Yeni Üyelik
13.
Bölüm

BÖLÜM 13: "ATEŞİN ÖFKESİ"

@endless_q

▏₰ Mana

Beton tuğlalardan örülmüş duvarlarda yer yer çökmeler meydana gelmişti. Çoğu tuğlada kuş yuvasını andıran küçük delikler göze çarpıyordu. Biri can sıkıntısından duvarları yumruklamış gibiydi. Tuğlaların eski oldukları gittikçe koyulaşmış renklerinden anlaşılıyordu. Çatı yağmur aldığı için tavan arasından sızan su damlama yapıyor, bir süre sonra zemine çarpıp duran ses işkence haline geliyordu.

İçerisi hayvan leşinin o ekşi ve burnu sızlatan kokusuna sahipti.

Saatlerdir buradaydım.

Mahzende.

Bu pis yerde gözlerimi açtığım gibi hemen kendime gelememiş, bir müddet başımın dönmesiyle uğraşmıştım. Beni bayılmak için ne kullandığını bilmiyordum. Onu gördükten sonra hatırladığım son şey bana doğru uzanan eliydi. Ardından gözlerim kararmış ve bayılmıştım.

Derdi neydi? Beni niye kaçırmıştı? Yakutu andıran o gözler bana bakarken bir şeytanın eğlencesini taşıyordu. Amacının ne olduğunu söyleyemesem de çok tehlikeli bir adamla oynadığı tartışılmaz bir gerçekti. Bir Tanrının gelinini kaçıran başka bir Tanrı… şaka gibi. Sınırları yüzyıllardır değişmeyen Tanrı topraklarında bunu yapmak yasaklanmıştı zira bu durum Tanrılar arasında çıkacak bir savaş için yeterli bir sebepti.

Savaşın şiddeti insan eliyle gerçekleştirilmeyecekti. Dağlar yerinden oynayacak, gökyüzü yarılacak ve yeraltından yeryüzüne çıkan lavlar her şeyi yakıp kül edecekti. İki Tanrının korumaya çalıştığı itibarı yüzünden belki de binlerce kişi ölecek çoğu evsiz barksız kalacaktı. Bunlar yalnızca olacakların birkaçıydı. Savaşın öteki yüzü saydıklarımdan kat kat acımasız olacaktı. Gerçekleşmesi muhtemel şeyleri düşündükçe korkudan midem kasılıyordu.

Benim suçum olmasa da benim yüzümden olacaktı.

Gözlerimi içimi basan sıkıntıyla kapattım. Tanrım, beni kaçırırken aklından ne geçiyordu? Nasıl bu kadar sorumsuz olabilirdi? Sadece tüm insanlığa değil kendi halkına karşı bile!

Kullanılmaktan haşatı çıkmış bir yer yatağında uyansam da daha fazla üstünde oturmaya katlanamamış zar zor ayağa kalkarak mahzende bulabildiğim en temiz noktaya geçmiştim. Yatağın şiltesi kirden kapkara olmuştu. Kim bilir üzerinde kaç kişi, kaç yıl geçirmişti.

Sırtımı kuru kalan duvara yaslamış, dizlerimi kendime doğru çekmiş vaziyette bekliyordum. Bağırmalarım, seslenişlerim fayda etmemişti. Bende çözümü uslu uslu oturarak beklemekte bulmuştum.

Patlayan pencerenin parçalanan cam kırıkları yağmur misali üzerime yağarken saklanacak vaktim olmamıştı. Üzerimdeki ekru renkli elbise camların tenimde açtığı çiziklerdeki kanı emdiğinden kumaşta yer yer kan lekeleri göze çarpıyordu. Yanağımda da minik bir sızlama hissediyordum, yüzümde çizilmiş olmalıydı.

Çenemi diz kapaklarımın ortasına yaslayarak ayaklarımda çamura bulanmış sargılarıma baktım.

Üstüne bastığım için yeni yeni kapanmaya başlamış yaralar tekrar açılmıştı. Çiziklerin aksine ayaklarımın tabanına gömülmüş cam parçaları derine batmıştı. Peş peşe gördüğüm kabuslardan kaçmaya çalışırken yerdeki kırık camları fark edememiştim. Aron söyleyene dek ayaklarıma battıklarından haberim dahi yoktu. Acısı da sonradan nüksetmişti zaten.

Bu pis yerde ne kadar kalacağım meçhuldü. Saraydan bir anda kaybolmam elbette herkesin dikkatini çekecekti. Beni kimin kaçırdığını bilemediklerinden apar topar aramaya çıksalar da hemen sonuç alamayacaklardır. O manyak beni gizlice kaçırmadan evvel su sarayında kargaşa çıkarmıştı. Patlamanın kaynağını, verdiği hasarı tahmin edemiyordum. Umarım herkes iyidir.

Başıma nelerin gelebileceğini iyice düşünüp taşınmadan bir yola gönüllü baş vurmuştum. Şimdi de seçtiğim yolun zorluklarıyla savaşıyordum.

Bu hayat bana göre değildi.

Ben; küçük bir köyün, küçük bir evinde doğmuş sıradan bir kızdım. Doğduğum yer benden ailemi almış, gözlerimden çok yaş dökmüş olsa da orayı seviyordum. Kaldera ve başkenti Maar muhteşem bir ülkeydi ancak her zaman düşman tehdidiyle hayatlarını sürdürmeye çalıştıklarından insanlar sürekli bir tehdit altında yaşıyorlardı. Tamam, hiçbir yerleşim merkezi yüzde yüz güvenli sayılmazdı. Lakin bir ülkede Tanrı gibi kaotik bir unsurun olması a’dan z’ye bütün kötülüğün gözlerini o civara dikmesini sağladığı da bir gerçekti.

Düşüncelerime sokulan kıymık hep aynı soruya batıyordu.

Niye burada kalmaya devam ediyordum? Aithra hanımım sevdiği adamla mutluydu. Köyün problemi de çözülmüştü. Gitmek istesem biliyorum ki Aron itiraz etmezdi. Hatta verdiğim kararla birlikte onun gözünde sorun olmaktan da çıkardım.

Demir kapının birkaç sefer dönen kilidi etrafta yankılanarak düşüncelerimi toz bulutu gibi dağıttı. Kapının açılıp kapanma sesinden sonra bana doğru yaklaşan ayak seslerini dinledim. Leylaklarımı mahzenin demir parmaklarına sabitlemiştim. Kalderayı terk edip etmeme konusunu dert edinmeden önce Ateş ülkesi Zestiriadan bir şekilde kaçmam gerekiyordu.

Ayak takırtıları sustuğunda parmaklıkların ardındaki kişiyle göz göze geldim.

Ateş Tanrısı Loki.

Beni kaçıran o’ydu.

“Bak sen şu işe ortalığı ayağa kaldırırsın diyordum. Sense burada durmuş uslu uslu oturuyorsun.”

Yakut kırmızısı irislerdeki alay onları oyma isteğimi körüklüyordu. Söyledikleriyle beni kışkırtmaya çalıştığı barizdi. Dişlerimi birbirine bastırdım. Oyununa geleceğimi sanıyorsa çok yanılıyordu.

"Yeni evini beğendin mi? Beğensen iyi olur. Bundan sonraki hayatının kalan kısmını burada geçireceksin."

"Sadece Aron öğrenene kadar bekle."

Göğsü attığı kahkahayla sarsıldı. "Ahahahaha! Ne sanıyorsun? O adamın umurunda olduğunu falan mı?"

Söylediklerinin doğruluğu karnıma bıçak saplasa da yüzümdeki ifadesizliği korudum.

