Yeni Üyelik
16.
Bölüm

BÖLÜM 16: "KUM SOLUCANI"

@endless_q

▏₰ Mana

Aron’un kucağından yere insem de belime sarılı olan kolu fazla uzaklaşmama izin vermedi. Çölü geçip Vak’a şehrine ulaşmak istiyorsak önce bu adamları yolumuzdan çekmemiz lazımdı. Çöl savaşçılarının da bize kolaylık sağlamayacağı daha geldikleri ilk anda düşmanca tavırlar sergilemelerinden anlaşılıyordu. Duygularıma kanca takan ihtimalle karın boşluğuma karanlık bir düşünce sızdı. Bunlar Ragnar’ın bahsettiği kullanıcılardan olabilirler miydi? Hani şu Tanrı güçlerine sahip olduklarına emin oldukları? Aron’un gece mavisi tuniğini daha sıkı tutmaya başladım. Şayet öylelerse… beşe karşı birdi.

Kullanıcı olarak adlandırdıkları grupların güçlerinin Tanrılarla kıyaslandığında hangi seviyede olduklarını bilmiyordum. Her şey birkaç saat içerisinde gerçekleştiği için yeterli bilgi edinememiştim. Yine de içimden bir ses Tanrılara denk olamayacaklarından emindi. Öyle olsa bile şu anda Su Tanrısının karşısında onlardan beş tanesi duruyor olabilirdi. Üstelik savaşçıların fazladan koruması gereken biri de yoktu! Her şekilde dezavantaja düşen bizdik. Kahretsin, bir de ona ayak bağı olmayacağım diyordum. Daha ilk dakikadan yük olmaya başlamıştım bile.

Aron Ateş Tanrısını bile zorlanmadan alt edebilmişti. İyi olacaktı değil mi? Alt dudağımı ağzımın içine alarak ısırdım. Saçma olsa da endişelenmeden edemiyordum. Tuniğini o kadar çok sıkıyordum ki bütün kanım çekilmiş, parmak boğumlarım bembeyaz kesilmişti. Betim benzim de atmış olmalıydı. Gelinin işaretinin gücünü kullanabilirdim belki? Ama nasıl? Su sarayına döndüğümüzde yüzlerce kez bu gücü çağırmaya çalışsam da bana cevap vermemişti.

Zihnimde büyüyen kaos beni gitgide umutsuzluğun dibine çekerken belimdeki kolun kavrayışı sıkılaşmıştı. Şaşırarak Aron’a baktım. Kehribarlar gözdağı verircesine çöl muhafızlarından ayrılmazken bir saniye için bana dönmüştü.

Düşmandan bakışlarını ayıracak kadar kendine güveniyordu.

O gözler içimdeki kaygıyı anbean zayıflatarak yok etti. Bunu tek bir bakışla yapabilmesi kalbime yanmaktan kıpkırmızı kesilmiş közleri basmıştı. Benim yapamadığımı yapabiliyor olması… bana ait olan her şeyi yavaşça istila ediyordu.

Korkunç… o korkunç bir adamdı.

İçinde yatan Tanrının gazabından irisleri koyulaşarak viski kıvamını almıştı. Ve bu halini bana göstermekten hoşnut olmasa da anlamamı istediği bir şey vardı.

Kelimeler değersizleşebiliyormuş.

Bu adamın sayesinde öğrenmiştim.

O gözler korkma, seni koruyacağım diyordu.

“Bu size son uyarım, teslim olun! Eğer direnmeyip dizlerinizin üzerine çökerseniz size zarar vermeyeceğiz.”

“Bu kadar bariz bir yalana kanmayacak kadar çok savaş gördüm.” Dudakları alayla yukarı doğru kıvrılırken ölüm karanlığına daldırılmış kehribarlarını liderleri gibi görünen adama dikerek “Teslim olur olmaz boğazımızı keseceksin.” Dedi. Konuşurken kullandığı ses tonu adamı yerin dibine sokar cinstendi. Bu oyunun kurallarını yazan benim, senden daha tecrübeliyim, beni kandırmazsın diyordu.

“Demek bunu zor yoldan halledeceğiz.” Çöl eşkıyasının ifadesi Aronun söyledikleriyle birlikte çirkinleşerek korkutucu bir hal aldı. Kafasıyla yanındaki adama saldırması için işaret verdiğinde yüzü örtülü adamın aldığı emirle birlikte gözlerinde vahşi parıltılar belirmişti.

Peçesini açarak dilini kılıcının üzerine sürtüp “Beni iyi eğlendirin yoksa ölümünüz çok daha acı verici olur!” dediğinde bir diğeri “Ne saçmalıyorsun? Asıl eğlenceli kısmı burası ya! Böyle büyüklenip büyüklenip sonra da canlarını kurtarmak için çölde kaçmaya çalışmaları en sevdiğim kısım.” dedi. Beşi de adamın söylediklerine katılırcasına canice gülmeye başladılar.

