Yeni Üyelik
21.
Bölüm

BÖLÜM 21: "ATEŞİN ŞEHVET TONU"

@endless_q

▏₰ Mana

Bileğimi tutan eli ve belime sarılan kolu hala yerli yerindeydi. Suratındaki şaşkınlıkla yüzümü incelemeye devam ettiği için hafifçe kaşlarım çatıldı. Ne zaman ellerini üzerimden çekmeyi düşünüyordu acaba? Düşmeyeceğim için artık beni tutmasına gerek olmadığını söyleyecekken bunu benim yerime öfkeli bir ses yapmıştı.

“Hemen uzaklaş ondan!” Bahçedeki kuşları korkutarak kaçıştıran seda ikimizi birden yeni bir şaşkınlığa sürüklerken tanımadığım adam sonunda üzerimdeki ellerini çekerek benden bir adım uzaklaşmayı akıl edebilmişti. Ragnar’ın fırtına bulutu rengindeki gözleri tanışmaya fırsat bulamadığım yabancının üzerine yıldırımlar indirmek istermiş gibi bakıyordu. Yabancı üzerinde ki bu gözlerin felaketini üstlenmemek için ellerini yukarı kaldırarak “Sadece düşmemesi için ona yardım ediyordum.” derken alaycı dursa da beyaz şeytan lakaplı adamı kızdırmamak için temkinli yaklaşıyordu.

Ragnar adamın bahanesini -aslında gerçeği söylüyordu- yememişçesine önüne dikilerek gömleğini kavradığı gibi sertçe kendisine doğru çekti. “Ona bilerek çarptın.” dediğinde aklıma sahiden de düşmeden önce birinin omzuma çarptığı an geldi. Sarışın adam Ragnar’ın ithamından zerre etkilenmemişti. Hatta Ragnar gibi ona diklenerek “İstediğini düşünmekte özgürsün sayın beyaz şeytan ama ona bilerek çarpmadım. Aklım başka yerdeydi, yetişmem gereken yere acele ederken önüme dikkat etmiyordum.” dedi.

Ragnar dediklerine inanmadığı gibi adamın küstahlığına dişlerini bilerken sarışın karşısında bayağı rahattı. İyice merak etmiştim, kimdi bu adam? Ragnarla böyle ukala bir şekilde konuşabilecek pek kişi yoktu. Ünü sağ olsun herkes ondan çekiniyordu. Sarayda onu gördüğü yerde kaçan hizmetçilerin sayısı kaçmayanlardan fazlaydı.

“Neden bu kadar tepki veriyorsun? Ona asılmadım ya!” Sarışında Ragnar’ın gereksiz yükselişinin nedenini ararken birden aydınlanmışçasına şaşırarak tekrar bana bakıp ilgiyle incelemeye başladı. Şimdi suratında keyfi yerine gelmiş birinin gevşek ifadesi vardı.

“Tabii kızmanın nedeni bu kadının bahsi geçen yeni gelin olmasıysa o başka.”

Ragnar sabrını zorlayan sarışına yumruklarıyla kafasına vurarak onu yere çakmak istercesine bakıyordu. Hala adını öğrenemediğim adamın dikkati tamamen bana yönelmişti. Yakasını Ragnardan kurtardıktan sonra önüme gelerek elimi izin istercesine tutup dudaklarını bastırdı.

Başını önümde eğerek “Selamlarımı sunarım Su Tanrısının güzel gelini. Az önceki kabalığım için lütfen beni bağışlayın, birilerinin düşündüğünün aksine kesinlikle sizin burada olduğunuzu görmedim.” dedi. Elimi elinden çektiğim de yüzü düşecek gibi asılsa da ifadesini anında toparladı.

Ona karşı olan tavrımın Ragnarın söyledikleri yüzünden olduğunu varsayıyor olmalı ki omuz silkerek “O her zaman böyle. Ben yabancı bile değilim üstelik, saraydanım.” demişti. Davranışları bana ucundan Towa’yı anımsatsa da sarışısın fazla cüretkardı.

“Kes lan zırvalamayı!” Adamın üzerine doğru yürüyerek “Daha şimdi sana ona yaklaşmayacaksın demedim mi!” diyerek kükrediğinde muhafızları başımıza toplamasından korktuğum için önüne geçip daha fazla ilerlemesine mani oldum. Olanlar Aronun kulağına giderse olay daha da büyüyecekti.

“Ragnar lütfen sakinleşir misin? Onun da dediği gibi sadece kazaydı.” Sarışına dönerek imayla “Eminim beyefendi bundan sonra gittiği yere bakacaktır.” dediğimde bana gülümseyerek “Direkt Su Tanrısının gelininden gelen tavsiyeyi nasıl olurda dikkate almam?” demişti. Bu adam eceline falan mı susamıştı?

Ragnar sıktığı dişlerinin arasından sarışına son bir ikazda bulunan bir bakış atıp “Seni uyarmadım deme çünkü bir dahaki sefere karşında beni bulmak için yalvarırsın.” deyince yabancının gülüşü ilk kez sekteye uğramıştı.

“Gidelim.” Başımı tamam anlamında sallayarak peşine takıldım.

Ragnar devasa adımlar atarak önden yürürken ona yetişebilmek için elbisemi tutup önünü hafifçe kaldırdım. Ayağımdaki topukluların sesi bahçenin taş yollarında yankılanırken “Artık onun bana kim olduğunu söyleyecek misin?” diye sordum.

Dalgın bir ifadeyle “Karşına çıkarsa görmezden gel, konuşman gerekse bile konuşma görgü kurallarını siktir et o pezevenk yokmuş gibi davran.” dedi.

Beni tembihlemesinin hemen ardından bu sefer de kendi kendine konuşmaya başladı. “Senin peşine daha erken düşerler diyordum yine de tamamen yanılmış sayılmam.” Bana açıklama yapma gereği duymamasına kaşlarımı çattıktan sonra durdum. Arkasından gelmediğimi fark edince o da yürümeyi kesip bana baktı. Tekrar sormama gerek yoktu bakışlarımdan ne demek istediğimi anlayarak “O Heredis yani bir mirasçı” demişti.

“Mirasçı da ne demek?”

Gözlerini bilmiş bir ifadeyle kısarak “Derslerini asla dinlemiyorsun değil mi?” diye sorunca bakışlarımı kaçırmasam da sessiz kalışım suçumu kabul etmemdendi, o da bunun gayet farkındaydı. Tüm kıtanın tarihini dinlemek kolay mı sanıyordu? Her ders istisnasız iki buçuk saat sürüyordu ve bana kıtanın tarihini anlatan kadın mola vermek nedir bilmiyordu. Durup dinlemeden o kadar çok konuşuyordu ki bir yerden sonra ipin ucunu kaçırıp bir daha da yakalayamıyordum.

“Mirasçılar varislerdir. Aron kendisinden sonra yerini dolduracak bir çocuğa sahip olmadığı için hanedandan Su Tanrısının mirasçısı olabilecek kişiler seçildi, Solomon da onlardan biri.” Az evvelki sinirini aratmayarak “Sikik sülükler, kan emmekten başka bir boka yaradıkları yok ya orası kesin.” demişti.

Dudaklarımdan titrek bir soluk geçti; Aronun çocuğu yoktu.