“Ah güzelim, bilmediğim o kadar çok şey var ki.” Başını ‘yazık’ anlamında iki yana salladı. Bana acıyordu. Öyle ki bunu saklama gereği bile duymuyordu. Diğer Tanrılarda muhtemelen Lokiyle aynı şeyleri düşünüyorlardı. Bu zamana kadar Su Tanrısının Gelininin olmamasının bir sebebi vardı ve bu sebebi biliyorlardı… İstenmeyen gelin; bu bendim.

Kaşlarımı beni zavallı göstermesi yüzünden sinirle çatınca benden tepki alabilmeyi başardığı için zaferle gülümsedi.

Dört Tanrının içinde Ateşe hükmeden en beteriydi.

“Sonunda ilgini çekebildim.” Lakayt tavrı onu iyice katlanılmaz hale getiriyordu.

“Açık konuş. Ne ima ediyorsun?”

Sırıtarak kollarını birbirine doladı. Üzerindeki altın zırh onu olduğundan heybetli gösteriyordu. Ateş sarayındayken bile zırh giymesine anlam veremiyordum Aron sarayda oldukça rahat kıyafetlerle geziyordu. Gerçi bende onun leş gibi karakterine sahip olsam 7/24 birilerinin beni öldürmeye çalışacağını düşünürdüm. “Diyorum ki; Su Tanrısı senin için gelmeyecek boşuna ümitlenme. O adam Amor onun yerine beni seçerken bile kılını kıpırdatmadı.” Yapmacık bir şekilde duraksadı. “Aa doğru ya, ne aptalım. Senin meşhur ihanet gelininden daha haberin yok tabii.”

Demek beni buradan vurmayı deneyecekti.

Aron’un gözdesiyle.

Her seferinde farklı cümleler kursa da sözü hep aynı yere getiriyordu; Su Tanrısı için değersizsin. Beni umutsuzluğun kucağına düşürmek için kelimelerini kullanıyordu, zekiceydi. Başka bir gelin bu konumda duruyor olsaydı muhtemelen tuzağına düşerdi. Onu umursamayan Tanrıyı kendisi ne diye umursayacaktı ki nihayetinde? Ateş Tanrısı kahraman rolü oynamak istiyordu. Böylece Aron’a ikinci bir gelinin ihanetiyle acı çektirebilecekti bunu izlerken bayağı zevk alacağı da barizdi. Şölende Aronla aramızdaki bağın kopmaya müsait olduğunu anlayınca benden faydalanmaya karar vermişti çünkü o biliyordu; bir kadının aşağılanınca neler yapabildiğini… Ateş Tanrısı sandığımdan daha kurnazmış.

Hafızam kulaklarımda geçmişe ait bir sesi uyandırdı.

‘Arona ihanet etti.’

“Hikayeyi sana anlatmak bana kısmetmiş. Su Tanrısının gelinlerine karşı bitip tükenmeyen nefreti sence birdenbire mi başladı? Tabi ki hayır. Nefreti tetikleyecek bir unsur olması gerek. Tecrübe kulağa hoş gelmiyor mu? Amor Lüfieoz. Su Tanrısına ihanet edince gerisinin gelmesi de zor olmadı.” Göz kırptı. Geçmişteki trajediyi anlatırken garip bir haz alıyordu.

Su ve Ateş.

Ateş suyu buharlaştırırdı. Su ateşi söndürürdü.

Doğaları gereği birbirine zıt olan bu iki güç mutlak düşmandı.

Bu iki Tanrıya gelecek olursak… aralarındaki husumet yalnızca zıt güçlerin soyundan geliyor olmalarıyla doğmuş olamazdı. En azından yegâne sebep bu değildi.

Eğer düşündüğüm şeyde haklıysam…

“Hım.. Pek şaşırmışa benzemiyorsun. Birkaç şey biliyorsun anlaşılan. Olayı en ince detaylarına kadar duymak istersin sanırım?” Aslına bakarsan şu anda aklıma gelen olasılıkların gerçek olma ihtimalinin yüksek olmasından şok olmuş durumdayım. Olayların altından bu kadar entrika çıkmasını beklemiyordum.

“Sana güvenmiyorum.”

“Ahh hadi ama sana yalan söyleyerek ne elde edeceğim ki? Hem emin ol konu Su Tanrısının ilgi çekici hayatı olunca sana doğruları anlatacak tek kişi benim. Hem hikayenin tamamını bende biliyor sayılmam. Sana sadece benim olaylara karıştığım kısımları anlatacağım. Dinlediklerinden sonra hala bana güvenemeyeceğine karar verirsen dediklerimi doğrulamak için tek yapman gereken kocana sormak.”

Olanları bu kadar anlatmaya hevesli olman bile başlı başına şüpheliydi.

Yanağımın içini dişledim.

Öğrenmek istiyorum.

Aronu yiyen nefreti, nefretinin tohumu olan kadını...

“Tamam, hiç olmazsa söyleyeceklerini dinleyeceğim.” Yüzünden gelip geçen karanlık eğlence şimdiden kabul ettiğime pişman etmişti beni.

“Doğru kararı vereceğini biliyordum. Ahh siz kadınlar ve merakları… Her neyse. Sana bildiğim her şeyi anlatacağım ama ondan önce bu pis yerden çıkmam lazım. Benim gibi kudretli bir Tanrının bu kadar uzun süre burada kalmasının nasıl bir aşağılama olduğunu anlıyorsundur.” Gözlerimi devirecek gibi olsam da kendimi durdurdum. Ateş Tanrısını kızdırmak şu anda benim yararıma olmazdı. Yapabileceğim en makul şeyi yapıp sessiz kaldım.

"Rahatça konuşabileceğimiz bir yere gidelim."

Kapıyı anahtarla açmak yerine direkt kilidi yakarak eritmişti. Bu yerdeki herhangi bir şeye dokunmak istemediği apaçıktı. Geçmem için parmaklıkları ayağıyla itip açtı. Yan yana yürüyerek mahzenin uzun koridorunu aşıp çıkış kapısının önündeki merdivene ulaştık. Ateş Tanrısı gibi altın renkli zırhla donatılmış muhafızlar kapıyı açık tutarak hazırda bekliyorlardı.

Koridor boyunca inşa edilen hücrelerin hepsi olmasa da yarısı mahkumlarla doluydu. Onların yanından geçerken içeriye göz atma fırsatı edinmiştim. Loki tiksinç bir şeye bakıyormuşçasına aşağılık bakışlar atıp durmuştu insanlara. Mahkumlarsa onu gördükleri anda boyunlarını eğerek yerlerine siniyor, görüş açısından kaçabildikleri kadar yerlerinde küçülüyorlardı. Neden bağırıp çağırıp isyan etmediklerini gözlerindeki korkuya tanık olunca anlıyordunuz.

Ateş Tanrısının davranışları böyleyse muhtemelen görevlilerinde ondan aşağı kalır yanı yoktu. Rencide eden bakışlar, dayak, işkence… Nasıl ayaklanabilirler ki? Onları öldürmekten beter edebileceklerini bilirken hem de? Mevzubahis Ateş Tanrısıysa içimden bir ses hapsedilenlerin bir kısmının keyfe keder buraya atıldığını söylüyordu.

Saraya giriş yaptığımızdan beri gözlerim kamaşıp duruyordu.

Her şey altındı!

Duvarlara altın yaldızlı beş para etmez tablolar asılmıştı. Resimlerin yarısından fazlası Lokinin portelerini içeriyordu. Tavandan sarkan devasa şamdanın uçlarından altın tellerle elmastan süsler asılmıştı. Bastığımız halı dahi altın ipliklerle dokunmuştu. Ateş sarayı o kadar boğucuydu ki insanı abartılı süslemeleriyle daraltıyordu. Burası ev sıcaklığından çok uzaktı. Daha çok göz boyamak için tasarlanmıştı.

