Yeni Üyelik
15.
Bölüm

BÖLÜM 15: "ÇÖL EŞKIYALARI"

@endless_q

▏₰ Mana

Ciddiymiş.

"Hanımım şu örtüyü de başınıza geçirin." Uzattığı keten örtüyü gelişi güzel bir şekilde başıma atınca Saya kafamda emanet gibi duran örtüye bakıp derin bir soluk aldı. Sanırım beceriksizliğimden yakınıyordu. Örtüyü düzelterek olması gereken şekle sokarken "Endişeli misiniz?" diye sorunca aklım bir saat önceki konuşmalara gitti.

"Ne demek sende benimle geliyorsun? Vak’a şehrinin insanlarıyla ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Yabancı olduğumu direkt anlayacaklardır. Hem benim sana orada nasıl bir yardımım dokunabilir ki?"

"Senin hiçbir şey yapmana gerek yok, sadece yanımda durman yeterli. Şehre insanları şüphelendirmemek için tüccarlıkla geçinen karı koca kılığında giriş yapacağız."

"Sadece... ona ayak bağı olmaktan çekiniyorum."

Anlayışla gülümsedi. "Bu endişeniz yersiz hanımım. Efendi Aron sizin ona ayak bağı olacağınızı düşünseydi daha en başından gelmenizi istemezdi. Gelmenizi istiyor çünkü size ihtiyacı var." Bu konuda hala tereddütlerim olsa da gitmekten başka seçeneğim olmadığından bizi ifşalamamak için özellikle dikkat edecektim. Aslında istesem allem eder kallem eder beni götürmekten vazgeçmesini sağlardım ama yapmamıştım. Her ne kadar işi elime yüzüme bulaştırırım diye ödüm kopuyor olsa da benden ilk kez bir şey istemişti.

“Kıyafetinizde hoşunuza gitmeyen bir yer var mı?” İşi bitince boy aynasının karşısına geçerek kendime baktım. Vak’a şehri hakkında Saya’dan birkaç şey duyduğum için çöl şehirlerinden birine gideceğimizi biliyordum. Özellikle güneş ışığından ve çölün insanın boğazına yapışan kumundan korunmak için bu şehrin insanları başlarına keten bir örtü takıyordu. Kadınlar ise ekstradan yüzlerine tül bir peçe geçiriyordu. Başımdaki örtü kalın telli siyah saçlarımı tamamen kapatmak için yeterli olmadığından saçlarım alttan dışarı taşıyordu bunun pek sorun teşkil edeceğini sanmıyorum. Yüzümdeki peçe leylak rengindeki göz bebeklerimi daha da ön plana çıkarmıştı. Peçenin ucundaki altın sarısı küçük pullar ise ince kumaşa süs amaçlı dikilmişti.

Üzerimde ayak bileklerime dek inen tek parça, bol bir elbise vardı. Sıradan olmasına rağmen üstümde çok hoş durmuştu. Ayaklarıma ise çölün sıcak kumundan koruyacak geleneksel bir tür ayakkabı geçirmiştim. Kıyafetlerimde renk olarak beyazı tercih etmiştik. Aynadaki yansımadan memnun kalmış olsam da gözlerimdeki tedirgin havadan bir an önce kurtulmam gerekiyordu.

“Orada yaşayan insanları sen benden daha iyi tanıyorsun Saya. Sen olmuş diyorsan olmuştur.”

Ona güvendiğimi sık sık dile getirsem de her seferinde ilk kez duyuyormuş gibi afallıyordu. Bu halini tatlı bulsam da bir yandan da dişlerimi gıcırdatmadan edemiyordum. Kim bilir Su sarayına gelen hanedan üyeleri yardımcı kızları nasıl fırçalıyordu ki iki hoş söze şaşırıyorlardı. Su Sarayı uzun zamandır bir gelinin gözetiminde olmadığı için hanedan üyeleri -özellikle kadınları- kafalarına göre hareket ediyorlardı tabii. Hizmetçi kızlarda gidip onların kaprislerini Arona şikayet edecek değildi ya! Mecburen katlanıyorlardı.

Köyümde de bana üstünlük taslamaya çalışan kişiler olduğu için onları iyi anlıyordum. Gerçi ben bunu yapmaya çalışanları genellikle beni gördükleri an kaçacak raddeye getirdiğim için fazlasını yapmaya hiçbir zaman cüret edememişlerdi. Şimdilik susuyordum fakat bundan sonra işlerin bu şekilde yürümeyeceğini en yakın fırsatta onlara gösterecektim.

