaybetseydim toparlanamazdım.

Bir nebze sakinleştiğimi hissettiğimde bakışlarımı Towa’nın kanlı bedeninden alıp bizden bir veya iki metre kadar uzakta duran Aron’a çevirdim. Bu tarafa bakmıyordu.

Kehribarları gecenin örtüsünü delip geçerek karanlığın öteki tarafına izliyordu sanki.

Nereye bakıyordu?

Neye bakıyordu?

Ne olduğunu anlamak için ona doğru bir adım attığım gibi yüzümü yalayıp geçerek saçlarımı geriye doğru uçuran yel yüzünden tüylerim diken diken olmuştu. O da neyin nesiydi öyle? Sanki görünmez bir şey süratle yanımdan geçip gitmişti.

Omuriliğimden yukarı tırmanan ürpertiyle yutkundum.

Gözlerimi hemen yanımdaki Tanrıya çevirdim. Bahçenin ışıklandırması Su Tanrısının ifadesini aydınlatmaya yetmese de kehribarların karanlığa attığı keskin bakışları görebiliyordum.

Benim göremediğim o şeyi görüyordu.

Onu izliyordu.

Heybetli duruşuyla önümüzde dikilerek o şey her neyse onun bize yaklaşmasını engelliyordu.

Towa’yı yaralayan da o muydu?

Su Tanrısının gözlerinin ateş renginde parlamaya başladığını görerek nefesimi tuttum.

Şu anda bölgesine izinsiz girilmiş bir Tanrının hiddetiyle çalkalanıyordu aurası.

Aron bakışlarını kitlendiği yerden bir an olsun ayrılmazken Ragnar da başından beri bir şeylerin yolunda gitmediğini anladığından tetikte bekliyordu. İçinde olduğumuz tehlikenin boyutunu tam olarak kavrayamasam da Towa’ya biraz daha müdahale edilmezse durumunun kritikleşeceğini biliyordum ve ben bunu göze alamazdım.

Towa’nın durumu hakkında Aron’u uyarmak için kolunu tuttuğum anda gözleri benim gözlerim olmuşçasına karanlıkta kıpırdayan gölgeyi fark etmiştim. Gördüğüm şeyle aklım çıkarken gölge varlığından haberdar olduğumu anladığı anda kaçmıştı.

İrkilerek bir adım geri çekildiğimde Aron gözlerini karanlıktan çekip bana dikti.

O şey ne insandı ne de canavar.

Daha önce hiç görmediğim türden bir varlıktı.

Gördüğüm şeyin dehşeti yüzünden ruhuma dek üşürken “Ben… sadece Towayla bir an önce ilgilenilmesi gerektiğini söyleyecektim.” diyebildim. Az önceki varlık hakkında tek kelime etmeye cesaret edemedim.

Aron o şeyi gördüğümü anlamıştı.

Bakışlarını hızla Towa’ya çevirdi, duygulardan arınmış hareleri arkadaşı için endişe bürünmüştü. Demek ki o kadar da yitirmemişti duygularını.

Sadece duygularına kilit takmıştı, o kilit eskimiş ve pas tutmuştu.

Yine de ağrısız açılmayacaktı.

Yanımdan geçip giderken oluşturduğu esinti burnuma deniz kokusunu doldurmuştu. Bu adam rüyamdaki kokuyu nabızlarında taşıyordu. Kokusunun zihnimdeki kaosu yatıştırdığını anlayınca daha derin nefesler alıp verdim.

Ciğerlerim içine çektiği tuzlu kokudan dolayı yanıyordu.

Su Tanrısı, Towa’nın başına diz çökerek Ragnar’a “Mızrağı çıkart.” diye emretti. Ragnar kafa sallamasıyla cevap verip dikkatli bir şekilde mızrağı çıkarırken Towa kendinden geçmiş olmasına rağmen debelenerek inledi ancak uyanmadı. Ragnar’ın mızrağı çıkarttığında yaradan dışarıya kan boşaldığını görünce dayanamayarak bakışlarımı kaçırdım.

Bakamayacaktım.

Aron avuç içini Towa’nın yarasına gelecek şekilde yukarıda tutarak gözlerini kapattı. Ne yaptığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Etrafındaki hava uğuldamaya başladığı sırada avucunun içinde yoğun, mavi bir ışık belirince su sesi duydum. Işıktan çıkan sular Towa’nın yarasından içeri girerek anında yarayı iyileştirmeye başladılar lakin bir şey onun iyileşmesini engelliyor gibiydi.

Kapanan yerler cızırdayarak yanıyormuşçasına tekrar açılıyordu.