Canlılığıyla, ara sıra yaşamla eşleştirilen ateş hiç bu kadar donuk hissettirmemişti.

Ateşin varislerinin kalpleri doğdukları günden beri yanardı.

Yangın yılların harlamasıyla duygularına da mı sıçramıştı?

Ateş, ateşle yanıyordu.

Hiçbir şey sonsuza dek sürmez. Tanrılarda miras aldıkları güçlerle birleştikçe zehirleniyorlardır belki de.

Ateş sarayında ikamet eden herkeste tatsız bir hava mevcuttu. Hoş sohbet, şenlik bu sarayın soğuk duvarlarına uğramamıştı. Oysaki Su sarayındaki her çalışan güleçti. Saya ve diğer yardımcı kızlarla genellikle eğlenerek işlerimizi yapardık.

Burayı sevmemiştim.

İnsanları incelemeye o denli odaklanmıştım ki Loki’nin bahsettiği yere geldiğimizi üzerine ateş sembolü kazınmış geniş bir kapının önünde durduğumuzda ancak fark edebilmiştim. Saraydaki muhafız sayısı azımsanacak gibi değildi. Oda muhafızları Loki’nin yaklaştığını görür görmez dikleştiler.

Soldaki uzanarak kapıyı açtı. Salon niyetine beni getirdiği yerin yatak odası olduğunu görünce yerime mıhlanmıştım. Beni yatak odasına getirmişti! Beynimde uyarı çanları çalmaya başladı. Bedenim kendi başına hareket ederek geriye doğru bir adım atınca Loki sırtımdan ittirerek beni zorla içeri soktu. Az kalsın yere kapaklanacaktım! İleriye doğru tökezlesem de düşmemiştim. Hışımla Ateş Tanrısına döndüğüm sırada Loki içeriye girmiş, muhafızlar kapıyı üstümüze kapatmışlardı. Anahtarın yuvasında dönerken çıkardığı sesler tüylerimi diken diken etmiş, binlerce kez kulaklarımda yankılanmıştı.

Kapıyı üzerimize kilitlemişlerdi!

“Beni kandırdın!” İşte şimdi hizmetçilerin yüzlerindeki çirkin ifade anlam kazanmıştı. Başından beri herkesin Loki’nin yatak odasına gittiğimden haberi vardı. Birde üstüne sanki ben gönüllüymüşüm gibi ayıplayan bakışlar atmışlardı.

“Hey, sakin ol. Sana kimsenin bizi rahatsız etmeden konuşabileceğimiz bir yer biliyorum demiştim. O yer yatak odamdı.” Çıldıracağım! Bu nasıl bir genişliktir.

Kan kırmızısı örtülerle kaplanmış yatağının ucuna oturdu ardından elini yanındaki boşluğa davet edercesine birkaç kere vurdu. Yanına çağırıyordu. Beni resmen yanına çağırıyordu… Sakinleş, sakinleş ve durumu değerlendir Mana! Burada nasıl hasar almadan çıkabilirsin? Öğrendiğim üslup derslerini hatırlayarak yüzümdeki panik duygusunu örtbas ettim. Omuzlarımı dikleştirerek, çenemi hafifçe kaldırdım.

“Beni zorla alıkoymanızdan itibaren yaptığınız her türlü saygısızlığa tahammül ettim. Lakin görüyorum ki sizin bir sınırınız yok. Yatak odanızda bulunduğum dedikoduları yayılırsa nelere sebebiyet vereceğini biliyorsunuz. İsteğiniz beni zor durumda bırakmak mı? Unutmayın ki ben sizin değil Su Tanrısının geliniyim Ateş Tanrısı.”

Böylesine bir dik başlılık beklemiyordu, kaşları çatılmıştı. Yakut harelerdeki közler biri onlara üflemişçesine parlasa da öfkesini kontrol edebildi. Kim bilir ne zamandan beri itaatsizlik görmemişti. Her hâlükârda istediği kadar kudurabilirdi ondan korkmuyordum.

“Yerinde olsam benimle anlaşmaya bakardım. Sonuçta yatak odamda oluşundan başlayarak bundan çok daha fazlasını yaptığımıza dair söylentileri yaymak benim için çok kolay. Tek yapmam gereken emretmek.”

Kaşlarım çatıldı. “Bunu bir tehdit olarak mı algılamalıyım?”

“Hayır, sadece dostça bir uyarı.”

“Buradan gitmek istiyorum. Beni serbest bırakın.”

Güldü. Onun beni alaya alışına daha fazla katlanamayarak kapıya gittim. Daha önce yapmam gerekeni yapıp tıpkı Ateş Tanrısının da dediği gibi sarayı ayağa kaldırmalıydım. Daha bağırmaya meyledemeden odanın sıcaklığının hızla arttığını hissettim.

“Şansını zorluyorsun.” Tırnaklarımı avuç içlerime saplayarak ona doğru döndüm. Loki’nin etrafına saldığı aura kırmızıya yakın bir turuncuydu. Alevlerin arasında yanıyormuş gibi gözükmesine rağmen aslında ateş ona zarar vermiyordu.

O ateşin insan suretiydi.

Ateşten bir parçaydı.

Beni şurada küle çevirmek istese ona kim karşı koyabilirdi?

Halihazırda çatık kaşlarımla birlikte “Bunu bana beni kaçıran adam mı söylüyor?” deyince sakinleşmişti. Garip bir takıntısı vardı. Su Tanrısına zarar verecek, onurunu zedeleyecek her şey kibrini tatmin ediyordu. Beni kaçırışı gözünde bir galibiyetti.

Kendince Aronla rekabet ediyordu.

Hasta herif.

Aurasını geri çekti. Odanın yükselen ısısı değişmese de en azından sıcaklık artışı durmuştu.

“Amor muhteşem bir kadındı ayrıca yatakta da bayağı iyiydi.” Bodoslama yaptığı girişle dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

Loki ve o kadın…yatmışlar.

İhanet etmekle kalmamış, birde Aronu Loki ile aldatmıştı.

Gözleri beni süzerken merakla kısıldı. “Gerçi senin kadar asi bir yanı yoktu. Aron senin gibi tipleri seviyor olmalı yoksa Amorun ihanetine rağmen yıllar sonra ne diye sarayında barınmana izin verecek ki?”

Çok yanlış düşünüyorsun Ateş Tanrısı.

Bunu yapmaya onu biz zorlamıştık.

“Niye bu kadar şaşkın görünüyorsun? Hadi ama olayların bu kadar abartılacak bir yanı yok. Bazı kadınlar tek adamla yetinmezler güzellik. Tıpkı bazı erkeklerin bir kadınla yetinemedikleri gibi. Amor gibi şeytani bir dişi kolayca tatmin edilemezdi.”

Sizin lanet cinsel hayatınızla ilgilenmiyorum!

“Zavallı Aron. Gelinini diğerlerine yaptığı gibi el üstünde tuttu. Ona saygı duydu ve eşi olarak kabul etti. Bıla bıla bıla, sıkıcı peri masalları işte. Ve sonra muhteşem Ateş Tanrısı sahneye teşrif etti. Ateş Tanrısıyla tanışan su gelini kim olduğunu unuttu!” Dudağının köşesi yukarı doğru kıvrıldı. Kadını baştan çıkardığı yetmiyormuş gibi yaptıklarını öve öve bitiremiyordu.

“Onunla harika zamanlar geçirdik, geceler. İnanır mısın az kalsın bende tuzağına düşüyordum. Öyle nefes kesici bir cazibesi vardı ki… Aron sağ olsun, gelinini kendi elleriyle öldürerek beni kadının büyüsünden azat etti.”