"Hanımım bence gitmeye hazırsınız." Eski anılarımı hatırlayınca biraz da olsa özgüvenim yerine gelmişti. Bazen koskoca bir ülkenin hanımı olarak hareket etmeye özen göstermem gerektiği için sorumluluk duygum ağır basıyor, asiliğimi zapt etmeye çalışıyordum. Nihayetinde ben sadece kendimi değil aynı zamanda Su Tanrısını da temsil ediyordum. Peki ya sarayın dışındayken? Düzgün davrandığım sürece ya da kimsenin haberi olmadığı sürece istediğimi yapmakta özgürdüm! Bu fikir daha önce niye aklıma gelmemişti?

Su Tanrısı için kurban edilirken uçurumdan itilmiş, bir şekilde hayatta kalmayı becerip bir canavara yem olacağımı düşünmüş, canavarı öldüren adam tarafından casuslukla suçlanmış, Goblinler tarafından kaçırılıp akşam yemeği yapılmaya çalışılmış, kurban edildiğim Tanrı tarafından hapsedilmiş sonra başka bir Tanrı tarafından tekrar kaçırılmıştım…

Oysaki düşünecek ne çok zamanım varmış! Bıkkınlıkla iç çektim. Tanrı gelini olduğumdan beri dinlenecek ve kendime zaman ayıracak bir gün bile bulamamıştım. Oradan oraya koşturup sürüklenmeye devam ediyordum. Üstelik bunları sadece bir, bir buçuk ay içerisinde yaşadığım düşünülürse gelecekte kim bilir beni daha neler bekliyordu.

Bu yaşıma kadar kimlerle uğraşmıştım ben! Birkaç gün rol yapmayı mı beceremeyecektim?

Aynadan Saya’ya doğru neşem yerine gelmiş bir şekilde dönerek “Hadi şu işi halledelim.” dedim.

Odamdan çıktıktan sonra yönümüzü Aronun çalışma odasına çevirdik. Su Tanrısı bizi hazırlanmak için toplantı salonundan gönderdikten sonra işimiz bitince odasına gelmemizi söylemişti. Geçtiğimiz yolları aklıma kazımak için yol boyunca kafamda bir harita çizerek ilerlemiş, bana burasının nereye gittiğini hatırlatacak eşya, çiçek, tablo gibi ayrıntıları hafızama kazımıştım. Her seferinde bir yere gitmek için etrafımdaki insanların bana eşlik etmesini bekleyemezdim ya.

Su sarayında istesem de unutamayacağım tek yer ana girişti zira oradaki duvar büyüyle bir şekilde denizin altına bağlanmıştı ve bütün deniz canlıları bu tarafa yüzerek sarayın içini görebiliyorlardı tıpkı bizimde onları görebildiğimiz gibi. Müthiş bir şeydi!

Saya’yı takip ederek Aronun çalışma odasının önüne geldiğimizde muhafızlar kapıyı bizim için açık tutarak geçmemiz için beklediler. Normalde içeri girebilmek için muhafızların ilk önce Su Tanrısından izin alması gerekiyordu lakin benim Tanrılarının karısı olduğum için izne ihtiyacım yoktu. Şey, küçücük bir ihtimal Aron geleceğimi önceden muhafızlara bildirmişte olabilirdi tabii. Eh ben ilk seçeneğin doğru olmasını tercih ederdim.

Çalışma odasından içeriye girdiğimizde beklediğimin aksine ferah bir oda beni karşılaşmıştı.

Siyah ve mavi.

Her yer bu iki rengin istilasına uğramış gibiydi. Kapıdan içeri girdiğiniz anda karşısınız da geniş bir çalışma masası buluyordunuz. Masanın sağına iki kişilik bir koltuk ve koltuğun karşısında da tek kişilik iki koltuk yan yana koyulmuştu. Üçlü bir koltukta rafların karşısına koyulmuştu. Odanın bir duvarına baştan aşağıya kitap rafları dizilmişti. İçi ise kalın kitaplarla doldurulmuştu. Su Tanrısı kitap okumayı seviyordu demek ki. Duvarlar siyaha boyanmış üstlerine ise mavi renginde su dalgaları çizilmişti. Dalgalar hırçın görünüyordu. Nedense bu görüntü bana iki rengin bir savaş içerisinde olduğunu düşündürtmüştü.

Garip.

Ayrıca odaya içine belgelerin dizildiği, kapaklı birçok dolap da yerleştirilmişti. Yerde pahalı olduğunu söyleyen büyük bir halı, tavandan ise elmaslarla dolu kocaman bir gümüş avize asılıydı.

Çalışma masasında oturan Aron “Oda konumuzdan daha ilgi çekici geldi herhalde.” deyince avizedeki elmasların gerçek mi yoksa taklit mi olduğunu anlamayı sonraya bırakmaya karar vermiştim. Onu takmayarak tekli koltuklardan birine geçip oturdum.

İkili koltukta Ragnar ve Caster oturuyordu.