Sarayın dış kısmında oyun oynayan çocuklar görsem de genellikle burada çalışanların çocuklarıydı. Sormaya cesaret edemediğim için geldiğimden beri temkinliydim. İçlerinden biri çıkıp Su Tanrısına baba diyecek diye ödüm kopmuştu. Aronun tam olarak kaç yaşında olduğunu bilmesem de muhtemelen çoktan iki basamaklı sayıları geçmişti buna rağmen hala kendi kanından bir varisi yoktu demek.

Ragnarın hanedan üyelerinden her bahsettiğinde yüzünde iğrenç bir şey yemiş gibi bir ifadenin oluşmasına, beni onlardan uzak durmam için sık sık uyarmasına bakılırsa varisler usluca oturup Su Tanrısının tahtına kimin geçeceğini beklemiyorlardı. Aron’a karşı komplo kurup duruyor olabilirler mi? Kalbime takılan çengel etimi deşip geçtiğinde yaramın içine pas karışmıştı. O pas endişelerimden oluşan bir hastalıktı.

“Arona zarar verebilirler mi?”

“Arona değil ama sana verirler.” Nasıl bu kadar emin konuşabilirdi? Tanrıların güçlerine sahip olmadıkları için bizzat zarar veremeseler de düşmanla iş birliği yaparlarsa o zaman işler değişirdi.

Ona zarar verebilirler…

Bu düşüncenin altında ezilirken bozuntuya vermemeye çalışsam da Ragnarın afallamasıyla başarısız olduğumu anlamıştım. Aron için endişelendiğimi yüzümden açıkça okuyabiliyordu.

“Ben…” Dilim sormaya varmasa da yapmak zorundayım. “Aronun yoluna çıkar mıyım?”

Beni Su Tanrısına karşı kullanırlar mı?

Dolaylı yoldan canını yakar mıyım?

Bir gelin sunulduğu Tanrıya ihtişam, azamet ve bereket bahşetse de aynı zamanda Tanrının zayıf noktası olarak onu yok oluşa da sürükleyebilirdi. İşte gelinlerin Tanrıların üzerindeki etkisi buydu.

“Sen izin vermediğin müddetçe.” Kısacası her şey bana bağlıydı.

Derin bir iç çekip gözlerini kapatıp açtıktan sonra “Endişelenme, sana dokunmaya cüret edemezler yine de varislerin aksine hanedanın derdi Aron değil, sensin. Yani kendin için endişelensen daha iyi olur.”

“Ben mi? Ben onlara ne yapabilirim ki?”

“Sen onların en büyük kabusunu gerçek kılabilirsin.” Ragnar anlamadığımı görünce “Varis Mana. Sen Aron’a varis verebilecek tek kadınsın.” deyince kafamdaki çarklar dönmeyi bırakıp yerlerine yerleşmişlerdi.

Bir bebek…

Koskoca hanedanın korktukları şey ufacık bir bebekti… onları varis konumundan men edip tahtın yegane sahibi olabilecek o çocuk… ve Ragnar bunu sadece benim sağlayabileceğimi söylüyordu.

Kalbim göğsümü uyuşturacak güçte hızla atıyordu… ona bir çocuk verebilirim.

“Gelin olmadığı sürece diğer kadınlardan doğan çocuklar Aronun varisi sayılmıyor mu?”

“Aronun kanını taşıyorsa sayılır ama gel gör ki Su Tanrısı onun olmayan kadınlarla ilgilenmiyor.”

“Yani ben tek miyim?” Aron başka kadınlarla zevk için olsa bile yatmıyor muydu? Ragnar suratımdaki şapşal ifadeye bakarak güldü. “Evet, sen onun tek kadınısın. Yatağına girebilecek tek kadın.” Yatmıyordu… hayatında benden başka bir kadın yoktu.

İnanamıyorum.

Kahretsin, neden bu kadar mutlu hissediyorum.

Aldatılmak her kadının korkusu olsa da bir Tanrının geliniysen bundan kaçamazdın. Tanrıya hediye olarak gönderilen ya da benim gibi felaketlerden kurtulmak için kurban edilen gelinler mevcuttu lakin bu yöntem çok fazla kullanılmazdı. Yine de Tanrıya tapan ırk sayısı düşünülürse gelin sayısı korkunç sayılara dek ulaşılabilirdi. Tabii burada Tanrının kişiliğe mühimdi. Üstelik gelinlerin arasında Tanrının gözdesi olarak öne çıkanların, ona çocuk verebilenlerin konumunun yükseldiğini de duymuştum.

Bu durum birden fazla gelin için geçerliydi tabii bense tektim.

“Onların aç sırtlanlar olduklarını aklından çıkarma. Solomon sana tekrar yaklaşmaya çalışacaktır, dediklerimi unutma Mana. Eğer tehlikede hissedersen muhakkak bizden birini bul.”

Kafamı sallayarak “Merak etme.” dediğimde daha fazla bu konuyu üstelememişti.

Bir kere daha elimi kapıyı çalmak için kaldırsam da daha parmaklarım tahta yüzeye değmeden geri çekilmiştim bile, yok yapamıyorum. Kapıdaki muhafızlar geldiğimden beri kendimle cebelleşmeme şahit olduklarından birbirlerine kaçamak bir bakış attıktan sonra soldaki “Hanımım, efendi Aron şu anda çalışma odasında değil.” demişti.

Sağdaki muhafız bunun üzerine “Burada olduğunuzu haber edelim mi?” diye sorunca tek yaptıklarının bana yardım etmeye çalışmak olduğunu bilsem de söyledikleri sadece daha çok utanmamı sağlamıştı.

Rezillik.

Dakikalardır içeride olduğunu sandığım için kapıyı çalmakta tereddüt ediyorken aslında orada değilmiş bile.

Kulaklarıma kadar kızarsam da utancımı bastırarak “Haber vermenize gerek yok ben daha sonra tekrar uğrarım.” dedim. Teklifini kibarca ret ettikten sonra muhafız hiçbir şey sormamışçasına görevinin başına geri dönmüştü. İkisi de tıpkı diğer muhafızlar gibi heykelden farksız bir şekilde dikiliyorlardı ve genellikte burada yokmuşlar gibi davranmakta ustalardı.

Hüsrana kapılarak geri dönecekken “Ne yapıyorsun?” diyen sese hazırlıksız yakalanıp korkmuş ve hızlıca arkama dönmüştüm. Towa gizli bir iş yaparken basılmışçasına gereksiz tepki vermeme tek kaşını kaldırmıştı. Artık aklına ne geldiyse yüzüne yaramaz bir ifade yerleştirerek “Yoksa gizli gizli Aronu mu gözetliyorsun?” diye sorup dedikodu duymuş yaşlı teyzeler gibi yanıma sokularak “Onu başka bir kadınla falan mı gördün?” diyerek ağzımdan laf almaya çalıştı.

İki dakika da yazdığı kurguya bakakalsam da sonradan dedikleri aklıma gelince kaşlarımı çatmadan edememiştim.

“Aron’u başka bir kadınla mı gördün?”

“Yoo sen gördün mü?”

“Hayır?”

“E ne diye o zaman sinsi sinsi kapısının önünde dolaşarak beni heyecanlandırıyorsun kızım?” Resmen kaostan besleniyordu. “Aron’u başka bir kadınla basmadıysan burada ne arıyorsun?”