Yaptıklarını normalleştirmesine akıl sır erdiremiyorum. Başka bir Tanrının gelinine sırf eğlenmek amaçlı dokunmuştu. Gelişen olaylarda bir kez olsun kızın yanında durmuş muydu? Hiç sanmıyorum. Bütün günahı omuzlarına yüklemiş, cezasını tek başına çekmişti. Loki’yi tanıyamamış olması imkansızdı. Onunla geçirdiğim şu kısacık zamanda nasıl bir pislik olduğunu göstermişti.

“Bir Tanrı olarak hiç mi gururun yok?”

“Ne dedin?”

“Gelinlerin büyük bir kısmının size başka çareleri kalmayan insanlar tarafından adandığını biliyorsunuz. Ne kadar korktuklarını, en yakınım dedikleri tarafından ömürleri boyunca sürecek bir tutsaklığa mahkum edildiklerini biliyorsunuz! Ya ölecek ya da size sığınacaklar çünkü kimse onlara başka çıkış yolu sunmuyor.”

Burada olmayı bizim istemediğimizi neden anlamıyorsunuz? Buna mecbur edildik! “Ve sen ne yapıyorsun? Gelmiş burada tüm onurunu ayaklarının altına alarak bana nasıl bir başka Tanrının gelinini ayarttığını böbürlenerek anlatıyorsun. Hiç o kızın ölümüne sebep oldun diye vicdan azabı çektin mi Ateş Tanrısı? Azıcık mı için sızlamadı?”

Ses tellerimi sonuna kadar zorladığım için boğazım acımıştı. Yükselen sesim son cümlemle beraber normal seyrine döndü. Altını çize çize “Ahmak yerine koyduğunu sandığın Su Tanrısını asla yenemeyeceksin.” dedim.

Duraksadı, durdu, durdu ardından elini yüzüne kapatarak kıkırdadı. O kadar hakaretten sonra hala bunu yapabiliyor olması inanılmazdı. Kıkırtıları saniyeler içerisinde histerik kahkahalara dönüştü. Odanın içinde yankılanan kahkahalardaki duygu eksikliği vücuduma biz doz endişe aşıladı.

Kahkahaları yapmacıktı.

Yüzüne kapattığı elinin parmaklarını aralayarak o aralıktan bana baktı. Yakutları öfkeden ateşe tutularak kızdırılmış bir demiri andırıyordu. Odanın içi beşik gibi sallanmaya başladığında Ateş Tanrısının gazabıyla yüzleşeceğimi anlamıştım.

“Seni terbiye etmemiş.” Gülmeyi keserek elini yüzünden indirdi. “İşte bu yüzden kadınlar konusunda hayal kırıklığına uğrayıp duruyor.”

Daha ne olduğunu anlamadan birden önümde belirmişti. Bileğimi kıracak güçteki tutuşunun ardından yatağa doğru savruldum. Attığım çığlık tamamlanmamışken üstümde yükselen silüet kanımın akışını kesmeye yetti. Bacaklarımı bacaklarının arasına alarak sıkıştırdı. Telaşla altından kalkmak için debelensem de bileklerimin ikisini birden tek eliyle tutup başımın üstüne sabitledi. Boştaki eliyle çenemi sertçe sıkınca ağzımdan çıkacak acı dolu inlememi ısırdığım dilimle engelleyip yuttum. Burnunu şakağıma bastırıp yanağıma doğru kaydırdı.

Kokumu soluyor olması midemi bulandırmıştı.

“Şımarık kadınlardan nefret ederim, sen ise haddini fazlasıyla aştın.”

“Bırak beni!”

Gülümsemesinin her girintisinde başını kaldıran bir şeytan vardı. Yakutları mahvoluşuma gidecek o yolun zebanisiydi. Bana eşlik edecek, mezarımı kendi elleriyle kazacaktı.

“Bana niye öyle bakıyorsun? Bağışlanmak için af mı dileyeceksin?” Başımı ondan farklı tarafa çevirdim. “Senden af dileyeceğime ölürüm daha iyi.” Alayla sırıttı.

Eğilerek kulağıma şöyle fısıldadı. “Sana ölümden daha beter şeylerin de olabileceğini öğreteceğim küçük hanım. Bana durmam için yalvaracaksın.” Bileklerimi kurtarmak için çekiştirip dursam da lanet olası eli bir bilim dahi kıpırdamıyordu. Nafile çırpınışlarımı bir celladın edasıyla izliyordu. Birden ellerimi serbest bırakınca yumruklarımı gelişi güzel bir şekilde göğsüne geçirerek onu üzerimden itmeye çalıştım. Saçıma yapışıp kafamı geriye doğru çekiştirince yüzüm açığa çıktı.

Saç diplerin felaket yanıyordu.

“Unutma bunu sen istedin.”

“Hayır! Uzaklaş!”

“Kıpırdama!” Gözleri dudaklarıma kaydı. Yavaş yavaş yaklaşmaya başlayınca gözlerim yağmur bulutlarını toplamıştı. Hayır, istemiyorum. İstemiyorum… “Bana dokunursam yemin ederim seni öldürürüm!” Yakutları leylaklarımın içinde şehvete kapılmış bir canavar gibi gezinerek dudaklarını yaladı. “İçine girdiğimde öyle düşünmeyeceksin. Mutlu olmalısın, yatakta Arondan daha iyi olduğum hakkında gelinlerinden sık sık iltifatlar alırdım.”

İğrenç. İğrenç. İğrenç hissediyordum. Üzerimdeki ağırlığını hissetmek, pis nefesinin tenime vuruşu, gözlerinden geçen alçakça düşüncelere bu kadar yakından maruz kalmak…

Hayır, hayır, yapamazdım. Katlanamazdım! Bana dokunmasındansa ölmeyi tercih ederdim. Asla izin vermeyecektim. Gözümü bürüyen kanla birlikte kalan son gücümü toplayıp onu üzerimden ittim. “Uzak dur benden dedim sana aşağılık herif!” İçimde saklanan bir şeylerin kilidinin o anda kırıldığını hissettim. Benden çıktığına inanamadığım sarı bir ışık odada büyüyerek içeriyi kaplarken Loki’yi de beraberinde savurup duvara çarptı.

Kullandığım güçle birlikte elim ayağım boşalmıştı. Gözlerim karardığı anda çok derinlerde, ıssızlıkla taçlanmış karanlıkta beliren bir sunak görmüştüm. Sunağın üzerinde küçük bir ateş patlayarak alev almıştı. Gördüğüm şey bir yanılsama mı yoksa dibine dek harcadığım takatim yüzünden beynim bana halüsinasyon mu gösteriyordu bilmiyorum.

Kulak zarlarım tiz bir sesle çınlıyordu.

Kabaca duvara toslayan Ateş Tanrısı yere yığıldı. Acıyla inlerken bir yandan da zar zor başını kaldırıp şaşkınlıkla bana baktı. Acısı baskın geliyordu. Belli etmemeye çalışsa da yüzünü buruşturup duruyordu. Sırt üstü duvara çarptığından kemiklerinden gelen kütürtüleri duyabilmiştim.

Muhtemelen bir, iki kemiği çatlamıştı.

Sarı ışık Ateş Tanrısını tepse de kaybolmadı.

Işık taneleri etrafımı sardı. Ardından birleşerek beni içine alacak bir küre haline geldiler. Olanlar karşısında bende Loki kadar şaşkındım. Alnımda hissettiğim yanmaya bilinçsizce elimi götürmüştüm.

