Yeni Üyelik
23.
Bölüm

BÖLÜM 23: "ALAMETİN KUŞLARI"

@endless_q

▏₰ Mana

Harem.

Harem…

HAREM!

Hızlı adımlarla sarayın avlusuna girip oradan direkt Aron’un çalışma odasının yolunu tutarken gözüm kimseyi görmüyordu. Güler yüzüme alışmış olan hizmetlilerin heyecanlı ifadeleri benimle karşılaşır karşılaşmaz tedirginleşiyordu. İçlerinden birinin bir hata yaptıklarını düşündükleri için bana böyle korkuyla baktıklarını biliyordum. Muhtemelen cezalandırılmayı bekliyorlardı. Halbuki göğüs kafesime oturan bu ağırlığın onlarla hiçbir alakası yoktu.

Yanlarından geçtiğim her hizmetçinin gerilen omuzları ancak ben uzaklaştığımda gevşiyordu.

Girişin sol çeperini boydan boya kaplayan devasa camdan duvarın arkasındaki deniz canlıları, yine onları izlemeye geldiğimin kanısına kapılarak bu tarafa doğru yüzmüşler fakat öfkeme tanık olur olmaz suyun derinliklerine kaçışmışlardı.

Kalbimde tomurcuklanan şakayık çiçeklerine dikenden sarmaşıklar dolanmıştı.

O dikenler şakayıkları kahrediyordu.

Feryat ediyorlardı boşluğa.

Şimdi bunu onlara yapanı nasıl affedeceklerdi? Derinlerde, çektikleri acının failinin onları eken kişiyle aynı olduklarını seziyorlardı. Bunu bilmek ızdıraplarını katlıyordu. Gerçekten onlara hayat veren eller mi ihanet mi etmişti bize? Etmesin.

Titreyen çenemi sıktım.

Deniz atlarından birinin ilerideki kayanın arkasına sığınarak gizliden gizliye beni gözetlediğini göz ucuyla yakalamıştım. Küçük bir deniz kızı da köşede kibirli ifadesiyle kollarını birbirine dolamış bana kınarcasına bakıyordu.

Onları hayranlıkla izlememe alıştıklarından şu anki tavrım acayiplerine gitmişti tabii.

Dediğim gibi bu halimin ne onlarla ne de hizmetçilerle ilgisi yoktu.

Gazabımı tadacak tek kişi Tanrılarıydı!

Deniz canlıları her gelişimde bana ufak bir gösteri sunarlardı bu da gün boyu ruh halimi diri tutardı. Daha sonra gelip gönüllerini alsam iyi olacaktı zira Aronla yüzleştikten sonra yıkılmamak için onlara ihtiyacım olacaktı.

Saraydaki bütün kapıların üzerine el işçiliğiyle muazzam bir şekilde kazınan Lotus çiçeği görüş alanıma girdiğinde, acelesi varmışçasına sık adımlar atan ayaklarım yavaşlayarak neredeyse duracak hale gelmişlerdi. Gölgelerden uzanan zincirler bileklerime dolanmış, o zincirler daha fazla ilerlememem için beni geriye doğru çekerken yalvarıyorlardı. O kapının arkasında beni bekleyen gerçekten korkuyordum.

Gerçekten beni gelinler konusunda kandırmış olabilir mi?

Ya onları öldürtmek yerine saraydan uzakta bir yere kapatıyorsa?

Gözlerimin içine baka baka yalan söylemiş olmasını affedemezdim.

Dudaklarımda acınası bir kıvrım belirdi.

Başından beri kehribarlarındaki ışığa kapılmış bir ateşböceğinden farksız mıydım yani?

O parıltıya kandığımı ateşinde yandığımda mı fark edecektim?

Dudaklarımın düz bir çizgi halini almasını sağlayıp omuzlarımı dikleştirdim. Bir yalanı yaşamaktansa gerçekle acı çekmeyi tercih ederdim o yüzden kaçmayacaktım. Aldığım kararın verdiği cesaret omuzlarımda eğrelti dursa da duraksamadan kapının kolunu tuttuğum gibi aşağı bastırarak içeri girdim.

Benim odaya dalmamla birlikte çalışma masasında oturan kehribarlar, duygulardan arınmışçasına boş bakan irislerini acele etmeden üzerime çevirdi. Bakışlarımızın çakışmasıyla birlikte göğsüme bir sızı girdi ve damarıma basan öfkem yeniden gün yüzüne çıktı. Güzel, bu iyiydi. Ona göstermek istediğim kırgın yanım değildi, kızgınlığımdı.

“Öhöm!” Dikkatimi çekmek amacıyla yapılan boğaz temizlemesiyle birlikte bakışlarımı Su Tanrısından çekip burada olduklarını şimdi fark ettiğim kıdemlilere çevirdim, odada yalnız değildi. Sanırım toplantı gibi bir şeyi bölmüştüm. İki pelerinli Aron’un masasının karşısına konulmuş deri koltuklarda oturuyorlardı. Aron gözlerini üzerimden ayırmadan pelerinlilere “Çıkın.” deyince emre itaat ederek ayaklandılar. Kıdemliler yanımdan geçip gitmeden önce önümde eğilerek selam vermeyi eksik etmemişlerdi. Bense tıpkı Su Tanrısı gibi leylaklarımı bir an olsun üzerinden çekmiyordum.

Bu adamın beni okşayan elleri daha önce kaç kadına da aynı şekilde dokunmuştu?

Ten hafızası diye bir şey vardı… dokunduğunda, sarıldığında, her teması belleğine kazırdı. Kaçı teninin hafızasındaydı? Kalbimdeki kan akışını durduran, tıkanmış bir damar gibiydi beynimi istila eden kirli düşünceler. Ağrıtıyor, acıtıyor, boğuyordu.

Şeytanın kulağıma fısıldadığı vesveselerle birlikte leylaklarım gittikçe koyulaşıyordu. Gözlerime karışan karanlık gazabın rengiydi; öfkeden doğmuş, yok etmek için yaratılan bir duyguydu. Benden öncesi önemli olmamalıydı… olmaması gerekirdi. O halde neden tenine işlemiş bütün dokunuşların izlerini tırnaklarımla aşındırarak silmek istiyordum? Aklımı kaçıracağım… benden sonrasıydı mühim olan.

Benden sonrası olmamalıydı.

“Az sonra ilk cinayetini işleyecekmiş gibi bakıyorsun.”

Donuk bir tonla “Kim bilir? Belki de dediğini yapmak üzereyimdir.” dediğimde dudaklarının kenarı küçük bir kıvrımla yukarı doğru büküldüler. “İlk kurbanın olarak da beni mi seçtin? Onur duydum gelinim.” Aron’un yüzündeki alaylı ifadeyle benim yüzümdeki ciddiyet çelişiyordu. “Seni öldürmek için sebeplerim olmadığını söyleyemezsin.” Bu kadar katı bir cevap almayı beklemediğinden yüz hatları gerilerek az önceki alaydan yoksun bir soğukla örtüldü. Sözlerim ona buraya geldikten sonra bana yaptıklarını hatırlatmıştı.

