Yeni Üyelik
12.
Bölüm

BÖLÜM 12: "BENDEN BEBEĞİMİ ALDILAR"

@endless_q

▏₰ Mana

Hıçkırık sesleri çalınıyor kulağıma.

Biri ağlıyordu.

Kalbimi sıkıştıran huzursuzlukla gözlerimi araladım. Başlarda bulanık gören gözlerim kirpiklerimi birkaç kez kırpmamla birlikte yavaşça netleşti. Sırt üstü yattığımdan ilk gördüğüm şey kabarmalarla süslenmiş tavan olmuştu. İçerisi hala karanlık olduğu için gecenin bir köründe uyandığımı anlamıştım. Hafiften kaşlarımı çatarak beni neyin uyandırdığını düşündüğüm sırada saç diplerimdeki ıslaklığı hissettim.

Terlemiştim.

Kâbus görmüş olmalıyım.

Bu şekilde uyandığım her sefer de bir şeyler gördüğümü ama hatırlamadığımı bilirdim.

Kim bilir yine ne görmüşte kan ter içinde kalmıştım.

Yutkundum, boğazım kurumuştu. Yattığım yerde iki saniye daha tavanla bakıştıktan sonra doğruldum. Perdeleri uyurken açık bıraktığım için Ay ışığı direkt içeriye giriyordu. Zemindeki gümüşi şavk odaya sızıyor, içerideki kasveti yumuşatıyordu. Gece lambalarından da mumlardan da hoşlanmıyordum.

Bana ateşi hatırlatan her şeyden nefret ediyordum.

Boğazımdaki batmadan bir an önce kurtulmak için komodinin üstüne konulmuş sürahiye uzandım. Hemen yanına bırakılmış cam bardağı da alarak suyu içine boşalttım. Bardağı dudaklarıma götürüp serin suyu içerken rahatladığımı hissetsem de içime çöreklenmiş sıkıntı bir türlü kaybolmuyordu.

"Hayırrr!!!"

Duyduğum çığlıkla birlikte yerimden sıçrarken elimden kayan boş bardak yere düşüp parçalara ayrılmıştı. Yataktan fırladığım gibi kapıya doğru koşturdum. Bir yandan da cam kırıklarına basmamak için dikkat ediyordum.

Odamın kapısını telaşla açarak kendimi koridora attım.

Her zaman kapımın önünde bekleyen muhafızları görememek iyice endişelenmemi sağlamıştı. Ne oluyor? İşittiğim o çığlık kesinlikle bir kadına aitti. Aklıma muhafızların benden önce davranarak sesin sahibini aramaya gitmiş olabilecekleri gelince biraz da olsa sakinleşmiştim.

Başımı ilk önce sağa ardından sola çevirdim.

Duvarlara belli aralıklarla monte edilmiş lambalar yandığı halde iki koridorunda ilerisini göremediğimi fark ettim. Karanlık… ürperticiydi. Sesin hangi taraftan geldiğini bilemediğim için kumar oynayarak sağdaki koridora yöneldim. Az evvelki çığlık yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Korka korka ilerlemeye devam etsem de nereye gitmem gerektiğinden bile emin değildim.

"Onu da benden aldılar!" Duraksadım.

Kim olduğunu bile bilmediğim kadının hıçkırıkları koridorda yankılanırken sayıkladığını duyabiliyor ama ne dediğini anlamıyordum. Öyle bir ağlıyordu ki feryatları yüreğimi burkmuştu.

Bu kadına ne yapmışlardı da böylesine perişan hale getirmişlerdi?

Bir an önce kadını bulup teselli etmek, yapabilirsem ona yardımcı olmak istiyordum.

Tereddüt etmeyi bir kenara bırakarak adımlarımı hızlandırdım. Ben koridorda ilerledikçe ağlama sesleri de aynı oranda artıyordu sanki. Nerede olabilirdi? Birkaç adım daha attıktan sonra gözüme çarpan kapının biriyle durdum. Daha dikkatli bakınca gördüğüm kapının yarı açık durduğunu fark ederek o tarafa doğru yürüdüm.

Ağlama sesleri de buradan geliyordu fakat hiç ışık yoktu.