Bunların şehri korumak gibi bir dertleri yoktu.

Kan şehvetinin verdiği sarhoşluğa bağımlı olmuşlardı.

Kolunu belimden çekti. Sadece benim duyabileceğim kısıklıkta “Arkamda kal ve ne olursa olsun benden uzaklaşma.” diyerek uyardığında başımı sallayarak iyice sırtına doğru yaklaştım.

Liderleri çarpık hareketleriyle korku salmaya çalışan adamının daha fazla oyalanmaması için “Git.” dedi. Kullandığı taktiği anlamak kolaydı. Anlaşılan hep beraber saldırmalarına değecek mi diye önceden içlerinden birini göndererek düşmanlarını sınayıp buna göre hareket ediyorlardı. Su Tanrısının orta parmağındaki mavi taşlı yüzük seyrek bir parıltı çıkardıktan sonra söndü. Uzay-boşluk yüzüğünden bir hançer çıkarmıştı. Hançerin yaydığı uğursuz hava biri enseme soğuk nefesini üfürmüş gibi hissetmeme neden olmuştu. Kabzası lacivert rengindeki hançerin bıçağı zift karasıydı. Bıçak kısmından mor bir duman tütüyordu.

Zihnim bana ‘Zehir.’ diye fısıldadı.

Su Tanrısı hançeri düz tutmak yerine eğerek keskin tarafının yatay bir pozisyon almasını sağladı. Boştaki kolunu arkaya doğru atarak önüme set çekti. Hem beni koruyup hem de o adamlarla savaşacaktı… Leylaklarımı etrafta gezdirdim. Her yer kum olduğu için arasam da çölde saklanacak herhangi bir yer bulamamıştım. Kum tepeleri bulunduğumuz yerden çok uzakta kalıyordu. Çölü avuçlarının içleri gibi bildiklerinden bilerek bu bölgede tuzak kurmuşlardı.

Siyah göz bebekleri şeytani bir ifadeyle bakarak bize doğru koşan adamın elinde normalinden daha geniş ve eğilim bir kılıç vardı. Çöl eşkıyaları burnu büyük konuşmalar yapıyormuş gibi dursalar da aslında oldukça güçlü olduklarını onlara bakarak bile söyleyebiliyordum. Çölün zorlu şartlarının altında yaşamak için mücadele ederken burada gizlenen bütün tehlikelerle göğüs göğüsse çarpışıyorlardı. Eşkıyalarsa para için, muhafızlarsa şehri korumak için onlarca savaşa girmiş ve galibiyetle ayrılmışlardı. Bize saldıran adam mesela; duruşunda en ufak bir açıklık göremiyordum. Eli kılıcı ustalıkla kavrıyor ve patlayıcı gücünü kılıcı savurmak için kullanıyordu.

Özgüvenlerinin temeli tecrübelerine dayanıyordu.

Çöl muhafızı elindeki kılıcı Aronun boğazına doğru salladığında kılıcın savrulmasıyla doğan rüzgâr saçlarımla birlikte başımdaki örtüyü geriye doğru uçuşturacak güçteydi. İşte bundan bahsediyordum; zayıf değillerdi. Başımdaki örtü düşmesin diye elimle tutarken Aron kılıcı hançeriyle durdurdu. İki demirin çarpışmasından çıkan ses ıssız çölde yankılanarak dağıldı. Mücadeleyi izleyen diğer muhafızlar Aronun küçük bir hançerle arkadaşlarının kemik kıran kılıcını kolayca durdurmasına inanamayarak baktılar. Bize saldıran adamında bunu beklemediği büyüyen gözlerinden anlaşılıyordu yine de kolayca pes edecek değillerdi. Kılıç ve hançer birbirlerini ittirerek üstün gelmeye çalışıyorlardı. Adamın alnında şimdiden boncuk boncuk terler birikmeye başlamıştı, Aronu ittiremiyordu.

Bakışlarına temkinli bir ifade oturdu.

Geri çekilerek üst üste kılıcıyla darbeler indirse de Aron hepsini kolayca bertaraf etti. Göğsü hızla inip kalkan adam “Fena değil.” dese de aslında bayağı çetin bir düşmanla karşı karşıya olduğunu az önce anlamıştı. Kılıcın etki alanının hançerden daha uzun olmasına rağmen Aron güçlü ve hızlı hareketlerle bu açıklığı kapatıyordu. İkisi de kaslı ve cüsseli adamlardı lakin kılıcı iki eliyle birden kavrayıp güç uygulamasına rağmen Aronun kolunu yerinden kıpırdatamamıştı bile.