Aron benim gibi kaşlarını çatmış, açılan yaraya bakarken “Onu sıkı tut Ragnar.” dedi. Başka bir yöntem mi deneyecekti? Ragnar anında iki eliyle Towa’nın omuzlarına bastırdı. Aron da boşta kalan eliyle çırpınmasın diye bacaklarını tutuyordu.

Avucundaki mavi ışık yoğunlaştığı anda su yaraya saldırdı.

Bilinci yerinde olmasa da acıyı sonuna kadar hisseden Towa bağırıyor, inliyor ve ona işkence eden şeyden kurtulmak için çabalıyordu. Ne kadar zorlandığı boğazındaki damarların şişerek kabarmasından anlaşıyordu. Ragnar bir yandan Aron bir yandan bastırarak onu yerinde tutmaya çalışıyorlardı.

İzlemesi çok zordu.

Yarasının iyileşmek yerine kötüleştiğini görünce Aron’a baktım. Neden yarasını kurcalıyordu ki?

“Siktir, haklı çıktık.” Ragnar’ın hangi konuda haklı çıktıklarını söylediğini anlamasam da söylediği şeyin Towa’nın yarasından çıkan dumanla bir alakası olmalıydı. Şaşkınlıkla elimi ağzıma kapattım. Bu da neydi böyle? Towa’nın yarası biri sanki üzerine asit dökmüşçesine kaynarken kesik yerden siyah, garip bir duman yükseliyordu.

Yarayı yakıp iyileşmesini engelleyen de demek ki bu dumandı.

Başından beri yara değil de içindeki bu şey onu rahatsız ediyormuşçasına siyah dumanın dışarı çıkmasıyla birlikte Towa’nın yüz hatları rahatlamış ve uykuya dalmıştı.

Bana bir açıklama yapması için Aron’a döndüğüm anda donakaldım.

Kara dumana bakarken göz bebeklerindeki boşluk büyüdükçe büyüdü ta ki hiçliğe karışına dek. O hiçlikte bir sır barınıyordu fakat benim bu sırra ulaşmam mümkün değildi.

Nefret.

Orada tanıdığım tek duygu buydu.

Birden Su Tanrısının gece karası saçları diplerinden uçlarına doğru renk değiştirerek griye döndü. Şaşkınlıkla bu değişimi izlerken göğsüme tarifi imkânsız bir sıkıntı oturdu.

Bazen bir şeyi yok etmek için yok edeceğin şeye eş değer bir bedel ödemen gerekirdi.

Kara dumanı yok etmek için kullandığı güç ondan bir şey mi götürmüştü?

Bunun için ne ödemişti?

Towa’nın saldırıya uğraması, gördüğüm şu gölge ve Aron’un yok ettiği siyah duman… bütün bunlar ne anlama geliyordu?

Hissedebiliyorum.

Kaderin zarları rastgele atılmıştı.

Bu bir şeyin başlangıcı, bir şeyin sonuydu.

O gece şafak söktü, güneş doğdu ama bize ne getireceği belirsiz gelecek karanlıkta kalmıştı.

Üç gün, üç gece.

Towa’nın kendi mızrağıyla yaralanmasının üzerinden geçen zamandı.

Büyücü hekimlerin dediğine göre durumu hala ciddiyetini koruyordu. Ne zaman uyanacağını söyleyemiyorlardı. Karnına saplanan mızrak iç organlarına hasar vermişti. Zarar gören organlar dikilip yarası temizlenmiş ve sarılmıştı. Kanına az da olsa kara duman karıştığı için hekimler bir şey yapamıyorlardı.

Ancak vücudu bu zehirle savaşarak bünyesinden atabilirdi.

Aron içindeki dumanı çıkarmasaydı belki de Towa… şükürler olsun ki böyle bir şeyin olabileceğinden şüphelenmişti.

Hayatını kurtarmakla kalmamış, benden birinin daha alınmasına izin vermemişti.

En çokta bunun için minnettardım.

Yeni bir ağlama krizine daha gireceğimi anlayınca dolan gözlerimi yukarı kaldırıp yaşları dağıtmak için kirpiklerimi hızlıca kırptım. Towa’ya bu kadar alıştığımı bilmiyordum.

Lütfen… lütfen bir an önce iyileş.

Omzuma konan yumuşak elle Saya’ya baktım. O da çok üzgündü. Ağladığı kızarmış göz kenarlarından belliydi. Kendi üzüntüsünü benimle ilgilenip durmaktan doğru düzgün yaşayamamıştı.