Ona kötü kötü bakarak “Şunu söyleyip durmayı keser misin!” diyerek resmen pençelerimi gösterdiğimde beni sinir etmenin zevkiyle kahkaha atmıştı. “Tamam, tamam başka kadın yok. Ee hala sorumu cevaplamadın?”

“Ona danışmak istediğim bir konu vardı ama odasında yokmuş.”

“Eh kocan Su Tanrısı gibi bir varlık olunca onu sabit bir yerde yakalamak imkansız hale geliyor. Tüm gün ortada aylak aylak dolaşmaya zamanı yok. Sen daha yeni geldiğin için onun programına alışık değilsin. Her gün şafak söktüğü gibi uyanıp işlerinin başına geçiyor. Okuyup mühür basması gereken belgeler, günden bilmem kaç kere girmesi gereken toplantılar, şehir reislerinin peşinde getirdiği sorunları dinlemek ve daha say say bitiremeyeceğim kadar işe yetişmeye çalışıyor. Üstelik sorumluluğun yarısını Ragnar’ın halletmesine rağmen uyumaya gece yarısından sonra dönse bile bazen işleri yetiştiremediği oluyor.”

Su Tanrısının günlük rutinini büyük bir şaşkınlıkla dinlerken şaka amaçlı sırıtarak “Karısı olarak bu gibi şeyleri bilmediğin için kendinden utanmalısın” dese de aslında istemeden bastırdığı nokta gözümü açmış ve ağzımda bozuk bir tat bırakmıştı.

Haklıydı.

Aron’a her zaman ben senin karınım diyordum ama gerçekte eş olarak görevlerimi yerine getirmekten uzaktım. Towa söylemese onun bu kadar çok çalıştığını ne zaman fark ederdim acaba? İki hafta sonra mı? İki ay mı? Yoksa daha mı uzun? Tek yaptığım ondan kaçmaktı. Kabuslarımdan bahsetmek için buraya geldiğimde de aynısını yapmamış mıydım? İçeri girmemek için dakikalarca oyalanmıştım. Onunla konuşmak benim için zordu. Tanışmamızdan sonra gelişen olaylar yüzünden hala ona temkinli yaklaşıyordum. Oysaki Aron o günden sonra bir kez olsun beni görmezden gelmemiş, incitecek tek söz söylememiş ya da beni ret etmemişti.

Benim için bir Tanrıyı öldürmeyi bile göze almıştı.

Parmaklarımı avuç içlerime doğru katladım.

Ona yaklaşmakta zorlanmamın nedenine farkında değilmiş gibi davransam da içten içe sebebini biliyordum. Beni… tekrar paramparça etmesinden korkuyordum.

Towa’yı haksız çıkaracak tek bir şey bile söyleyemediğimden dediklerini yutkunsam da yutamamıştım. Aramızdaki sessizlik uzayınca Towa ruh halimdeki değişimi fark edip dediklerinden anında pişman olmuştu.

“İleri gittim, özür dilerim.”

Başımı iki yana salladım. “Hayır, haklısın.”

“Hadi ama hemen suratını düşürme daha saraya geleli ne kadar oldu sanki? Zaten elinden geleni yapıyorsun. Hem sen benim dediklerime ne bakıyorsun? Ben insanları kızdırmayı sevdiğim için üzerlerine giderim. Senin söylediklerimi ciddiye alabileceğini tahmin etmedim.”

Gönlümü almaya çalışması hoş olsa da aklıma o kurdu sokmuştu bir kere.

“Bak sana ne diyeceğim, cidden iyi iş çıkarıyorsun Mana. Bunu kesinlikle arkadaşımsın diye söylemiyorum. Bu gerçeği dinlendirmeyi pek sevmesem de yıllar sonra bu saraya adım atan ilk gelinsin. Aron’un nasıl inatçı bir piç olabileceğini en iyi ben biliyorum. Ne yapıp edip kendini ona kabul ettirdin bu bile benim gözümde başlı başına bir başarı! Kendine ve ona zaman tanı olur mu? Yakında işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenip sarayı çekip çevireceksin buna Aron’un lanet olası programı da dahil.”

Doğru, hiç ilerleme kaydetmemiş değildim

Mesela kehribarlar beni görünce artık saf bir nefretle dolmuyorlardı.

Benim için en mühim mesele de buydu.

Onun nefretinin sebebi olmak.

“Siz kadınlar şeytana pabucunu ters giydirecek kabiliyete sahipsiniz senin de Aron’a giydireceğinden adım kadar eminim ama hepsinden önce senden öğrenmem gereken bir şey var. Aron’a karşı ne hissediyorsun?”

Kalbim sorduğu soruyla birlikte saklanmak istercesine kemikten kafesine kaçarken orada bir kaos başlatmıştı. Keşke bende onun gibi bu sorudan kaçıp bir yerlere saklanabilseydim ama bu mümkün değildi. Su Tanrısının kendisine zıt bir şekilde göğsümün tam ortasında başlattığı yangın beni kora dönüştürmekle tehdit ediyordu.

İlk önce yakıyor sonra da söndürüyordu.

Bu sonsuz bir döngüydü.

Hiç bitmeyecek, bitmesini istemediğim bir döngü.

Ne kadar canımı acıtsa da sadece benim varlığından haberdar olduğum bir yangındı.

Ona herhangi bir şey söylemememe rağmen Towa, dudaklarında beliren tatmin olmuş bir gülümsemeyle “Ben cevabımı aldım.” diyerek bana göz kırpmıştı.

Yangından artık onunda haberi vardı.

Batan güneşin ardından kızıla çalan ufuğun manzarası insanı içine çekecek kadar güzel gözüküyordu. Sabahın ilerleyen saatlerinde gökyüzüne biriken bulutlarda bu muhteşem ışıklardan nasiplerini alarak turuncuya bürünmüşlerdi. Bu harikulade tablonun yansıması ise okyanusa vuruyordu. Su sarayı okyanusun üzerine inşa edildiğinden bütün pencereler bu ucu bucağı görünmeyen manzaraya sahipti.

Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım.

Okyanusun tuzlu kokusu ciğerlerimi tatlı bir sızıyla yaksa da dinlendirici bir etkiye de sahipti. Bu enfes kokuyu en yoğun alabildiğim an Aron’un etrafımda olduğu andı. Sanki Aron sudan değil de su Aron’dan bu kokuyu miras almıştı. Nereye gidersem gideyim ne yaparsam yapayım bu koku peşimi bırakmıyordu. O her zaman yanımdaymış gibi hissettiriyordu… Acaba teninde kokunun en yoğun olduğu yer neresiydi? Yanaklarımda hissettiğim ısınmanın beni farklı yerlere götürmesini istemesem de kendimi merak etmekten alıkoyamıyordum.

Köyümde benimle ilgilenen erkekler olmuştu elbette ama hiçbiri bende merak uyandırmamıştı.

Bir erkeğin dokunuşunun verdiği hissi hiç tatmamıştım.

İlk kez biri kalbimi böylesine hızlandırmayı başarmıştı.

Bu kişinin beni görür görmez niye öldürülmediğimi sorgulaması ise acıklı bir komediydi.