Adam ne kadar saldırırsa saldırsın sonuç değişmiyordu. İki dakika içerisinde nefes nefese kalmıştı. Kılıcı artık Aronun hançeriyle buluştuğunda çarpışmanın etkisiyle kol kasları geri tepmeyi kaldıramayarak titriyordu. Kollarındaki damarlar zorlanmadan dolayı kabararak teninin üstünde belirmişlerdi. Böyle devam ederse uzun süre direnemeyecekti. Güç savaşında üstün gelemeyeceğini istemese de kabul etmiş ve koyu renkli gözlerini bana doğru kaydırmıştı.

Düzenbaz pislik. Hile yapacaktı ve bunun için elindeki en iyi malzeme de bendim!

Tedirgin olsam da Arona bir şey çaktırıp dikkatini dağıtmamak için sakin kalmaya özen göstermem lazımdı. Tüm çabama rağmen bana bakıyor oluşu Su Tanrısının gözünden kaçmadı. Kaşlarını çatarak daha sert saldırıp adamı geri püskürttü. Her darbesi o kadar güçlüydü ki adam kol acısından bağırmamak için dişlerini sıka sıka kan ter içinde kalmıştı.

Kaçmasına izin vermeyip üstüne giderek seri hamleler gerçekleştirdi. Son saldırısında hançeri aşağıdan savurduğu için adamın çenesinden elmacık kemiğine uzanan derin bir kesik açmıştı. Boğazından gelen hırıltılı inleme yaralı bir hayvanın çıkardığı sesi andırıyordu. Burnunun ucundan akan ter damlası yere düşerken elini yanağına bastırdı. “Şerefsiz!” Tükürürcesine hakaret etse de Aron umursamamıştı. Diğer muhafızlar savaşa katılmak için saf bir istek duysalar da arkadaşları yardım isteyene kadar bekleyeceklerdi. Bizi küçük görüp tek adam yollarlarsa olacağı buydu… şey şuna Aron’u diyelim zira benim yaptığım tek şey arkasında saklanmaktı.

“Hadi bunu da karşıla da görelim.” Kahretsin, pes etmek nedir bilmez misin sen? Tekrar atağa geçtiğinde bu sefer öncekinden daha hızlı, çevik ve dikkatli adımlar atıyordu. Elindeki kılıçla Aronun açık bıraktığı her yere saniyesinde saldırıyordu. Hamlelerini uzun tutmuyor, saldırdığı gibi geri çekiliyordu. Bunu Aronu yormak için yaptığını küçük bir çocuk bile anlardı. Deminden beri somurtan yüzü bir anda iblisvari bir sırıtmayla değiştiğinde kalbim korkuyla tekledi.

Neyin peşindeydi?

Kılıcı tutuşunu değiştirerek sol eline aldı. Başından beri iki elini birden kullandığı için bu hareketi iyice şüphelenmemi sağlamıştı. Yaptığı son saldırıyla Aronun bir adım geri çekilmesini sağlayınca bacağını kaldırarak boynuna doğru tekme attı. Su Tanrısı kolunu kaldırarak tekmeyi karşıladı. Adamın yarattığı fırsatla çaktırmadan kol yeninin içinden çakı çıkardığını görünce uyarı amaçlı “Aron!” diye bağırdım. Çöl muhafızı çakıyı bana saldırmak için kullandı. Çakıyı böğrüme saplayacakken Su Tanrısı eliyle beni itip yere düşürdü.

Yer kum olduğu için düşüşümü hafifletse de yakıcı güneşte kızartılmış sıcak kumla buluşan avuçlarım öyle bir yanmışlardı ki sanki ellerimden cıss sesi yükselmişti. Acıdan gözlerim yaşaracak gibi olsa da hemen ellerimi geri çekip çakı saldırısının boşa gidip gitmediğini görmek için Arona baktım.

Endişem acımdan üstün gelmişti.

Önümde zırh gibi dikilen Su Tanrısının yay gibi gerilen sırtını gördüm. Diğer çöl muhafızları yerlerinde donup kalmışlardı. Hepsinin yüzünde tuhaf tuhaf ifadeler yer ediniyor olsa da en baskın duygu dehşetti. Ayağa kalkarak neler olduğunu anlayabilmek için yanına gidecekken Aron “Kal orada.” deyince duraksadım. Bağırmamasına rağmen sesinin tınısı emrini çiğnememem gerektiği konusunda beni uyarıyordu. Adamın elindeki kılıç yere düştü. Hemen ardından dizlerinin üstüne bıraktı kendini. Dengeyi bulamadığı için ileri geri sallanıp duran bedeni daha fazla dayanamayıp yere yığıldı. Adamdan çıkan kanın anbean çöl kumu tarafından emilişini izledim.

Ölmüştü.

Nasıl? Cesedin önünde durmaya devam eden Aron kaldırdığı kolunu aşağıya indirdiğinde tuttuğu şeyi gördüm.

Bu bir kalpti.

