Yeni Üyelik
18.
Bölüm

BÖLÜM 18: "DUA"

@endless_q

▏₰ Mana

Kaç!

Arkama bakmadan kaçarken ağzımdan alıp verdiğim nefesler bir süre sonra boğazımı tahriş etmeye başladığı için canım felaket yanıyordu fakat durursam biliyordum ki bu acıdan çok daha beterine maruz kalacaktım. Beni yakalamak için peşime düşenlerin ayak seslerinin daha da yakından geldiğini idrak edince kanım damarlarımda daha da hızlı akmaya başladı. Karanlıkta neredeyse kördüm. Sağıma soluma telaşla bakarak bana yardım edebilecek birilerini aradım. İzbe bir bölgede olduğum için etrafta kimse yoktu. Gerçi birilerini bulsam bile bana yardım etmek yerine onların eline teslim de edebilirlerdi.

Panayırdan gelen ışıkları görebilsem de oraya ulaşmak için doğru yolu bulmam gerekiyordu. Kaybolursam biterdim! Koşmaya devam ederken eğlenen insanların çıkardığı gürültünün gittikçe arttığını fark ederek hızlandım. Bodur ağaçların ince dallarından biri elbisemi yırtarak bacağımı sıyırıp geçince çığlığımı ağzımın içinde boğdum. Birkaç kere tek ayağımın üstünde sekip yoluma öyle devam etmiştim. Gözlerime acıdan dolan yaşları silip görüşümü tekrar netleştirdim. Zaten karanlıkta burnumun ucunu bile zar zor görüyordum.

Bir an önce Aron’u bulmam lazımdı!

O kızı kurtarmalıydık!

Bu şehir kullanıcıların toplandığı bir yerden çok daha fazlasıydı! Gördüklerimi bir an önce ona anlatmalıydım. Sonunda panayırın içine dalıp insan seline karıştım. Hızlıca soluk alıp verirken göğsüm ihtiyaçla inip kalkıyordu. Durarak etrafımda dönüp Aron’u aramaya başladım. Ne diye adamın elini bırakırsın ki sanki! Gördün mü başına gelenleri!

Onu en son gördüğün yerde bulmayı ümit edip oraya doğru gitmeye karar vermişken enseme yediğim sert darbeyle gözlerim karardı.

2,5 saat önce...

Şhikayla birbirimize meydan okuyup durduğumuz akşam yemeğini atlattıktan sonra saat geç olduğundan odalarımıza çekilmiştik. Yorganın çini neyle doldurmuşlarsa artık sabaha kadar orama burama batıp durmuştu. Ay Aronla ilk kez aynı yatağı paylaşacak olmamın heyecanını bile doyasıya yaşayamamıştım! Yattığı yer kayadan hissettirdiğinden onunda pek rahat uyuduğu söylenemezdi çünkü nasıl yattıysa öyle uyanmıştı. Bir şekilde sabahı ettiğimizde bu sefer ağrıların yanına kaşıntı da eklenmişti. Günlük güneşlik, cıvıl cıvıl öten kuş sesleriyle gözlerimi açtığımı bende söylemek isterdim tabii Vak’a şehrinde bir sabaha uyanmasaydım.

Etraf puslu bir mor rengindeydi; siyah güneş ise çoktan gökyüzündeki yerini almıştı.

Dünden beri bu şekilde uyuyup uyanmaktan bıkmıştım.

Biraz sonra kahvaltıya inip yine o muşmula suratlı kadını göreceğim için iyiden iyiye içim kararmıştı. Şansa bakın ki odanın kapısı çalıp gelen hizmetçiden Şhika’nın acil bir işinin çıktığını, bu yüzden kahvaltıda bize katılamayacağı için özürlerini ilettiğini duyunca neşem yerine gelmişti. Aronla sessizlik içerisinde kahvaltı yapmak bile etrafa gülücükler saçmam için yeterliydi. Hizmetçiler tarafından gözetlenip durduğumuzdan istesek de rahat konuşamayacağımız için buna çokta takılmamıştım.

Su Tanrısı gerekmediği sürece konuşmayı seven biri değildi zaten.

Evde oturup durmaktansa hem gezip hem de şehirde araştırma yapmaya karar vererek dışarı çıktık. Şhika panayır için hazırlıkların tamamlandığını söylese de insanlar akşama yetiştirmek için hala bir şeylerle uğraşıp duruyorlardı. Metrelerce yükseklikteki çadırlar şehrin göbeğini doldurmuştu. Hava da boğucu bir sıcaklık olsa da insanlar oflayıp puflamadan birbirlerine yardım ediyorlardı. Aronla beraber dolaşırken dış kapıdan içeriye çöl eşkıyalarının giydiği kıyafetlerin birebir aynısını giyen on, on iki kişi girdi; beş sedye taşıyorlardı. Sedyelerin üstlerinde yatanların üzerini keten parçalarıyla örtmüşlerdi. Örtülerdeki kan lekelerini incelerken aklımdan geçenin başıma gelmemesi için dua ediyordum.

Eşkıyaların gidişini izlerken insanların onlardan tarafa bir kez olsun bakmamış olması kaşlarımın çatılmasını sağladı. Merak etmemiş değillerdi sanki yanlarından geçip giden kişileri görmüyorlardı. Yüzlerini başlarındaki örtülerle gizlemiş muhafızların bakışları insanların üzerinde turlayıp duruyordu. Onları fark edip etmediklerini mi kontrol ediyorlardı?

Görünmediklerini biliyorlardı.

Aronu uyarmak için seslenecekken bileğime sarılan parmaklar kendisiyle birlikte beni de çekerek sokak aralarından birine soktu. Sırtımı duvara yaslayıp bizi gören birinin olup olmadığını kontrol etti. Bizi saklama gereği duymuş olması başından beri her şeyi bildiğini ispatlıyordu.