Karanlıkta mı oturuyordu yani?

Yarı açık kapıya elimi uzatırken nefes alışverişlerim sıklaşmış, kalbim kulaklarımda atmaya başlamıştı.

Sanki burada olmam yanlıştı.

Burada olmamalıyım.

Bu şekilde düşünmeme sebep olan şey korkum olmalıydı.

Yardımıma muhtaç bir kadın söz konusuyken olanları görmezden gelemezdim.

Korkumun üstüne giderek yarı açık duran kapıyı elimle itip içeriye girdim.

Gördüğüm görüntüyle birlikte buz keserek yerime çakılı kalmıştım.

Eskimiş bir yataktan başka içeride eşya yoktu. Bu oda su sarayına ait değildi, başka bir eve aitti. Duvarlar tamamen siyaha boyanmış, pencerelere demir parmaklıklar takılmıştı. Demir parmaklıkların birbirine yakınlığı o kadar fazlaydı ki içeriye güneş ışığı bile zar zor giriyor olmalıydı.

Sanki burası küçük bir hapishaneye çevrilmeye çalışılmıştı.

Duvarlardaki mumlar sayesinde azıcıkta olsa içerisi aydınlanan odanın tam ortasında bir kadın oturuyordu. Belinden aşağıya geceden daha kara saçları dökülüyordu. İnce askılı siyah bir gecelik giyiyordu. Kadın bana arkası dönük bir şekilde otururken bir ileri bir geriye doğru sallanıyor, omuzları sarsıla sarsıla ağlıyordu.

Yataktan aşağıya sarkmış kanlı çarşafa korkuyla baktım. Kadın yataktan düşmüş, sürünerek odanın ortasına gelmiş olmalı ki parkelerde de kan izlerine rastlamıştım. Şimdi daha dikkatli bakınca bacaklarının arasının ıslak olduğunu ve hala kanamaya devam ettiğini fark edince şok olarak elimi ağzıma kapattım.

Burada ne olmuştu böyle?

"Her şeyi mi aldılar elimden. Her şeyi mi…"

Kadın aklını kaçırmışçasına sayıklıyordu.

Gözlerim doldu.

Bunu ona kim yapmıştı?

Dişlerimi alt dudağıma geçirerek metanetimi korumaya çalıştım. Bunu ona kim yapmış olursa olsun suçluyu bulacak ve cezalandırılması için her şeyi yapacaktım.

Kadına yaklaşarak “Sana bunu kim yaptı?” diye sorduğumda kadın bir saniye için ağlamayı bıraktı. Ardından beni duymamışçasına kendi kendine konuşmaya devam etti.

“Aldılar. Benden her şeyimi aldılar.” Aynı sözleri tekrar edip duruyordu.

Böyle olmayacağını anlayınca elimi omzuna koyup “Benimle gel. Sana yardım edebilirim.” dediğimde aniden geceliğimi kavrayarak beni kendine doğru çekip yüzünü yüzüme yaklaştırdı.

"Bedeli ödenmeli!!!" Kadınla birlikte bende çığlık atarak elinden kurtulmaya çalışsam da geceliğimi öyle bir güçle tutuyordu ki kurtulmam imkansızdı.

Yüzü!

Aman Tanrım kadının gözleri aklarına dek simsiyahtı. Göz kenarlarındaki damarlar şişmiş ve içleri hareket eden katran karası bir sıvıyla dolmuştu. Aynı damarlar boynundan çenesine doğru da çıkıyordu.

Kadın kan ağlıyordu.

Zihnim bana panikle fısıldadı: ‘O insan değil!’

Yardım istemek için bağırmaya çalışıyor ancak çığlık atmaktan başka hiçbir şey yapamıyordum, dilim tutulmuştu.

“Benim hiç suçum yoktu! Hepsini onlar yaptı!! Benden her şeyi mi aldılar!!!”

Kadının ona yapılanları anlattıkça yanaklarından süzülen kanlı yaşlar hızlanıyor, siyah damarlar iyice yüzüne yayılıyordu. Hemen dibimde bana bakıyor ve hırsını benden almak istiyormuşçasına bağırıyor olmasına daha ne kadar katlanabilirdim bilmiyorum.