Şok olmuş bir şekilde elindeki organa bakakalırken birden midemdeki her şey boğazımdan yukarı tırmanınca elimi kusmamak için ağzıma kapattım.

Avucuyla sardığı kalp sanki sahibinden zorla alındığını fark etmemişçesine bir, iki kere daha atıp sonsuza kadar sessizliğe büründü. Nasıl yaptı bilmiyorum ama bir şekilde adamın göğsünü parçalamış, elini açtığı yarıktan içeri sokarak oradaki kemikleri kırıp geçmiş ve kalbine ulaşmıştı. Parmaklarıyla kavradığı organı açtığı delikten çekip çıkarmıştı.

Eğer cesaret edip çöl muhafızının cesedine bakabilseydim sol göğsündeki deliğin orada olduğunu görürdüm.

Adamın kalbini sökmüştü.

Çıplak eliyle.

Daha fazla midemdeki bulantıyı kaldıramıyordum. Eğilerek olduğum yere kusmaya başladım. Öğürmekten yaşaran gözlerimle Aronun elindeki kalbi yere bırakıp diğer çöl muhafızlarına döndüğünü görmüştüm. Yüzüne sıçrayan benek benek kanı soğuk kanlılıkla koluna sildi.

Öldürmek onun için nefes alıp vermek kadar kolaydı.

Daha fazlasını da yapacaktı.

Bakışlarımı kanlı elinden ayıramıyordum. Yıldızsız bir gecenin karanlığına bürünmüş göz kümeleri altınvari bir ışıkla parlıyordu. Kehribarlar sönmeden evvel tüm gücünü ortaya koyan bir Nebula gibiydi. Çöl muhafızlarının ağzını bıçak açmasa da sıranın onlara geldiğinin bilincindeydiler. Ve onun insan olmadığını anlamışlardı…

Aron bulanık bir görüntü halini alacak hızda üstlerine saldırdı. Sonrasında ne olup bittiğini bilmiyorum, bakamamıştım.

Kulaklarımda sadece kırılan kemiklerin çıkardığı ve adamların attığı ölüm çığlıklarının sesi vardı.

Leylaklarım yerde yatan cesedin açık kalan gözleriyle çakışınca irkildim.

Ölü olmasına rağmen beni lanetliyor gibiydi.

Acıyla yüzünü buruşturan adamın boyun damarları belirginleşmiş, şoktan olsa gerek gözleri sonuna kadar açılarak göz bebekleri daralmıştı. Yüzünde açılan yarığın etrafı mosmor olmuş, yaranın kenarları siyahlaşmıştı. Hançerin zehri etki etmeye başlamış olmalı. Biraz ötemde demirin demire çarparken çıkardığı aşina sesi duyarken kulaklarımda bir uğultu baş göstermişti.

Ne kadar orada donmuş bir şekilde kalıp yerdeki cesede ve az ilerisindeki kalbe baktım, aradan ne kadar zaman geçti hiçbir fikrim yoktu. Kitlenmiştim.

Hiç ölüm görmemiş değildim. Canavarların hür gezdiği topraklarda yaşayan herkes ömrü boyunca ondan fazla ölüm görmüştür. Köyümde canavarlar yüzünden ölen birçok kişinin cenazesini kaldırmıştık. Onlarında illaki eksik uzuvları ya da canavarların pençeleriyle yırtılan yerleri olurdu ama bu… bu çok başkaydı.

Bu tek taraflı bir katliamdı.

"Sikerim senin belanı!"

Aron kükrercesine bağırınca zihnimin beni soktuğu hapishaneden kaçabilmiştim. Gözümün önünde toplu cinayet işleyen adamın ne olursa olsun o cesetlerden biri olmasını istemiyordum. Gözlerimle nerede olduğunu ararken onu bir başka çöl muhafızını altına alarak yumruklarken bulmuştum. Gülle ağırlığındaki yumruklarını adamın suratına ardı arkası kesilmeden indiriyordu. Yumruğu tamamen kana bulansa da durmuyordu.

Onu bir anda çıldırtan şey neydi?

Son yumruğunu suratına geçirdiğinde adamın boynundan kırılma sesi geldi. Eşkıyanın başı yana düşmüştü ve artık kıpırdamıyordu.

"Canavar!" Onlardan biraz uzakta Aronun yaptığı katliamı izleyen son çöl muhafızının gözlerindeki korku büyüyordu. Akıl sağlığını kaybetmiş gibiydi. En sona bırakıldığı için arkadaşlarına yapılan her şeye tanık olmuştu.

Bizim yolumuzu kestikleri için bin pişman olmuşlardı.

Onları pişman ettirmişti.

Benim şoka girdiğim süre zarfı içerisinde üç kişiyi daha öldürmüştü. Yerdeki adamın üstünden kalkan Su Tanrısının gece mavisi tuniği kan lekeleriyle kirlenmişti. Ayakta dikilen bedeninin etrafında insan cesetleri yatıyordu.