“Saya kıyafet konusunda iyi iş çıkarmış. Seni tanımasam Vak’a şehrinden gelen kadınlarından biri olduğunu düşünürdüm.” Ragnarın övgü dolu sözleri Saya’nın gülümsemesini sağladı. Yanaklarındaki pembelik ve bakışlarındaki parıltı dikkatimden kaçmamıştı. Ragnar mı? Cidden mi Saya?

Aron sandalyesinden kalkarak “Kararlaştırdığımız gibi ben olmadığım süre zarfında sarayın bütün sorumluluğu sana ait Ragnar.” deyince Ragnar buna alışıkmışçasına kafasını sallayarak “Gözün arkada kalmasın.” demişti. Su Tanrısı veda konuşması yapmadan önce hala saray kıyafetlerinin üzerinde olduğunun farkında mıydı acaba? Ben hazırlanmaya giderken niye üstünü değiştirmemişti ki? Bir an önce Vak’a şehrine gitmemiz gerektiğini söylemesine rağmen oyalanmasına anlam veremezken Aronun üzerindeki kıyafetler düşüncelerimi duymuşçasına değişmeye başladı. İlk önce bütün kıyafetleri sudan dikilmişçesine ıslanıp şeffaflaşarak doğasına geri dönmüş ardından üzerinden yağmur gibi yağarak hiçliğe karışmışlardı zira ayaklarının altındaki zemin hala kuruydu.

Ben gözümün önünde tekrar güçlerini kullanmasının şaşkınlığını atlatmaya çalışırken üzerinden yağan yağmurun ardından ortaya yeni kıyafetlerin çıktığını görmüş ve neden üzerini değiştirme zahmetine girmediğinin örneğine canlı canlı şahit olmuştum.

Gece mavisi... bu renk adeta onun için yaratılmıştı.

Benim giydiğim tek parça elbiseye benzeyen ketenden bir tunik belirmişti üzerinde. Vak’a şehrinin sakinleri kadın-erkek fark etmeksizin aynı türden kıyafetler giyiyorlardı zira giysilerin asıl amacı sıcak ve kumdan korunmaktı zaten. Elbette yüzümdeki peçe gibi erkeklerinde kadınlardan farklı olarak giydiği şeyler vardı. Bunlardan biri başlarımızdaki örtülerdi. Benim örtüm daha inceyken onunki kalındı. Başörtüsünün bir kısmı büzülerek kafasına ince bir hat şeklinde dolanmıştı. Örtü gözleri hariç yüzünü ve omuzlarının tamamını kapatıyordu. Kehribar renkli bakışlar gece mavisi örtünün altından hakimiyetle bana bakarken yüreğimde bir sızı hissettim.

Bu Tanrının orada yarattığı şeye karşı kazanamazdım.

Bu kadarı... çok fazlaydı.

Bakışlarımı ondan güçlükle çekip önüme döndüm.

İçimde kendime bile yer bulamazken bu adam hiçbir şey yapmadan gasp ediyordu benliğimi. Hiç olmaması gereken, hiç olmak istemeyeceği bir yere yerleşmeye çalışıyordu. Bunun gerçekleşmesi ihtimali avuç içlerimi ter içinde bırakmıştı. Kaşlarımı çatarak kalbime düşmanımmışçasına baktım.

Sakın ona kapılayım deme.

"Artık gidebiliriz."

Düşüncelerimden başımı kaldırıp ona düz bir ifadeyle bakarak “Vak’a şehri buradan ne kadar uzaklıkta?” diye sordum. Ne hissedersem hissedeyim içimde yaşayacak ve içimde bitirecektim.

O bilmeyecekti.

Bilemezdi.

“Yaklaşık bir aylık.” Bir ay mı! Bu adam benimle dalga mı geçiyordu? Yol gözümde git gide büyürken Ragnar araya girerek “Tabii bu normal şartlar için geçerli olan süre. Fazla vaktimiz kalmadığından oraya bizim yöntemimizle gideceksiniz sadece birkaç dakikanızı alacak. İlk önce şehre beş, altı kilometre uzaklıktaki Kalahari çölüne gideceksiniz. Orada sizin için hazırlanmış atlara binerek üç-dört saate şehre varırsınız.” dedi. Anlattıklarına bakılırsa önceden bir plan hazırlamış ve bu plana göre hazırlıklarını tamamlamışlardı. Ben plana sonradan dahil edilmiştim. Söyledikleri kulağa hoş gelse de açıklamasında küçük bir boşluk vardı.

“İyi de mesafeyi nasıl bir aydan sadece birkaç dakikaya indireceksiniz?” Böyle bir şey mümkün mü ki?