“Sikik gelin işareti!” Ateşiyle yakıp kavurmayı dilercesine alnıma bakıyordu. Loki deyimi yerindeyse kudurmuştu. Yumruğunu yanındaki kapıya geçirdi. Muhafızlar onca gürültüden sonra içeriye dalmadıklarına göre gitmişlerdi. Herkesin, her şeyden haberi vardı. Lokinin bana yapacaklarından bile! Yardım çağrılarıma kulaklarını tıkamışlardı.

İşaret… Hayatımı kurtarmıştı.

Yaşadıklarımın yarattığı şok veyahut kalkıştığı tecavüzün dehşeti mi bilmiyordum. İşaretin beni koruyacağını anladığım gibi gözlerimden patır patır yaşlar dökülmeye başladı. Bu pisliğin önünde zayıf görünüp ağlamak istemesem de kendimi bir türlü durduramıyordum.

Çok korkmuştum.

Ya başarılı olsaydı? Ya dokunsaydı bana?

Yaşayamazdım ki.

“Ne o? Seninle işim bittikten sonra sevgili Tanrın seni kabul etmez diye mi ağlıyorsun? Kapının önüne koyulursan Ateş sarayına istediğin zaman gelebilirsin.”

Sinirden köpürerek gözlerimdeki yaşları kabaca sildim.

“Kendine hayır denilmesini yediremiyorsun değil mi? Tanrı olduğun için herkese, istediğin her şeyi yapabileceğini sanacak kadar kibrinden gözün dönmüş senin. Sarayındaki insanlar senden nefret ediyor. Diğer Tanrılar bile sana katlanamıyor. Hangimiz acınacak haldeyiz bir düşün istersen.”

Dişlerini sıktığı için yanakları içe doğru çökmüştü.

“Hah! Dilin gerçekten uzun.” Eliyle duvardan destek alıp güçlükle ayağa kalktı. Kaşlarını öyle bir çatmıştı ki iki kaşı ortada birleşmek üzereydi. Adımlarını bana doğru atmaya başladığında yatakta geriye doğru giderek sırtımı başlığa dayadım.

“O taş kalpli şerefsizin nesi iyi peki!” Öfkeden delirmişçesine kükrediğinde yerimden sıçramıştım. Aronla karşılaştırıp duruyordu kendini.

Kıskanıyordu.

Burnundan soluyarak kalkanın önüne dek geldi.

Yumruğunu kalkana indirdiği gibi kalkan titrese de kırılmadı. Loki hıncını almak istercesine kalkanı peş peşe attığı yumruklarla dövmeye başladı.

Lütfen kırılma.

Gelinin işareti sanki düşüncelerimi okuyormuşçasına alnımdaki sıcaklığını arttırdı. Loki kalkana bir sonraki yumruğunu indirdiği anda sarı renkli elektrik akımları parmaklarına dolanıp bileğine doğru sarılarak onu çarpınca küfredip elini geri çekmişti.

Ne kadar denerse denesin sonuç hep aynıydı.

Gelinin işareti Tanrının gücüne direnebiliyordu.

Böyle yaparak yalnızca kendine zarar verdiğini kabullenince kalktığı yere geri giderek oturdu. Sağ eli elektrik çarpması yüzünden yer yer kızarmış, yanmıştı. Üzerinden tüten duman kavrulmuş etinden geliyordu.

“Eğer gelinin işaretini geçemiyorsam bende oturup yorulmanı beklerim.”

Vazgeçmeyecek.

Kahrolası kibrini doyurmak için bana zorla sahip olduktan sonra beni bir kenara atacaktı.

“Gelinin işareti kullanıcısının enerjisiyle bağlantılıdır. Bitkin düşeceksin, bitkin düşecek ve geceyi benimle geçireceksin.”

Hevesle gülümsedi. “Sabırsızlanıyorum su gelini…”

Bir saat, kırk iki dakika.

Alnımda boncuk boncuk biriken ter damlalarından biri daha fazla tutunamayıp şakağımdan aşağıya kaydı. Gelinin işareti neredeyse iki saattir beni korumaya yoğunlaşmış durumdaydı. Başka yetenekleri var mıydı, bu güç Ateş Tanrısına saldırabilir miydi bilmiyorum. Üstündeki esrarı düğümlerinden çözebilmem için bilen birine danışmalıydım.

O da şu an için imkansızdı.

Zira mecalimin tükenmesini hevesle bekleyen bir zalimin esiriydim.

Ansızın gözlerim kaymış, bayılacak gibi olunca sersemlemiştim. Telaşla dudağımın kenarını dişlerimin arasında kıstırıp sertçe ısırdım. Acı beynimi uyarmış, bilincimdeki uyuşukluğu şokla sarsmıştı. Kirpiklerimi hızlıca kırpıştırarak kendime gelmeye çalıştım. Isırdığım yer kanadığı için dudağımdan akan kan çenemden sızarak elbiseme dökülüyordu.

Küre biçimindeki kalkan çalkantılı güç akışı yüzünden sallansa da büyü bozulmamıştı.

Halsizdim. Midem bulanıyor, biri sanki başıma çekiçle çivi çakıyordu.

Tüm bu olanlar bana fazla geliyordu.

Daha önce bu kabiliyeti kullanmayan biri için şaşırtıcı derecede iyi idare ediyordum. Ateş Tanrısı beklentisinin aksine uzayan her dakika için gittikçe asabileşiyordu. Bir ara ciddi ciddi beni öldürmek istediğini belirterek yüzü kapkara kesilmişti. Yorgunluğumun belirtileri gün yüzüne adım attığındaysa güzel bir müjde almışçasına keyiflenerek yaslandığı duvara iyice yayılmıştı.

“Neden pes etmiyorsun? Şu haline bak… Gerçekten o adam için bu acıyı çekmeye değer mi?”

Kaşlarımı çattım.

“Yanılıyorsun.” Dilim, damağım tamamen kurumuştu.

“Yanılıyor muyum?”

Başımı güç bela aşağı yukarı salladım.

Daha fazla dayanamıyordum.

“Yaptıklarımın hiçbirinin herhangi bir erkekle ya da Aronla alakası yok. Anlamamakta ısrar ediyorsun Ateş Tanrısı. Ben istemediğim için bana dokunamayacaksın. Kiminle beraber olup olmayacağım ancak ben karar veririm. Ve ben seni istemiyorum.”

Bütün eğlencesini yerle bir etmiştim. Yüzündeki gülümsemeyi silerek bana ruhsuz bir bakış attı. Acaba yakutlarındaki hissizliğe karışmış meraktan haberdar mıydı? En iyisi bu konunun bahsini dahi açmamak. Manyak bir Tanrının ilgisini çekmek istemiyorum.

“Ne yapsam? Dediklerin hoşuma gitti. Senin düşüncelerine sahip kadınların kalmadığını sanıyordum. Bir Tanrının yatağına girmek hatta Tanrının gözdesi olmak için sıraya girecek binlerce kadın ismi sayabilirim sana.”

Gözlerim bulanıyordu. Dirayetimin son demlerine yaklaşıyordum. Çaktırmamaya çalışarak leylaklarımı yatakta bir yere sabitledim. Bilincimle gözlerim arasındaki kopukluğu yakalarsa bu fırsatı kaçırmazdı.

Bayılırsam bir daha uyanmak istemeyecektim.

“Fikrimi değiştirdim.” Yerden kalkarak boynunu sağa, sola yatırıp kütürdetti. Omuzlarını geriye yuvarlayarak esnetti. Tanrıların iyileşme gücü insanlarınkinden kat kat hızlıydı. Normalde iyileşmesi aylar alacak olan hasar için iki saat yeterli gelmişti. Çatlayan kaburgaları, zedelenen yerdenler kapanmıştı.