Deli gibi korkuyordum.

Gözlerimi sıkıca kapattım.

Lütfen… lütfen biri bana yardım etsin.

Aron!

Gök gürültüsü gibi aklımda beliren ismin hemen ardından zihnime bir yıldırım inince hızla gözlerimi açtım.

Çağırdığım kişi o muydu?

Neden? Neden Towa değildi? Caster dahi olabilirdi. Su Tanrısından başka herkes yardımıma koşardı ama o…

Onun adı yasaktı.

Beynime de kalbime de ruhuma da yasaklamış olmalıydım.

Adını anmayı dahi yediremiyor olsam da şu anda başımdaki belayı def etmem lazımdı. Düşüncelerimi Su Tanrısından çekip kadına odakladım. Bir ihtimal konuşarak zayıflığını bulup elinden kaçabilirdim.

Korka korka kanla yıkanmış kara gözlere baktım. Oraya sinmiş hüzün dağılmış, yerine katran karası bir kin oturmuştu.

“S… Senden neyi aldılar?” Ona beklediği soruyu sormuş olmalıyım ki geceliğimi tutan eliyle beni iyice kendine doğru çekip dudaklarını kulağıma yaklaştırarak titrekçe fısıldadı.

“Benden bebeğimi çaldılar.”

Yatağımdan çırpınarak doğrulduğum gibi elimi göğsümün tam ortasına bastırdım. Saatlerdir nefes almıyor gibiydim. Boğuluyormuşçasına sesler çıkarıyor, ciğerlerimi havayla dolduruyor, gürültüyle veriyordum. Yanaklarımdan patır patır dökülen yaşların yorganımda damla izleri bıraktığını görünce elimi göğsümden çekip yanağıma götürdüm.

Parmaklarıma bulaşan ıslaklığa anlamsızca baktım ardından komodinin üstünde duran sürahi ve boş bardağa bakarak gerçekten orada olup olmadıklarını anlamaya çalıştım.

Kâbus. Her şey bir kabustan mı ibaretti?

Bacaklarımı örtünün altından kendime doğru çekerek yüzümü dirseklerime yasladığım kollarıma kapattım. Terden yüzüme yapışan saçlarım, korkudan küt küt atmaya devam eden kalbim o an için umurumda değildi. O nasıl bir kâbustu öyle? Daha öncekilerden farklıydı. Bedenim hala gördüklerimin tesiri altında olduğundan hafifçe titriyordum.

Çok gerçekçiydi.

Ağzımdan ilk hıçkırık kaçtıktan sonra peşindekilerinde gelmesi gecikmedi. Kendimi rüyada o kadar sıkmıştım ki şimdi rahatlayınca duygusal bir boşalma yaşamıştım. Kâbusların çoğu zaman beni iliklerime dek korkuturdu ama bu… bu çok başkaydı.

Odada hıçkırıklarım yankılanmaya devam ederken pencereden gelen tıkırtı sesleriyle birlikte ağlayışım bıçak gibi kesildi. Perdeleri uyurken çekmeyi unuttuğum için Ay ışığı odayı aydınlatıyordu ama az önce o ışığı bir şey kesmişti.

Üstüme bir gölge düşmüştü sanki.

Burada biri vardı.

Başımı acele etmeden kaldırıp pencereye çevirdiğimde onunla göz göze geldim.

Kapkara gözlerinden akan kan damlaları yanaklarından aşağıya kayarak çenesinde birleşiyor ve patır patır yere düşüyordu. Sivri, siyah tırnağını cama aralıklarla vurarak tık tık tık sesi çıkarıyordu. Onu gördüğüm gibi çığlık atmış, telaşla yatakta geriye doğru çekilmeye çalıştığım için yere kapaklanmaktan son anda kurtulmuştum.

Koşarak kapıya gidip hızla kapı kolunu aşağıya bastırdım. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım bir türlü kapıyı açamayınca bu seferde kapıyı yumruklayarak “Açın şu kapıyı! Açın!” diye bağırmaya başlamıştım.

Avazım çıktığı kadar bağırsam da kimse beni duymuyordu.