Ragnar hiçbir şey demeden başını Caster’e çevirdiğinde büyücü oturduğu yerden kalkarak karşıdaki boş duvarın önüne geçti. Pelerininin iç cebinden çıkardığı topuzlu iğneyi işaret parmağına batırarak kanattı. Kanıyla duvara ne olduğunu anlamadığım semboller, işaretler ve yazılar yazmaya başladı. Yapmaya çalıştığı şeyi bitirene dek iğneyi o kadar çok etine batırmıştı ki bir süre sonra onu izlemek acı verici bir hal almaya başlamıştı. Büyü yapmak sanıldığı kadar basit değildi. Birçok acı verici yöntem, sabır ve dayanıklılık gerektiriyordu.

Sonunda yaptığı işi bitirdiğinde duvarda kanla çizilmiş bir büyü çemberi belirmişti.

Elini kanlı çemberinin ortasına koyarak "Diádromodiadromís." dedi. Söylediği büyülü sözlerden sonra büyü çemberi mor bir renkle parlayıp söndü. Hemen ardından duvar içe doğru çökerek çember büyüklüğünde bir kara delik meydana getirdi. Kara delik etrafında hızlıca dönerken içine renkler kattı. Bulanık haldeki renkler gittikçe netleşerek çöl manzarasını oluşturdular.

İşte şimdi mesafeyi nasıl kısalttıklarını anlamıştım.

Caster yer-zaman büyüsü yaparak bizi Kalahari çölüne ışınlayacaktı.

Bu bir geçiş koridoruydu.

Hem etkilenmiş hem de ürkmüş bir şekilde çöl manzarasını izlerken elimde hissettiğim serin elle şaşırarak Aron’a baktım. Güçlerini kullandıktan sonraki eski soğukluğu yoktu fakat elleri normale göre hala serindi. Sıcaklık suyun özüne aykırı olduğundandı muhtemelen.

Su Tanrısı oturduğum yerden kalkmamı sağladığında boştaki eliyle örtümden dışarı çıkan saçlarımı acele etmeden içeri soktu. Rahat konuşmak için açtığım peçemi tekrar takarken tüm bu zamana kadar gözlerimi yüzünden ayıramamıştım. İşini bitirip kehribarlarını leylaklarıma indirdi.

“Gidelim." Dediğinde tek yapabildiğim şey başımı aşağı yukarı sallamak oldu.

Nedense konuşacak gücü kendimde bulamamıştım.

Aron duvara doğru yürümeye başladığında elimden tuttuğu için mecburen bende peşinden gidiyordum. Derin derin nefes alıp versem de o şeyden nasıl geçeceğimizi bilmemek beni bayağı germişti. Tamam, büyü konusunda kimse Caster’in eline su dökemezdi. Açtığı geçiş koridorunu tek seferde doğru yere bağlaması da bu düşüncelerimi destekliyordu. Yine de… duvardan nasıl geçecektik ki? Çölde bir kapı falan mı açılacaktı? Ya arada bir yerde sıkışıp kalırsak?

Ragnar’ın arkamızdan “Dikkatli olun.” dediğini bile zar zor işitebildim. Duvarın önüne gelince Aronun elini daha sıkı tutmaya başlamıştım.

“Gözlerini kapat.” Korktuğumu anlamıştı. Eline tutunacağım son dalmışçasına yapışırsam tabii anlardı! Dediğini yaparak gözlerimi kapattığımda yürümeye devam ettik. Bir balçığın içinden geçiyormuş gibi hissetmemin hemen ardından yürümek olduğundan bir tık daha zor hale gelmiş ve yan etki bir an sonra tamamen geçmişti.

"Şimdi gözlerini açabilirsin."

Gözlerimi açtığım anda sıcak bir meltem yüzümü yalayıp geçmişti. Tepemdeki güneş bütün gücüyle sıcaklığını yeryüzüne yansıtırken ayaklarımda ki ayakkabıların sanki çıplak ayakla kumun içinde yürüyormuşçasına içleri yanıyordu. Gördüklerim karşısında hayrete düşmeden edemedim. Kalahari çölündeydik! Duvardaki görüntünün içindeydik!

Çöl çok sıcaktı. Hatta o kadar sıcaktı ki bu ince kıyafetlerin içinde bile hararet basmıştı. Etraf kumdan geçilmiyordu. Etraf nereye dönerseniz dönün aynı manzaraya bakıyormuşsunuz gibi gözüküyordu. Bu şekilde nasıl yolu bulacaktık? Gökyüzünde tek bir bulut tanesi bile yoktu. Sıcaktan nefes alıp vermek güçtü, buhar soluyor gibiydim.