Adam kafayı yemişçesine kendi kendine mırıldanmaya başladı. Gözleri korkudan pörtlemiş ve kızarmıştı. "İblis! Evet. Evet. Bunun başka bir açıklaması olamaz! Sen bir iblissin! Şeytanın tohumu!"

Şeytanın tohumu.

Adam arkasını dönüp kaçmaya çalışsa da ayakları kuma batıp çıktığından birkaç kere yere düşmüştü. Yine de ayağa kalkıp kaçmaya çalıştı. Aron’a baktım. Avına çoktan kitlenmiş gözleri kaçışını adım adım izlerken onun ölüm fermanını çoktan imzaladığını biliyordum.

Birini bile sağ bırakmayacaktı.

Elini kaldırdığında parmaklarının etrafındaki mavi aurayı gördüm. Gözleri hala altın sarısı bir şekilde parlıyordu. Çöl kumunun içinden fırlayan su, mızrak görevini görerek adamın sırtından girip göğsünden dışarı çıktı. Okuduğum kitaplardan birinde rastladığım satırları hatırladım. Kitabın dediğine göre çölde yaşayan kişiler kumun altında saklanan suları bulup kazıyarak kuyular inşa ederdi. Tabii bu suyu bulmakta kazıp çıkarmakta ayrı güçtü. Özü sudan meydana gelen bu adam içinse yerin altındaki suyu bulup kontrol etmek çok basitti.

Su ona seslenirdi.

Adam son nefesini vermeden önce acıyla haykırdı. Su, adamı sırtından bıçakladıktan sonra kuma döküldü.

Böylece son çöl muhafızı da hayatını kaybetmişti.

Adımımızı buraya attığımız ilk günde beş kişiyi öldürmüştük bile. Evet; öldürmemişti, öldürmüştük. Ona mâni olmadığım için Aronun aldığı her can da benimde payım vardı.

Bu benimde onları öldürdüğüm anlamına gelirdi.

Artık tehlikenin geçtiğine emin olan Su Tanrısı adımlarını bana doğru atıp hemen önümde durdu. Altın sarısı şeklinde parlayan göz bebekleri sönünce kehribarları geri dönmüştü. Şükürler olsun, cinnet geçirmiş olabileceğinden korkuyordum. Aklı başındaydı. Aklı başındayken işlemişti o cinayetleri.

Hangisi daha kötüydü bilemiyorum.

Kaburgalarıma baskı yapan kalbim kıvranıyordu. Öldürmek için bir sebebi olduğunu bilmeme rağmen çenem ağlamamak için verdiğim çabadan olsa gerek titriyordu. Yüzüne sıçrayan kanların bir kısmı kurumuş, bir kısmı da yeni olduğunu bildirircesine parlak kırmızı ve tazeydi.

“Onları öldürdün.” Aslında bunu söylerken onu suçlamak gibi bir niyetim yoktu sadece önümdeki gerçeği kendime itiraf ediyor gibiydim. Tabii o dediklerimi yanlış anlamıştı.

Kehribarları yüzüme duygularından soyutlanmış bir şekilde bakmaya devam ediyordu.

“Ölmek ister miydin?” Benden cevap bekleyen bir soru değildi bu.

Ya onlar bizi öldürecekti ya biz onları.

Öl ya da öldür.

Kanun buydu.

Sakinleşemiyorum. “Kan içinde kalmışsın.”

Gözlerine bakamıyordum.

Onun gözlerini ise yüzümün her zerresinde hissedebiliyordum.

Ona bakmayacağımı anlayınca arkasını dönerek çölde yürümeye başladı.

Kafamı kaldırarak arkasından baktım.

Yürürken kıyafetlerini yenileyerek üzerindeki kandan kurtulduğunu görmüştüm.

Atlarımızdan olduğumuz için geriye kalan tüm yolu yürümek zorunda kalmıştık. Aslında Su Tanrısı istese bizi şehre yorulmadan götürecek bir yol bulurdu ancak bölgede çok fazla güç kullanacak olursa varlığı büyü tarafından tespit edilebilirdi. Arkamdaki cesetleri unutmak için her şeyi yapsam da düşünmeden duramıyordum. Çöl eşkıyalarının Tanrılara benzer bir güç çıkarmadıklarına göre kullanıcı olmadıklarını söyleyebilirim. Lakin hala yol kesen eşkıyalar mı yoksa şehri koruyan muhafızlar mı oldukları belirsizdi.