Kâbus falan değildi! Buradaydı! Benimle… yalnız.

“Aron! Towa! Saya! Biriniz bile beni duymuyor mu?! Lütfen biri… biri şu lanet kapıyı açsın artık!”

Gülüyordu.

Aman Tanrım.

Korkudan çıldırmama ramak kalmış halim hoşuma gidiyormuşçasına kahkaha atıyordu.

Pes ederek sırtımı kapıya yaslayıp kayarak yere oturdum. Kimse gelmeyecekti…

Kalbim ağrıyarak göğsümde sıkışırken siyahlar içerisindeki kadının kara bir dumana dönüşerek pencereden içeri girdiğini görmüş ve korkudan bayılacak gibi olmuştum. Çıplak ayaklarıyla bana doğru gelmeye başladığında elbisenin altından bacaklarına doğru kan iniyordu.

Başım girdap gibi dönüyor, kulaklarım çınlıyordu.

Tam önümde durup bana doğru eğilirken her şeyin bittiğini anlamıştım.

Bu sefer kâbusumda söylediklerinden farklı bir şey söyledi.

"Bedeli ödenmeli."

"Mana! Hey Mana!"

"Cevap vermiyor."

"Tanrım sen hanımımı koru. Ne yapacağız?"

"Çekilin!"

Yanağımda hissettiğim yanma hissiyle birlikte kendime gelerek ıslak kirpiklerimi üst üste kırpıştırdım. Başta bulanık gören gözlerim saniyeler içerisinde netleştiğinde bir sürü kişinin başımda toplanmış bir şekilde bana baktığını gördüm.

Boştaki eliyle yarasına bastırarak üzerine binecek yükü azaltmaya çalışan Towa bir kolunu Ragnar’ın omzuna atarak ondan destek alıyordu. Saya biri dokunsa ağlayacakmış gibi duruyordu. Adını bilmediğim hizmetliler, muhafızlar, son olarak da önümde tek dizinin üstüne çökerek bana bakan bir adet Su Tanrısı vardı.

Ne oluyor?

“Mana?”

“Hı?”

Towa endişeyle “Kurabiyem iyi misin?” diye sordu.

Aron ters bir bakış atınca Towa yalandan öksürerek bakışlarını kaçırdı. Sonra da “Şey yani kendine gelebildin mi?” diyerek iyi olup olmadığımı farklı kelimeler kullanarak tekrar sordu. Bu duruma bazılarının yarım ağız güldüğü gözümden kaçmamıştı. Kafam karıştığı için etrafta o kadını aramaya koyuldum. Diğerleri garip ifadeleriyle her hareketimi takip ediyorlardı.

“Ne oldu bana? O kadın… o kadın nereye gitti?”

“Kadın mı? Odanda yabancı biri mi vardı?” Sorusu sonlara doğru sertleşip hışımla muhafızlara döndü. Onlara attığı öldürücü bakışların arasından “Sizi buraya süs olsun diyemi yerleştiriyorum lan ben!” diyerek kükredi. Muhafızların üstüne yürümek için kalkacakken ne yaptığımı bilmeden bileğine yapıştım.

Ya bunlarda bir sanrıysa? O kadının numarasıysa?

Aron duraksayarak bana döndü.

Kehribarları gözlerimdeki yakarışa odaklanmıştı.

Buğulanan harelerimde yazan isteği okuyabiliyordu.

Gitme.

Gözlerimiz kesiştikten sonra hiçbir şey demeden beni kucağına aldı. İtiraz edemedim. Kollarımı boynuna dolayıp yüzümüde boyun girintisine sakladım.

Tuzlu deniz kokusu.

Burnumdan içeriye nüfus eden kokunun yakıcı ferahlığı az da olsa sakinleşmem için yetmişti.

Diğerleri geçmemiz için bize yol verdi. Beni nereye götürdüğünü bilmiyordum, sormadım da. Aramızda kısa süreli bir ateşkes ilan etmiştik. Sıcaklığı gerçekti, hayal değildi. Titreyen dudaklarımı birbirine bastırdım. Yanında ağlamak istemiyordum.