“Bırak etrafı izlemeyi de buraya gel. Yol boyunca görüp görebileceğin şey şimdi gördüğünden farklı olmayacak nasılsa.” Büyüyle ilk kez seyahat ediyordum bir dur da şaşkınlığımı hazmedeyim be adam! Oflayarak ne yaptığına bakmak için arkamı döndüğümde orada olduklarını yeni fark ettiğim iki kısrakla göz göze gelmiştim. Kısrakların biri simsiyahken öteki bembeyazdı. Parlak tüyleri, bakımlı yeleleri ve kaslı bacakları onlara çok iyi bakıldığının göstergesiydi.

Aron siyah kısrağın başını okşarken diğer eliyle de atın dizginini tutuyordu. Beyaz kısrak ise usluca yanlarında bekliyordu. Bu görüntü bana hiçte tezat gelmemişti. Su Tanrısı üstündeki kıyafetlerle bu çöle o kadar ait gözüküyordu ki Vak’a şehrindeki insanların ondan bir an için bile şüphe edeceklerini sanmıyordum. Olduğu yere hiç zorlanmadan adapte olmasına imrenmiştim.

Kumda zar zor ilerleyerek beyaz atın yanına gidip onu sevmeye başladım. At bir homurtu çıkararak burnunu bana doğru hafifçe vurunca kıkırdadım. Görünen o ki benden hoşlanmıştı. Bana ait olduğunu anladığım atı şöyle bir incelerken düşünmeden edemedim. Ben bu devasa şeyin üstüne nasıl çıkacaktım? Üstünde sabit durmayı ve ondan sonra da atı yürütmeyi sırasıyla dert edinecektim.

“Daha ne bekliyorsun? Binsene.”

Gözlerimi devirerek ellerimi belime koyduğum gibi hışımla ona döndüm. Ata binmeyi biliyor olsam senin söylemeni beklemezdim herhalde değil mi!

“Bu koca hayvana nasıl bilmemi bekliyorsun?”

“Ata binmeyi bilmiyor musun?” Bu adam ne zaman benim küçük bir köyden geldiğimi idrak edecekti? Cevap vermeyip öfkemden gram azalmamış bir şekilde ona bakmaya devam edince sabır çekercesine nefesini verip bindiği attan aşağı atladı. Yanıma geldi. Ben ne yapmaya çalıştığına kafa yorarken o koltuk altlarımdan tuttuğu gibi beni kaldırıp atın üzerine yerleştirdi. Yaptığı şey o kadar hızlı ve beklenmedikti ki korkuyla çığlık atmıştım.

At benim bağırmamla huysuzlanarak kıpırdanırken Aron yüzünü ekşiterek “Kulağımın dibinde cırlama!” dedi.

Korkuyla atın yelesine sarıldım. “Bana haber vermeyi akıl etseydin sağır olma ihtimaliyle karşı karşıya kalmazdın sende!”

“Lan hala bağırıyor! Sussana kızım!” Kabahatli olan o değilmiş gibi birde bana bağırma diyordu! Suratına suratına çemkirmek için tekrar ona dönecekken atın hareket etmesiyle kalbim ağzıma gelmişti.

“H.. Hareket ediyor! Aron düşeceğim!” İkimizde o sırada ilk kez Su Tanrısına adıyla hitap ettiğimi fark etmemiştik. Bıkkınlıkla nefesini verip beni belimden destekledi. “Hayvanın yelesini öyle çekiştirirsen tabii rahatsız olur. Güzelim, bak sakinleş tamam mı? Ve hayvanın yelesini rahat bırak!” Başlarda sinirini kontrol etmeye çalışsa da sonlara doğru sesi tekrar yükselmişti. Hayır, zaten korkuyorum birde o bağırınca iyice telaş yapıyordum!

“Tamam, yelesini bırakacağım ama sende beni tut tamam mı? Sakın bırakma.”

“Bırakmam.” Yavaşça ellerimi atın yelesinden çekip bedenimi dik konuma getirdim. Tam rahat bir nefes alacaktım ki at yine hareket etmeye başlayınca tekrar çığlık attım. Benim bağırmamla korkan at birden kişneyerek şaha kalktı. Atın ayaklanmasıyla dengemi kaybedip düşerken eş zamanlı Aron’un endişeyle adımı seslendiğini duydum.

“Mana!”

Gözlerimi sıkıca kapatıp sıcak kuma kapaklanmayı beklerken belime sarılan kolla birlikte yere düştüm. Burnum sağlam bir şeye çarptığı için felaket acıyordu. Acıyla inlerken benimle birlikte inleyen kalın bir ses daha duyarak gözlerimi kocaman açtım. Başımı yasladığım yerden kaldırdığım gibi Su Tanrısıyla burun buruna gelmiştim. Aron da bende kıpırdamadan birbirimize bakıyorduk. Yüzümde dağılan serin nefesini hissetmek ıssız bir çölün ortasında su bulmak gibiydi. Benim yakınlığımızdan dolayı yanaklarım alev alırken onun boğazındaki çıkıncı hareket ederek aşağı yukarı oynamıştı.