“Çöldeki cesetleri mi taşıyorlar?” Kısık sesli sorumu duyunca gözleriyle etrafı taramayı bırakıp bana döndü.

“Olabilir.” Ayy şimdi ne yapacağız? Ya onları Aron’un öldürdüğü anlaşılırsa? Şhika’ya ellerinden kaçtığımızı söylemiştik öldürdüğümüzü değil! Adamlarını kontrol etmesi için çöle gönderdiğine göre bizden şüpheleniyordu!

Dudağımın kenarını ağzımın içine alarak endişeyle ısırdım. “Onları nasıl bulmuşlar ki?”

Dişlerimin arasında kıstırdığım dudaklarımı çeneme baskı uygulayıp kurtardığında bile tepki veremeyecek kadar zihnim boşalmıştı. “Cesetlerin kokusunu alan akbabaları takip etmişlerdir.” Gözlerimi büyüttüm, biz bunu nasıl gözden kaçırmıştık?

“Şimdi ne yapacağız? Bizden şüphelenecek olurlarsa istediğimiz gibi hareket edemeyiz.”

“Bizi takip ettiriyor.”

Şaşırsam da kaşlarımı çatarak “Nasıl bu kadar sakin kalabiliyorsun?” diye sorduğumda üstüme doğru gelince sırtımı iyice duvara yapıştırdım. Bizi görecek birileri yokken ne diye dibime kadar giriyordu ki? Kolunu başımın üstünden duvara yaslayarak bana doğru eğildi.

“İşime karışma, beni sorgulama, sadece dediğimi yap, halledeceğim.” Emreder bir tonla konuştuğu için dişlerimi gıcırdatmıştım.

“Bu işte beraber olduğumuzu unutuyorsun Su Tanrısı!”

Onu dinlemeyeceğimi anlayınca sinirden çenesi seğirdi. “Seni tehlikeye atmayacağım.”

Beni aynı anda hem bu kadar öfkelendirip hem de nasıl darmadağın edebiliyordu? Kalbimin ritmi yine seyrinden çıkarak şiddetlendi. Derin bir nefes alarak sakinleşmeye çalışıp göğsümdeki sıkışmaya katlandım.

“Beni korumak istemende bir sakınca yok ama bunu beni uzak tutarak yapamazsın Aron. Sen istesen de istemesen de beni buraya getirdiği an işin içine bulaştım.”

“Şansını fazla zorluyorsun.” İnat herif!

Parmaklarının arasında burnumu kıstırarak sıkınca acıyla inledim. “Bırak surat asmayı da seni bu kadar heyecanlandıran şu panayır nasıl bir şeymiş onu görmeye gidelim.”

“Ya bıraksana burnumu acıyor!” Aron biraz daha sıkıp bıraktığında acıyan burnumu ovuşturdum. Kızarmış olduğuna emin olduğum burnuma bakıp sırıttığında ona ters ters bakıp yanından geçerek önden önden yürümeye başladım.

Gıcık işte ne olacak.

Geri duracağımı sanıyorsan çok yanılıyorsun Aron Efendi.

Bu işte beraberdik.

Sıcaktan bunaldığım için öğlene doğru eve uğrayıp panayır başlayana kadar odada vakit geçirmeye karar vermiştik. Aronun bahsettiği takipçiler bizim birlikte eve döndüğümüzü gördüklerinde peşimize takılmayı bırakmışlardı. Su Tanrısı da fırsat bu fırsat diyerek pencereden atlayarak gizlice dışarı çıkmıştı. Olayların dışında kalmam konusunda hala kararlı olduğundan burada uslu uslu oturup onu beklememi tembihlemiş ve nereye gittiğini söyleme zahmetine de girmemişti.

Yatağa uzanmış, elimi yelpaze şeklinde yüzüme sallayarak az da olsa serinlemeye çalışsam da nafileydi. Çöl sıcağı cidden çekilecek çile değildi. Buradaki insanlar sıcağa alışık olsalar da ben dışarı çıkınca bayılacak gibi oluyordum.

Güneş ışıklarını azar azar yeryüzünden çekip karanlık çökerken havanın sıcaklığı da aynı oranda düşüyordu. Panayırın başlama saatine de çok az kalmıştı. Aron hala dönmediği için yavaştan endişelenmeye başlıyordum. Kafamda canlanan türlü türlü kötü sahnelerle oda da ne yapacağım diye düşünerek volta atarken pencere tıklatılmıştı. Koşarak pencereyi yukarı kaldırıp açtığımda Aron pervazlardan tutunarak içeri girmiş ve bu saate kadar nerede olduğunu açıklama gerek duymadan “Panayır başlamak üzere gidelim.” demişti.

Sinirime hakim olmaya çalışarak “Neredeydin?” diye sorduğumda kehribarlar bana açıklama yapmak yerine “Geç kalacağız. Panayırı görmek istediğini sanıyordum?” deyince beni geçiştirmesine uyuz olarak tip tip yüzüne baksam da o gözler geri adım atmamakta kararlıydı.

“Beni olanlardan nereye kadar koruyabileceğini sanıyorsun ki?” Aptal adam ben bir Tanrı’nın geliniyim… senin gelinin. Beni korumak istediğin eza artık kaderin beni götürdüğü yolda eşimdi.

Üzerine doğru giderek gerçekleri yüzüne vurmaktan çekinmedim.

“Koruyamayacağını biliyorsun… bir yerde artık bunu yapmana izin vermeyecekler.” Kader sana göz yummayacak Su Tanrısı. “Bırak yardım edeyim işte.”

Elini açıkta kalan boynuma götürerek parmakları boğazımı sarsa da sıkmadı sadece baş parmağını şah damarımın üzerine bastırarak nabız atışlarımın ritmik bir şekilde parmağına vuruşlarını hissetti. Gözleri de o damarın üzerindeydi… öyle bir bakıyordu ki o damara sanki arzuladığı her şey içinde yatıyormuş gibiydi.