Yatağın önüne gelirken üstündeki zırh hareketlerine göre deviniyordu. Gelinin işaretine değmemek için kalkanın başladığı yerde durdu. Elini uzlaşmak için bana doğru uzattı. “Adandığın Tanrı olmadığımdan seni gözdem yapamamam. İşaretin yalnızca bağlı olduğu Tanrıyla eşleşme şartı vardır. Eğer beni seçersen gelinin işareti seni terk edecek fakat elde edeceklerinle kıyaslandığında bu hiçbir şey. Sana başka bir teklif sunuyorum Mana. Ateş sarayını emrine amade edebilirim... Zestiria’nın hanımı ol. Sana hak ettiğin değeri vereceğim.”

Ortaya attığı yemi cidden yutacağımı mı sanıyordu? Onca şeye rağmen! Bana yaptıklarına rağmen! Kibar çıkarmaya çalıştığı sesi dahi baştan aşağıya yalan dolandı.

“Eğer bana inanmıyorsan Tanrı sözleşmesi imzaya biliriz.” İşte şimdi gerçekten şaşırmıştım. Tanrı sözleşmesi bozulması imkansız bir anlaşmaydı. Kanla mühürlenir, sözleşmede yazılan her detay harfi harfine yerine getirildi mi diye kontrol edilirdi. Şayet taraflardan biri sözünden cayacak olursa kararlaştırılan cezaya çarptırılırdı. Dört büyük Tanrının dahi sözleşmenin şartlarından kaçışı yoktu. Çünkü sözleşme bizzat ilk Tanrı tarafından yaratılmıştı.

Bu adam hırsları mevzu bahisse her şeyi yapabilirdi.

Cevap alamamanın memnuniyetsizliğiyle suratı asılırken bir saniye sonra kaşları çatılarak yatağın hemen solunda kalan pencereye baktı. Sinirle cıklarken önünde ateşten bir kalkan oluşturdu. Kaçırılmadan evvel yaşadığım hadiselerin bir benzeri daha meydana gelmişti. Patlayan pencereden savrulan cam parçaları bütün odaya dağıldı. Gelinin işaretinin koruması sayesinde camlarla birlikte fırlayan beton parçaları kalkana çarpıp sekerek yere düşüyorlardı. Loki’nin kalkanıysa cam kırıkları ve duvar parçalarını kendisine yaklaştırmadan yakıyordu.

“Senin gibi bir piç kurusunu düşünürsek gerçekten de cazip bir teklif.” Yıkımdan dolayı kalkan toz bulutu görüşü açtığında duvarı delerek orada dikilen kehribarları görünce nefesimi tutmuştum. Kızgın görünüyordu, hayır kızgındı. Ateş Tanrısına buz gibi bir bakış atarak “Görünen o ki sana gösterdiğim tolerans yüzünden iyice şımardın Loki.” dedi.

Sol göğsümde bir karıncalanma başladı; Su Tanrısı buradaydı.

Gelmeyecek demiştim. Gelmeyecek demişti.

Gelmişti.

İkimizi de yanıltmıştı.

“Sahiden geldin. Merak ediyorum da bu kadının diğer gelinlerinden farkı ne? Amor için bile kılını kıpırdatmamıştın Aron.” Bu adam ciddi ciddi Su Tanrısına adanan bütün gelinleri kaçırıyor muydu yani? Akıl hastası herif. Resmen bu işi özel uğraşı haline getirmişti.

Aron Loki’nin dediklerini takmamış bana bakıyordu. Açılmış sargılarımı, kanlanmış elbisemi, ısırdığım dudağımda oluşmuş yarayı, çenemde kurumuş kan izlerini teker teker incelerken yüz hatlarına anbean oturan katı ifadeyi seyrettim. Kehribarlarındaki kızıl çatlaklar çoğalarak göz bebeklerine yayılıyordu. Hareleri içlerindeki ateşe rağmen o kadar kararmıştı ki ıssız bir izbeye dönmüştü bakışları.

Uğuldayan bir indi orası.

Kitlenmiştim.

Vahşete kapılan o gözler Tanrı suretine aitti.

“Ölümü arzulamışsın.” Dudaklarından dökülen sözler zemheriden gelen bir soğukluk taşıyordu. Konuşurken kalınlaşan ses tonu buzdan çıkan buharlar saçıyordu etrafa.

Odanın sıcaklığı düşüyordu.

Nasıl ateşin varislerinin kalpleri doğdukları günden beri yanıyorsa suyun varislerinin de kalpleri doğdukları günden beri bir buza hapsedilmiş bir şekilde donmuştu.

Tüylerim diken diken oldu.

Ben Loki’nin gazabından mı korkmuştum? Aronun soğuk hiddetinin yanında ateş öyle zayıf kalıyordu ki…

“Ona dokunmaya kalkıştın öyle mi?” Bende yarattığı etki aynı şekilde Lokiye de tesir etmişti. İkisi de mutlak güce sahipti, ikisi de dört büyük Tanrının arasında yer alıyordu. Denk sayılmalarına rağmen ateşten doğan, sudan doğan tarafından hor görülüyordu.

Loki ani gelişen olaylar yüzünden tepkilerini kontrol edemiyordu. Her hâlükârda Aronun öfkesinden sinecek gibi oluşunu gururuna yedirememiş, öfkeyle burnundan solumuştu. Asabiyetini katıksız bir alaya bürüdü. Belki de korkusunu…

“Hadi ama Aron! Bir, iki gelinin aramızda lafı mı olur? Sırf bu kadın için benimle kavga mı edeceksin?”

"Kes sesini!" Aronun bağırmasıyla birlikte etrafında mavi, suyu andıran bir aura yayılmaya başladı. Kıyafetleriyle saçları bu auranın yarattığı rüzgâra kapılmış dalgalanıyordu. Kaçınılmaz bir yola girmişlerdi. Loki sonunda Aronun ciddi olduğunu anlayarak etrafına ateş aurasını saldı. Kavgamı edeceklerdi gerçekten?

Ateş Tanrısı elini yukarı kaldırdı. Etrafındaki tüm aura avcunun içine doğru akın ederek gitgide büyüyen bir ateş topu meydana getirdi. Alev alev yanan ateş topu azametli bir ısı dalgası yayıyordu. Odanın içindeki ısı dengesizliği yüzünden nefes alıp vermek güçleşmişti.

Kudretli iki güç havada çarpışırken bile birbirlerinin varlığını inkar ediyorlardı.

"Basit bir gelin için benimle aranı bozmaktan çekinmiyorsun demek. O halde benimle savaşmaya gerçekten cesaretin var mıymış görelim bakalım Su Tanrısı!" Çok güçlüydü. Elindeki ateş topu gittikçe devleşiyor, güneşi çağrıştırıyordu. Eğer o ateş topu Arona çarpacak olursa...

Hayır!

Bir ihtimal gelinin işaretiyle ikimizi birden Loki’nin ateşinden koruyabilirdim. Tam bu düşüncelerle yerimden kalkıp yanına gidecekken Aron bakışlarıyla beni yerime çaktı, dona kalmıştım. Bana resmen bakışlarıyla hareket edersen seni öldürürüm diyordu.

Gözleri kılıç kadar keskin dursa da sakinliğinden bir şey yitirmemişti.

Aklının başında olması endişelerimi biraz olsun bastırdı.

Loki Aronun geri adım atmayacağını anlayınca hırsla bağırarak ateş topunu Su Tanrısına fırlattı. Onun boşluğundan yararlanmıştı! Aronun adı parçalasa da boğazımı çıkmadı bir türlü ismi iki dudağımın arasından. Çaresizce Ateş topunun Aronun olduğu yere düşüp büyük bir gürültü eşliğinde o alanı ateşten bir denize boğmasını izledim.

Kaskatı kesilmiştim.

Gerçek değildi. Gördüklerim gerçek olamazdı değil mi?