Daha önce fark etmemiştim.

Harelerindeki tek renk kehribar değildi.

Kehribarların kenarında iki küçük siyah nokta vardı.

Çok güzeldi.

Aron’un bakışları değişirken irisleri büyümüştü. Gözleri dudaklarıma düşünce göğsümün içine soktuğu, beni içten dışarı doğru yakan buz saçakları geçtiği bütün noktayı dondurdu. Buz ateşten daha kötü hissettirecek şekilde yakıyordu.

O yanma hissi durmuyordu.

Eli yanağıma uzanıp peçenin üstünden tenimi bulunca dokunuşuyla irkilmiştim.

“Sakar, beceriksiz ve küçücük bir kız çocuğu… Seni benim gibi bir adamın eline bırakırken ne düşünüyorlardı? Ruhunu kemirip ayağına pranga olacağımı öngöremediler mi? Özgürlüğünü elinden alacağımı bilemediler mi? Yanımdayken çiçek açmayacaksın Mana…solacaksın. Seni ben solduracağım.” Umulmadık sözleri beni hazırlıksız yakalamıştı. Berbat hissettirmişti. Belki de bu sözleri daha ondan duymadan evvel bildiğim içindi.

Bana yapacaklarını söyleyen oydu.

O olmasına rağmen söylerken sesi niye bu kadar üzgün çıkıyordu? Adil değildi.

“Merak etme, senin iyi bir adam olduğunu hiç düşünmedim Su Tanrısı.”

Dudaklarımdan zehir gibi çıkan kelimeler istediği cevaptı.

Onu sevmemi istemiyordu.

Onu istememi istemiyordu.

Gaddardı, acımasızdı, dediğim dedikti ama aynı zamanda…. İsim veremediğim her şeydi. Tanıdık olan bu yabancı beni birçok farklı anlamda korkutuyordu. Çenemin titremesiyle eş zamanlı gözlerim doldu. Niye ağlayasım vardı ki? Niye ağlatıyorsun beni alçak herif!

Kötüsün işte!

Kötüsün.

Bana burukça gülümseyip yanağımı nazikçe okşadı.

"Akıllı kız."

Aramıza ördüğü duvar bir kez daha kalınlaşmıştı.

O duvar bir gün üzerimize yıkılacaktı ama altında hangimizin kalacağını zaman gösterecekti.

"Eğer üzerimde biraz daha kalmaya devam edersen hiçte iyi şeyler olmayacak." Omzuna tüm gücümle yumruk atarak üzerinden hızlıca kalktım. Gözlerimi ona çaktırmadan silerken “Ancak rüyanda Su Tanrısı!” dedim. Bana gülerken yattığı yerden kalkıp üzerindeki çöl kumunu silkeledi. Artık beni kızdırmaktan zevk aldığını düşünmeye başlayacaktım. Yüzündeki sırıtışı bozmadığı gözlerinden anlaşılıyordu. Kaşlarımı çatarak kötü kötü ona baksam da aslında peçesi yüzünden gülümserken nasıl göründüğünü göremediğim için bahtsızlığıma söyleniyordum. Hafifçe gülerken çıkardığı melodik ses güzeldi. Acaba kahkaha atsa nasıl olurdu?

Mesafeni koru.

Sınırı aşma.

Az önce uyardı ya seni aptal!

Az önce… yutkundum. Elbisemin kumaşını sıkarak avuç içime hapsettim. Yapacağım, kazanamayacağımı bilsem de o zarı atacağım Aron.

“Pekala, bugünlük bu kadar eğlence yeter. Daha tamamlamamız gereken bir görev var, şimdi bin şu ata.” Beni üstünden atan ata tekrar binmemi isteyince gözlerim fal taşı misali açılmıştı. İtiraz edecekken bana ‘Cüret bile etme!’ bakışı atınca yerime sinmiştim. Bir Arona bir ata bakarken Su Tanrısının kaşlarını çatmasıyla yavaşça ata doğru yürüdüm. Sağlığım açısından ata binsem iyi olacaktı.

Beyaz kısrağın önüne gelince çaktırmadan beni izleyen adama baktım. Ee ben şimdi buna nasıl binecektim? Of! Aron başını iki yana sallayarak yanıma geldi ve aynı şekilde beni ata bindirdi. Tek bir hareketle kolayca siyah kısrağın üstüne çıkıp atı bana doğru sürerek benim tutmam gereken dizginlere uzandı. Kendisiyle birlikte benim atımı da çekiyordu.

Umarım bu hayvan yol boyunca uslu dururdu.