“Ben pes etmek nedir bilmem Mana. Neden biliyor musun? Çünkü pes edersem benden her şeyimi alırlar… bir kere daha.” Ne yani önceden biri senden her şeyini mi aldı? Kim? Nasıl? Neyi aldı? Baş parmağıyla şah damarıma baskı uygularken viski kıvamını alan kehribarlar açgözlülükle doluydu. Hiç beklemediğim bir anda eğilerek dudaklarını şah damarımın üstüne bastırınca bacaklarım çözülerek yere düşecekmiş gibi hissetmiş ve korkuyla omzuna tutunmuştum. Yüreğim bir saniyeliğine durmuştu… o bir saniye beni bir sene nefessiz bırakmıştı.

Geri çekilerek dağılmış ifade bakıp “Gittiği yere kadar… gittiği yere kadar seni koruyacağım.” dedi. Aptal mıyım neyim. İnsanlar kırılır ama bu kırılma incinme, alınma gibi duygulardan değildir. Bir insan kırılırsa… biter. Bir insanı kırmak seni o insanın katili yapar. Tanrı gelinleri Tanrıların yaşamlarına uyum sağlamaya çalışır ancak uyum sağlamaya çalıştıkları şey onları azar azar öldürür. Çünkü göreceğin şeyler bir müddet sonra seni yer, yıpratır ve en sonunda ruhunu yutar. Ben göreceğim, yaşayacağım şeylerden çok korkuyorum… kırılmaktan çok korkuyorum Aron.

Bir gün kırılacağım.

Kırılacağımı biliyorum… sense izin vermeyeceğini söylüyorsun. Sana inanırsam kırılırken canım daha çok yanar mı Su Tanrısı?

Parmaklarının sardığı boğazımdan elini çekerek “Anladıysan gidelim.” dediğinde hiçbir şey demedim, diyemedim.

Yere çaktıkları kazıklara ip bağlamış, gerilen ipe de fenerler asmışlardı. Rengarenk yanan fenerler insanı hayran bırakacak kadar güzel gözüküyorlardı. Tezgahların başına geçmiş insanlar satış yapmaya başlamışlardı bile. Burnuma kızarmış bir şeylerin lezzetli kokusu geldiği için şimdiden iştahım kabarmaya başlamıştı. Akşam yemeği panayır yüzünden hazırlanmayacağı için bizde dışarıda karnımızı doyuracaktık. Sadece kızartmalar değil, tabak tabak tatlıda ‘Beni ye!’ diyerek bana göz kırpıyorlardı. Şehirde yaşayan herkes bu akşam buraya eğlenmek için gelmişti. O kadar büyük bir kalabalık vardı ki en ufak bir dikkat dağınıklığında Aronu kaybedebilirdim.

Yerimde zıplayarak ellerimi birbirine çarpıp bütün tezgâhları teker teker gezmek istiyordum! Tabii yanımda Su Tanrısı gibi bir unsur olmasaydı bu düşüncemi gerçekleştirebilirdim. Şimdi durduk yere çocuk gibi davranıp Aron’a rezil olamazdım. Üff böyle de tadı çıkmazdı ki… İçimdeki isteğe kusura bakma diyerek uslu uslu kalabalığa karıştık. Aron’un odada söyledikleri aklımdan hala çıkmasa da birlikte gezip atıştırmalıkları tatmak keyfimi yerine getirmişti. Hatta bir ara buraya gelme nedenimizi bile unutmuştum.

Şenliğe öyle bir kaptırmıştım ki kendimi her yer ışıl ışıldı!

Aron pek konuşmasa da arada yediği şeyler hakkında yorum yapıyordu. Anlattıklarım saçma sapan şeyler de olsa beni büyük bir dikkatle dinliyor olması çok hoşuma gitmişti. Bütün gece yüzümdeki sırıtmanın silinmemesinin bir nedeni de oydu. Aron’un bana aldığı pamuk şekerin son parçasını ağzıma attığımda biraz ilerimizden gelen alkışların, tezahüratların ve ıslıkların seslerini duyarak toplanmış kabalığa merakla baktım. Aron’un kolunu çekiştirerek “Hadi oraya gidelim!” dediğim de kalabalığa can sıkıcı bir şekilde baktı.

“Yorulmak nedir bilmez misin sen?”

“Bir daha buraya ne zaman geleceğiz ki? Hazır gelmişken her yeri gezelim işte. Hem sende tüm panayırı gezmezsek yazık olacağını düşünmüyor musun?”

Tereddüt bile etmeden “Hayır.” deyince kaşlarımı çatıp yüzüme küskün bir ifade yerleştirdim. “Towa olsaydı böyle yapmazdı.” Mırıldanarak söylendiğimde ağzının içinde bir şeyler homurdanmış sonra da elimi tutarak beni kalabalığa doğru çekerek götürmüştü.

“Biraz daha konuşmaya devam edersen o dilini kökünden koparacağım.”

Kıkırdayarak beni çekiştirmesine izin verdim. O önden ben hemen arkasından yürürken birleşen ellerimize baktım. Kürek kemikleri sırtında ahenkle hareket ederken uzun boyu sayesinde ondan başka bir şey göremiyordum. Parmaklarımı sıkarak bende elini tuttuğumda tamamen el ele tutuşur vaziyete gelmiştik. Şu küçücük hareketim bir an için kolunun kasılmasını sağlasa da bana bakmamıştı.

Kalabalığa ulaştığımızda Aron hiç zorlanmadan insanların kenara çekilmesini sağlayarak bizi öne çıkardı. Su Tanrısı insan formunda olsa da bu onun bir Tanrı olduğu gerçeğini değiştirmiyordu; insanlar hissediyordu. Yanlarından geçerken garip bir auranın etkisine tutuluyor ve arkasından melül melül bakıyorlardı. Erkekler genellikle ihtiyatla geri çekilirken kadınlar baygın bakışlar atıyorlardı. Bir Tanrının cazibesine karşı koymak hayatlarında yaptıkları en zor şey olmalıydı. Aron’un baskın varlığı yüzünden ilk zamanlarda bende civarında nefes almakta güçlük çeksem de yanında kala kala aurasına alışmıştım.