Yüreğimdeki bu çarpıntı onunla tanışmadan evvel gördüğüm rüya da başlamıştı. İlk o zaman kalbim bana ihanet etmişti. İlk o zaman bana yabancılaşmıştı. İlk o zaman benden başkası için çarpmaya başlamıştı.

Tüm kabahat onundu.

Dudaklarım bana acırcasına yukarı doğru büküldüler; suçlayıcıydılar.

Seni hiç sevmeyecek bir adama kapıldığın için memnun musun dermişçesine.

Kendini sevilmemekle hırpalamayı bir kenara bırak Mana! Şu anda mühim olan hala kabuslarından Aron’a bahsedememen! İç sesim her zaman ki gibi haklı bir noktaya değinmişti. İç çekerek leylaklarımı batan güneşe dikerken ne yapacağımı düşünüyordum. Tüm gün Aron’la bir yerlerde karşılaşmayı umsam da olmamıştı. Towa’nın dediği gibi çok meşgul olmalıydı. Onca işinin arasında birde benimle uğraşacaktı… biraz daha bekleyebilirdim. Doğru, acelesi yoktu. Eğer bir kabus daha görürsem bu sefer kesin yanına gidecektim.

Aklımı karıştıran bir diğer mesele ise mezardaki o çocuktu… Bana gösterdiği türden yaratıklarla ilk kez karşılaşıyordum. Orada harıl harıl ne arıyorlardı?

Onları oyaladığını söylemişti.

Çalan kapı beni içine çeken düşünce çukurundan çıkardığında Saya’nın sesini duydum. “Hanımım müsait misiniz?” Kabuslarımın arasındaki bağlantıyı kurmakta uzun süre başarılı olamayacağımı anlayınca daha sonra onlarla uğraşmak için üzerlerini kapattım. Böylesine güzel bir manzaranın karşısında kendimi bilinmezliğe boğup birde üzdüğüm için aptal olmalıyım.

“Gel Saya.” Saya kapıyı açıp içeri girerken fazla heyecanlı duruyordu. “Hanımım size müthiş bir haberim var! Biraz sonra Unius Exerciters’in son müsabakası başlayacak!” Unius Exerciter mi? Bu ismi daha önce bir yerde duymuştum sanki.

Ben nerede duyduğumu hatırlamaya çalışırken Saya çoşkulu bir sesle “Bu seneki mücadeleler diğer senelere nazaran çok daha zorlu geçti. Katılanların hepsi müthiş yeteneklere sahip kişilerdi! Müsabakaları izleyenlerin çoğunun rakiplerine kaybedenlerin arkasından ne kadar yazık olduğunu söyleyip durduklarını işittim. Normalde kimsenin gözü kazanandan başkasını görmezdi!” derken orada olmayı ne kadar istediğini görebiliyordum.

Suratı şekilden şekle girerken “Aa doğru ya bu sizin ilk seferiniz olacak! Durun size hemen neden bahsettiğimi açıklayayım. Hanımım Unius Exerciters elit muhafız birliğidir! Bu birlik bizzat Su Tanrısı tarafından onaylanmış özel bir muhafız ordusudur. Bu ordunun komutanı ise çok yakından tanıdığınız biri.” dedi.

“Kim?”

“Ragnar!” Ahh tabi ya ondan başka kim olacaktı.

“Bizzat onun eğitiminin altından geçiyorlar ve ordudaki bu kişiler çok tehlikeli ve gizli görevlere çıkıyorlar.” Şimdi hatırladım. Gordion ormanın da Towayla ilk karşılaştığım zaman bana kendisinin de bu birlikten biri olduğunu söylemişti. Saya’nın bu muhafız birliğini anlatırken kendinden geçmesine bakılırsa dedikleri kadar güçlü olmalılar.

“Birliğe katılım nasıl mümkün oluyor?”

“Şöyle; senede bir kere alım duyurusu yapılıyor daha sonra ise tüm başvurular koyulan şartlara göre inceleniyor ardından elemeler başlıyor. Finale son iki kişi kalana kadar her hafta müsabakalar düzenleniyor. Dövüş oyunlarını sevdiği için halk her seferinde bu müsabakaları dört gözle bekliyor. Final ise apayrı bir mesele zira rakipler arasındaki mücadeleyi izlemek için Su Tanrısı bizzat geliyor ve birliğe katılacak kişiyi seçiyor.”

“İyi de kazanan kişinin zaten birliğe katılacağı kesin değil mi? Neden bir daha Aronun onayını alıyorlar ki?”

“Normal bir müsabaka da işler bu şekilde yürür lakin bundan iki sene evvel Su Tanrısı kazanan kişiyi birliğe layık görmediği için o sene kimse orduya alınmadı yani bazen bu tarz pürüzlerde ortaya çıkabiliyor.” Aron adaletli bir Tanrıydı. O dönem gördüklerinden memnun kalmadığı bir şey olmuş olmalı. Gerçi bu davranışı seneye katılacak olan yarışmacıların daha da hırslanmasını sağlayacağı için iyi bir şey olarak da görülebilirdi.

Saya’nın koşa koşa odama gelmesinin sebebi buydu demek ki.

“Başka kimler orada olacak?” Soruma kadar etekleri zil çalan Saya’nın ifadesi bir anda ciddileşmişti. “Kıdemliler ve diğer saray görevlileri de olacak. Ah, birde bazı şehir reisleri de ama en önemlisi hanedanın birkaç üyesi de müsabakaya katılacak. Normalde pek ortalıkta gözükmeyi tercih etmezler lakin mirasçılardan biri burada. Onun peşine takılan birkaç hanedan üyesiyle birlikte geldi.” dediğinde gözlerimin önüne Solomon’un yüzü gelmişti.

“Sende Ragnar gibi mi düşünüyorsun?” Ragnarın adı her geçtiğinde tatlı bir utangaçlığa bulanıyordu ama bu sefer bakışlarında o utangaçlıktan eser yoktu, konuştuğumuz konunun ağırlığından olsa gerek. “Hanedan üyelerinden birkaç leydi ve mirasçıyı daha önce gördüm ve onlara hizmet ettim. Onların neler yapabildiklerine bizzat şahit oldum hanımım. Hiçbiri Su Tanrısından haz etmiyor çünkü efendi Aron onların parmağında oynatacağı bir Tanrı değil. Hanedan üyelerine her zaman mesafeli davranıyor.”

“Benim üzerimden Aron’a yaklaşmaya çalışacaklar.” Bir saray entrikalarına karışmadığım kalmıştı o da oldu. Saya bilmiş bir ifadeyle gülümseyerek “En azından deneyecekler.” deyince gülmeden edemedim zira o da onlara pabuç bırakmayacağımı biliyordu.

Müsabakayı bahane ederek benimle dostluk kurmayı planlıyorlardı.

Kurnaz tilkiler.

Dudaklarımda kötü kadın gülümsemesiyle Saya’ya bakarak “O halde gidip bir an önce sergileyecekleri numaraları görelim.” dediğimde baş hizmetçimle birlikte ne kadar eğleneceğimizi düşünürken kahkahalarımız odada yankılanmaya başladı.