Her yer her yere benzediği için dönüp dolaşıp aynı yere gelip kısır döngüyü tekrar başlattığımızı düşünmekten beni alıkoyan tek şey; Su Tanrısının yön bilgisine güvenmemdi. İnatla batmayı ret eden güneş tepemizde kafa taslarımızı kaynatıyordu. Yakamı tutup yelpaze gibi sallasam da serinleyemiyor aksine içime içime sıcak hava gönderiyordum. Hayvanlarda bizim gibi sıcaktan perişan olmuşlardı. Aron onlara soğuk su içirdiği için az da olsa çölün kavurucu sıcaklığına dayanabiliyorlardı.

Benim aklıma içmek için yanımıza su almak gelmezken her şeyi en ince detayına kadar düşünen Su Tanrısı, uzay-boşluk yüzüğünden mataraları çıkarınca sevinçten dört köşe olmuştum ta ki; suyun şimdiye dek haşlak haline gelmiş olduğunu fark edinceye dek. Burada da kehribarlar devreye girmiş mataraları tutarak güçleriyle suyu buz gibi yapmıştı.

Suyu lıkır lıkır içip rahatlarken aklıma Aronun saçlarının güçlerini kullanmasına rağmen griye niye dönmediği sorusu gelmişti. Acaba bu renk değişimi kullandığı gücün miktarına mı bağlıydı? Veya değişimi tetikleyen bir unsur mu söz konusuydu? Benim oturmaktan kıçım ağrımışken o nasıl oluyor da hala dimdik bir şekilde yola devam edebiliyordu? Örtüsünün altından benim gibi alnında ter damlaları birikse de en ufak bir şikayette bulunmuyordu. Çölün hava şartlarının benden daha çok onu etkilemesi lazımdı nihayetinde özü suya dayanıyordu ve biz şu anda kurak bir bölgedeydik.

"Daha ne kadar yolumuz kaldı?" Yorgunluğum yüzüme yansıyor olmalı ki bana bakarken ki bakışları daha ne kadar dayanabileceğimi tartar gibiydi. Sıcak, uzun yol, ata ilk binişim derken iyi dayanmıştım bence.

“Sabret, az kaldı.” Küçük bir çocuk gibi yakınmak istesem de başımı tamam anlamında salladım. Bu göreve çıkarken ona zorluk çıkarmayacağıma ta en başından karar vermiştim. Tüm olanların arasında bir de benimle uğraşmak zorunda kalmasını istemiyordum. Kendi başıma idare edebilirdim. Bir süre daha ilerledikten sonra artık başım sıcaktan önüme düşerken başımı kaldırıp nerede olduğumuza baktım. Belli bir mesafeden sonrasına bakmaya çalıştığınızda çöl kumundan yukarı çıkan sıcak buhar kıvrımları görüntüyü bulanıklaşıyordu.

Sanki ileride ki hava kaynıyormuş gibi.

Epey bir uzaklıkta gözümle zar zor seçebildiğim şehri görünce heyecanla yerimde dikleşerek daha net görmeye çalıştım. Ay gerçekten Vak’a şehrine yaklaşmıştık! Bir yere yerleşir yerleşmez saatlerce uyumak istiyordum.

“Sonunda geldik!”

Kafasında ki gece mavisi örtüsüyle güneşten korunan Aron kehribarlarını bana çevirerek hafifçe başını salladı. Benim yüzümdeki peçe bakınca kumaşından dolayı hayal meyal yüz hatlarım gösteriyor olsa da onun ki öyle değildi. Hatta peçemin inceliği yüzünden atla seyahat ederken yüzüme vuran sıcak bile kumaşı dalgalandırıp yüzümün yarısını görünür kılıyordu. O kendi örtüsünün altında rahat nefes alabiliyor muydu ki?

Geniş sırtına takıldı bakışlarım.

Artık beni görmezden gelmiyor, bana nefretle bakmıyordu.

Alışıyordu, varlığıma.

Bana.

Korkumdan türeyen dikenli teller sinsice kalbimin etrafına dolanarak sarmaşık gibi yüreğime sarıldılar. Dikenler başlarını çevirerek sivri uçlarını kalbime yönelttiler. Beni tehdit ediyorlardı.

Onun hakkında yanılırsam yüreğimin katili olacaktım.

Lütfen, böyle kal.

Eski haline dönme.

Aron birdenbire atının dizginini çekerek durdurdu. O durunca benim atımda durmuştu, sanırım siyah kısrağı takip etmeyi huy edinmişti.

“Ne oldu? Neden birden durduk?” Aron beni duysa da cevap vermedi.

Kaşlarını çatmıştı.