“Hanımım akşam yemeğine yine dokunmamışsınız. Sabah sizi zorlayarak birkaç parça bir şey yedirdiğimle duruyorsunuz, açlıktan bayılmak mı niyetiniz? Bari şunları yiyin.” Elindeki tepsiye isteksizce baktım. Günlerdir ne doğru dürüst bir şey yemiş ne de içmiştim. Ne yesem boğazıma diziliyordu işte niye anlamıyordu? İtiraz edeceğimi anladığı anda tek kaşını tehdit edercesine kaldırdı.

“Ya yersiniz ya da efendi Aronla konuşmak mecburiyetinde kalırım. O vakit eminim ki iştahınız yerine gelecektir.” Kaşlarımı çattım, pis ispiyoncu.

Tepsiyi kucağıma düşmeyecek şekilde bıraktı.

“Yiyin lütfen.” Yemekler lezzetli gözükse de içimden birini bile yemek gelmiyordu. Ekmekten küçük bir dilim koparıp ağzıma atıp yavaş yavaş çiğnemeye başladım. Saya yanıma oturdu. Uslu uslu yediğimi görünce çaktırmadan gülümsese de ben görmüştüm.

Resmen beni Aronla tehdit etmeyi adet edinmişlerdi.

Bir süre sadece benim yemeklerle cebelleşmemi izledi. Ardından sağına soluna bakıp etrafta kimse var mı diye kontrol etti. Kıvranıp durmasından bir şey sormak isteyip de soramadığını anlamıştım.

Kendini tutamadı tabii. “Hanımım Towa’nın yarasından karanlığa ait bir alamet çıktığı söylentisi sarayda dilden dile dolaşıyor. Sizde oradaydınız, söylentiler doğru mu?”

Yuttuğum ekmek resmen boğazımda kalmıştı.

“Karanlık alamet de ne?”

Şaşırmış görünüyordu.

“Bilmiyor musunuz?” Başımı sağa sola sallayıp “Hayır.” dedim. Kafasında artık ne kuruyorsa bir anda ciddileşti. Towa’nın odasının önünde bekleyen nöbetçilere bir bakış attı. Konuşacağı şeyi onların duymasını istemiyordu belli ki.

Alçak sesle anlatmaya koyuldu.

“Olaylar yüzyıllar öncesine dayanıyor. Dört büyük Tanrının diğer ufak Tanrılardan öne çıkıp geniş toprakları hakimiyet altına alabilmelerinin yegâne sebebi soyları boyunca özel güçleri miras almalarındandı. Yani ilk Tanrılar bir anda yükselmedi hanımım, her biri gücünü arttırarak bu mevkiye geldi.”

Dinlediklerimi mantıklı bularak “Bu durum zayıflarlarsa yerlerini yeni birileri doldurabilir demek.” diyerek sözlerini tamamladım.

“Değinmek istediğim yerde tam olarak bu. İki yüz elli iki yıl önce dört değil, Tanrılar beş kişilerdi hanımım.”

Bal rengi hareleri anlattığı şeylerin büyük bir esrar içerdiğini bildirerek korkuyla titriyordu.

“Şimdi bile dört büyük Tanrının dördü de erkek. Bu gelenek yüz yıllardır babadan oğula geçerek devam etti ta ki talihsiz o güne dek. Aşağı yukarı üç yüz yıl evvel beşinci büyük Karanlık Tanrısının karısı erkek değil, kız bebek dünyaya getirdi. Ortalık karıştı tabi. Taht varisinin kadın oluşu daha önce ne duyulmuş ne işitilmişti. Senelerce ikinci çocuğun haberi ve erkek oluşu beklendi. Lakin Karanlık Tanrısının karısı da diğer gelinleri de başka bir çocuğa hamile kalmadı. Diğer Tanrılar bu durumun felaket getireceğini düşünerek karşı çıksalar da Karanlık Tanrısı varisinin kızı olmasında herhangi bir sakınca görmedi. Kızını destekleyerek güçlü bir Tanrıça olması için çok uğraştı, başarılı oldu da ama…”

“Ama?”

“Tahta ilk geçtiğinde adaletinden ödün vermeyen Tanrıça bir süre sonra gaddarlığıyla ünlendi. Kimileri tahta çıkmasın diye her türlü yolu deneyen Tanrılardan intikam almak istediği söyledi kimileriyse aklını oynattığını. Karanlıktan yarattığı canavarları halkının üstüne saldı. Yardımcıları sürekli diğer krallıkları kışkırtarak kargaşa çıkarıyordu. Ülkenin eski refahından eser kalmamıştı. Beş bölge birbirine girdi. Sorunun kaynağı Tanrıça olduğundan diğer dört bölge birleşerek karanlık saraya saldırdılar ve Tanrıçayı durdurdular.”