Ağızlarının suyu akarak kocama bakan kadınlara ölümcül bakışlarımı yolluyordum. İtiraf etmek istemesem de Aron’un dikkat çekmesinin bir diğer nedeni de yüzüydü. Keskin çene hatları, çıkık elmacık kemikleri, insanın içine işleyen nadir göz bebekleri ve heybetli duruşuyla resmen ‘Ben buradayım!’ diye bağırıyordu. Gözleri benimle buluşan kadınlar bakışlarını çekse de o kadar fazlalardı ki hangi biriyle uğraşacağımı şaşırmıştım.

Sonunda en öne çıktığımızda katil olmamak için dişimi sıkmaktan çenem ağrımıştı.

Kalabalık çember biçimde dizilerek ortada dönen gösteriyi izliyordu. Yarı çıplak adamın kaslı ve kavruk teni yaptığı işten dolayı terden sırılsıklam olmuştu. Adam elinde iki ince sopa tutuyordu. Sopanın uçları ise çaputla bağlanmıştı. Belindeki kemere diktiği ince deliklerde on sopa daha takılıydı. Adam sağ elindeki sopayı yanında bulunan ve içinin sıvı bir şeyle dolu olduğunu zar zor görebildiğim kovanın içine batırarak çaputu ıslattı. Elinde tuttuğu kibritin ucunu ayakkabısının tabanına sürterek yanmasını sağladı. Yanan kibriti ıslanmış çaputa tuttuğu gibi havaya doğru patlarcasına alevler yükseldi.

Kalabalık ateşi görünce daha da coşmuştu.

Yanan sopayla diğer sopayı da tutuşturarak gösterisine başladı.

Yanan sopaları etrafında döndürüyor, elinde çeviriyor ve tehlikeli akrobasi hareketleri yaparak insanların yüreklerini hoplatıyordu. Ateşi vücudunun üzerinde gezdirdiği için karın kaslarını saran ter tabakası derisini daha da parlatıyordu. Bu görüntüye bazı kadınların iç çektiğini duyabilmiştim. Adam ayağının dibindeki kovayı eline alarak dudaklarına götürüp içindeki sıvıyı ağzına doldurdu. Yanıcı maddeyi korkusuzca ağzının içine doldurmasını hayretle izledim. Bütün kalabalık gibi olabileceklerin korkusuyla nefesimi tutmuş önümdeki gösteriye odaklanmıştım.

Elindeki sopaları ağzına yaklaştırdığını görünce bu adamın aklını peynir ekmekle yediğine emin olmuştum. Dudaklarındaki sıvıyı ateşe doğru püskürttüğünde sanki bir ejderha alev üfürüyormuş gibi bir sahne yaratmıştı. Bir cümbüş koptuğunda izleyiciler delirmişçesine alkışlamaya, hayret nidaları atarak daha da fazlasını yapması için tezahürat etmeye başlamışlardı. Adamın önüne koyduğu kumaş parçası birkaç dakika içerisinde atılan paralarla dolmuştu. Bir anlık dalgınlıkla elimi alkışlamak için Aronun elinden çekince arkada gösteriyi iyi göremediği için isyan eden insanlar öne çıkmak isteyip bir izdiham meydana getirdi. Omzuma çarpıp beni iten insanlar yüzünden Aronu kaybetmiştim. Sağa, sola bakarak nerede olduğunu bulmaya çalışırken bile öne doğru itiyordum.

Kahretsin, zaten burada olmaktan memnun değildi şimdi de eli bıraktığım için kızacaktı.

"Aron! Aron neredesin?!" Bağırışlarımda fayda etmiyordu. En iyisi kalabalıktan uzaklaşıp onu aramaktı. Kenardan, köşeden sıyrılıp insanlardan uzaklaşarak kalabalığın içinden çıktım. İtilip kakılmaktan yorulmuştum resmen! Nefeslenmeye çalışırken gözlerimle Aron’u arıyordum. Burada durup beni bulmasını beklesem daha iyi olur. Birbirimizi ararken daha çok kaybolabilirdik.

Kirpiklerimi kırpıp açmamla birlikte mor olması gereken gökyüzü ansızın kan rengine bulanınca dona kaldım. İkinci kez kirpiklerimi kırpıp açtığımdaysa her şey olağan halindeydi. İnsanların yüzüne bakarak az önceki garipliği onlarda gördü mü diye yoklasam da herkes kendi halinde eğlenmeye devam ediyordu.

Bana öyle gelmişti sanırım.

Kızartılmış meyvelerin üzerine çikolata sosu sürülmüş çubukları mutlulukla yiyen çocuklar, önümden gelip geçerken zaman yavaşlamış, etraftaki gürültü uğultu halini alarak konuşmalar birbirine karışmıştı. Omuriliğimden yukarı yükselen ürperti tırnaklarını etime saplayarak oraya yerleşmişti. Gökyüzü mor ve kırmızı renginin arasında gidip gelerek değişirken korkuyla bir adım geriye attım.

Alıp verdiğim nefeslerin çıkardığı gürültüyü kulaklarımın içinde duyuyordum. Başımı kaldırıp mehtaba baktığımda beklediğimin aksine kara bir Dolunayla değil, kızıl bir Ay’la karşılaşmıştım. Bir mor, bir kırmızı rengini alan sema sanki üzerindeki büyüden kurtulmak için çabalıyor lakin kara büyünün üstesinden gelemiyor gibiydi.

Yasalar titriyor, arş sarsılıyordu.