“Bir an için gerçekten pişman olduğunu düşünmüştüm biliyor musun? Bana yaptığın onca şey için…” Telafi etmek için uğraştığını sanmıştım. Nasıl bu kadar kör olabildim? Nasıl değiştiğini düşünebildim? Karşımdaki adamın kibirleriyle ünlü Tanrılardan biri olduğunu unutmuştum. Sırtımı kapıdan çekerek ona doğru birkaç adım atıp “Hoşuna gitti mi peki? Aptal gibi sana teslim olduktan sonra arkamdan güldün mü?” dediğimde ani çıkışımla birlikte bakışları buz kesti.

Kaşlarını derinden çatarak “Durduk yere gelmiş ne saçmalıyorsun?” derken bilmezden gelen tavrı sonuna kadar gerilmiş olan bam telimi koparmıştı. Ruhsal, kısmen fiziksel olarak aldığım yara gözüme kırmızı bir perde indirmişti. Öyle ki sonrasında gelişen olaylar tamamen kontrolümün altından çıkmıştı. Hemen yanında durduğum uzun sehpanın üzerindeki vazoyu kaptığımda gibi ona fırlattığımda, başını yana yatırarak vazonun kafasına çarpmasını engellemişti. Hedefini kaçıran vazo duvarla çarpışarak onlarca parçaya ayrılmış, kırık parçaları etrafa saçılmıştı.

Kalbimi andırıyorlardı. Bu adamın avucunun içinde parçalara ayrılan zavallı kalbimi.

“Siktir!”

“Sadakatsiz herif.” Mırıldanarak söylediğim şeyi duymamış olmalı ki hışımla oturduğu yerden kalkarak sıktığı dişlerinin arasından “Kendine gel Mana!” dedi. Uyarısına kulak asmadım, asamazdım ki… Bir diğer eşyaya uzanarak onu da fırlattım. Ardından elime geçen ne varsa üzerine yollarken bir yandan da çıldırmışçasına bağırıyordum. “Sadakatsiz herif! Sen benim kocamsın bunu bana nasıl yaparsın! Nasıl bana yalan söylersin! Nasıl olan bir şeyi bana olmamış gibi yutturursun!”

Nasıl beni gördüğün ilk anda gözünü nefesime dikersin? Nasıl hayatta oluşumu sorgularsın? Nasıl beni zindana attırırsın? Nasıl sözlerinle her seferinde canımı yakarsın?

Acıyor.

Hiç büyüyemeyen o kız çocuğunun canını yakıyordu.

Hırsımı alamıyordum. Hıncımı çıkarmak istiyordum. Bir şeyleri parçalamak, ona zarar vermek belki de. “İtiraf et hadi! Hoşuna gitti değil mi yaptıklarım! Beni kandırmak hoşuna gitti!” Gürültüyle kırılan bir başka eşyanın parçaları etrafa dağılırken Aron sabrının sınırına gelmişti. Öyle korkutucu bakıyordu ki kehribarları bir an için beni yerimde dondurup tüylerimi ürpertmişti. Hışımla üzerime doğru yürüyüp ona doğru atmak için kaldırdığım biblonun bileğimi sıkarak elimden düşmesini sağlamıştı. “Bırak!” Dinlememiş, sıktığı bileğimle beni geriye doğru yürüterek sırtımın kapıya çarpmasını sağlamıştı.

Bileğimi elinden kurtarmaya çalışarak “Bırak beni!” diye bağırsam da nafileydi.

Tutuşunu sıkılaştırarak “Derdin ne senin!” diye sorduğunda alt dudağımı ısırıp yüzümü ondan sakladım. Göğsüm yaşadığım sinir krizinden dolayı hızla inip kalkıyordu. Odada duyulan tek şey gürültüyle alıp verdiğim nefeslerdi. “Konuşsana kadın!” Ağırıma gidiyordu… yaptıkların, beni bir türlü kabullenemeyişin, bir hareminin oluşu… beni üzen, bu zamana kadar bastırdığım bütün duyguların patlamasını sağlamıştı. Dolmuş… dolmuş en sonunda taşmıştım.

Ölmemi istemişti.

Yine istiyor muydu? Gözlerime her bakışında, her dokunuşunda, beni her öpüşünde yine ölmemi istiyor muydun Aron?

“Yüzüme bak da konuş.” Yapmayacağımı anlayınca boştaki eliyle çenemi kavrayıp başını kaldırdı. Gözlerimle karşılaştığında orada öfke yerine içi acı kesiklerle dolu kız çocuğunu bulunca afallamıştı. Bir süre gözlerimin içine bakıp onu izledi. Herkesten kaçan o küçük kız kendini ona gösterdi.

Bıkkınlıkla nefesini üfürdü. Niyeyse öfkeyi bir anda tuzla buz olmuştu.

Benimde… sinir boşalması yaşayınca bütün öfkem kaybolmuş geriye sadece dargınlığımla kalmıştım.

Bileğimdeki elini bıraktı. “Anlat bana.”

“Beni aptal yerine koydun.”

Hafifçe kaşları çatıldı. “Ne zaman?”

“En başından beri.” Sanırım en acı tarafı buydu… en başından beri olması.

Daha biri kapanmadan ötekini açtın. Yaralar… niye yaralarımın kapanmasına bir türlü müsaade etmiyorsun? Niye kapanacak gibi olanlara parmağını bastırıp yeniden kanatıyorsun? En önemlisi… niye bende yaralar açıp duruyorsun Su Tanrısı?

“Şu işi doğru düzgün anlat.”

“Haremin varmış. Nasıl yaparsın? Bana yalan söyledin. Gelinleri öldürmediğini başından söyleseydin ya! Böyle çirkin bir yalanın arkasına sığınmadan bana dürüst olsaydın...” Eğer dürüst olsaydın kendimi ikinci, üçüncü belki de yedinci kadın olmaya hazırlardım. Akideleri biliyorum… Bir Tanrının tek kadını olmanın mümkün olmadığını biliyorum. Eğer bilseydim… sana âşık olmamak için, benim olmadığını gözüme sokardım. O zaman bu kadar canım yanmazdı.

Seni sevmek beni diri diri toprağa gömmezdi.

Beni hiç sevmeyecek olsan bile hayatındaki tek kadın olacağımın avuntusuyla sevgisizliğini yutmazdım.

İnanmıştım ve şimdi sen inancımı da elimden aldın.

Anlatacaklarımı anlatıp sonunda sustuğumda gözlerinde durgun bir deniz gördüm. Ne düşündüğünü anlamam imkansızdı. Oradaki deniz tek bir dalgadan dahi yoksundu.

“Sana bunu kim söyledi?”

“Kimin söylediğinin ne önemi var?”

“Önemi var. Çünkü sana bunu kim söylediyse yalan söylemiş.”

Kaşlarımı çattım. “Ne?”

“Maar’ın hayır, Kaldera’nın hiçbir şehrinde bana ait bir harem yok.”

Şaşkınlığım katbekat arttı yine de ona inanamadım. “Yalan söylüyorsun.”

Kolunu başımın üstüne dayayarak oradan destek alıp üzerime doğru eğildi. “Yattığımız gecenin ertesi sabahından beri beni gördüğün yerde kaçıp durdun, yetmedi senden başka hiçbir gelini yaşatmadığımı bilmene rağmen duyduğun ilk sözle birlikte odamı basıp beni olmayan bir haremin varlığıyla itham ettin. Şimdi de sana bunun doğru olmadığını söylediğim halde beni yalancılıkla mı suçluyorsun?” Ağzından çıkan her cümle gök gürültüsü gibi gürlerken, kehribarların da çakan şimşekler düşeceği boşluğu kolluyordu.