"Bunu nasıl yaptılar?"

“Onu yerin altına hapsettiklerine dair bir dedikodu olsa da kesinliğine onay veremem. Olaylar çok eskiye dayandığından Tanrıçayla ilişkin bir sürü yalan yanlış hikaye anlatılıyor. Nihayetinde Tanrıça gittikten sonra karanlığın sakinleri dağıldı, her şey normal seyrine döndü. Denilene göre Tanrıça hapsedilmeden önce geri döneceğine ve intikamını alacağına dair yemin edip lanetler savurmuş. Aradan iki yüz yıl geçti ve şimdi herkes karanlığın yeniden güç kazandığı hakkında atıp tutuyor, halk tedirgin.”

Anlattıklarını dinlerken kaşığımla tabaktaki yemekle oynuyordum. Gözümün önüne gelen görüntüler başa sarıp sarıp duruyordu. Towa’nın yarasından çıkan duman, Aron’un ormana diktiği bakışları, göz yanılması olduğunu umut ettiğim karanlıktaki gölge. Saya’nın söyledikleriyle gördüklerimi birleştirince olaylar örtüşüyordu. O akşam salondaki yüzlerce kişi pencereden bizi izlemişti. Aron’un tepkilerini ve yaradan çıkan dumanı görmüş olmalılar.

Söylentilerinde onlarla başlayıp, sel gibi ülkeye yayıldığı barizdi.

Saya üstelemek yerine bana uyarak soru sormamayı seçti.

Yemeğe eziyet etmeyi bırakıp bir kaşık daha aldım.

Tadı şimdi daha da yavandı.

"Hanımım bir şey daha var."

Kaşığı tepsiye bırakarak anlatması için ona baktım. Zaten yemek istemiyordum duyduklarımla iyice iştahım kaçmıştı.

"Hanımım bunu size söylemek ne kadar doğru bilmiyorum."

"Çıkar ağzındaki baklayı Saya."

Saya gözlerini benden kaçırdı. “O zaman affınıza sığınarak söylüyorum hanımım; Karanlık Tanrıçasının Efendi Aron’un babasıyla bir ilişkisi olduğuna dair bir söylenti de var."

"Hanımım banyo hazır. Sizin için bahçeden taze çiçek yaprakları toplattırıp suya ekledim. Yaydığı kokular zihninizi yatıştırıp vücudunuzu gevşetecektir.”

Saya yanında getirdiği kızlarla birlikte etrafımda pervane oluyor, bir an olsun durup dinlenmiyorlardı. Alt tarafı yıkanmak ve üzerimdeki stresi atmak istemiştim. Ölmeden önce son isteğim buymuşçasına durumu abartmış ortalığı birbirine katmışlardı. Hizmetçi kızların ellerinde banyo malzemeleriyle oradan oraya koşuşturmasını izlerken bıkkınlıkla iç çektim.

Tanrı gelini olmanın tuhaf yanları da vardı.

Sarayda her odaya özel banyo yaptırılmıştı. Bizse Saya’nın ısrarı üzerine ortak olana gidiyorduk. Ortak dediysem de öyle her önüne gelenin girebileceğinden bir yer aklınızda canlanmasın. Burası yalnızca Su Tanrısı ve gelinine özeldi.

Saya’nın yönlendirmesiyle geldiğimiz banyoya inanamayarak baktım. Yapacağımız tek şey temizlenip çıkmaktı! Tanrı aşkına biri bana en fazla bir saat geçireceğimiz yer için neden bu kadar alan ayrıldığının makul bir açıklamasını yapabilir mi? Burası resmen odamın büyüklüğündeydi! Dudağımın kenarını ısırdım. Acaba fakir bir köyden geldiğim için mi bana saçma geliyordu?

İçeride gözlerimi gezdirdim. Odanın bir duvarı dolaplarla doldurulmuştu. Kimisi kapaklı, kimisi raflıydı. İçlerine sabunlar, yağlar, havlular ve ne olduğunu bilmediğim çeşit çeşit malzemeler sıralanmıştı.