Daha önce uğramadığım koridorlardan geçerek devasa bir kapının önünde durduğumuzda beni odasına getirdiğini anlayarak ne yapacağımı şaşırmıştım. Beni geri götürmesini isteyebilirdim ama o zaman da yanımda kalmazdı ki. İkilem de kalmışken muhafızlar kapıyı açarak geçmemiz için kenara çekildiler.

Karanlık odaya girdiğimiz gibi ışıklar kendiliğinden yanmışlardı. Tavandaki büyük avizeyi yakmak yerine komodindeki gece lambalarıyla yetinmişti. Loş bir ortam yaratan ışıkları onun açtığını biliyordum.

Cibinliği demirlerine bağlı yatağın ucuna gelip beni üstüne bıraktı.

Ellerimi kucağımda birleştirerek parmaklarımı sıktım. Gözlerimi o hariç her yerde gezdiriyordum.

Tanrım. Tanrım. Tanrım. Şimdi ne halt yiyecektim?

Kalkıp odama dönmek için hareket edecekken ne yapacağımı önceden tahmin ederek “Yerinde kal.” diyerek tısladı.

Kızgındı.

Uyanıkken birinin kabus görebileceğini bizzat tecrübe etmeden evvel hiç işitmemiştim. Kabusumdaki kadından kaçmak için bağırıp çağırmam büyük ihtimalle muhafızlar tarafından duyulmuş sonrada diğerlerine haber edilmişti. Onlarda ne yapacaklarını bilemediklerinden bana seslenip durmuşlar lakin fayda etmemişti.

Yanağımdaki yanma birinin bana vurduğunun işaretiydi.

Aralarında bunu yapmaya cüret edebilecek tek kişi vardı; Aron.

“Ayağına batmış cam parçalarıyla nereye gittiğini sanıyorsun sen?”

Ne? Ayaklarımdan birini çevirerek baktığımda tabanıma batmış küçük cam parçalarını gördüm. Bunlar hangi ara… Ah, bardak. Kabusumdaki çığlığı ilk duyduğumda su içmek için aldığım bardağı düşürmüştüm. Bardak kırılmıştı. Peşi sıra gördüğüm kâbustaysa sağlamdı. Beni sığındığım köşede buldukları aklıma gelince kabus anında yaptıklarımı, gerçek hayatta da yaptığımı anlamıştım.

“Ben… fark etmedim.”

Bir küfür savurup “Kıpırmada geliyorum.” dedikten sonra odanın içindeki başka bir kapıdan içeri girdi. Beş dakika sonra geri geldiğinde elinde orta ölçekli bir tas vardı. Masanın önündeki sandalyeyi önüme çekerek oturdu. Tası bacağının üstüne bırakıp ayağıma uzanınca telaşla bacağımı çektim.

Başını kaldırıp bana baktı.

“Ben yaparım.”

“Sözümü ikiletme.” Kıpırdama deyişinden bahsediyordu. Neden böyle davranıyordu? Geldiğimden beri bana kötü yönünü gösterip durmuştu. Şimdi iyilik yapası mı tutmuştu? İtirazlarımı umursamadan ayak bileğimi tutup kendine çekti. Tasın içine attığı cımbız gibi bir şeyi aldı.

“Biraz acıtacak.”

Etime batan camlardan birini cımbızla tutarak çektiğinde acıyla inledim. Kehribarları bir saniye için yüzüme değip işine geri döndü. Minik camlar o kadar acıtmasa da büyükleri canımdan can alıyordu sanki. Neredeyse on beş dakika uğraşıp iki ayağımdan da camları temizledi. Tasın içindeki bezin suyunu sıkıp taze yaralardan akan kanı sildi.

En sonunda getirdiği sargı bezleriyle ayaklarımı sarıp ucunu yırtarak sıkıca düğümledi.

“Bir, iki gün ayaklarının üzerine çok basma. Yarın Sayadan yaraların için merhem getirmesini iste, bezleri değiştirmeyi de unutma. Geçmezlerse hekimlerden birine gösterirsin.”

Söylediği her şeye uysalca başımı salladım.

Nedense ona karşı içimde bir mahcubiyet peydahlanmıştı.

Sandığım kadar kötü birisi olmayabilir mi?