Gökyüzündeki savaşı dehşetle izlerken bir saniye sonra işler daha da karman çorman bir hale geldi. Neler olduğundan bihaber şekilde işlerine bakan insanların bedenlerinin içinden toz şeker büyüklüğünde binlerce beyaz ışık tanesi çıkarak kanlı Dolunay’a doğru uçmaya başladı. Bir köprü oluşturarak ilerleyen ışık taneleri kanlı Dolunay tarafından emiliyordu. Ay, ışıkları emdikçe daha güçlü bir şekilde parlıyordu.

“Yardım edin! Biri bana yardım etsin!”

Çığlık çığlığa yardım dilenen kadının bağırışları beni kanlı Ay’ın hipnotize eden görünüşünden uzaklaştırarak ayıltmıştı. Hızlıca etrafımda dönerek bağıran kadının yerini tespit etmeye çalıştım.

“Lütfen... Lütfen yardım edin!” Kadının sesi kesik kesik gelse de avazı çıktığı kadar bağırarak yardım istiyordu fakat insanlar hiçbir şey olmamış gibi kahkaha atıyor, keyif çatıyorlardı.

Sağır gibilerdi.

Gökyüzündeki renk geçişini, bedenlerinden çıkan ışıkları, kadının bağırışlarını sadece ben duyup, ben görebiliyordum. Korkudan paniğe kapılmamak için düzenli nefesler alıp vererek sakinleşmeye çalıştım. Beş dakika içerisinde saç diplerim terden ıslanacak kadar aklım başımdan gitmişti. Sinirle yüzüme yapışan saçlarımı geriye atıp gözlerimi kapattım. Zihnimde tepişen duygularımı yatıştırarak daha dikkatli düşünmeye odaklandım. Aklıma çöl eşkıyalarının varlıklarını insanların gözünden sakınabildikleri gelince kafamın içinde şimşekler çaktı.

Bir şey vardı. Burada görüşümü engelleyen bir şeyler vardı.

Meydan tıklım tıklım olduğu için burada birini aramak samanlıkta iğne aramakla eşdeğerdi. Kalabalığın arasından geçerken daha geniş açıdan çevreyi görebileceğim bir açıklık arıyordum. İnsanların hala eğlence peşinde koşsalar da bedenlerinden çıkan ışık hüzmelerinden sonra üzerlerine ağırlık çökmüşçesine daha uyuşuk davranmaya başladıklarını fark etmiştim. Kanlı Ay’ın yuttuğu ışıklar insanların enerjileri olabilir mi? Sonunda kalabalıktan çıktığımda boş bir alana geçerek beklemeye koyuldum. Buraya gelene kadar kızın sesini duymadığım için endişeleniyordum.

Bir kere daha. Lütfen, bir kere daha bağır.

Seni bulacağım.

"Yardım edin!" Beklediğim an geldiğinde kızın sesine yoğunlaşarak nereden geldiğini tespit edebilmiştim. İki yüz metre kadar ilerimizde çöl ağaçlarıyla çevrili dar bir patika yolu görünce dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Vak’a şehrine geldiğimizden beri çoğu yeri dolaşsak da burayı ilk kez görüyordum.

Büyü o bölgeye görünmez bir perde çekmişti.

Tam o tarafa doğru koşacakken aklıma Aron gelince tereddüt ettim. Beni arıyor olmalıydı… Başımı belaya sokacak olursam bu sefer kimse beni elinden alamazdı. Kızın yakarış dolu sesi kulağımda çınlayınca kendi kendime söylenerek koşmaya başladım. Bana birçok kez bu işten uzak durmamı söylese de öylece bekleyemezdim.

Aron’u aramaya kalkışırsam kız için çok geç olabilirdi.

İş başa düşmüştü.

İnsanlar kendi halinde oldukları için panayırdan çıkarak patika yoluna girmek kolay oldu. Gerçi çöl muhafız-eşkıyaları Vak’a şehrinin sakinlerinin aksine burada neler döndüğünü biliyorlardı; yakalanma riskini göze alamadım. Bende yol boyunca gizlenerek ilerlemiştim. Hızım azalsa da acele etmektense tedbirli yol almak bana daha mantıklı geliyordu. Patika yolunda ilerledikçe çöl ağaçlarının sıklığı artıyordu. Tanrıya şükürler olsun ki yol çatallanmıyordu yoksa avare avare dolaşıp dururdum etrafta. Ne kadar yürüdüğüm hakkında tahmin yürütemesem de merkeze yaklaştığımı çevreden anlayabiliyordum.

Nereye saklanmıştı bunlar? Hayır, girebilecekleri bir mağara falanda yoktu ki buralarda.

Patika yolu bir yere de çıkmıyor dümdüz devam ediyordu.

Ellerimi belime yaslayarak etrafımda dönüp saklanabilecekleri bir höyük, in falan arasam da boşunaydı. Burada ağaçlardan başka bir şey yoktu! Hüzünle omuzlarımı düşürdüm. Acaba Aron’u beklememekte hata mı etmiştim? O olsaydı düşmanın yerini çoktan bulurdu. Böyle boş bol dolaşıp vakit kaybetmektense geri dönüp Su Tanrısını bulsam iyi olurdu. Pes etmenin eşiğine gelmişken duyduğum çıtırtıyla dona kaldım.

Birisi geliyordu!

Şimdi ne yapacağım? Kafamı sağa sola çevirerek saklanabileceğim yer aradığımda az ilerideki ağacın arkasına telaşla attım kendimi. Sırtımı ağaca verip çökerek elimi ağzıma kapattım. Bir, iki dakika sonra mor renkli pelerin giymiş birini gördüm. Pelerin geniş olduğundan vücut hatlarından kadın mı yoksa erkek mi olduğunu çıkaramıyordum. Başlığı burnuna kadar çektiği için yüzü de gözükmüyordu.

Çok şüpheli giyinmişti.