Dört köşeye büyükten küçüğe doğru kalın mumlar yerleştirilmişti. Odayı loş bir şekilde aydınlatıyorlardı. Yere gömülü kocaman bir küvet vardı. İçine doldurdukları sıcak suyun buharı odayı ısıtmıştı. Su da rengarenk çiçek yaprakları yüzüyordu. Yuvarlak küvetin kenarlarına bodur, kalın mumlar koyulmuş fitilleri yakılmıştı. Mumların yanına orta büyüklükte bir sepet konmuştu. Sepetin içinde lif, şeffaf şişeler ve banyo sabunu bulunuyordu.

Takıldığım tek yer pencerelerdi. Duvar boyutunda ki pencerelerin perdeleri her nedense örtülmemişti. Banyo yaparken izlenilmekten zevk alacağımı hiç sanmıyorum.

“Saya perdeler açık mı kalacak?”

“Endişelenmeyin hanımım. Burası özel bir alan olduğundan nöbetçilerin bu kısımdaki araziye girmeleri yasak. Hem ikinci katta olduğumuzdan içeriyi görmeleri zor. Rahatça keyfinize bakın.” Kısacası soyunmaktan çekinmeyin diyordu. Ufak bir rahatsızlık hissetmeye devam etmesem Saya’ya güvenebileceğimi biliyordum.

Her şeyin hazır olduğuna kanaat getirince “Hadi başlayayım.” dedi. Bizimle gelen üç kız kollarını sıvayarak bana doğru gelmeye başlayınca hafiften kaşlarımı çattım. Ne yapıyordu bunlar?

“Artık gidebilirsiniz, gerisi ben hallederim.” Ne dedim de birbirlerine şaşkın şaşkın bakıyorlardı?

“Yardımımız olmadan mı yıkanacaksınız yani?” Kaşlarım daha çok çatıldı. Buraya geldiğimden beri bana kaş çattırıp duruyorlardı.

“Evet?”

“Ama nasıl olur?”

Saya boğazımı temizleyerek kızlarla aramda geçen anlamsız çelişkiye son verdi. “Hanımım banyodaki çoğu şeyin ne olduğunu bilmediğiniz gibi ihtiyacınız olan malzemeleri de aramak mecburiyetinde kalacaksınız. En azından benimle birlikte bir kişinin daha kalmasına müsaade edin. Temizliğiniz bittiğinde dinlenmeniz için sizi yalnız bırakacağız.”

Anlaşılan banyoda hizmetçilerin hanımlarına yardım etmeleri adetti. Saya kızlara belli etmeden benim bihaberliğimi örtmeye çalışıyordu. Yanlarında çıplak kalmak istemiyordum. En azından benim kurallarıma alışana dek onlara uyacaktım.

“Saya suyu köpürtür müsün lütfen?” Saya anında işe koyularak sepetten aldığı şeffaf şişelerden pembe olanının tıpasını açıp suya döktü. Ardından elini daldırarak suyu iyice köpürttü.

“Emma hariç diğerleri işinizin başına dönün. Emma sende havluları getir.” Saya’da Emmayla birlikte dolapların yanına gidince hızlıca üstümdekilerden kurtulup suyun içine girdim. Köpükleri avuçlarımla üstüme çekerek çıplaklığımı kapattım. Sadece omuzlarım ve göğüslerimin az bir kısmı açıkta kalmıştı.

Emma katlanmış havluyu yanıma bıraktıktan sonra yerdeki giysilerimi alarak dışarı çıktı. Saya elindeki bakraçla arkama gelip diz çöktü. Saçlarımı geriye doğru alarak bir güzel ıslattı. Kokusu burnuma dolan sabunla saçlarımı köpürtüp yıkadı. Yumuşak dokunuşlarına suyun sıcaklığı karışınca iyice mayışmıştım.

“Saya--”

“Biliyorum, bir dahaki sefere banyoda yalnız olacağınızdan emin olacağım.” Bu kızın daha ben söylemeden ne diyeceğimi anlamasına bayılıyordum.

“Evet, öyle yap lütfen.”

“Hanımım banyodan sonra masaja ne dersiniz?” Otuz iki diş gülümseyerek “Harika olur derim!” deyince içeriye kıkırdamalarımız yayıldı.

Saya saçlarımı üç kere köpürtüp duruladıktan sonra zar zor elinden aldığım lifle vücudumu temizledim. Ben durulanırken Saya’da masaj için ihtiyacı olan şeyleri temin etmeye gitti. Bu sırada kendimle bir süre de olsa baş başa kalarak sessizlikle hoş bir vakit geçirdim.