Saya’nın yönlendirmesiyle birlikte yarışmanın yapılacağı alana geldiğimizde gördüğüm yapıyla birlikte gözlerim büyümüş ve dudaklarım katıksız bir hayranlıkla aralanmıştı. Yarım ay şeklindeki lacivert yapının arkasına devasa büyüklükte heykeller dikilmişti. Her bir heykelin arasında yaklaşık elli metre vardı. Bu heykeller daha çok dövüş pozisyonu almış birkaç deniz ırkından esinlenerek yapılmıştı. Elinde mızrak tutan bir siren, yumruklarını birbirine vurmuş ve köpek balığı gibi solungaçları olan bir balık adam, elbisesi uçuşan ve ellerinde silah olarak demirden yelpazeler tutan bir deniz perisi v.b.

Boyları arena büyüklüğünde olan heykeller parlak bir gümüş rengindeydi. Güneş batıp karanlık çöktüğü için yere dikilen meşaleler sayesinde etraf aydınlatılıyordu. Heykellerin yüzleri o kadar iyi tasvir edilmişti ki canlı gibi duruyorlardı. Arenanın ön yüzünde ise izleyicilerin oturması için merdiven şeklinde uzun alanlar yapılmıştı. İçerisi tıklım tıklımdı, oturacak yer kalmadığı için ayakta dikilen kişi sayısı çok fazlaydı.

Nöbetçiler arenanın etrafında belli bir nizam içerisinde yerlerini almışlardı. Yanlarından geçtiğimiz için insanların aralarında kimin kazanacağına dair sohbet edip bunun üzerine bahis oynadıklarını duyabilmiştim. Tabii burada olduğumu fark edenler anında susup diğerlerini dirseğiyle dürterek beni gösteriyorlardı bu da kısa sürede milletin dikkatini çektiğinden üzerime yönelen yüzlerce bakışı hissedebiliyordum.

Şölende başımıza gelen talihsiz olay yüzünden halkı selamlayamamıştım. Geleneklere göre gelinler sırasıyla Tanrılara, hanedan üyelerine, soylulara takdim edilir; şölenin sonunda ise halkla görüştürülürdü. İyi ki olanlar halka açıklanmıştı yoksa akıllarına daha tanışmadan kibirli bir gelin olarak kazınacaktım.

Bunu asla istemezdim.

Bundan dolayı arenada toplanan halk ilk kez beni gördükleri için heyecanlanmışlardı. Onlara karşı mahcup hissettiğimden elimden geldiğince göz göze geldiklerime gülümseyerek ilerliyordum. Aron’a bu konuyu bir an önce açıp halkı selamlamak istediğimi söylemeliydim, yeterince ertelemiştik zaten. Tamda bunu düşündüğüm sırada Aronla göz göze gelince bir an için yerimde donakalmış ve kalbimi sıkıştıran özlem duygusuyla ne yapacağımı bilemez hale gelmiştim.

“Hanımım niye durdunuz bir sorun mu var?” Bakışlarımı kehribarlardan zar zor çekerek Saya’ya gülümsemeye çalışıp “Hayır, sorun yok. Gidelim.” demiştim. Daha dün beraberdik! Bu kadar kısa sürede onu nasıl özlemiş olabilirim ki? Kahretsin, ondan tarafa bakmak istemesem de kehribarların çekimine karşı koyamıyordum. Bakışlarımı kaldırıp tekrar ona çevirdiğimde tahtının kenarına dirseğini koyarak çenesini de yumruk yaptığı eline yasladığını görmüştüm. Üzerinde normalde giydiğinin aksine daha şık bir takım vardı, halkın karşısına çıkacağı için kıyafetlerine özenmişti.

Meşalelerde yanan ateşi bile kıskandıracak şekilde harıl harıl yanan irislerini direkt yüzüme dikmişti. Bana baktıkça kehribarları git gide daha koyu bir renge bürünüyordu.

Ateşin şehvet tonuna.

Avuç içlerim bu bakışlar karşısında ter içinde kalmıştı.

Sanki gözlerinin bana ne yaptığını biliyormuşçasına bakışlarını asla üzerimden ayırmıyordu.

Yarım ay şeklindeki yapının karşısındaki yuvarlak alanı geçerek tahtın ve diğer saray erbabının oturduğu dikdörtgen platforma yaklaştık. Gösterinin yapılacağı yani yarışmacıların yarışacağı asıl yer yuvarlak alandı.

Dikdörtgen platform iki kattan oluşuyordu, üst kattaki balkon kısma yan yana duran iki taht konulmuştu. Birinde Aron oturuyordu diğeri ise bana ayrılmıştı. Tahtlar uzaktan bakıldığında su dalgasını andıracak biçimde yapılmıştı. Balkonun direkleri mavi örtülerle süslenmiş ve asil bir görüntü ortaya çıkartılmıştı. Etrafta Su Tanrısını temsil eden mavi bayraklar asılıydı.

Alt kata yerleştirilen koltuklarda unvan sırasına göreydi. En üst kısımda hanedan üyeleri olduklarını düşündüğüm kişiler vardı. Aralarında ki tek tanıdık yüz Solomonunkiydi. Onların bir altında pelerinleriyle kıdemliler oturuyordu. Son kısımda ise şehir reisleri ve diğer görevliler yerleşmişti. Benim geldiğimi gören herkes ayağa kalkarak selam verdiler. Solomon ona bakmam için ısrarla gözlerimin içine baksa da görmezden gelerek üst kata ulaşabilmek için merdivenlere yöneldim.

Saya arkamdan gelerek bir ihtiyaç durumunda burada bulunsun diye tahtların arkasına geçti. Aron beni gördüğü gibi “Oturma.” demişti. Zaten kulakları bizde olan alttakilerin Aronun söylediğiyle dikkatleri daha çok bize yönelmişti. Tahttan kalkarak “Maar’da yaşayan çoğu kesim burada. Hazır herkes toplanmışken selamlama işini halledelim.” deyip elini bana uzatınca dizlerimin bağı çözülecek gibi olsa da parmaklarımı avucunun içine bıraktım.

Selamlamayı birden yapmayı beklemiyordum.

Elimi sıkıca tutarak beni balkonun önüne çıkardı.

Aronun konuşmasıyla birlikte gürültü anında kesilmiş ve konuşması bitene dek de kimseden çıt çıkmamıştı. “Sizin de bildiğiniz üzere topraklarım on yıldan uzun süredir bir gelinin varlığıyla şereflendirilmedi. Bundan bir ay kadar önce özlemini duyduğunuz gelin kutsanarak sonunda su sarayına teşrif etti. Lakin takdim gecesinde yapılan saldırıdan ötürü su gelini sizi selamlayamadı. Şimdi hepiniz burada toplanmışken size Kaldera’nın yeni gelinini takdim etmek istiyorum.”

Normal ses tonuyla konuşmasına rağmen Su Tanrısının sesi herkese ulaşıyordu. Halk Tanrılarının yeni gelininin sonunda selamlanacağını duyunca heyecandan nefeslerini tutmuş gibi görünüyorlardı. Aron elimi dudaklarına götürerek parmak eklemlerimin üzerine küçük bir buse kondurdu. Kehribarlarını leylaklarıma sabitleyerek “Ülkeme, halkıma, sarayıma ve bana hoş geldin Su Tanrısının gelini.” deyince bunu halkın gözünü boyamak için yaptığını bilsem de seyrinden çıkan nabzım bir süre hiçbir şey söylememe izin vermemişti. Dilimin bağı çözülmeden önce elbisemin eteğini tutarak önünde reverans vermeyi son anda akıl edebilmiştim.