Yardım isteyen kızı kaçıranlardan biri olabilirdi. Muhtemelen etrafı kontrol etmek için devriyeye çıkmıştı. Ucuz yırtmıştım. Eğer o dal parçasına basıp da kırmasaydı geldiğini fark etmezdim. Adam kafasını kaldırıp etrafta birilerinin olup olmadığını kontrol etmeye başlayınca yerimde iyice küçülerek nefesimi tuttum. Kimsenin olmadığına emin olunca az ötedeki çalılıklara doğru yürüyüp eliyle çalıları iterek diğer tarafa geçti.

Bir süre durup uzaklaşmasını bekledim. Geri dönmeyeceğini ve başkasının da gelmeyeceğinden emin olunca yerimden yavaşça çıkarak pelerinlinin peşine düştüm. Çalılıkları iterek diğer tarafa geçtiğimdeyse beni bomboş bir alan karşılamıştı.

Ee nereye gitmişti şimdi bu?

Pelerinlinin gözden kaybolacağı kadar beklememiştim bile! Başka çaremin kalmadığını anlayarak bu taraftan yürümeye karar verdiğimde ayağım takılarak yere kapaklanmıştım. Yerden kalkıp neye takıldığıma baktım. Yuvarlak bir kafası olan küçük bir tahta parçası yere çakılmıştı. Aklıma gelen ihtimalle birlikte yutkunarak tahta parçasının kafasını tuttuğum gibi çektim. Zeminden ayrılan dikdörtgen parça yukarı çıkarken üzerinde biriken kum yağmur gibi yere yağmıştı.

Gizli geçit.

Demek yerin altında saklanıyordunuz.

Aşağı inen taş merdivenlerin sonu karanlıktan dolayı gözükmüyordu. İçimden bir ses burasının ne için kullanıldığını öğrenirsen Vak’a şehrinde de neler döndüğünü çözeceksin diyordu. Yumruğumu sıkarak ilk basamağa adım attım. Pekala, artık buradan geri dönemezdim. Merdivenin soluna yanaşarak elini duvara yasladım. Aşağıda ışık yoksa bir yere çarpmamak için duvara tutuna tutuna ilerleyecektim.

Yavaşça aşağıya inmeye başladığımda merdivenlerin sonuna doğru "Şüphelenmediklerine eminsin değil mi?" diye soran erkek sesini duyunca başka birini daha duyacak mıyım diye bekledim. Biraz ileride turuncu bir ışık duvara yansıyordu, orada olmalılar. İçerisi ayı yuvasını andırıyordu. Yaklaşarak kocaman bir oyuğun ağzı gibi duran yerin kenarındaki duvara sırtımı yasladım.

“Tabi ki de eminim. Kostas o adamı görmeliydin buzun üzerindeki kontrolü o kadar üstündü ki çöl solucanını öldürmek yalnızca birkaç saniyesini aldı.” Az önce konuşan adamın adını aklıma kazıdım. Adama cevap veren kadının sesini tanıyınca sinirle kaşlarımı çattım. Yelloz! Bu işte onunda parmağı olduğuna adım gibi emindim zaten. Buraya yardım isteyen kız için gelmişken olaylar çok başka yerlere evrilmeye başlamıştı.

“Senin birini bu kadar övdüğün görülmüş şey değil. Eğer güvenilir biri olduğunu söylüyorsan bizim tarafımıza geçmesi için elinden gelen her şeyi yapmalısın.”

“Sen orasını bana bırak. Tarikatımız için her türlü fedakârlığı yapmaya hazır olduğumu biliyorsun. Hem kullanıcılar arasından bu kadar güçlü kişiler çok nadir çıkıyor. Ayağımıza kadar gelen fırsatı kaçıramayız. Ne yapıp edip bize katılmasını sağlayacağım.”

Tarikat mı dedi o?

Adam hince gülerek “Senin cazibene düşmesi uzun sürmeyecektir.” dediğinde kadın işveli bir kahkaha atarak “Ne sandın?” demişti. Hal ve hareketlerinden bu konuda kendine ne kadar güvendiği belliydi. Kimden bahsettiklerini bildiğim için tepem atmıştı.

Siz ancak avucunuzu yalarsınız!

Başımı tüm riskleri göze alarak hafifçe duvardan tarafa eğdim. Kostas denen adamın yüzünü görebilirsem mükemmel olurdu. Ayrıca kızında buralarda bir yerde olup olmadığına bakmam lazımdı. Görüş alanıma giren görüntüyle çığlık atmamak için son anda dudağımı kurban etmek zorunda kalmıştım. Dilime yayılan metalik tat dudağımı çok kötü ısırdığımı söylese de şu anda bunu düşünecek halde değildim.

Manzaranın korkunçluğunu sindirmeye çalışıyordum.

Bunlar ne halt yiyordu böyle?

Oyuğun içinde mor pelerinler giymiş yirmiden fazla kişi belli aralıklarla içeride sıralanmış bir şekilde ayakta bekliyorlardı. Her pelerinlinin önünde insan kemikleri istiflenmişti. Bazı iskeletlerin önünde yeni çürümeye başlamış ya da iskeletlerinden ayrılarak sallanan birkaç parça et vardı. Kafatasının bir bölümü çürüyüp tek gözü tamamen dışarı sarkmış olan kadın cesedini görünce midem çalkalandı. Pelerinliler hiçte cesetlerden rahatsız olmuşa benzemiyorlardı.

Onca çürük ete rağmen neden hiç kötü koku alamıyorum? Cesetlerin kokusunu bertaraf edecek bir şeyler mi yapmışlardı? Biraz daha eğilerek gözlerimi oyukta dolaştırırken gördüğüm şeyle buraya geliş amacımı tamamlamıştım. Hekimlerin ameliyat için kullandıkları sedyeye benzer bir taş, oyuğun göbeğinde yer alıyordu. Göz bebekleri korkudan küçücük kalmış benim yaşlarımda olduğunu tahmin ettiğim kızın yanaklarından sicimle yaş akıyordu. Taş sedyeye bileklerinden, belinden ve ayaklarından bağlanmış vaziyetteydi. Sesi çıkmasın diye ağzına bez tıkılmıştı. Göz akları yaşadığı dehşetten dolayı kan çanağına dönmüştü.