Masajı burada yapacaktı. Az ötede duran tek kişilik yatak aslında bu amaç için banyoya eklenmişti. Küvetten dikkatlice kalktım. Havluyu alıp bir güzel kurulandıktan sonra üstüme sardım. Yanıma ekstradan kuru bir havlu daha alıp yatağın yanına gittim. Üzerimdekini çıkarıp kenara attıktan sonra yüz üstü şekilde uzandım. Ardından kısa olan havluyu kalçamı kapatacak şekilde üzerime serdim. Kollarımı katlayıp başımın altına yastık niyetine koyarak Saya gelene dek dinlenmeye koyuldum.

Beş dakika oldu ya da olmadı yaklaşan ayak seslerini işittim. Kapının sesini duymamış olmalıyım. Saya’nın tek başına geldiğini bilsem de çekinmeden edemedim, yarı çıplaktım. Saya’nın da benim gibi kadın olması utanmama engel değildi tabi ki. Kaldığımız yerden sohbet ederek çıplaklığımı unutmaya çalıştım.

"Tanıştığınız hanedan kadınlarının sizden nasıl bir hizmet beklediğini tahmin edebiliyorum. Bir çöpü alıp atamayacak kadar kibirliler. Benimde onlar gibi olmamı isteme lütfen. Bu tür şeyler beni rahatsız ediyor."

Söylediklerimden sonra herhangi bir yanıt alamadığım için meraklanmıştım. Niye bir şey söylememişti ki? Belimin başlangıç çizgisinde hissettiğim serin parmaklarla kasıldım. Ne olduğunu idrak edemezken parmaklar şaşkınlığımdan yararlanıp sırtım boyunca kayarak yukarı çıktı. Beynim durmuştu.

“Bu ilgiden şikayetçisin yani?” Parmak uçları rahat durmayıp okşarcasına tenimde geziniyordu. Duyduğum ses zihnimde deprem yaratınca silkelenerek kendime geldim. Uzandığım yerden hızla kalkmaya yeltenince sesin sahibi omzuma bastırarak bu isteğimi baltaladı.

“Kalkmanı tavsiye etmem, istemediğin şeyler görebilirim sonuçta.”

Kıpkırmızı kesildim, aptallığımdan yanaklarım alev almıştı. Hangi akla hizmet yerinden fırlamayı düşünürsün ki!? Çıplaksın çıplak!

“Her kadının banyosuna böyle izinsizce dalıyor musunuz? Su Tanrısına yakışık almayacak bir tutum sergiliyorsunuz.” Sinirlenmiştim. Nasıl olurda içeriye izinsiz girerdi!

İthamımı alaya almıştı.

“Her kadının mı?” Başımı tam olarak kaldıramadığım için yatağın kenarına gelerek görüş alanıma girdi. Şu parmaklarını sırtımdan çeksene be adam! Kehribarları kızaran yanaklarımda bir süre dolaştıktan sonra iyice yüzüme yaklaştı. Anında başımı diğer tarafa çevirdim. Gıcık! Halimden resmen zevk alarak sıkıştırıyordu beni.

Bu seferde eğilerek kulağıma fısıldadı. “Karımın banyosuna girmeme kim laf edebilir?” Ilık nefesi kulağıma vurdukça yatağın kenarlarını sıkılıyordum. Kahretsin haklıydı. Karısı olduğum için kimse yaptığı şeye kötü gözle bakmazdı. Yerin yedi kat dibine girmek istiyordum. Tamam, sakinleş Mana. Seninle oynamasına göz yumamazsın!

Başımı tekrar çevirip direkt yüzüne baktım. Bir an gözlerim saçlarına kayacak gibi olsa da leylaklarımı kehribarlarında tutmaya özen gösterdim. Zaten bakmasam da görüyordum. Saçları normal rengini geri kazanmıştı, demek ki geçici bir durumdu.

“Gözlerinle beni yemeyi bırakıp şuradaki havluyu uzatır mısın?” Hırçınlığım hoşuna gitmişçesine sol dudağı yukarı doğru kıvrıldı. Dediğimi yapmayacağını düşünmüştüm. O ise beni yanıltmış havluyu alıp açarak tutmaya başlamıştı. Bir ona, bir de açtığı havluya baktım.

“Merak etme ısırmam.” Kasıtlı olarak beni kışkırtıyordu! Başını yana çevirdiğinde yavaşça yerimden kalktım. Bakıp bakmadığını tabi ki de kontrol ediyordum. Hele bir gözü kaysın nasıl kıyameti kopartıyorum. Havluyu aldığım gibi üstüme sarmayı planladığımdan ona sırtımı dönmüştüm. Havluyu elinden almak için hamle yapacakken beni şaşırtıp omuzlarımdan tuttuğu gibi bedenimi kendine çevirmişti.