“Hoş buldum Su Tanrısı.”

Bizim birbirimizi selamlamamızın ardından halk arenayı inletircesine alkışlamaya başlamıştı. Evliliğimiz için bizi kutluyor, Su Tanrısı ve gelini için tezahürat ediyorlardı. Towa haklıydı. Gerçekten de Su Tanrısının halkı uzun zamandır bir geline hasretti. Şimdi varlığımdan ne kadar mutlu olduklarına bakınca bunu daha iyi anlamıştım. Aron elimi bırakıp kolunu belime dolayarak beni kendine yaklaştırdı.

“O halde müsabaka başlasın.” Yeni bir alkış selinin ardından tahtlarımıza geçerken bakışlarım bir anlık Solomonla çarpışınca yüzünde tek bir mimik oynamadan bizi izlediğini görüp afallamıştım.

Yanındakiler de bize baksa da onun duygu içermeyen su yeşilleri ensemdeki tüyleri kabartmıştı. Bu gözlerden daha yoğun, daha soğuk ve ölümle sonlanması daha muhtemel bir diğer bakışlar ise su yeşili gözlere kitlenmişti. Havada ikisinin arasında cızırdayan elektrik yüzünden müsabakaya odaklanamıyordum. Dövüş çoktan başlamış, seyirciler tuttukları kişiye destek amaçlı bağırırken ben diken üzerinde oturuyormuş gibi hissediyordum.

Ya Aron başından beri Solomondan hoşlanmıyordu ya da Ragnar sabah olanları ona söylemişti. İkinci seçenek ilkinin aksine ödümü koparıyordu. Su Tanrısının Solomon yüzünden gelinlere karşı olan güvensizliğinin tetiklenmesinden korkuyordum.

Hanedan üyelerinden yaşı ilerlemiş olan adamlardan biri Solomonun kolundan tutarak onu oturması için çektiğinde itiraz etmeden yerine yerleşmişti. Tuttuğum nefesi bırakırken Aronun “Gözlerini oyacağım onun.” diye tıslamasıyla çalışan hayal gücüm bu tarz bir sahneyi gözlerimin önüne getirmiş ve dışarıdaki sıcağa rağmen üşümemi sağlamıştı.

Arenada neler olup bittiği hakkında hiçbir fikrim yoktu.

En son yarışmacılardan biri ötekine pes etmesi hakkında bir şeyler söylüyordu. Diğeri bunu kabul etmediğinden yeniden dövüşmeye başlamışlardı. İlerleyen dakikalarda başka bir sorun çıkmadığı için kasılan bedenim yavaş yavaş gevşemişti. Saya bir ara içecek bir şeyler getirmeyi teklif etmişti ben istememiştim. Aron’a sorsa da o Saya’yı duymazdan gelmişti. Başka bir zaman olsa bu yaptığını kaba bularak kızacak olsam da şu anda tek istediğim bu geceyi sağ salim atlatabilmekti.

Bir saatin sonunda kana bulanmış arena ve yara bere içerisindeki yarışmacılardan biri ötekinin kaburgalarına attığı yumrukla sonucu belirmişti. Birkaç kaburgasının kırıldığına emin olduğum adam daha fazla ayakta duramayarak yere yığılmış ve bayılmıştı. Kazanan yorgun argın olsa da zaferle bağırdığında onu destekleyen seyirciler oturdukları yerden kalkarak adama katılmışlardı. Ragnar ve Towa hakem olarak yuvarlak alanın yakınında dövüşü izlerlerken ikisi de Aronun onayını almak için ona döndüler. Su Tanrısı hafifçe kafasını salladığında Towa “Kazanan Perry Complet” diyerek ilan etti.

Seyirciler koşarak yuvarlak alana girmiş ve kazananı omuzlarına alarak kutlamalara başlamışlardı. Perry denen adamın kesinlikle şifacılardan birine gözükmesi gerektiğini düşünsem de zaferin verdiği sarhoşluktan muhtemelen acıyı bir süre daha hissetmeyecekti. Arenadaki görevliler baygın adamı sedyeye taşıyarak şifahaneye götürüyorlardı. Milletin coşkusundan sabaha kadar içip eğlenecekleri belli oluyordu. Ben stresten gösteriye pek odaklanamasam da arenadaki kanın çokluğu dövüşün çetin geçtiğini ispatlıyordu. Bizim saraya döneceğimizi sanırken hanedan üyelerinin, kıdemlilerin, soylu ve diğer kişilerin de kutlamalara katıldığını görmüştüm. Saya’da kolumdan tutup beni çekiştirerek aralarına sokmuştu. Köyümde de bazen bu tarz eğlenceler düzenlediğimiz için kısa sürede yaşananları unutmuş ve bende keyfime bakmıştım.

Zaten Aron kutlamalara katılamayacağım hakkında bir şey söylememişti.

Benimle tanışmak için gelen soylularla sohbet etmiş ve çekinseler de halktan çoğu kişiyle de konuşmuştum. Hanedan üyelerinin ise bana yaklaşmasına meşgulmüş gibi davranarak izin vermemiştim. İlerleyen saatlerde onları fazla görmezden gelmenin iyi olmayacağına karar vererek bir, iki kelime etmekten ileriye gitmemiştim. Solomon köşeye çekilerek elindeki içkisiyle tüm bu zaman boyunca beni izlemişti. İçimden bir ses beni tek yakalamak için fırsat kolladığını söylese de bu kalabalıkta mümkün değildi.

Saya’nın elime tutuşturduğu bardağı içerken boğazımı yakarak geçen sıvının alkol olduğunu anlasam da içmeye devam etmiştim. Su Tanrısı etrafına dolanan adamlarla bir şeyler konuşurken onun içmediğini ama bir gözünün sürekli üzerimde olduğunu görerek gülmüştüm. Neye güldüğümü bile bilmiyordum. Sadece bakışlarının hep üzerimde olması acayip hoşuma gitmişti.

Bardaklar peş peşe devam etti.

Hanedan üyelerinin arasında daha önce gördüğüm yaşlı adamın yanında cüretkar bir kıyafet giymiş kadınla birlikte Aron’a yaklaştığını görünce görüşüm arada bulanıklaşsa da gülümsemeyi kesip kaşlarımı çatmıştım. O kadın müsabaka boyunca Aron’u gözleriyle yiyip bitiren kadındı. Yaşlı adamın hareketlerinden yanındaki kızı Aron’a tanıttığını anladığımda artık her şey için çok geçti.

Sarsak adımlarla yürüyerek hareket edip duran merdivenleri güç bela tırmanıp yanlarına gittiğim sırada kadının açıkça Aron’a iş attığını görünce sinirim tepeme çıkmıştı. İçtiğim içki yüzünden sıcak basmıştı. Su Tanrısının gözleri yaşlı adamı dinlerken bir ara kalabalığa karışmış, aradığı şeyi bulamadıkça omuzları gerilmişti. Birden kucağına oturarak kollarımı boynuna dolayıp “Beni mi arıyorsun?” diye sorduğumda üçü de bana şaşkınlıkla bakmaya başlamıştı. Aron kucağından düşmemeyim diye koluyla belimi sararken kaşlarını kaldırıp “Sarhoş olmuşsun” deyince kafamda dediklerini bir süre tartıp sonra kafamı olumlu anlamda sallayarak gülmüştüm.