Ne yani doğruyu mu söylüyordu?

“Ben… tek miyim şimdi?”

“Teksin. On yıldan uzun süredir sarayıma, yatağıma, koynuma giren tek gelinsin.”

Dona kalmış vaziyette söylediklerini dinlerken çalışma odasına girdiğimden beri yaptığım her şey gözümün önünden bir bir geçti. Gözlerimi yenilmişlikle kapattım. Aşağılık herifin oyununa gelmiştim.

Aron üzerimden geri çekilip kollarını birbirine dolayarak bana dik dik bakarken nereye kaçsam acaba diye düşünüyordum. Resmen adama durduk yere iftira atmıştım! Yerdeki kırık eşyaların fazlalığı gözüme çarpınca ciddi anlamda odayı darmadağın ettiğimi ve bütün bu eşyaları Aron’a fırlattığımı hatırlayarak bir saniye içinde utancın bin bir çeşidini yaşadım.

Bakışlarımı kaçırarak “Sanırım sana bir özür borçluyum.” dediğimde sesim o kadar kısık çıkmıştı ki ben bile güç bela duymuştum.

Tek kaşını kaldırdı. “Onca yaptığın şeyden sonra tek bir özrün yeteceğini mi sanıyorsun?”

Yanlış anlaşılmalar her zaman olabilir diyerek diretmek istesem de kehribarlardaki sert tutum beni kolay kolay bırakmayacağını anlamama yetmişti.

“İyi, tamam. Ne yapmamı istiyorsun?”

Dudağının bir köşesi yukarı doğru kıvrıldıktan sonra göğsünde bağladığı kollarını serbest bırakıp aramızda açtığı mesafeyi tek adımıyla kapattı. Vücudunu bana yaslayınca kalbim anında tepki göstererek hızlanmıştı. Elbisemin eteğini tutarak yukarı doğru sıyırıp ardından da elini iyice topladığı kumaşın altından sokup baldırımı okşayınca irkilmiştim.

“Aron?” Sıcak nefesini boynuma verince ürpererek kafamı kapıya yasladım. Baldırımı okşayan soğuk elini tenime sürterek yukarı tırmanmaya başlayınca ne yapacağımı şaşırmıştım. Aklıma gelen şeyi yapmak istemiyordu değil mi? Hemen? Burada?

Dudaklarını kulağıma götürerek “Cezalısın.” diye fısıldadı. Ceza mı? Ne tür bir cezadan bahsediyordu? Kalın sesiyle mayışan bakışlarımı istemsizce dudaklarına indirdiğim anda birden elini baldırımdan geri çekerek benden uzaklaştı. Tekrar kollarını göğsünde bağlayıp “Gördüğün üzere odamın iyi bir temizliğe ihtiyacı var.” dedikten sonra gözlerini kurnazca kıstı. “Tek bir toz zerresi bile görmeyeceğim deniz kızı.” Pis herif! İlk önce bana yaklaşarak aklıma olmayacak şeyleri sokmuş ardından da kendini geri çekip beni ortada dımdızlak bırakmıştı!

“Sen—“

“Lazım olan malzemeleri kapıdaki muhafızlara söyle sana getirsinler.”

Ona bir sürü laf saymak istesem de odanın ciddi anlamda temizliğe ihtiyacı olduğunu ve bu dağınıklıktan benim sorumlu olduğumu bildiğim için dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. Homurdanarak dediğini yapmak üzere kapıya dönmüşken popomda hissettiğim yanmayla yerimden sıçramıştım.

Şaplak atmıştı!

“Söylenip durma da işe koyul.”

Tetiklenmiştim.

Solomon’un söyledikleri beni tetiklemişti.

Başka bir zamanda olsaydık ve ben ilk gün ki korkularımdan arınsaydım beni bu kadar kolay kandıramazdı. Kaldera’ya gelişimin üzerinden çok süre geçmemişti fakat şimdiden bir ömür yetecek kadar fazla olay atlatmıştım. Bunların en beteri Aronla yaşadıklarımdı. Çabaladığını biliyordum, yemin ederim görüyordum ama tamamıyla güvenimi kazanabilmiş değildi tıpkı benimde onun güvenini kazanamadığım gibi. Her sinirlendiğinde beni tekrar o zindana göndereceğinden endişeleniyordum mesela.

O da muhakkak elimde bir bıçakla arkasında belirmemi bekliyordu.

Kimi kandırıyorum ki?

Onu sevdiğim içindi.

Bu adamın sevgisiydi beni hoyratlaştıran.

Harem adını duyunca kan beynime sıçramıştı. Oysaki Aron’un kadınlara olan katıksız nefretinden haberdardım. Ragnar da bana Maar’da ki tek gelin olduğumu bu yüzden Hanedanı varlığımla endişelendirdiğimi söylemişti. Solomon en büyük korkumu dirilttiğinden kırılan kalbime söz geçirememiştim. Duyduğum şeylere sağır kesilmiş, bildiklerime körleşmiştim.

Onunda elinde değildi.

Gelinleri Tanrılar istediği için değil, Tanrılara tapan ırklar dileklerini gerçekleştirsinler diye gönderiyorlardı. Bir gün istesem de istemesem de yeni bir gelin ortaya çıkacaktı. Elimdeki paspasın çubuğunu sıktım. Bunu o gün geldiğinde dert edersin Mana, şimdi değil.

Çaktırmadan masasında oturan Aron’a baktım; düşünceli gözüküyordu.

Dalmış bir şekilde eline aldığı kalemin başını belli aralıklarla masaya vuruyordu ve bunu yaptığının farkında bile değildi.

Temizliğe başladığımdan beri konuşmamıştı.

Ona içimdeki öfkeyi gösterirken bana yaptıklarını da yüzüne vurmuştum. Öyle bir niyetim olmamasına rağmen dilimi tutamamıştım. Onu affedemediğimi anlamış olmalı. Hem dediklerine bakılırsa ondan kaçışımı kafasına takmamış falan değildi, takmıştı ve bu durumdan hiç hoşlanmadığını huysuz çıkan sesinden anlamıştım.

Kaçmamı dert etmişti. Bunu bilmek niye beni sevindiriyordu? En azından bana karşı o kadar da umursamaz değilmiş diyebiliyordum artık.

Leylaklarımı ondan çekip sildiğim parkelerle bakıştım.

Deniz kızı.

Bana deniz kızı demişti.

Su da yaşayan en güzel dişi varlıklar onlardı.

Bu… beni de güzel bulduğu anlamına mı geliyordu?

Aldığı iltifattan memnun olduğu belli olan kalbim küt küt atarken yanaklarıma hücum eden kızarıklığı düşünmemek için döşemeleri daha bir gayretle silmeye koyuldum.

“Biraz daha aynı yeri silmeye devam edersen parke aşınacak.” Aron’un uyarısıyla birlikte yere baktığımda gerçekten de dakikalardır aynı kısmı paspasladığımı fark ederek duraksamıştım. Masanın üzerine konulmuş bir karış kalınlığındaki belgelerin en üstündekine uzanırken bir yandan da benimle konuşmaya devam ediyordu.