Aron?

Nerede? Neredeydi! Ateş yüzünden nerede olduğunu göremiyordum.

Odadaki gergin bekleyişim her geçen saniye artarken ne düşünmem gerektiğini bilemiyordum. Dilim tutulmuştu. Su Tanrısının ölmüş olabileceği gerçeği beynimi durdurmuş gibiydi. Kahrolası ateş bir türlü dağılmayı bilmemişti! Tam iyi olduğuna, kurtulduğuna dair umudumu yitirecekken o gümlemeyi duydum. Anında başımı sesin geldiği yere çevirdiğimde gözlerimi sonuna kadar irileştirmiştim. Aron Lokinin göğüs zırhından kavramış onu duvara çarpmıştı. Duvar Aronun gücünün baskısına dayanamayarak içeri doğru çökmüş, Lokide o yarığın içine girmişti. Yüzünde canının çok yandığını belirten bir ifade vardı. Gözleriyse korku taşıyordu.

"Sikeyim bu güç nereden geliyor?" Dudaklarından kabullenemediği için zorla çıkan soru Aron için bir şey ifade etmemişti. Gözlerinde bir katile ait bakışlar vardı. Soğuk, merhametsiz, hissiz. Onu öldürecekti, öldüreceğinden emindim. Arzusunu hissedebiliyordum. Susadığı ölümdü. Etrafındaki suya benzeyen auranın içinde yavaştan belirmeye başlayan siyahlıkları görünce istemsizce ona seslenme ihtiyacı duydum.

Hayır, içimdeki bir şeyler ona seslenmem için avazı çıktığı kadar bana bağırıyordu.

"Aron!"

Aron Lokiyi duvara ittikçe iterken baskıdan dolayı ezilen Ateş Tanrısının yüzü patlamak üzere olan damarları yüzünden kızarıyordu. Biraz daha zorlarsa onu öldürecekti! Bir Tanrıyı ancak bir Tanrı öldürebilirdi… Korkuyla dizlerimin üstünde yükselip tekrar adını seslendim.

"Aron yeter artık sen kazandın! Bırak onu yoksa öldüreceksin!"

Ayağımı yataktan yere attığım gibi tekrar gözlerim karardı. Bütün gücüm bedenimden çekildiği için yere düşecekken biri kolunu belime sararak bunu engelledi. Gözlerimi yavaşça açtığımda beni tutan kişinin Aron olduğunu gördüm. Loki ise yere düşmüş ve bilincini kaybetmiş vaziyette duvara dayanıyordu.

"Sana yaptıklarından sonra hala yaşamasını mı istiyorsun?" Sezdim, o soğuk ürpertiyi. Ölümün elinde aldığı canların adının yazdığı ferman hazırda bekliyordu. Daha önceden katran karası bir mürekkebe ucu batırılmış, gövdesi karga bir karganın tüyünden oluşan kalem istersem o kağıda Lokinin ismini yazacaktı ve karşımdaki bu adam onu öldürürken bir şey hissetmeyecekti bile.

'Kendi elleriyle gelinini öldürdü.'

Bu kez duyduğum ses Ateş Tanrısına aitti.

Ölmeyi hak ediyordu! Ediyordu, evet ama… benim yüzümden bir Tanrıyı öldürürsen sana ne olacak? Denge bozulduğu için önlenemez bir kargaşa çıkacağı kesindi. Peki, bunun bedelini kim ödeyecekti? Bu riski göze alamazdım.

Lokinin bana yapmaya kalkıştığı şeyi Aron tahmin etmekte zorlanmamıştı. Bir suçum olmadığını bildiğim halde gözlerine bakmak neden bu kadar zordu?

Titrememi saklayamıyordum.

"Sen geldin, bana bir şey yapamadı. Hem baksana fazlasıyla cezasını verdin zaten."

"Ceza mı? Sen buna ceza mı diyorsun? Onun ciğerini çıplak ellerimle sökmeliyim." Koyulaşmış kehribarlar iki kara deliği andırırken Lokiye bakışlarından hiç hoşlanmamıştım. İzin versem bütün uzuvlarını dediği gibi çıplak elleriyle koparacak gibiydi. Belki de o bakışların altında yatan art niyet bundan çok daha fazlasını planlıyordu.

Ateş Tanrısının tedbirsizliği yüzünden odaya dağılan ateş yatak odasında bir yangın başlatmıştı. Loki’nin gücü özünden geldiği için duman içermese de şu anda yanan kumaş parçaları yüzünden odaya zehirli duman doluyordu.

Daha fazla burada kalmak istemiyorum.

Elimi yanağına koyarak daha fazla Lokiye bakmasını istemediğimden başını bana doğru çevirdim. Baktıkça onu öldürme niyeti kuvvetleniyordu. Tensel temasımızdan dolayı ikimizde afalladık. Benim şaşkınlığımın sebebi ona dokunduğumda hissettiğim soğukluktu. Sanki bir insanın tenine değil de buzun yüzeyine dokunuyor gibiydim; parmak uçlarım donuyordu. Aronun şaşkınlığı ise izin vermeden ona dokunabilme cüretini gösterdiğim içindi.

Bütün Tanrılarda böyle mi oluyordu acaba? Güçlerini kullandıklarında bedenleri mirasını taşıdıkları öze mü bürünüyordu? Aronun teninin buzu andırması gibi Lokinin teni ateşi, Hadesin teni toprağı, Balderin teni de dokununca hava boşluğu hissiyatı mı veriyordu? Bedenleri; Tanrı ve İnsan arasındaki terazinin dengesi bozulduğu için içsel bir buhran yaşıyor olmalıydı. İçsel dengeyi yeniden kurana dek böyle olması normaldi sanırım.

"Lütfen, Aron. Çok yorgunum ve burada daha fazla kalmak istemiyorum… Evimize dönelim."

Gözlerindeki kan dökme arzusu kaybolmasa da istediği ölüm sırra kadem basmıştı.

"Evimiz." Kısık sesli tekrarı kalbimin atışını hızlandırsa da o bunu duymamı istemiyor olmalıydı ki sessizce söylemişti. Yanlış duymadığından emin olmak istercesine...

Yol boyunca kucağında donduğumu belli etmemek için uğraşsam da son anda gelen hapşırık bütün çabamı alt üst etmişti. Aron “Biraz dişini sık.” diyerek hızını arttırsa da bu benim daha çok üşümemden başka işe yaramamıştı. Teni hala bir buz kadar soğuktu. Nihayet saraydan içeri girdiğimizde -ben halen kucağındaydım- yıkılan yerlerin birkaç işçi tarafından onarıldığını görmüştüm. Sarayın birçok yerinde patlamalar gerçekleştiği için hasar da büyüktü. Patlamaya kapılan insanlar ise çoktan şifahaneye taşınmışlardı. Hizmetçiler yanlarındaki kovalarla yerdeki kanları siliyorlardı. Arondan yaralılar olsa da ölen kimsenin olmadığını öğrendiğim için rahatlamıştım. Kapıdan içeriye girdiğimizde bizi gören herkes ilk bir şaşkınlık yaşamış sonrada hepsi yaptığı işi aynı anda bırakarak koşup etrafımızı sarmıştı.

"Hanımımm!!!" Hep bir ağızdan bağırırken bana ağlamaklı bakışlar atmaları yorgunluğumu unutturmuştu. Şaşkınlıkla telaşlarını izliyordum. Ne oluyordu?

"Hanımım şükürler olsun iyisiniz!"

"Hanımım çok korktuk!"

"Hanımım yaralandınız mı?" Kalabalık grubun içinden her biri bir soru sorunca hangisine nasıl cevap vereceğimi şaşırmıştım. Kimse diğerinin sorusunun yanıtlanmasını beklemiyordu haliyle bende sadece sorularını duymakla kalıyordum.