“Öyleyim.” Kelimeleri düzgünce bir araya getiremediğim için peltek konuşuyordum.

Yaşlı adam planını bozacağımı anlamış olmalı ki “İsterseniz Mana hanımla ilgilenecek birilerini çağırayım.” deyince ben kaşlarımı çatarak ayık olsam asla yapmaya cesaret edemeyeceğim bir şey yapmıştım. Aron’a daha çok yaklaşıp nefesimi boynuna vererek cilveli bir şekilde “I-ıhh başkasını istemiyorum, odamıza gidelim artık.” demiştim. Yaşlı adamın sesi kesilirken Aron altımda kaskatı kesilmişti.

Aron ikiletmeden beni kucağına alıp kalkarak “Geceyi burada sonlandıralım.” deyince kız suratını asmış yaşlı adam ise mecburen “Tabii, size iyi geceler efendim.” demişti. Aron kucağında benimle birlikte saraya doğru giderken gürültü bizden gittikçe uzaklaşmış ve yerini sessizlik almıştı. Kocamı yuva yıkan kadından kurtarmanın rahatlığı, günün yorgunluğu ve alkolün verdiği mayışmayla başımı Aron’un omzuna yaslamıştım. Uykuya dalmadan evvel alnımda hissettiğim dudakları ise hayal etmiş olmalıyım.

O dudaklar yanan vücudumun aksine serindi.

Nefes nefese kalmış bir şekilde yerimden fırladığım için anında gözlerim kararmıştı. Üzerimdeki gecelik terimi emdiğinden tenime yapışmış vaziyetteydi. Odada yankılanan soluk alışverişlerimi dinlerken görüşümdeki karaltı düzelerek ardında siyah benekler bıraktı. O da birkaç dakikaya kaybolurdu zaten. Kaşlarımı çatarak ne gördüğümü hatırlamaya çalışsam da olmuyordu. Gerçi halimden iyi şeyler görmediğim kesindi ama bu sefer detaylara bende hakim değildim.

Kafamı komple ele geçiren ani ağrıyla inleyerek parmaklarımı alnıma götürüp ovalamaya başladım. Başım felaket ağrıyordu.

“Bir kabus daha mı?” Hiç beklemediğim anda yanımdan gelen sesle birlikte “Hiihhh!” diye bir koku nidası çıkarıp baktığımda pencerenin pervazını mesken tutmuş Tanrıyı görmüştüm. Bir bacağı yere basarken diğerini kendine doğru çekmişti. Kolu karnına doğru çektiği bacağının üstünden aşağıya sarkıyordu.

İçerisi karanlıktı.

Pencerenin perdelerini sonuna kadar açtığından gökteki Ay’ın gümüşi şavkı odanın içerisine doluyordu. Aynı ışık Su Tanrısının yüzüne vurarak varlığını aydınlatsa da gece kadar kara olan saçlarını kırıp geçemiyordu. Bakışlarım çıplak gövdesine düştü. Geniş omuzları, mermerden oyulmuş gibi duran göğüs ve karın kaslarına kadar her bir uzvu sanatçısının en değerli eseri gibi duruyordu; yapılışı yıllar almıştı.

Ateş gibi cayır cayır yanan kehribarlar gözlerimi üzerinde istercesine çatırdıyordu.

Daha önce onu yarı çıplak görsem de her seferinde karşısında dut yemiş bülbül gibi kalıyor oluşum kanımı kaynatarak yüzümü ısındırıyordu. Bakışlarımı utanarak üzerinden çektiğimde çıplak ayaklarının parkede çıkardığı tok sesi işitmiştim. Bu ses kalbimin yine gürültüyle göğsümü delmek için uğraşmasına neden olmuştu. Örtünün altından tırnaklarımı yatağa geçirerek üzerimdeki gerginliği atmaya çalışırken yatağın boş kısmına oturmuş, eliyle çenemi kavrayarak yüzümü yüzüne çekmişti.

“Ne gördün?” Kehribarların içindeki benekler o kadar dikkat dağıtıcıydı ki soru sorduğunu algılamam uzun sürmüştü. “Hatırlamıyorum.” İrisleri kıpırdayan dudaklarıma düşerek konuşurken nasıl hareket ettiklerini izlemiş ardından bakışlarını tekrar gözlerime tırmandırmıştı. “Bana yalan söyleme cüretinde bulunmuyorsundur umarım?” derken kelimelerinin içine sinsice gizlenen uyarıyı sezmiştim. Arkasındaki karanlık kehribarları daha da güçlendiriyormuşçasına odanın içinde bir onu görüyordu gözlerim.

Kalbim sıkıştı, bunlar nasıl gözlerdi böyle?

“Yalan söylemiyorum.” Leylaklarımda en ufak bir tedirginlik, telaş arasa da bulamayınca kafasını ‘öyle olsun bakalım.’ anlamında belli belirsiz sallamıştı. Elini çenemden çekmek yerine baş parmağıyla çenemin kenarını okşayarak “Nasıl hissediyorsun?” diye sormuştu. Hafif hafif hissettiğim zonklamayla “Başım çok kötü.” diyebilmiştim.

“O kadar içersen ağrır tabii.” Yüzü herhangi bir duygu barındırmasa da kehribarları adını koyamadığım bir ifadeyle doluydu. Sanki aklından her ne geçiyorsa bundan zevk alıyordu. En son olanları hatırlamaya çalıştım. Gözlerimin önüne gelen kesik kesik anılar da: elit birliğe girecek kişinin belirlenmesinden sonra verilen eğlenceye Saya’nın beni sokmaya çalışmasına kadar ki olaylar vardı. Evet, içmeye başladığımızı hatırlıyordum ama üçüncü bardaktan sonraki yaşananlar hafızamdan cımbızla ayıklanmış gibiydi.

Örtünün üzerine çıkarttığım parmaklarımı kıpırdatırken kabullenilmiş bir çaresizlikle “Ne yaptım?” diye sorduğumda Aron “Hiçbir şey.” deyince şaşırarak “Gerçekten mi?” diye sormuştum. Nedense inanasım gelmiyordu, çok şüpheliydi.

“Sadece ben hanedan üyelerinden biriyle laflarken gelip kucağıma oturdun. Sonrada onların çok yanlış anlayacağı bir şekilde bana yaklaşarak odamıza gitmek istedin.” Şimdi o söyleyince alt katta oturan kızıl kadını hatırlamıştım. Sarhoşken yaptıklarımdan pişman olmasam da pat diye kucağına oturup birde hanedan üyelerini özelimize karışmak yerin bin kat dibine girmek istememi sağlamıştı.

Kucağımdaki parmaklarımla oynarken ona kaçamak bakışlar atıp “Sarhoştum…” diye mırıldandığımda beni izleyen Su Tanrısı “Biliyorum.” demişti. Sesi kızgın gelmiyordu. Beni yaptığım şeyler için azarlamayacak mıydı yani?

“Kızmadın mı?”

“Kızmadım sadece şaşırdım bu da beni meraklandırdı.”

Başımı kaldırarak “Ne için?” diye sorduğumda soğuk parmaklarını ilk önce terden ıslanmış boynumda gezdirdi. İrisleri de parmaklarını takip ediyordu. Elini aşağılara doğru kaydırıp dekoltemin başlangıcında durdurdu.