“Temizliğin başında oflayıp puflayarak pes edersin diyordum. Neredeyse kırk dakikadır devam ediyorsun, beni yanılttın. Üstelik kırık parçaları toplarken elini kesmeyerek de iyi iş çıkardın.”

Kafasını incelediği belgeden kaldırıp bana baktı. “Kasaba, köy geldiğin yer her neredeyse orada iyi yetiştirilmiş bir hanımefendi olduğun halde temizlik yapmakta gayet iyisin.”

Şüphelenmişti.

Buna neyin sebep olduğunu öğrenmek için odaya göz attığımda her yerin bal dök yala dercesine parladığını görerek yutkunmuştum.

Muhafız istediğim temizlik malzemelerini getirince rezil olduğumdan bir süre Aronla muhatap olmamak için kendimi oyalayabileyim diye temizliğe odaklanmıştım. Elime eldivenleri geçirip açtığım poşete cam kırıklarını toplayıp doldurduktan sonra süpürge ve kürekle toplanılmayacak kadar minik parçaları süpürmüş ardından da elime paspası alarak yeri silmeye başlamıştım.

Doğru söylüyordu.

Benim yerimde gerçek bir hanımefendi olsaydı temizliğe başlamasının üzerinden çok geçmeden mızmızlanıp dururdu. Elini on beş kere kırıklar yüzünden keser, şımarık yetiştirilmenin verdiği hassasiyetle bunu bir hizmetçinin de yapabileceğini söyleyerek Su Tanrısından af dilerdi.

Abartmıştım.

Fena halde temizlik yapmayı abartıp Aron’un dikkatini çekmiştim.

Başından beri sesini çıkarmadan beni izleyerek gözlemlemişti.

Kahretsin, bir an önce onu tatmin edecek bir cevap bulmam gerekiyordu. Eğer anlarsa… asıl gelinin ben olmadığımı anlarsa biterdim. Tüm köy Su Tanrısının gazabını tadardı hatta lanetlenirdik. Telaşımı sezdirmeden elimdeki paspası kovadaki suya sokarak daldırıp çıkardım. İyice kirlenmiş su da çare arayışı içerisindeki gözlerimin yanmasını görürken korkudan patlayacakmışçasına çarpan kalbimin gürültüsü kulaklarımda yankılanıyordu.

Paspastaki fazla suyu almak için sopayı etrafında döndürerek birkaç kere başlığını sıktım. “Küçük bir köyden geliyorum. Evet, reisin kızıyım fakat bu benim pamuklara sarılarak büyütüldüğüm anlamına gelmez.” Titriyordum, ellerim tir tir titriyordu. Göz göze gelmeyelim diye sırtımı ona doğru dönmem işime yaramıştı. Bana güvenmesini istiyordum, güvenmesini söylüyordum ama ona yalan söylemeye devam ediyordum. “Köyümde kim olursan ol iş yapmak zorundasın. Bu sadece benim iyiliğin için değil ayrıca köy halkına reisin kızı olarak örnek olmam gerektiğinden bilmem gereken her şeyi öğrendim.”

Sessiz kaldığı her saniye ömrümden ömür gidiyordu.

Kehribarların sırtımı delecekmişçesine baktığını sezebiliyorum.

Bakışlarının ağırlığı korkumu yelliyordu.

Üzerimdeki gözler bir Tanrıya aitti.

“İşin bitince muhafızları çağır çöp poşetlerini götürsünler.” Ne zaman tuttuğumu bilmediğim nefesimi usulca bıraktım. Neyse ki uzatmamıştı. Pencere tarafındaki parkelere paspası götürürken “Tamam, öyle yaparım.” demiştim. Bir silmediğim burası kalmıştı zaten sonra işim bitiyordu. Daha da şüphelendirmeyeyim diye başından beri nasıl temizlik yaptıysam aynı şekilde yapmaya özen gösterdim. Aniden beceremiyormuş gibi davranmak sadece kuşkusunu beslerdi.

O belgelerle ilgileniyor, bende kaldığım yerden temizlik yapıyorken birdenbire yüzlerce kuş aynı anda kanat çırparak gökyüzüne uçmaya başladı. Eş zamanlı çırpınan kanatların çıkardığı yüksek sesler sarayın dört bir yanında yankılanırken şaşırarak kafamı kaldırıp pencereden dışarıya baktım. Gökyüzündeki kuş sürüsü hareket halinde olduğu için bedenleriyle yarattıkları gölgeler yeryüzüne yansıyıp geçiyor, karaltıların hızına rağmen insana sonu yokmuş hissiyatı veriyorlardı.

Paspası bırakıp iyice pencereye yaklaştığımda sürü halinde hareket eden kuşların simsiyah tüylere sahip olduklarını gördüm. Karga büyüklüğündelerdi fakat karga değillerdi. Siyah tüylerinin arasında zümrüt rengindeki çizgiler güneş ışığı üzerlerine vurunca pul misali parlıyorlardı. Yukarı çıkan her kuş belli bir hizaya geçmiş sürüye katılıyordu. İçlerinden biri hızlıca saraya doğru atağa geçtiğinde ötekilerde peşi sıra ilk kuşu takip etmişlerdi.

Halka saldıracaklardı!

İlk kuş gagasını aralayarak çığlık attığında çıkardığı ses o kadar tiz ve şiddetliydi ki biri kulak zarıma sivri bir şey saplamışçasına derin bir acıyla bağırıp ellerimi kulaklarıma kapattım.

“Mana!” Zonklayan beynim ayaklarımdaki güç akışını kesince dizlerimin üstüne yığılmıştım. Aron anında yanıma gelerek tek dizinin üstüne çöküp kulaklarıma bastırdığım ellerimin bileklerinden tuttu. Endişeyle “İyi misin!” diye sormuştu. Bir kuş nasıl böyle ötebilirdi? Kulak zarım çınlamaya devam ettiği için Aron’un sesini güç bela algılayabiliyordum.

Bir şey vardı.

İçimi dürtüp duran bir sıkıntı.

O kuşlar bana bir şeyi anımsatıyorlardı ama neyi?

Kirpiklerimi aralayarak ne olduğunu anlamak için yeniden pencereden dışarı bakınca gördüklerim karşısında nutkum tutulmuştu. Aman Tanrım, o da neydi öyle? Burada ne oluyordu? Gökyüzünün belli noktalarında kan ve kargalara ait olduğunu anladığım et, tırnak, tüy parçaları vardı ve havaya yapışmışlarcasına yukarı da asılı duruyorlardı. Bunun nasıl mümkün olduğunun cevabını ise bir sonraki saldırışlarında almıştım. Kuşlar süratle saraya doğru iniş yaparken görünmez bir engele çarpıyorlardı. Süratli oldukları için çarpışma yüzünden boyunları kırılıyor, kanatları kopuyor ya da kemikleri etlerinden fırlıyordu.

Ölü kuş cesetleri patır patır yeryüzüne yağıyordu.

Kuşlar hipnotize edilmişçesine durmaksızın saldırmaya devam ediyorlardı. O görünmez engeli aşmak için birbiri ardına intihar saldırıları gerçekleştiriyorlardı. Dışarıdaki halkın kuşlar yüzünden korkuyla bağrıştıklarını duyabiliyordum, kaçışıyorlardı. İnsanların korkuları kuşları daha da şevke getiriyormuşçasına çıldırtıyordu.