Gözlerini gözlerimden ayırmıyor olsa bile şu anda önünde çırılçıplak olduğum gerçeği değişmiyordu.

Kalbim göğsümden çıkacakmış gibi atıyordu.

Acele etmeden havluyu elleriyle bedenime sarıp sonrada ucunu sıkıştırdı.

“Ben buradayım diye mi utanacağın tuttu? Başka türlü bütün pencereler açıkken niye soyunasın ki?”

Kaşlarımı çattım. Ne ima ediyordu? “Saya buranın özel alana girdiğini söyledi, sorun olmazmış.” Söylediklerimden hoşlanmadığı benim gibi kaşlarını çatmasından belliydi.

“Bundan ne sen ne de o emin olabilir. Kimin; ne zaman, nerede, nasıl, ne yapacağı belli olmaz. Soyunacağın zaman perdelerin kapalı olsun.” Sesi sonlara doğru sertleştiğinde şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Niye kalbim karıncalanıyordu? Garip bir histi. Biraz gıdıklıyor olsa da ondan nefret etmemiştim.

Beni sahipleniyor muydu o?

Başından beri pencereler açık diye mi üstüme gelip durmuştu? Bende pencerelerin açık kalmasından rahatsızdım fakat Saya sorun yok dediği için bu durumu görmezden gelmiştim. Bu konuda onunla zıtlaşacağımı sanıyordu. Zıtlaşırdım da… Kalbimde devam eden karıncalanma yüzünden olsa gerek dediklerine karşı çıkmak yerine usluca başımı sallayarak hareketlerimle bundan sonra dikkat edeceğimin sözünü vermiştim.

Şaşırsa da başka tek laf etmemişti.

Lakin görebiliyordum.

İlk gördüğüm zamanki bakışlarına kıyasla kehribarlarındaki tuğlaların sayısı azalmıştı.

Sözsüz bir anlaşmaya vardığımız gibi ikimizde sessizleştik. Birbirimizi tanımadığımız için konuşacak bir şey de bulamıyorduk haliyle. Benim karşısında havluyla duruyor olmamda ayrı bir meseleydi tabii.

Gidecek gibi de durmuyordu. Saya yalvarırım bir an önce gel!

Doğru! Bu kata çıktıysa gelirken Towa’nın odasına uğramış olmalı.

“Towa’nın durumu nasıl?”

Bir şey demeden yüzüme baktı.

“Şey hekimler ne kadar sorarsam sorayım hep aynı cevabı veriyorlar. Seninle Towa’nın ahvali hakkında ayrıntılı bir şekilde konuşmuşlardır kesin. Sadece iyi olduğundan emin olmak istiyorum.”

Sürekli alazlandığı için alev alev yanan kehribarlar birden üzerine çığ düşmüşçesine soğuyunca afallamıştım. Yanlış bir şey mi söylemiştim?

“İyi olacak.” Başından savarcasına verdiği cevapla kaşlarım çatıldı. Derdi neydi bu adamın? Bir sıcak, bir soğuktu. Dengesizliğiyle benimde kafamı karıştırıyordu.

Gerçi iyi olacak diyorsa Towa yakında gözlerini açacaktır. “Rahatladım.”

“Sadece on gündür tanıdığın bir adam yüzünden mi günlerdir doğru düzgün yemeyip içmeyip uyumuyorsun?” Şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. Bütün bunları nereden biliyordu? Saya mı söylemişti? Yoksa başkasına mı takip ettiriyordu? Daha da önemlisi beni sorgularken kelimelerinin buram buram öfke kokuyor olmasıydı.

Kızgındı ama neye?

“Kaldera’ya geldiğimde bir başıma kalmıştım. Nereye gitmem gerektiğini bilmiyordum, nerede olduğumu bilmiyordum bu yüzden korkmuştum da. Towa beni yanına aldı, koruyup kolladı… senden bile. Artık kalbimde bir yeri var.”

Kaşlarını çattı. “Kalbinde?”

“Evet. O benim için bir abi, aile oldu.”

Bakışlarını boşluğa dikerek “Aile” diye mırıldandı.

Sanki bu kelimenin anlamından bihabermiş de anımsamak için tekrarlamıştı.

Veda bile etmeden geldiği gibi kapıya doğru gitti. Bedeni suya dönüşerek kapıdan geçtiğinde gittiğini anladım. Demek bu yüzden geldiğinde kapı sesi falan duymamıştım. İçeri girebilmek için güçlerini kullanmıştı.

Arkasından uzun uzun baktım.