"Seni seviyorlar." Aron sadece benim duyabileceğim tonda kulağıma fısıldayınca söylediği şeyden çok boynumda hissettiğim soğuk nefesi hem heyecanlanmama hem de ürpermeme sebep olmuştu.

Nefesi bile buz üfürüyordu.

"Hey! Siz! Oradakiler hemen işinizin başına dönün! Gördüğünüz gibi Mana hanım gayet iyi durumda bırakın da dinlensin!" Hizmetçilerin başından gelen azarı işitince toplanan kalabalık tırsarak işlerinin başlarına dönmüşlerdi. Aron ise tüm bu olanlara alışıkmışçasına umursamadan yoluna devam etmişti. Yerinde başka bir Tanrı olsaydı sıradan insanların önünü kesmeye cüret etmesine eser gürlerdi.

O farklıydı.

Niyeyse bu farklılık hoşuma gidiyordu.

Gittiğimiz yolun benim odama çıkmadığını fark edince duraksamıştım. Yolu mu şaşırmıştı?

"Burası benim odama giden yol değil."

"Evet, değil."

"Biliyorsan neden yanlış yoldan gidiyorsun?"

Başını bana doğru çevirip yüzüme dikkatlice baktığında ne diyeceğini merakla beklemeye başladım. "Seni bu çeneyle öldürmediğine şaşırmam gerek aslında." Deyince tüm yüz kaslarım sinirden seğirmeye başlamıştı. O şimdi benim geveze olduğumu mu ima etmeye çalıyordu? Hayır, direkt öyle söylüyordu!

"Sorumun cevabı bu değil!"

"Benim odama gidiyoruz."

"Niye ki?" Ayy doğru ya odam patlama yüzünden mahvolmuştu. İyi de bu onun odasında kalmam gerektiği anlamına gelmiyordu ki! Koskoca sarayda bir tanemi yatak odası vardı canım. Hayret bir şey!

"Çünkü ben öyle istiyorum" Bu adamı bir gün kesinlikle boğazlayacağım!

Onunla konuşmanın boşa nefes tüketmekle eşdeğer olduğunu anladığımda sessizce beni odasına götürmesine izin verdim. Dikkatimi çekmişti de Su Tanrısıyla ilgili olan her şeyin üstünde suyun sembolü yerine Lotus çiçeğinin bir portresi oluyordu. Ateş sarayında bile her kapının motifine ateş sembolü oyulmuşken o niye öyle yaptırmamıştı? Gerçi bunu yapmanın Tanrılar arasında bir gelenek olup olmadığı hakkında da bir şey de diyemezdim.

Bu çiçeği o kadar çok mu seviyordu?

Odasına geldiğimizde beni yatağının kenarına bıraktı. Bu sahne bir kere daha başıma geldiği için yaşanmışlık hissiyle dolmuştum. Bir yere oturmak veya uzaklaşmak yerine başımda dikilerek beni izlemeye devam edince "Niye öyle bakıyorsun?" diye sordum.

"Neden yapmadın?"

"Neyi neden yapmadım?"

"Neden bana ihanet etmedin?"

Ağzım beş karış açılarak "Sana ihanet etmemi istiyorsun?" diye sorunca dizini yatağa bastırarak üzerime doğru eğildi, heyecanla yutkundum. Çok yakındık! Gözlerimin içine baka baka "Ha ben, ha Ateş Tanrısı senin için ne fark eder ki?" deyince sözleri beni hüsrana uğratmıştı. Dengesiz pislik, bir öyle bir böyle davrandığı için her seferinde beni acımasız sözleriyle vuruyordu. Leylaklarımdaki hayal kırıklığı şangırdayarak yeri boylamıştı. Ona tokat atmamak için tırnaklarımı yatağın örtüsüne geçirdim. Beni gerçekten öyle bir kadın olarak mı görüyordu? Bu zamana kadar ona kendimi yanlış mı tanıtmıştım? Gözlerime dolan yaşlar ise... işte bunu açıklayamıyordum.

İstemiyordum ama oluyordu işte.

"Ne dediğinin farkında mısın sen?" Sesim titremişti lanet olsun.

"Mana..." Bana iyice yaklaşıp kulağıma adımı fısıldadığında tüm öfkeme rağmen ürpermiştim. Amacı neydi bu adamın?

“Burada da tutsaksın."

"Ne?"

"Bana veya bir başka Tanrıya gelin olarak kurban edilmek sonsuz bir tutsaklığın başlangıcıdır. Senden bana sadık kalmanı nasıl isterim? Buna mecbur bırakılmışken." Demeye çalıştığı şeyi anlayınca öfkem de usulca dinmişti. Aynı oranda rahatladığımı da fark edince bir tarafıma garip bakışlar attım. Aronun benim hakkımdaki düşüncelerine bu kadar önem vermem tuhaftı.

"Ben senin karınım.” Dediğimde boyun girintimden çıkarak tekrar bana baktı. Tanrım bu adamın gözleri neden bu kadar güzeldi? Dikkatimi dağıtmamak için ana odaklandım. "Senin karınım. Bu ister zorla ister istediğim için olsun. Ben suya aitim Aron. Ateşe veya Toprağa değil, suya. Elbette ki karın olarak sana sadık kalacağım."

Diğer Tanrılardan bahsederken kehribarlar bana duvar örmeye başlayıp aramıza daha kalın bir hat çekerken sözlerimin devamında duraksamış sonra da ördüğü duvarları kendi elleriyle yıkmıştı. Ya şimdi ya hiç diyerek “Peki ya sen? Sen niye beni kurtarmaya geldin?” diye sordum. Ateş Tanrısı Aronun gelinlerini kurtarmak için Zestiria’ya gelmeye zahmet etmediğini birçok kez dile getirmişti.

Benim için gelmişti. Niye?

“Senin de dediğin gibi… Bana aitsin Mana. Bana ait olan bana geri dönmeliydi.” Yani biraz da olsa beni gelinin olarak görmeye başladığını düşünebilirim değil mi? Ben utançla gözlerimi kaçırırken çenemde hissettiğim parmaklar beni bir kere daha hazırlıksız yakaladı. Nazik ama güçlü bir tutuşla başımı kendine doğru çevirdiğinde yüzüme yaklaşarak dudaklarını dudaklarıma kapattı. Dudaklarımda hissettiğim serin dudaklar gözlerimin sonuna dek açılmasını sağlamıştı.

Buz dudaklarımı yakarken kulaklarıma ağır bir demirin suya bırakılırken çıkardığı o ses ilişti. Kalbimin denizine atılan çapa adını koyamadığım bir duyguyu yüreğime demir atmıştı. Hissetmiştim, o demir bir daha asla o denizden ayrılmayacaktı.

Benim denizimden.

Aron ileri gitmiyor, dudaklarını kıpırdatmadan sadece dudaklarıma bastırıyor ve nabzını hissetmemi sağlıyordu. Gözlerini gözlerimden çekmeyerek aç gözlülükle bütün duygularımı istila ederken o sadece izliyordu. Deli gibi atan yüreğim hızlandıkça hızlandı. Kalp krizi geçirmeme kıl payı kala aramızda küçük bir boşluk bırakarak geri çekildi.

Kehribarları bir süre tadını aldığı dudaklarımda oyalandıktan sonra bakışlarını yukarı kaldırarak gözlerimin içine baktı.

“Hazırlan. Bu gece gerçekten karım olacaksın.”

 

Bölümde en sevdiğiniz kısım neresi oldu?

Sizce Mana Aron'u kabul edecek mi?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere <3

Loading...
0%