Çığlıklar yüzünden sağır olma tehdidiyle karşı karşıya kalan insanlar acıyla inliyor ve yardım istiyorlardı. İçim nabız gibi atıp bütün vücudumu dalgalandırdığı saniyede kuşların en büyüğü onu izlediğimi fark edip kan kırmızısı ve yüzüne oranla kocaman duran gözlerini bana çevirdi. Bakışlarımızın kesiştiği anda biri ellerini boğazıma sararak sıkıyormuşçasına nefesim kesildi ve bir acı, gözlerimin içinde başlayıp kılcal damarlarımı dağlamaya başladı.

Aron “Gözlerine bakma!” diye bağırarak beni uyarsa da bakışlarımı o kanlı irislerden istesem de çekemiyordum. Su Tanrısı “Sikeyim!” diyerek avucunu hızla gözlerime kapattı. Karanlıkla örtülmesine rağmen gözlerim cayır cayır yanıyordu.

Eğer Aron gözlerimi kapatmasaydı ben bunu asla yapamazdım. Kuşla gözlerimiz buluştuğu anda etkisi altına girmiştim. Bana fısıldamıştı; gözlerini kapatma, gözlerime bak, bakmaya devam et.

Şeşe kuşu.

Onlar şeşe kuşlarıydı.

Nasıl? Nasıl burada olabilirlerdi? Burada olmamaları gerekirdi.

“Baktın mı? Mana kuşun gözlerine ne kadar baktın!” Aron elleriyle yanaklarımı kavrayıp başımı ona doğru döndürerek telaşla gözlerimin içini kontrol etmeye başladı. Kan çanağına döndüğüne emin olduğum gözlerimi açık tutmak çok zordu. Sanki avuç avuç kumla doluydu içleri. İstemsizce gözlerim pencereye doğru kayınca Su Tanrısı sinirle soluyarak “O gözlerini bir daha benden ayırmayacaksın!” diyerek sesini yükseltti, irkilerek tekrar ona bakmıştım. Bağırışı kafamdaki kafa karışıklığının dağılmasını sağlamıştı.

Kuşun cezbedici sesi susmuştu.

Elimi göğsüne götürerek yaşadığım dehşettin korkusuyla ondan güç olmak için ceketinin kumaşına tutundum. Kuşun sesi susmuş olsa da zihnim baştan çıkarıcı bir şekilde konuşan o iblisin sesini bir daha asla unutmamak üzere hafızasına kaydetmişti.

Korkunç bir deneyimdi.

“Kuşlar… burada olmamaları gerekirdi. Neden? Aron buradalar.” Beni kendine doğru çekerek sarıldığında nasıl sarsıldığımı fark ettiğini anlamıştım. Boynundan yoğun bir şekilde gelen tuzlu deniz kokusu burnuma dolunca kaskatı kesilen her bir uzvum yavaşça çözüldü. Bu Tanrının kokusuna garip bir zafiyet edinmiştim. Ne şekilde olursak olalım kokusuyla beni sarıp sarmalıyor, bana en güvenli yerin onun kolları olduğunu hatırlatıyordu.

Yanlıştı ama çok doğru hissettiriyordu.

Kafam şeşe kuşları hakkında dolaşan bilgiler yüzünden ağrımaya başlamıştı. Çaktırmamaya çalışsa da beni kendine çekmeden önce yüz hatlarının ölümcül bir şekilde gerildiğini, kehribarlar damarların yarılarak orada nasıl kızıl çatlaklar meydana getirdiğini görebilmiştim.

Sanki gözlerinde cehennemin kapıları aralanmıştı.

“Bende bunu bilmek istiyorum.” Bir Tanrının, hem de Aron gibi bir Tanrının bölgesine izinsiz girmekle kalmamış, onun tapınanlarını tehlikeye atmışlardı. Buz kesen sesi, yapan ya da yaptıranların bunu pahalıya ödeyeceklerine dair yemin içiyordu.

Kuşlar tezgâh olabilir miydi yani? Hayır, şeşe kuşları eğitilebilecek türden kuşlar değillerdi. Tabii yakınlarda bir şeşe anası veya şeşe atası yoksa.

Küçük bir olasılık olsa da seçeneklerden biri buydu diğeri ise… haberdi.

Haber getirmiş olabilirlerdi. Hangisi daha kötüydü bilmiyorum.

Ağrı her yerdeydi. Kulaklarımda, gözlerimde. Üstelik hafif bir duyma kaybı ve görüşümde bulanıklıkta söz konusuydu. Umarım bunlar geçici şeylerdir.

Eğer Aron gözlerimi kapatmasaydı o kuş beni delirtene kadar rahat bırakmayacaktı. Şeşe kuşlarının gözleri ona bakanı lanetlerdi. Bakışlarıyla kör edebilir, kan damarlarımı patlatır, hatta bakışmanın uzunluğuna göre göz kürelerimi eritebilirdi. Bu da ölümümle sonuçlanırdı.

“Aron kuşlardan kurtulmalıyız! Ya halktan biri yanlışlıkla içlerinden birine dokunacak olursa?” Şeşe kuşuna dokunabilmeyi başaran kadın olursa şeşe anası, erkek olursa şeşe atası olurdu. İnanışa göre şeşe kuşunu yakalayan biri anında öldürülmelidir çünkü onlara dokunmak, dokunan kişiye kontrol gücü verirdi. Çocuklar! En büyük tehlikeyi çocuklar yaşıyordu! Şeşe kuşları çocuk öldürmeye bayılırdı.

Parmaklarını saçlarımın içine sokup saç diplerimi okşarken “Sakinleş.” dese de asıl sakin olması gereken kişi oydu. Öyle donuk ve soğuk çıkıyordu ki sesi karşımda sanki devasa bir buz kütlesi vardı. Odanın içi Aron’un gitgide daha da soğuyan varlığıyla tekinsizleşmeye başlamıştı. Buna rağmen saç diplerime masaj yapan ellerinden şefkat dökülüyordu… Ne garip bir adamdı.

Aynı anda hem gaddar hem de merhametli olabiliyordu.

O kuşlar dışarıda felaket çıkarırken sakin olamazdım, o da olamazdı. Beni göğsünden uzaklaştırıp tekrar gözlerimin içine baktı. Ceketinin kumaşının daha sıkı tuttum. Ona bakmak zordu, o kızıl çatlaklar irislerinin her bir karışına dağılmış ve göz bebeklerini viski renginde bir hale esir almışken çok zordu. İçindeki Tanrı tekrar o yerden bana bakıyordu. Orada hiddet kusan varlık beni dışarıdaki kuşlardan daha çok tedirgin ediyordu.

“Gözlerin kızarmış.” Baş parmağıyla göz kenarımı acısını almak istercesine nazikçe okşarken “İyiyim.” diyebilmeyi başarmıştım. Gözlerindeki Tanrının bana baktığını bilirken konuşamıyordum.

“Burada kal, yanına birilerini yollayacağım tamam mı?”

“Sen?”

“Ben gidip kuşları halledeceğim. Ne olursa olsun bir daha sakın kuşların gözlerine bakmak gibi bir hataya düşme.” Ucuz atlattığımı bende biliyordum.