"Yandım!" Odanın içinde kükreyen sesin sahibi uyandığı günden beri hasta yatağından kalkamamış, çocuk gibi her şeyi isteyip sonrada mırın kırın ederek insanları bezdirmişti. Burama kadar gelmişti!

"Towa eğer biraz daha Saya’ya iş çıkarıp o çorbayı içmezsen kafandan aşağıya dökerim! İnan ki yaparım!" Çığırından çıkmış bir şekilde çığırınca anında havası söndü. İstekleri de şımarık tavırları da bir bitmemişti! Yapacağını yapmış sonunda beni delirmişti.

Saya alttan alttan gülerek kaşığı uzattığında Towa uslu uslu çorbasını içmişti. O sırada kapı açılarak içeriye Ragnarla birlikte Aron girdi.

“Çüş! Çüş! Dingonun ahırına mı giriyorsunuz kardeşim? Nerede sizin kapı çalma adetiniz? Ya çıplak olsaydım?” Son dedikleri aklıma masaj yaptırmak isterken başıma gelenleri hatırlatınca bakışlarımı Aron’dan kaçırdım. Neyse ki o esnada bana bakmıyordu.

Ragnar Towa’nın saçmalıklarına gözlerini kısarak baktı. Gri göz bebekleri tehditkarca kısılınca kurt bakışlarını andırıyordu. Zaten kurtlar gibi yabaniydi de.

"Ben sana demedim mi bu salağa bir şey olmaz diye? Karnından deşilmesine rağmen çenesinden bir şey kaybetmemiş."

Towa gözlerini devirdi.

Ragnar bu sefer de Saya’nın elindeki çorba tabağına kaşlarını çatarak bakarken “Elin yok mu senin pezevenk? Ne diye kızı uğraştırıyorsun?” diyerek laf soktu. Towa hazır cevap biri olduğundan bu lafın altında kalmadı tabii.

“Sana ne kardeşim? Belki benim elim ayağım tutmuyor, belki iyilik meleğim bana elleriyle çorba içirmek istedi?”

“Siktirme bana elini ayağını.” Ragnar üstüne yürüyecek gibi olduğunda Towa yastığını arkasından alarak önüne siper etti. Sıradan bir yastığın onu Ragnar’dan koruyacağını mı sanıyordu? Saya kaşığı çorba kâsesinin içine koyarak bakışlarını önüne indirdi. Towa’nın yanında ne kadar rahatsa Ragnardan bir o kadar çekiniyordu.

Ragnar burnundan solusa da hasta bir adamı dövecek değildi.

“Bunun tıkınmasına sonra devam edersiniz, bizim konuşmamız gereken mevzular var.”

Kibarca bizi odadan kovduğu için Saya ile birlikte dışarı çıktık.

Kapıyı örtmeden önce Aron’un Towa’ya “Nasıl oldu?” diye sorduğunu duyunca duraksadım. Onları dinlediğimi anlamasınlar diye kapıyı sonuna kadar çekmiş gibi göstersem de minicik bir aralık bırakmıştım.

O akşam olanları soruyordu.

"Bilmiyorum, devriye geziyordum. Birden yanımdan garip bir rüzgâr gelip geçti. Daha tepki veremeden karnımda bir acı hissettim sonrası da malum zaten."

Aynı şey benimde başıma gelmişti.

Muhtemelen aralarında en zayıf kişi ben olduğumdan saldırmaya kalkışmış fakat yanımda Aron olduğu için yaklaşmaya cesaret edememişti.

Beni korumuştu.

Towa kaşlarını derinden çatmış, yumruğunu sıkıyordu. Onu yaralayan varlığı yakalayamadığı için sinirliydi. Normalde eğlenceli, vurdum duymaz bir adam olsa da kızdığında nevri dönenlerdendi.

"Yaranda karanlığın izini bırakmıştı.” Dedikodular doğruydu demek ki.

"Mızrağımı benden başka kimse kontrol edemez ancak söz konusu karanlık bir güçse bunu yapabilir. İzi de göz önüne alırsak o varlığı kimin üzerime saldığına dair geriye pek soru işareti kalmıyor.”

Karanlığın sakinleri güç dengesini yeniden kurmak için saklandıkları yerlerden gün yüzüne çıkmaya başlamışlardı.

Peki bu dengeyi baştan kurmayı nasıl başaracaklardı?

Cevap basitti; yeni bir savaşla.

 

Saya'nın duyduğu dedikodular hakkında ne düşüyorsunuz?

Bölümde en sevdiğiniz yer neresi oldu?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere <3

Loading...
0%