Bu sıcakta kumda yürümek tam bir işkenceydi. Ayaklarım kuma batıp çıktığı için ekstra efor sarf ediyordum. Üstelik yanmadan dolayı avuçlarım sızlıyordu. Aron yol boyunca konuşmamıştı gerçi bu da benim işime gelmişti. Onunla konuşmadan önce olanları atlatmam gerekiyordu yoksa dilimi tutamayacak onu kıracaktım. Öldürmek için haklı sebepleri olduğunu bilsem de yerimde kim olsa öyle bir sahneye şahit olduğunda aklını yitirirdi.

"Geldik." Verdiği haberle başımı kaldırarak şehrin yüksek surlarına baktım.

Vak'a şehri.

Taştan yapılmış gibi duran evlerin çatıları kubbe biçimindeydi. Şehrin etrafı yine taştan dikilmiş duvarlarla çevriliydi. Taşların arasındaki boşluklar çamurdan yapılan sıvayla doldurulmuştu. Surlar bayağı sağlam duruyordu. Yine taşlarla etrafları daire şeklinde örülmüş su kuyularını görebiliyordum. Muhtemelen bu kuyular insanlar yararlansın diye içeriye de açılmıştı. Yürüdükçe surlar büyüdüğü için şehrin içini de görememeye başladım tabii. Giriş kapısına yaklaştığımızda bizi iki nöbetçi karşıladı. Nöbetçiler bizi tuzağa düşüren diğer çöl muhafızlarıyla benzer kıyafetleri giyiyorlardı. Kavruk tenleri güneşin altında iyice yanmış ve kararmıştı. Davetsiz misafirler için ellerinde mızrak taşıyorlardı.

Bizi fark ettikleri anda suratlarındaki ifade çirkinleşmişti. Buraya uzun zamandır dışarıdan kimse gelmiyor muydu? Çöl muhafızları ticaret için gelen kişileri de öldürüyorsa bu şehre yiyecek nasıl giriyordu?

Mızrakların başını bize doğru çevirdiler.

"Durun!" Nöbetçilerin ikazıyla birlikte duran Aronu taklit ederek bende yürümeyi kestim.

“Kimsiniz? Buraya ne için geldiniz?!” Su Tanrısı insanı anında etkisi altına alan gözlerini nöbetçilere diktiğinde aramızdaki mesafeye rağmen duruşlarını dikleştirdiklerini görebilmiştim.

"Ben ve karım Maar şehrinden geliyoruz, tüccarız. Mal için buraya geldik ancak yolda bir grup eşkıyanın saldırısına uğradık. Kervanım parçalandı, bana emanet edilen insanlar ise katledildi. Karımla ben onların elinden şans eseri kaçabildik. Hal böyle olunca bize en yakın şehre sığınmaya karar verdik. Lütfen, şehrin reisiyle görüşmemize izin verin."

Aron mağdur rolü oynarken ben de bir gün de bütün mal varlığını kaybetmiş tüccar karısı gibi kederli duruyordum. Pot kıracak olursam nöbetçiler anında fark ederlerdi zira bakışları bir an olsun üzerimizden ayrılmıyordu. Heyecandan kalp krizi geçirmezsem iyidir.

Yakalanırsak bütün plan suya düşerdi ve bizden bu gizemli şehirde neler olduğunu öğrenemezdik.

Söylediklerimizden sonra nöbetçiler birbirlerine ‘Ne yapacağız?’ bakışı attılar. Çöldeki muhafızların Vak’a şehrine bağlı olup olmadıklarını teyit etmenin bir yolu olmadığından sadece şüphelenmekle kalmıştık. Belki de Aronun dediği gibi çöl eşkıyalarından başka bir şey değillerdi. Her hâlükârda eşkıyalardan buradakilerin haberi olduğuna emindim. Çöldeki ölümlerden, kayıplardan öyle ya da böyle söylentiler çıkardı.

Nöbetçilerin ikilemde kalmasına anlam veremiyordum. Gerçekten durumun farkında değiller miydi? Biz onlar için fırsattık. Reislerine her şekilde bizden bahsetmek zorundalardı. Çöl eşkıyaları gerçekten varsa onlar hakkında bizden bilgi alıp peşlerine düşebilirlerdi tabii Su Tanrısı onları öldürmeseydi. Gerçi şöyle bir düşününce çöl eşkıyalarının gerçekten Vak’a şehriyle bir ilgisi olduğunu varsayarsak onları geçebildiğimiz için bize şüpheyle yaklaşıyor olmaları normaldi.

Üçüncü bir olasılıkta yok değildi tabii. İçimde filizlenen şüphe tohumuyla gözlerim kısıldı. Ya nöbetçiler tüm bu olasılıkların farkında oldukları halde bizi içeri almak istemiyorlarsa? Bizi içeri almak istememelerinin bir nedeni vardı. O neden bizi buraya getiren şeydi.