“Uslu bir kız ol ve beni bekle.” Kafamı tamam anlamında salladığımda ayağa kalkarak balkona doğru yürümüştü. Balkonun kapılarını açma gereği duymadan suya dönüşen bedeni cam kapıdan geçip giderek kaybolmuştu.

Gözlerimi hala uzun süre açık tutamıyordum. Dışarıdaki bağırış çağırışlar ve kuşların saldırırken çıkardıkları sesler devam ediyordu. Muhafızlar olaya el atmış olmalılar ki emir veren kişilerin seslerini de işitiyordum. Camdan bakıp neler olduğunu, Aron’un nereye gittiğini görmek istesem de cesaret edemiyordum. Bir kere daha kuşlardan birinin gözlerine maruz kalırsam bu sefer kurtulma şansım sıfırdı. Aron, şeşe kuşlarının seslerinden ve gözlerinden etkilenmiyordu. Muhtemelen lanetleri dört büyük Tanrıdan birini etki altına alacak denli kuvvetli değildi.

Çalışma odasının kapısı birden gürültüyle açılarak içeriye Towa ile Caster girmişti. İkisinin de telaşları hal ve hareketlerinden açıkça okunuyordu. “Camlardan uzak dur Mana!” Towa hızlı adımlarla yanıma gelerek beni camlardan uzaklaştırdı. O sırada da gözlerimi fark etmişti. Kaşlarını çatarak “Tüylerini teker teker yolacağım o haydutların! Şu gözlerinin haline bak.” dedi.

“İyi misin? Çok acıyorlar mı?” Acı yerini sancılara bırakmıştı yine de daha fazla endişelenmesin diye “Bir şeyim yok.” demiştim.

“Siz kuşların buraya nasıl geldiğini bulabildiniz mi? Birileri onları bilerek mi Maar’da yaşayan halkın üzerine saldı?”

İkisi de duraksayıp birbirlerine bakmışlardı. Caster’in pelerini yüzünden ifadesini seçemesem de Towayla aynı duyguları paylaştığına emindim. İkisi de şeşe kuşlarının neyin işareti olduğunu biliyorlardı fakat şüphelendikleri şeyi bana söyleme taraftarı değillerdi. Paniğe kapılacağımı mı sanıyorlardı? Yoksa şüphelendikleri şeyin lafı ortalıkla edilemeyecek kadar mühim miydi? Her şekilde bunu benden gizlemelerinden hoşlanmamıştım.

“Ortalıkta şeşe anası ya da şeşe babasına rastlanmadı yine de hala araştırıyoruz.”

Alametin kuşları.

Kara haber kuşları.

Kötü bir şey olacaktı. Çok kötü bir şey…

Maar’ı hatta tüm Kaldera’yı sarsacak uğursuz bir hadise meydana gelecekti.

Bunu söylemek için buralardı.

Towa omzumu sıkarak “Endişelenme, özel birlik halkı koruma altına aldı. Aron da birazdan kuşları halleder zaten.” dedi.

“Siz niye buradasınız peki? Dışarıdakilere yardıma gitmelisiniz.”

“Birlikler Ragnar’ın komutasında. Biz seni korumaya geldik.”

“Ben iyiyim, söz veriyorum camlara da yaklaşmayacağım siz gidip diğerlerine yardım edin.” Kaldera’nın en güçlü üç komutanından ikisinin beni korumaya gelmesine lüzum yoktu! Tehlike altında değildim, başımın çaresine bakabilirim.

Caster araya girerek “Buraya sadece senin için gelmedik. Aron Kaldera’yı içine alacak geçici bir kalkan kurmamızı istedi. Ülkenin diğer şehirlerinden de acil yardım çağırısı aldık. Halkın güvenliği için kuşları büyü kalkanının içine hapsedip Aron’a zaman kazandıracağız.” dedi.

Aklıma kuşların ilk saldırışından sonra görünmez bir şeye çarpıp ölerek, geriye havada asılı durduğuna inanamadığım ceset kalıntılarını bırakışları geldi. Görünmez bariyer sözünü ettikleri kalkan olmalıydı. Su sarayı en başından beri bu kalkanla korunuyordu demek ki. Saraydaki insanlar korkudan bağırsalar da yardım çığlıkları atanların sesinin daha uzaktan gelmesinin nedeni de buydu.

“Beş dakika dayansak yeter.”

Yanağımın içini dişledim, demesi kolaydı. “İyi de bunun için muazzam bir enerji gerekiyor.” Yalnızca Maar’ı değil, bütün ülkeyi kaplayacak bir kalkandan bahsediyorlardı. Caster’e bunu yapmanın ne kadar zor olduğunu bilen bir bakış atarak “Yapabilir misin?” diye sorduğumda “Tek başıma değil.” yanıtını vermişti.

En azından hayır dememişti. “Ben nasıl yardımcı olabilirim peki?”

Towa “Sen bu işi bize bırak--” diyemeden Caster sözünü keserek “Enerjini benimle paylaşabilirsin.” demişti. Towa hayatında duyduğu en korkunç şey buymuşçasına “Ne! Sen delirdin mi?” diyerek büyücünün önerisine karşı çıkmıştı.

“Ne kadar çok kişi olursak üzerimize binecek baskı o kadar azalır.”

Towa karşı çıkmaya devam edecekti ki kolundan tutarak mâni oldum. “Yardım etmek istiyorum, bana hiçbir şey yapmadan durmamı söyleyemezsin.” Konuşurken sesim aksi çıktığından itiraz etmesine sinirlendiğimi anlamıştı. Ona istediğimi yaparım bakışımı atınca kaşlarını çatmıştı.

“Burada mantıklı düşünebilen tek kişi ben miyim? Daha önce bu tarz bir büyü seremonisine hiç katılmadın. Ya bedenine binecek yükü kaldıramazsan o zaman ne yapacaksın!”

“Caster acemi bir büyücü değil! İnsan sınırını biliyor. Dayanamayacağımı gördüğü anda enerji çekimini durdurabilir!”

Tartışmayı sürdürürken Caster, bizden bıkmış olmalı ki homurdanarak hazırlıklara başlamak için yanımızdan ayrıldı. “Siz iki inatçı keçi yakında bir karara varırsanız yanıma gelirsiniz. Sizin için pek mühim bir konu gibi durmuyor ama yine de belirtmek isterim; zaman aleyhimize işliyor!” Bu sırada odanın ortasına gitmiş, yerdeki yuvarlak halıyı kaldırarak kenara çekmişti.

Towa söylediklerime mazeret uyduramayınca ofladı. “Ne diye bir hanımın yapması gerektiği gibi sadece emir verip beklemezsin ki?” Benden resmen oturup yaptıkları fedakarlıkları izlememi istiyordu! Caster kartını ileri sürerek tartışmanın galibi olduğumdan artık itiraz edemezdi. Ters ters suratına bakarak büyücünün yanına gittim, öyle bir şeyi asla yapmayacaktım.

“Hadi başlayalım.”

Towa onu dinlemeyeceğimi kabullense de söylenmeyi tabi ki de eksik etmiyordu.

“Dinlemiyorlar bile. Dinlemeyin tabii, ben kimim ki zaten? Alt tarafı ölümü Su Tanrısının elinden olacak zavallı bir kul!”