“Teşekkür ederim.” Herhangi bir cevap vermedi. Tası alıp ayağa kalktığı sırada “Etme.” dedi.

Kaşlarının ortasında derin bir yarık belirmişti.

Bir kerecik kibarlık etse azametinden götürmezdi. Mendebur herif ne olacak!

“Bu gece burada uyu.” Yine kabus görebileceğim ihtimalini yok sayamadığımdan mecburen kabul ettim. Elindekini bırakmaya gittiğinde yatağın üstünde emekleyerek yorganı açtım. Sargılarım yeni olduğundan şimdi yere basacak olursam anında kanarlardı.

Yatağın içine girdim.

Kokusu yastığa sinmişti.

Burnumu yastıktan uzak tutmaya çalışsam da nafileydi. Koku bir kere zihnime sızmış beni uyuşturmuştu. Günlerdir uyumamış gibiydim. Öyle tatlı bir uyku çökmüştü ki üzerime Aronun ben yatağındayken nerede uyuyacağı düşüncesi bile aklıma uğramamıştı.

Kapının açılıp kapanırken çıkardığı sesi uyku ile uyanıklık arasında duydum. Üşendiğim için yorganı üzerime örtmemiştim. Sinirle bir nefes aldı. Ardından hiç beklemediğim bir şey yaparak örtüyü omuzlarıma kadar çekip üzerimi kapattı.

Kirpiklerimi araladığım gibi kehribarlarla buluştum.

Çok güzel bir adamdı.

Gecenin okşadığı saçları ona geceden hediye edilmişti.

Başka zaman olsa asla dillendirmeyeceğim bir istek döküldü dudaklarımdan.

“Beni bırakma.” Sözlerimle kendimi dahi hazırlıksız yakalamışken dileğim bu adamın ruhsuzluğuna işlememişti. Bir süre sessizce bana baktı.

"Buradayım." Tek kelimeyle tüm korkularımı kalbimden söküp aldı.

Kırıp döktüğü parçaları eğilip toparlamaktan vazgeçmeyen bir yanım vardı. Israrla bu adama güvenmek isteyen bir yanım. Gün doğana dek kalacağına söz vermişti.

Gözlerimi yumdum.

Yazar

Yatağında ona adanmış bir gelinin uyuduğunu görmeyeli on yıldan uzun bir süre olmuştu. Diğer gelinlere nazaran bir, iki yaş büyüktü. İlk Su Tanrısından beridir gelenekleri sürdüren insanlar bakire kızları on sekizini doldurduğu gibi taptıkları Tanrıya eş niyetine sunardı. Geldiği yer de adetler unutulmuş olmalıydı. Olgun ya da değil diyemezdi zira olgunluğun yaşla gelmediğini en iyi bilenlerden birisiydi.

Vaat edilmiş gelin.

Alaylı bir tebessüm belirdi dudaklarında.

Zamanı ölmeye başlamış bir Tanrının cenazesi yatıyordu o bakışlarda.

Ömrü, yaşarken tükeniyordu.

Bembeyaz yastığa dökülmüş siyah saçlar, kar beyazı tenine zıtken aynı zamanda nasıl bu denli uyum içerisinde olabilirdi? Odası karanlıktı. Hep karanlık olurdu. Uyurken perdeleri asla örtmez, Ay ışığının içeri dolmasına izin verirdi.

Ay; o’ydu.

Karanlık; o’ydu.

“Niye huzurlusun?” Aklından geçirdiği şeyi farkına varmadan seslendirmişti. Bu kadın onun gibi bir Tanrıyla aynı odayı paylaşırken nasıl korkmadan uyuyabiliyordu? Su sarayına adım attığından beri onu istemediğini yüzüme vurmuş, zindana attırmıştı. Tüm bunlara rağmen dik başlılığından ödün vermemişti. Ondan korktuğuna emindi. Sadece cesur taklidi yapıyordu.

Diğer gelinlerini getirdi aklına. Bu zamana dek hangisi ona laf etmeye cüret edebilmiş, sözünün üstüne söz söylemeyi başarabilmişti? Hiç biri. Öyle ki onu gördükleri anda kaçacak yer arar, ya da uzaklaşana dek başları önlerinde eğik bir halde beklerlerdi. Aralarında nadiren de olsa kendisiyle iki kelime edecek birileri çıksa da daima bir çekinceleri olurdu.