“Eğer sana izin verseydim neler yapabileceğine dair.” Göğsümün üstünü baş parmağıyla okşadığında bağrımı kaldırıp indirecek bir soluk alıp verdim. Bu da geceliğin gerilerek dekoltemi daha da ön plana çıkarmasıyla sonuçlandı, birde kehribarların koyulaşarak kor gibi yanmasına.

Söylediği şeye nasıl bir cevap vermem gerektiğini bilmiyordum.

Su Tanrısı birden gözlerini kapatarak derin bir soluk aldı, kaşları çatılmıştı. Gözlerini açtığında göz bebekleri bu sefer bambaşka bir duygunun esiri altındaydı; öfke. İrislerinde açılan kızıl çatlaklar cehennem çukurlarında işkence gören ruhların çığlığını barındırıyordu. O ruhları yakan kehribar ateşi de oydu, kazanda günahkarları derilerini kemiklerine yapıştıracak derecede haşlayacak kazanlardaki su da.

Odanın ısısının gittikçe düştüğünü hissettim.

Çenesi sıkılmaktan kilitlenmişti.

Öfkesine rağmen konuşurken kullandığı ton ise oldukça alçaktı. Bu bağırmasından daha korkutucuydu. Su Tanrısı gerçekten öfkelendiği zaman bağırıp çağırıp ortalığı yıkıp dökmüyordu… fokurdayan bir volkan misali sessizce kaynıyordu. “Koku silinmeye yüz tuttuğu için mi o it sana yaklaşma cüretini gösterdi?” Kokudan kastının ne olduğunu anlamasam da it diye bahsettiği kişinin kim olduğunu biliyordum. Eliyle ayak bileğimi yakaladığı gibi çekerek beni yatağa uzandırdı.

Ben daha neler olduğunu anlamadan bacaklarımın arasına girerek burnumu boynuma gömüp tekrar derin bir nefes aldı. Bir koku arıyordu. Aradığı kokuyu buladığı için de sinirlendikçe sinirleniyor bu da kendine hakim olmamasını sağlıyordu.

Öfkesini tetikleyen şey her neyse içgüdülerini devreye sokmuştu.

Omuzlarını tutarak onu üzerimden itmek istediğimde ellerimin altındaki bedeninin kaskatı kesildiğini fark ederek duraksamıştım. Telaşlanma… telaşlanma Mana; o Ateş Tanrısı değil, o Aron. İstemediğini söylediğin sürece seni asla bir şeylere zorlamaz.

Zihnimi o günden uzaklaştırmaya çalışırken elimi ensesindeki saçlarına götürerek okşamaya başladım.

“Sorun ne?” İçindeki Tanrıyı kışkırtmak yerine uysalca yaklaşımım işe yaramış olmalı ki biraz daha gevşeyerek “Üstündeki kokum siliniyor.” demişti. Söylediği şeye büyük bir öfke duyan yanı sesini boğsa da diğer yanı hüsrana uğramış gibiydi.

Üzerimde kokusu mu vardı? Ne zamandan beri?

“Bu kötü bir şey mi?”

“Sen benim karımsın.” Bunu onun ağzından duyunca altında kasılsam da tepki vermemişti. Göğsü göğsüme değdiği için çığırından çıkan kalbimin atışları onun solundaki boşluğa vuruyordu. Hissediyordu… hissetmemesi imkansızdı. “Üzerinde benim kokumu taşımalısın. Bu koku benim izim ve bu iz şimdi siliniyor.”

Yutkunarak “Koku silinirse ne olur ki?” diye sorduğumda tekrar gerilmişti. “İzin silinmesi benim dünyamda ayrılmakla eş değerdir.” Ahh şimdi bütün taşlar yerine oturmuştu. “O it bunu fark etmiş olmalı. O fark ettiyse diğerlerinin de fark etmesi an meselesi.” Eğer bu dedikodu hanedan üyelerinin arasında yayılacak olursa işler kötüye gidecekti. Belki de dün ki gibi Aron’a yeni eş -onların istedikleri bir gelin- arayışına girişeceklerdi.

“Kokunun sürekli üzerimde kalması için yapabileceğimiz bir şey yok mu?” Aron yüzünü boynumdan çekerek gözlerimin içine bakınca göz bebeklerinin ilk defa bu kadar büyüyüp karardığına şahit olmuştum. Bu nedense kasıklarıma bir bıçak darbesi indirmişti.

Bir süre dik dik gözlerimin içine bakarak yutkununca boğazında ki adem elması aşağıdan yukarıya doğru oynadı. “İster miydin? Kokumun sürekli üzerinde olmasını?”

Gözlerindeki bakışa kapılarak kafamı salladığımda dişlerini sıkarak “Sikeyim, bende istiyorum.” diyerek üzerimde yükselip burnunu yanağıma sürttü ve kulağıma doğru iç gıcıklatacak şekilde “Hem de çok.” diyerek fısıldayınca inlememi bastıramamıştım.

Bacaklarımın arasındaki nokta nabız gibi atmaya başladı.

O da istiyordu.

Hem de çok.

“Kendini bana bırak suyun gelini.” Kısık sesi şeytan kadar ayartıcıydı. Kalbim içimde son nefesini tüketiyormuşçasına çırpınıyordu. Heyecandan mı yoksa korkudan mı bilmiyorum, titriyordum.

Buna hazır mıydım?

Onunla bir bütün olamaya?

Aron aklımdaki şüpheyi görüyormuşçasına “Bunun geri dönüşü yok.” dedi.

Aklıma bugün Towayla yaptığım konuşma sırasında fark ettiğim korkularım geldi.

Onun attığı adımlara ama benim kaçmama.

“Dikkatlice cevap ver. Bana ertesi gün uyandığında pişman olmayacağın bir cevap ver Mana.” Bana seçip hakkı veriyordu.

Kollarımı boynuna dolayarak gözlerimi kapatıp dudaklarımı dudaklarına bastırdım

Sonsuza dek yanında olmak istiyordum Aron.

Kadının olmak istiyorum.

Reddedilmeyi bekliyor olmalı ki bir saniye için dona kalmıştı. Gözlerimi açtığımda arzuyla kararan bakışları, ansızın altın bir renge bulanarak parlamaya başlamış ve o parıltı odanın içerisine dolmuştu. O parıltı bir şeyleri tetiklemişti. Pencereden gözüken Ay’ın önüne toplanan kara bulutlar ışığını kesmiş ve yeryüzüyle gökyüzünü karanlığa boğmuştu. Gök birden gürlemeye başlamış, bulutların içerisinde birbiri ardına çakan şimşekler etrafı saniyelik aydınlatsa da karanlık hiç dağılmamıştı.

Cama ilk yağmur tanesi çarptı.

Sonra ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü derken kısa sürede çoğalan damlalar birleşerek sağanak halini almışlardı. Saniyeler içerisinde değişen hava durumuna şaşkınlıkla bakakalmıştım. Gök gürlemesine karışan şimşeklerin senfonisini dinlerken gözleri hala altın sarısı renginde parlayan Su Tanrısına döndüm.

Dışarıdaki fırtınayı o mu yapıyordu?

 

:D :D :D

Loading...
0%