Caster’in elbisesinin kemerine asılmış minik minik torbalar vardı. Torbaların içinde ne olduğunu bilmesem de büyücünün onları asla yanından ayırmadığını birlikte zaman geçirdikçe anlamıştım. Aslında içlerinde büyüsel malzemelerin olduğunu tahmin etmek o kadar da güç değildi. Bütün büyücüler her an büyü yapabilmek için hazırlıklı olurlardı. Caster bu düşüncelerimi desteklercesine deri torbalardan birinin ağzını açarak içine elini sokmuş ve torbadan bir avuç dolusu siyah bir toz çıkarmıştı. Kaldırdığı halının zeminini kâğıt, tozu ise mürekkep niyetine kullanarak büyü için gerekli olan çemberi çiziyordu. Halkayı kısa sürede tamamladığında çemberin içerisine hızlıca büyü sembollerini ekleyip işini bitirdi.

Towa değişik bir koku almışçasına burnunu çekerek “Kül kokusu mu bu?” diye sorduğunda Caster kafasını aşağı yukarı sallayarak “Tozdan geliyor, ölü kemikleri.” demişti. Duyduğum şeyle birlikte gözlerim kocaman olurken Towa Caster’in garip malzemeler kullanmasına alışıkmışçasına yalnızca yüzünü ekşitmişti. “Nereden buldun o şeyleri?”

“Emin ol bilmek istemezsin.” Şahsen kesinlikle geldikleri yeri bilmek istemiyordum. Büyücülerin midesi cidden sağlam olmalı. Kim bilir kalan torbalarda neler vardı. Caster elini bana uzatınca büyü malzemelerinin iğrençliği hakkında düşünmeyi bir kenara bırakıp elini tuttum. Ben el ele tutuşarak çemberin etrafına dizileceğimizi sanırken, büyücü tuttuğu elimi çevirerek cebinden çıkardığı iğneyi işaret parmağıma batırdı. Parmağımı çemberin üstüne doğru tutup sıktı ve birkaç damla kanımı kara tozun üzerine düşecek şekilde damlattı.

“Sen iç çemberin enerjisini tamamlayacaksın Towa ise dış çemberin. Şimdi tozu bozmadan çemberin içine girip dizlerinin üstünde dur.” Çemberin ortasına boşluk koymasının nedeni enerjisini çekeceği kişi içindi demek. Dediğini yaparak ayağımı boşluğa uzatıp içeri girdim ardından dizlerimin üstüne çöküp beklemeye koyuldum. İğneyle kanını aldıktan sonra Towa’da dış çemberin ortasına girdi.

Daha dikkatli bakınca Caster’in aslında iki çember birden çizdiğini ve bu çemberlerin birbirlerine temas kurmasını sağladığını görebilmiştim. Büyü genelde çetrefilli dizilimlerden meydana geldiği için sıradan insanlar büyü ve büyüsel şeyleri kavrayamıyorlardı. Bu yoksunlukları da onları büyüye karşı temkinli bir hale getiriyordu.

Caster etrafımızda dönmeye başlayıp yapacağı büyünün sözlerini okumaya başladığında çemberleri oluşturan tozların büyüye tepki vererek kıpırdanmaya başladıklarını gördüm. Caster büyüyü okudukça toz daha güçlü hareket ediyordu. Toz zerreciklerinin bir kısmı yavaşça havalanıp çember boyunca dönmeye başladı. Kısa sürede hızlanıp kasırga halini alan rüzgâr akımı yükselerek boyumu aştığında artık diğerlerini göremiyordum. Çemberi oluşturan toz mor bir renk alarak yukarı doğru yükselip büyüye Caster’in aurasını karıştırdı.

Bu Caster’in çemberleri hakimiyeti altına aldığı anlamına geliyordu.

Sürecin doğru gidip gitmediğiyle, büyünün başarılı olup olmadığı hakkında bir fikrim olmasa da sakindim çünkü büyüyü Caster yapıyordu. Daha önce onun ne kadar yetenekli olduğuna şahit olduğumdan her şeyin yolunda gideceğine inancım tamdı. Mor rengini alan çemberin içinden bir anda şeffaf lakin yine mor bir hareyle kaplı zincirler çıkarak üzerime hücum ettiler. El ve ayak bileklerim prangaya vurulduğunda hareket alanım kısıtlanmıştı. Kaşlarımı çattım, bu normal miydi?

Bir sonraki aşamaya geçtiğimizi içimden çekilen enerjinin zincirlere aktığını hissederek kavramıştım.

Çok tuhaf bir histi.

Zincirler içimi boşaltıyor gibiydi.

Kalp atışlarım yavaşlamaya başlamış ancak her atış tüm bedenimi sarsacak denli güçlenmişti. Gözlerimin önünde enerjimin hızla çekilmesinden dolayı olsa gerek siyah siyah benekler uçuşuyordu. Bu benekler gittikçe çoğalarak görüşümü hızla siyaha boyamışlardı. Çemberi saran kasırga saçlarımı yukarı doğru kaldırarak dalgalandırırken kopkoyu bir karanlığın içerisindeydim.

Hiçbir şey göremiyordum.

Görünüşe göre Towa bunun bana fazla gelebileceğini söyleyerek haklı çıkmıştı.

Eh tüm Kalderayı saracak bir kalkandan bahsediyorduk nihayetinde.

Yavaştan tedirgin olmaya başlasam da derin derin nefesler alıp vererek bunun geçici olduğunu kendime hatırlattığım sırada alnımda toplanmaya başlayan sıcaklıkla ensemdeki tüyler diken diken oldu. Yine bu his… İki kaşımın tam ortasına kızgın bir demirle bir şey yazılıyor gibiydi. Korkuya kapılarak bileklerimi çekiştirmeye başladım.

Başım dönüyordu.

Gözlerimi sıkıca kapatıp tekrar açarak bunu birkaç defa tekrarladım fakat görüşümü geri getiremedim.

O sunak bu kez ortalıkta yoktu.

Alnımdaki sıcaklık giderek artarken gözlerimde benzer bir ateşle yanmaya başladı.

Gürültüyle nefes alıp verirken kasırganın sesini duyamadığımı idrak ettim.

Sanki her şey tüm dünyayla birlikte susmuştu.

Biraz daha bu şekilde beklemenin kötü sonuçlanacağına karar verip durması için Caster’e seslenecekken gördüğüm karanlığın içerisinde yerinden hareket eden yüzlerce taşın sesine benzer gürültüler işitmeye başladım. Sanki o taşlar karanlığın içerisinde hareket ederek bana doğru geliyorlardı. Hızlarını takip edemediğimden bir anda dört bir yanımı sarmışlardı. Karanlığın içerisinde olduklarından sadece uzaktan siluetlerini ayırt edebilsem de devasa uzunlukta olduklarını seçebiliyordum.

Önümdeki sütun cılız bir sarı ışık çıkararak diğerlerinden bir adım öne çıktığında irkildim fakat bana zarar vermeyeceğini içgüdüsel olarak biliyordum. Nasıl bu kadar emin olabilirdim? Aramızda bir metre kaldığında durdu ve içimden bir ses bunun aslında taştan bir sütun değil, üst üste binen harflerin sütun görünüşünü aldığını söyledi. Alt alta inen harflerin hangi dile ait olduğunu bilmediğimden ne yazdığını da okuyamıyordum.