Yardım çığlıkları atan kız oydu.

“Üç gündür kara Ay’ı beslemek için uğraşıyoruz. Ay’daki açlık yıllar geçtikçe artıyor böyle giderse bütün Vak’a şehrini kurban vermek zorunda kalacağız.”

Kızı çenesiyle işaret ederek “Bu kaçıncısı?” diye sordu.

“Yedincisi.”

“Kara Ay gücümüze güç katmaya devam etsinde verdiğimiz adak sayısı mühim değil. Şehirde daha binlerce insan var.” Şeytani bir gülümseme dudaklarında zehir açarak “Bizi on yıl besleyeceklerdir.” dedi. Ahh şimdi neden kendilerini tarikat olarak adlandırdıklarını anlıyordum. Tanrım! Tanrım! Tanrım! Bunlar şehirdeki insanları mezbaha olarak kullanıyorlardı.

Pelerinlilerin hepsi kullanıcıydı! Önlerinde istiflenmiş insan kemikleri ise onlar güçlensin diye feda edilen insanlardı. Ayrıca cesetler sayesinde kime ne kadar kurban verildiği de anlaşılıyordu. Birilerinin güç arayışı yüzünden öldürülen bu talihsiz insanlar için yüreğim parçalanmıştı. İnsafsızlar!

Düşüncelerime bir kanca saplanarak beni garip bir fikrin koynuna attı.

Tanrıları taklit ediyorlardı.

Aman Tanrım. Bu sahne… İnsanların Tanrılara gelin kurban ettiği bölümdü. Pelerinliler bu geleneği kendilerince değiştirerek insanları kullanıcılar için adak veriyorlardı.

Tanrıların gücüne sahip olan kullanıcıların gözünü kıskançlık ve kin bürümüştü. Meğer Tanrılar bu yüzden kullanıcıların peşine düşüyormuş. Onların güçlerinden korktukları için değil yaptıkları katliamı durdurmak için.

Vak’a şehrinin sırrı çözülmüştü.

Altı yeni ceset.

Eğer biraz daha acele etseydik onları kurtarabilirdik.

Gördüklerimi hemen Aron’a anlatmam lazımdı. O kızında diğerleri gibi ölmesine izin vermeyecektim! İnden çıkmak için merdivenlere yönelecekken sırtımı duvardan çekmemle birlikte kopan taş parçası yere düşmüş ve birkaç kez sekerek oyukta sesi yankılanmıştı. Lanet ederek gözlerimi kapatırken bütün başlar bana döndü. Vak’a şehrinin reisi beni görünce şok olmuştu.

“S... Sen… Yakalayın onu!” Sinirden saçını çekiştirirken pelerinlilere emir verince ben çoktan arkama bakmadan kaçmaya başlamıştım.

2,5 saat sonra...

Ensemde toplanan acı o kadar yoğundu ki bütün boynuma yayılmıştı. Bilincim yavaş yavaş kendine gelirken gözlerimi aralamaya çalıştım. Başım öne doğru düşük olduğu için kafamı kaldırmaya çalışmıştım. Keşke yapmasaydım! Enseme öyle bir ağrı saplanmıştı ki acıyla inledim. Gözlerimi açınca ilk önce her şeyi bulanık görmüştüm. Biraz kendime zaman tanıyıp kirpiklerimi görüşüm düzelsin diye üst üste kırpınca görüntü netleşmişti. Acı sadece boynumda değil bileklerimde de yer edinmişti.

Bana neler olduğunu anlamıyordum.

Elimi boynumdaki ağrıya götürecekken hareket edemediğimi fark edip başımı yukarı kaldırdım. Tavandaki kayaların birine çakılmış iki kalın çivinin devamını kalın zincirler tamamlıyordu. Zincirlerin ucundaki prangaların bileklerime takıldığını görünce neler olduğunu hatırlamıştım. Dizlerimin üstünde otururken kollarım yukarı kalkık biçimde zincirlere bağlanmıştım. Bayıldığım için tüm yükü bileklerime verince prangalar derimi kesmiş hatta kanatmıştı. Kollarım da takat kalmadığı için kol kaslarım titriyordu.

"Demek uyandın." Bana doğru sırıtarak gelen kadını görünce hissettiğim sersemliğin yerini derin bir öfke almıştı.

Bana aşağılayıcı bakışlar atıyordu. “Ne kadar da küstahsın. Burada öfkelenmesi gereken biri varsa o benim sen değilsin. Kimse sana haddin olmayan işlere burnunu sokarsan o burnu keserler demedi mi?”

Dediklerini duymazdan gelerek “Sana halkını satmanın karşılığında ne vaat ettiler?” diye sordum.

Yüzündeki sırıtmayı silerek düz bir ifadeyle baktı bana. “Özgürlük.”

Yalancı. “Hayır. Sen özgürlük için değil, hükmede bil diye halkının hayatını kara büyü için sattın. Vak’a şehri senin hırsın için yeteri kadar büyük değildi değil mi? Bir Tanrıçanın koltuğuna oturmak varken bu küçük yerle niye yetinecektin ki?”

Elinin tersini ağzına kapatarak kahkaha atmaya başladı. “Senin yarım akıllı bir kadın olduğunu düşünerek hata etmişim. Dediklerinde haklısın, koca bir ülkenin gücünü avucumun içine alabilmek için doğmuşken neden doğru düzgün ekin vermeyen bir şehrin aptal insanlarıyla uğraşacakmışım ki?”

Alayla dudak büküp “Zavallı Şhika.” dediğimde gözlerinde yanan arzu kesintiye uğrayıp “Ne?” dedi.