İçlerinden biri ağzını açıp sonunda konuşmaya başlayacakken birden kucaklanarak surun üzerindeki zeminde buldum kendimi. Su Tanrısı üstün yetenekleriyle metrelerce uzunluktaki sura tek zıplayışla çıkmıştı. Bugün ikinci kez aynı sahnesi yaşamanın verdiği hisle şaşkınlıkla Arona baktım. Ne yapıyordu bu? Hani insan gibi davranacaktı? Bir insan tek zıplayışta metrelerce yüksekliğe zıplayabilir miydi? İmkânsız! İçeri zorla mı girecektik yani? Hayır, bir dakika bir sorun vardı.

"Dur! Hemen aşağıya inin! İzinsiz girişin sonu ölümdür!" Muhafızlar aşağıda öfkeyle bize bağırırken diğerinin izinsiz girişi haberdar etmek için ana kapıya doğru koşturduğunu gördüm.

Su Tanrısı beni kucağından indirdikten sonra sonu yokmuş gibi gözüken çölü çenesiyle işaret ederek “Alarm verseniz iyi olur yoksa şehirdeki herkes akşam yemeği olacak.” dedi. Muhafızlarla birlikte Aron’un gösterdiği yere baktığımda çöl kumuna dalıp çıkarak olağanüstü bir hızla şehre yaklaşan şeye ağzım açık bakakaldım.

O da neydi öyle!

Ana kapıdaki muhafız bu sefer farklı bir neden için kapıyı yumruklarıyla dövmeye başladı. Bir yandan da “Kum solucanı! Uyarı çanını çalın kum solucanı şehre yaklaşıyor!” diyerek boğazı yırtına dek bağırıyordu. Muhafızın telaşlı sesi içeriye ulaşmış olmalı ki Gong’a üç kere vurularak tehlike haber edildi. İnsanlar kaçıp saklanmaya çalışırken bağrışıyorlardı. Umarım o hengamenin ortasında kalıp ezilenler olmazdı. Garip bir şekilde içimde korkunun adı dahi anılmıyordu.

Güvende hissediyordum.

Saatler önce onca insanının canını alan bir adamın yanında bu kadar güvende hissediyor olmam saçmalıktı. Ona güvenmemem için bana birçok sebep sunsa da akıllanmayan kalbim inatla ona yaslanıyordu.

Su Tanrısı bana bakınca bende ona baktım. Kehribarlar “Sadece seyret.” dedi.
Sanırım karışmayacaktık. Ona uyarak çöl solucanına döndüm. Aslında bana bakışının asıl sebebi korkup korkmadığımı görmekti.

Çöl solucanı olarak adlandırılan yaratık gerçekten de solucana benziyordu. İnsan derisini anımsatan gövdesi sürünerek ya da kumun içine girerek birkaç metre öteden kafasını çıkarıp yüzeye çıkıyordu. Yerin altına saklanabilme özelliği onu daha da tehlikeli yapıyordu. Türdaşlarına nazaran sekiz metrelik uzunluğu vardı. Gövdesi de bayağı kalındı. Kafasının olması gereken yere dikenleri andıran sarı dişlerler çevrili kocaman bir ağız yerleştirilmişti. Göz, burun namına hiçbir şey göremiyordum.

Çöl solucanıyla aramızdaki mesafe git gide kısalırken ana kapının kanatları gıcırdayarak açıldı. İçeriden bir dolu muhafız ellerinde mızraklarla dışarı çıkıyorlardı. Dönen tekerleklerin sesini işitince kapıdan iterek geçirdikleri mancınığı gördüm. Neredeyse her şehir bu tarz savaş araç gereçlerine sahipti. Özellikle canavarların yuvalarına yakın bölgelerde yerleşim yeri kuran insanlar ağır silahlara ihtiyaç duyuyorlardı. Sorumluluk sahibi her saray kendisine bağlı şehirlere, kasabalara, köylere bunlardan üç-dört adet yollardı.

Mancınığın kepçeye benzeyen ağzına ter içinde kalmış altı-yedi kişinin güç bela taşıdığı kayayı yerleştirdiler. Taşın üzerine yeşil bir balçık sürdükten sonra meşaleyle kayayı ateşe verdiler.

"Fırlat!" Liderleri emir verdiğinde mancınığı tutan düzenek serbest bırakıldı. Alev alev yanan kaya uçarak solucanın gövdesine çarptı. Kolayca yanacak gibi görünen derisine rağmen gövdesine yediği kaya tarafından yere serilmiş, sadece ufak bir yanık meydana gelmişti. Solucan düştüğü yerden sallanarak kalkıp acıyla kükredi. Devasa ağzından dört bir yana sıçrayan tükürükleri öfkeden deliye döndüğünün işaretiydi. Solucanın kükremesiyle oluşturduğu ses dalgaları yüzünden ellerimi kulaklarıma bastırdım yoksa kulak zarlarım patlayacaktı.