Bu kız farklıydı.

Bundan hoşlanmamıştı.

Elini açarak avucuna baktı. Parmaklarını birkaç kere katlayıp açtı. Vücudundaki gerginlik neredeyse kaybolmuştu. Kadının korkusunu aralarındaki bağ sayesinde sezmişti. İşaret tam bir baş ağrısıydı. Muhafızlar telaşla gelip olanları haber etmeden evvel bir şeylerin yanlış olduğu hissi dört bir yanını sarmıştı.

Onu gördüğü an kazınmıştı hafızasına.

Tir tir titriyordu. Kimse mırıldandığı şeyleri anlamıyordu.

En beteriyse korkudan küçücük kalmış göz bebeklerindeki umutsuzluktu.

Onu uyandırmaya çalışsa da bir sonuç elde edememişti. İlk kez çaresiz hissetmiş ve bu duygudan tiksinmişti. Nihayetinde kendine gelmesi için ona tokat atmıştı. Yanağının kızarışını izlerken elini kırmak istemişti. Yapması gerekeni yaptığı halde, yaptığı için yerinmişti.

Kız uyuduğu gibi kalkan kişilerden değildi belli ki. Sağa dönük yatarken şimdi sırt üstü duruyordu. Daha fazla vakit kaybetmemesi lazımdı. Avucunu kızın kalbine gelecek yükseklikte kaldırdı.

Gözlerini kapattı.

Etrafında mavi renginde bir aura süzülerek dalgalanmaya başladı.

Saç dipleri griye çalarak uçlarına doğru rengini kaybediyordu.

Alnında beliren damarlar içten içe bir şeylerle çatıştığının işaretiydi.

İşi bittiğinde kirpikleri kıpırdanarak açıldı.

Elini kızın kalbinden geri çekti.

Gözlerini açmasıyla eş zamanlı Mana’nın sol göğsünden siyah bir duman çıkarak havaya karışıp dağıldı. Towa’nın yarasından çıkardığı dumanla aynı dumandı.

Su Tanrısının gözlerinde ölüm büyüdü.

"Lanet olası kadın."

Mana

Bastırmış olman aştığın anlamına gelmez.

Seni sarsan anın dilini koparır, dilsiz bırakırdın sadece. Sussun isterdin, bir daha konuşamasın.

Sessiz çığlıklara kulakların sağır olsa da izleri hep orada, seninledir. Onlara baktığında görürdün, çünkü bilincin dışlasa dahi ruhun sana yapılanı unutmazdı. Gece deliksiz bir uykuya dalsam da zihnim huzursuzdu. İlk birkaç saati sorunsuz atlatsam da gün doğumuna dek belli aralıklarla yatakta sıçrayıp durmuştum.

Dediğim gibi; ruhum unutmamıştı.

Ayakta gördüğüm kabuslar yeni bir travma yetiştirmişti hafızama.

Bana ne olduğuna dair bir bahane üretemiyordum. Gördüklerim kabus olamayacak denli hakikiydi. Yüzü örümcek ağına benzer siyah damarlarla sarılmış kadının haykırışları şimdi bile zihnimde yankılanıp duruyordu.

O kadın kimdi? Kimlerden bedel istiyordu? Bebeğini ondan kim almıştı?

Derin bir iç çektim.

Uyandığımda yanım boştu. Soğuk çarşaf hiç dokunulmamışçasına düzgündü. Yanımda uyumasını elbette beklemiyordum. Benimle aynı çatı altında kalmak istemezken birde aynı yatağımı paylaşacaktı?

Aklımı kurcalamasını istemiyordum. Ona dair hiçbir şey yer edinmesindi içimde. Ben karşı çıktıkça bir tarafım inatla o adama çekiliyordu. Dün gece ayaklarıma batan camları cımbızla teker teker çıkarmış, yaralarımla ilgilenmiş, sarmıştı. Herhangi bir Tanrının sıradan bir insanın yaralarıyla alakadar olduğuna dair dedikodular yayılsa söylentiden çok kimin bu saçmalığı başlattığı gündem olurdu.