“Gerçekten hükmetmek için doğduğunu söyleyebilecek kadar arsızsın. Tanrıların gücüne az da olsa dokunabiliyorsun diye onlarlar eşdeğer misin yani? Kendini kandırma! Tanrılar sizin gibi güçlerine muhtaç değiller! Onlar güçlerini yaratıyorlar! Sizse sadece olan şeyi kullanıyorsunuz.”

Aron bana kullanıcıların onlar gibi olmadıklarını söylemişti. Su Tanrısından örnek verecek olursak; onun kalbi suydu. Suyu kullanmak için etrafında su olmasına ihtiyaç duymazdı, o suyu yaratırdı. Diğer Tanrılarda da aynı durum söz konusuydu. Kullanıcılar ise etraflarında kullanabildikleri gücün varlığına ihtiyaç duyarlardı. Ateşi kullanan bir kullanıcının ilk önce ateş yakması gerekirdi. Ateşi yaratamazdı çünkü kalbi ateşten değildi.

Şhika’nın yüzüne vurduğum gerçeklerle gözlerine kanlı bir perde indi. Hışımla yanıma gelerek parmaklarını saçlarıma daldırıp kafamı geriye doğru çekti. Saçlarımı öyle bir çekiştiriyordu ki derimi yüzecek gibiydi. Dişlerimi sıkarak acıya katlandım.

“Gözünde büyüttüğün Tanrılar zamanı gelince biz kullanıcıların ayaklarına kapanıp merhamet dileyecekler. Kara Ay’a verdiğimiz kurbanlar sayesinde onların sahip olduklarından çok daha fazlasına sahip olacağız! Ve inan bana o günler çok yakında.” Kafamı iterek bıraktığında aklımdan sadece çok yakında deyişi geçiyordu.

Saçını havalı olduğunu düşündüğü bir şekilde eliyle savurarak “O adam bize doğuştan hediye edilmiş güçlerimizle Tanrıları öldürebilecek kuvvette olduğumuzu gösterdi. Efendinin bize bahşettiklerinin yanında insanları kurban etmek ne ki? Senin gibi basit bir insan kutsal gayemizi anlamakta tabi ki de güçlük çekiyordur.” Efendi mi? Kostastan mı bahsediyordu? Hayır, Kostas kullanıcılardandı. Şhika ise efendiyi kendilerinden biri olarak saymamıştı.

Onların beynini yıkayan, bütün bu olanlarda parmağı olan biri daha vardı.

“Gerçi senin burayı bulman beni şaşırttı. Şehirdeki büyünün normal insanların gözünü örtmüş olması gerekirdi. Büyü sende işe yaramadığına göre acaba sende bizden biri olabilir misin? Kocanın gücünü gördükten sonra onun sıradan bir kadınla evlendiğini düşünüp arkasından ne kadar vah vah çekmiştim oysaki.” Düşüncelerini tartıp bir karara varmış olmalı ki yüzünü ekşiterek “Senin bizden olman imkânsız.” dedi.

“Şhika artık başlamamız gerekiyor.”

Korkuyla dikleşip “Neye başlamanız gerekiyor?” diye sorduğumda Şhika gözlerini belerterek küçümseyici bir bakış atarak “Neye olacak senin yüzünden yarım bıraktığımız ritüele!” dedi. Taş sedyedeki kızla göz göze geldiğimde “Hayır!” diyerek zincirleri çekiştirsem de kendime zarar vermemle kalmıştım. Bileklerimde açılan yaralardan akan kanlar kollarımdan aşağıya sızıyordu.

“Merak etme işimiz bittikten sonra seninle de ilgileneceğiz. Aa bu arada öteki tarafta kocan için endişelenmene gerek yok.” Bana öpücük atarak “Söz veriyorum ona çok iyi bakacağım.” dedi. Sedyedeki kız çırpınarak onu bağlayan kemerlerden kurtulmaya çalışsa da boşunaydı. Gözleri ona yardım etmem için yalvarıyordu. Ne yapacağım? Aron’a ulaşmamın hiçbir yolu yoktu! Burada ölürsem muhtemelen cesedimi bile bulamayacaktı.

Düşün Mana! Düşün!

‘Ben bir Tanrıyım. Bana dua eden insanlardan sorumluyum.’

Dua.

Dua mı? Aklıma gelen fikirle kalbimin atışları hızlandı. İşe yarar mıydı ki? Denemekten başka çarem yoktu.

"Başla Kostas." Mor pelerinli adam elinde tuttuğu deri kaplamalı kitapla kızın karşısına geçti. Sayfaları çevirip bir yerde durduktan sonra mırıldanmaya başladı. Onun mırıldanmasıyla oyuğun tavanında başlayan titreşim kısa sürede her yere yayıldı. Tavandaki kayaların yerinden oynayarak birbirinden ayrıldığını gördüm. Ayrılan iki kayanın yarattığı boşlukta kanlı Ay göründü.

Lanet olsun!

Gözlerimi telaşla kapatarak geleneksel duayı etmeye başladım.

“Dünyada tüm suların hükmüne sahip olan Tanrı; sen her yerdesin. Küçük bir gölette, derede, denizde, yüce okyanuslarda. Hepsi senin kudretin karşısında diz çökmüş yaşam unsurları. Sana inanan, senin adını anan ve sonunda da sana dönecek olan bu insanın duasına kulak ver. Ben buradayım, beni gör, beni bul!"

Sana inanan, sana dua eden insanların duasını duyduğunu söyledin. Lütfen, Aron! Beni de duymuş ol! Lütfen!

Kostas’ın bir ahit edasında sarfettiği dizeler, açılmış olan oyuktan kanlı Ay’ın ışığını içeri davet ettirerek kızın bulunduğu taş sedyenin üstüne düşmesini sağlamıştı.

Ay alacağı ruhu görmüştü.

Zincirleri çekiştirerek kıza ulaşmaya çalışsam da olmuyordu.

“Hayır! Yapmayın! Bırakın onu!”

"Artık çok geç."

 

<3 <3 <3 <3

Loading...
0%