Vak’a şehrinin askerlerinden birkaçı ses dalgalarının peşinden getirdiği korkunç rüzgârın akımına kapılarak sırt üstü surlara yapışmışlardı. Aron kolunu belime sardığı için kıl payı uçmaktan kurtulmuştum. Su Tanrısı ayakları yere çivilenmişçesine rahatça rüzgâr dalgasını karşılamıştı. Saçları ve kıyafetleri ahenkle dalgalanırken soğukkanlılıkla olanları izliyordu.

"Onu kızdırdılar." Acıdan ardı ardında çığlık atarak delirmiş gibi davranan solucanın ilk hedefi askerler olmuştu. En yakınındakileri kaçamadan ağzına alıp dişleriyle ikiye bölerek yutmuştu. Bellerinden aşağıya kalan parça ise yere düşmüştü. Kum solucanı vücudunun alt kısmını kuyruk gibi kıvırarak mancınığa savurmuş ve aleti paramparça etmişti. Vak’a şehrinin askerleri mancınık yok edilince korkuyla şehre doğru koşturdular.

“Aron bir şey yapmayacak mısın?” İnsanların çöl solucanı tarafından öldürülmesine seyirci kalamazdım. Aron soruma kayıtsız kalınca yardım etmesi için ısrar edecekken elinin etrafında mavi bir auranın dolanmaya başlamasıyla rahat bir nefes almıştım. Elini kaldırarak savurduğunda yerin altından çıkan kalın buz saçakları solucanı beş-altı yerinden delip geçmişlerdi. Çöldeki adamı su mızrağıyla öldürmüşken solucanı buz saçaklarıyla öldürmüştü.

Buz, suyun katı hali; su, sıvı hali; su buharı ise suyun gaz haliydi. Aron suyun bütün hallerine hükmedebilirdi. Solucan can havliyle son kez bağırıp yere yığıldı. Düşmesinin etkisiyle zemin hafifçe titremiş ve kum yukarı kalkarak toz bulutu oluşturmuştu. Buz saçakları yerin altına çekilince solucanda açılan bebek kafası büyüklüğündeki deliklerden çıkan mavi renkli kan hem kumu hem de çöl askerini kanla yıkamıştı.

Iyy çok iğrenç.

Çöl askerleri neler olduğunu hala kavrayamadıklarından şaşkınlardı. Bazıları bacaklarındaki güçleri kaybederek popolarının üstüne düşmüşlerdi. Kendilerine daha çabuk gelenlerse bizim olduğumuz yere, Arona bakıyorlardı.

Buz gücünü kullanabildiğini görmüşlerdi.

“Bu ne güzel bir tesadüf böyle? Bir kullanıcı daha aramızda.”

Kullanıcı… Bu hitap bizimkilerin aralarında konuştuğu kişilere denilmiyor muydu? Ses yanımızdan geldiği için o tarafa doğru dönünce iki askerin ortasında duran kadını gördüm. Benden bir kafa daha uzundu. Yaşımızda aşağı yukarı aynı görünüyordu. Kadının hem saçı hem de göz bebekleri kahverengiydi Çölde yaşadıkları için kıyafetleri olması gerekenden daha açık seçikti. Kıyafetlerindense takılarına önem verdiği besbelliydi. Bulduğu her inci boncuğu takıp takıştırmıştı. Vücut hatları kıvrımlı ve teni esmer olduğu için üzerindeki her şey çok hoş duruyordu.

“Kimsin?”

Aronun sorusuna kadın güzel bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Ben Şhika, Vak’a şehrinin reisiyim.” Şehrin bu kadar genç bir reisinin olmasını beklemiyordum.

Su Tanrısı bilmiyormuş gibi davranarak “Kullanıcı demekle neyi kast ettin?” diye sorunca Şhika adındaki reis elini şehre doğru uzatarak “Bu konuşmaya içeride devam etmeye ne dersiniz? Yorgun olduğunuzu görebiliyorum.” derken çoğul eki kullanmasına rağmen beni tamamen görmezden gelmişti.

Aronu yemek istercesine açlıkla süzüyordu.

Sinirlerim tepeme çıkmıştı.

Su Tanrısı Şhika’nın davetini kabul edince hep birlikte şehrin ana kapısına indik. Vak’a şehrinden içeri girdiğimiz anda Kalahari çölüne geçiş koridoruyla geçerken nasıl hissettiysem öyle hissedince gerilmiştim. Büyü! Ragnar ilkinde olduğu gibi ikinci tahmininde de haklı çıkmıştı. Burada büyü yapabilen birileri vardı.

Dışarıdan gözüken manzara sahteydi.

Şehre adım attığımız anda içerisi tamamen değişerek yerini çok farklı bir görünüşe bırakmıştı.

Gecenin göğü ürpertiyi ayaklarımın en ucundan başattı.

Burası nasıl bir yerdi böyle?

 

Seviliyorsunuz <3

Loading...
0%