Yataktan doğrularak sırtımı geriye yasladım. Kalbimin göğsüme vuruşları düzensizdi. Kaşlarım çatıldı.

Delirme Mana.

Aramızdaki isimsiz oyunun kuralları basitti. İkimizde birbirimiz yokmuşçasına hayatlarımıza devam edecektik. Konulan kurallarda duygulara yer yoktu.

Elimi kalbimin üstüne getirerek oradaki kumaşı sıkıp avuç içime aldım. Gözlerimi kapatıp başımı geriye yasladım.

Lütfen… lütfen daha fazlasını isteme.

Daha fazla bana ihanet etme.

Gönlüne düşürdüğün o imkansız dileği Tanrı küçümser.

Ayaklarımdaki sızıların artmasıyla birlikte Saya gelmiş, yanında da giyebileceğim kıyafetler getirmişti. Yaşadığım faciadan sonra bütün gece üzerimde yalnızca geceliğimin olduğunu çok sonradan fark etmiş, utancın en dibini boylamıştım. Aron beni kucaklayıp odasına getirdiğinde de, yaralarımla ilgilendiğinde de gecelikleydim! En ufak bir imasını yapmadığından hayliyle ancak uyanıp üzerime bakmayı akıl edince acı gerçeği görmüştüm. Aronun odasında kaldığımı tahmin ettiğinden uyanır uyanmaz yanıma gelmişti. Bu kızın pratikliğine bayılıyordum.

Şifacı kadına uğrayıp benim için merhem almıştı. Sargılarımı açıp yaralarıma bir güzel merhemi yedirdikten sonra yeniden sarmıştık. Ayaklarım yüzünden hareket edemediğim için bu günü Su Tanrısının odasında geçirecektim. İlerleyen saatlerde Towa yanıma uğramış, gece olanlar hakkında ağzımı aramıştı. Ben bile neler olduğunu anlamamışken onlara verecek çokta bilgim yoktu. Ayrıca olanlara ait bir şey hatırlayıp dün geceyi yeniden hafızamda diriltmek istemiyordum. Towa’da anlayışla karşılamış, konuyla ilgili fazla bir şey sormamıştı. Bugün mecburi izne ayrıldığımdan derslerime gitmeyecektim. Saya’nın tepside getirdiği kahvaltıyla karnımı doyurmuş ardından birlikte çay keyfi yapmıştık.

Aron gün boyu yanıma uğramamıştı.

Bu iyiydi.

En azından hissettiğim dargınlığa kılıf uydururken bu yalanı kullanıyordum.

Saya’nın yapması gereken işleri olduğundan bir süre daha yanımda kalıp gitmişti. Bende yatağa uzanmış zaman geçirmeye çalışıyordum.

Çok sıkılmıştım.

Yanaklarımı havayla doldurup ofladığım sırada yatağın hafifçe sallandığını hissettim. Bana mı öyle geliyor diye bakınmak için elimle yataktan destek alıp doğruldum. Sarsıntılar gittikçe çoğalınca korkuyla etrafıma baktım.

Deprem mi oluyordu?

Dışarıda büyük bir patlama gerçekleştiğinde ellerimi kafama siper ederek çığlık attım. Patlamanın geri tepkimesi odanın camlarını patlatarak kırık parçaları dört bir yana savurmuştu. Bazılarına direkt maruz kalmış, tenime canımı yakan kesikler atmışlardı. Dışarıdan gelen bağırış çağırışları işitebiliyordum.

Ne olmuştu!

“Küçük hanımı buldum!”

Yabancı ama aynı zamanda bir yerlerden tanıdık gelen ses yerimde taş kesilmemi sağladı. Kollarımı kafamdan çekerek yüzümü pencereye doğru döndüm. Gördüğüm kötücül gülümsemenin sahibiyle gözlerim sonuna dek açıldı.

“Sana gerçekten dokunmayacağımı mı sandı?”

 

Acaba bu kişi kim?

Bölümde en sevdiğiniz kısım neresi oldu?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere <3

Loading...
0%