Boş alanda bakışlarımı gezdirdim. İlerlememize engel olacak bir şey gözüme çarpmamıştı. “Aron?” Ona tekrar seslendiğimde “Şhii, sessiz ol.” demekle yetindi. Ne olduğunu anlamasam da önemli bir şey söz konusu olmadığı sürece Aron’nun böyle garip davranacağını sanmıyordum o yüzden tedirgin olmuştum.

Dakikalar sonra dört-beş metre kadar ilerimizdeki kum ansızın içe doğru çöktü. Kumun bataklık gibi yerin altına çekilişini şaşkınlıkla izliyordum. Kumun içeri çekilmesiyle oluşan boşlukta ki kum tanecikleri aniden deliğin etrafında dönmeye başladılar. Gözümüzün önünde gerçekleşen doğal afet çapını gitgide büyüttüğü için endişeleniyordum. Kum akımına kapılırsak bizi kimse oradan çıkaramazdı! Çöl batağı bizi içine gömüp boğarak öldürürdü.

Aron atının üzerinden atlayıp hızlıca yere indi. Koşarak yanıma gelip beni kucakladığı gibi birkaç metre öteye geri çekildi. Seri hareketleri takip etmesi güç olduğu için her şey bana birkaç saniye içerisinde gerçekleşmiş gibi gelmişti. Ben neler olduğunu tam olarak kavrayamamışken rüzgâr birkaç yerden birden ıslık çalıyormuşçasına kulaklarımda akis etti. Peşi sıra bir yerlerden tazyikli bir su fışkırıyormuş gibi etraftan garip sesler yükseldi.

Kollarım Su Tanrısının boynundayken merakla başımı seslerin yoğun olarak geldiği -bizim az önce durduğumuz- yere baktığımda atlarımızın kafalarının gövdelerinden ayrıldığını görmüştüm. Başlarının koptuğu yerden kan bir fıskiye gibi yukarı fışkırırken kırmızı damlalar yağmur gibi çöle yağıyordu. Boyunlarının üstünde olması gereken kafalarının eksikliğini fark etmeyen atlar birkaç saniye daha ayakta kalıp yere yığıldılar.

Bu görüntü kanımı dondurdu.

“Kimsiniz siz!” Tok bir ses etrafta yankılandığında kıyafetlerine atların kanı sıçramış beş adamı gördüm. Bunlarda nereden çıkmıştı? Hepsi koyu krem renginde Vak’a şehrinin geleneksel kıyafetlerini giyiyordu. Yüzleri de Aron gibi örtülerle kapatılmıştı. Güneşin altında uzun süre kaldıkları için yanmaktan kavruk bir tona bürünmüş tenleri buranın sakinleri olduklarını söylüyordu.

Atları onlar öldürmüştü. O masum hayvanların ne suçu vardı… Hayır. Kalbim fark ettiğim hakikatle göğsümde sıkıştı. Hedefleri atlar değildi, bizdik. Aronun garip tavırları şimdi anlam kazanmıştı. Muhtemelen onlar bizi fark etmeden önce Su Tanrısı varlıklarını sezmişti.

Aron bize kurdukları tuzağa hızlıca tepki vermeseydi o atların yerinde şimdi biz olabilirdik.

“Vak’a şehrinin savaşçıları misafirlerini böyle mi ağırlıyor? Bir eşkıya gibi?” Aron sözleriyle onları aşağılarken bunu çok sakin bir şekilde yapıyormuş gibi dursa da içimden bir ses hiçte sakin olmadığını söylüyordu. Kızgındı. İrislerine vuran öfkenin gölgesi damarlarına sızdığı için kehribarlara kara bir leke çalmıştı. Açık açık aşağılanan adamlar benzer bir tepkiyle karşılık verseler de Su Tanrısının onları yerin dibine sokan koyulaşmış bakışlarından ufakta olsa ürktüklerini saklayamamışlardı.

“Kes sesini yabancı! Topraklarımıza izinsiz girmenin cezasız kalacağını mı sanıyordunuz! Buraya hemen ne için geldiğinizi söyleyin yoksa sizin de sonunuz atlarınıza benzer!”

Şehre giriş ne zamandır yasaktı? Ortadaki adamın söylediklerinden sonra diğer dört adam ellerinde tuttukları silahları üstümüze çevirmişlerdi. Şakaları yoktu… Silahlarının uçlarına vuran güneş ışığı keskinleştirilmiş demiri soğuk bir parıltıyla parlatıyordu.

Ecel.

Vak’a şehrinin savaşçılarının tehdidinden sonra Su Tanrısının gözlerinde uyanan ecel gözlerini üstlerine dikmişti.

Çölü onların mezarı yapacaktı.

 

Daha gelir gelmez düşmanla etkileşime geçen bizimkilerin şansı peki?

Bölümde en çok nereyi sevdiniz?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere <3

Loading...
0%