Kafamı geriye atarak sütunun boyunu görmeye çalışırken dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

Tam olarak neye bakıyordum ben?

▏₰ Yazar

Caster büyüyü okumaya devam ederken bir şeylerin yanlış olduğunu söyleyen sezgileri şaha kalkarak onu sürekli uyarıyorlardı. Sorunun ne olduğunu anlamak için uğraşsa da büyünün olağan bir şekilde devam edip, kalkanın müthiş bir hızla ülkeyi sardığını büyüsünün izini takip ettiğinden biliyordu. Her şey olması gerektiği gibi ilerlese de bu his bir türlü yakasını bırakmıyordu.

“Büyü akışını sen mi kestin?” Kafası karışmış bir şekilde etrafına bakan Towa, kendisinin içinde bulunduğu çemberdeki kasırganın dindiğini ve ölü kemiklerinden yapılan tozun parlamayı keserek söndüğünü görünce ilk önce bunu Caster’in yapıp yapmadığını sormuştu. Düşük bir olasılıkta olsa büyü başarısız olmuş olabilirdi.

“Bunu nasıl yaptı?” Caster’in uzun zaman sonra ilk kez sesinin bu kadar hayretle dolup taştığını idrak eden Towa gerilmişti. Kendisini sarmayan kasırganın Mana’nın tarafında devam edip hatta olmaması gereken bir şekilde kuvvetlendiğini, Caster’in ise büyüyü okumayı bıraktığını fark etmişti. İçinde bununla ilgili kötü bir his vardı. Hızla çemberden çıkıp Caster’in yanına gelerek “Siktir, siktir, siktir bir şey oldu değil mi? Ben demiştim, kaldıramazsın demiştim! Bir şey söylesene Caster, Mana iyi mi?” diyerek büyücüyü sıkıştırdığı sırada başka bir olay daha gerçekleşti.

Caster’in aurasının rengiyle bütünleşmesi gereken çember tekrar renk değiştiriyordu.

Ortaya çıkan altın taneler hızla çoğalıp mor renkli olan tozu yutarak ışık sarısına bürüdü.

İkisi de bu görüntüye akıl erdiremiyordu.

Caster inanamıyormuşçasına “Hakimiyeti elimden aldı.” diyerek mırıldandı. “Büyüyü ben yapmıyorum Towa.”

“Benimle dalga mı geçiyorsun? İnsanlar büyü yapamaz! Hadi onu geçtim nasıl bir insanın büyüsü senin büyünü aşarak seremoniyi yönetebilir?” Caster gibi kıdemli bir büyücünün büyüsünden bahsediyorlardı. Towa bu zamana kadar Caster’in büyüsünü yıkıp geçen bir büyücü görmemişti. Dehşete yenilerek önündeki manzaranın gerçekliğini sorgularken bir olasılık geldi aklına. “Bunu ona yaptıran gelinin işareti mi?”

“Gelinin işaretinin böyle bir şey yapamayacağını biliyorsun.”

“Kafayı yiyeceğim sen bir şey söyle o zaman!”

“Yakınlardaki büyü hatlarında herhangi bir akım hissetmiyorum.” Towa büyücülerin büyüyü evrende görünmez bir şekilde varlığını sürdüren kanallardan çekerek yapabildiklerini uzun zaman önce öğrenmişti. Her büyücünün bu kanallardan çekebileceği enerji miktarı ise doğuştan gelen yeteneklerine bağlıydı.

“Eğer gerekli enerjiyi kanallardan çekmiyorsa nereden çekiyor?”

Caster zar zor yutkunarak “Kanından. Mana büyü enerjisini kanından alıyor.” dediğinde Towa’nın rengi solmuştu. Şayet Caster’in dediği şey doğruysa… bu tek bir anlama geliyordu.

Mana insan olamazdı.

Kanından büyü çekebilenler yalnızca yaradılıştan bu kabiliyete sahip varlıklardı.

“Peki ya kalkan?” Towa işin içinden düşünerek çıkamayacağını anlayınca diğer probleme değindi. Kendisinin büyüyle alakası olmadığından cevap alabileceği yegâne kişi Caster’di.

“Kalkanı kurdu.” Üçünün bir araya gelerek ucu ucuna beş dakika tutabileceklerini umdukları kalkanı Mana tek başına üstlenerek kurmuştu. Towa sıkıntıyla elini saçlarının arasından geçirdi. Ne yapacağını bilemediğinden odada volta atmaya başladı. Büyü, enerjisini kara delik misali sömürüyor olmalıydı. Bu denli bir enerji kaybından sonra Mana iyi olacak mıydı?

“Onu durduramaz mıyız?” Çoktan beş dakika geçmişti!

“Nasıl? Yanlış bir şey yaparsak büyü tepmesi Mana’yı ağır yarayabilir.”

Towa artık sövmeye başlayacakken duydukları su sesiyle birlikte ikisinin başı da hızla balkondan tarafa dönmüştü. Aron’un bütün bedeni özü gibi suya dönüşmüştü. Su dağılarak içeride tekrar birleştiğinde onu gören ikili rahat bir nefes almışlardı. Su Tanrısı gücünü çok fazla kullandığından odaya girer girmez içerideki sıcaklığın seviyesi yirmi derece birden düşmüştü. Soluk alıp verirken dahi nefesi kristalleşerek havaya karışıyordu.

Bakışları Mana’nın üzerindeydi.

Tek bir soru dahi sormadan büyü çemberine doğru yürürken bastığı her yerde buz saçakları meydana geliyordu.

“Bu kadarı yeterli.” Gözleri altın sarısına dönüşürken elini kasırgadan içeriye soktu. İşaret ile orta parmağını birleştirerek Mana’nın alnında belirmeye başlayan sembole bastırdı. O sembol gelinin işareti değildi. Mana’nın derisini yararak tamamlanmaya çalışıyordu fakat Su Tanrısı bunu yapmasına izin vermeyerek tekrar uykuya dalmasını sağlamıştı.

Sembolün kaybolmasıyla birlikte kasırga duruldu ve çember büyük bir kütürtü çıkararak ortadan ikiye yarıldı. Caster yeri zikzak şekilde yaran çembere kocaman olmuş gözleriyle bakıyordu. Towa’nın da ondan bir farkı yoktu. Yere yığılan Mana’yı Aron düşmeden önce yakalayarak kucağına aldı.

“Burada gördüklerinizden kimsenin haberi olmayacak.” Kesin bir dille işittikleri emir yüzlerine buz gibi soğuk bir su çalmışçasına onları kendilerine getirmişti. Aron kucağında yorgunluktan bayılan gelinine baktıktan sonra başka bir şey söylemeden odadan çıkmak üzere kapıya yöneldi. Kapının kanatları efendisine yol vermek için kendiliğinden açıldı ardından arkalarından sonsuza kadar mühürlenmişçesine sıkıca kapandı.

Karanlık desenlerle süslenmiş kara bir tahtta oturan adam verdiği emri yerine getiren şeşe atasının anlattıklarını dinliyordu. Şeşe atası tedirgin bir şekilde tahttaki adama bakarak konuşurken titrememek için kendini kasıyordu. “Emrettiğiniz üzere kuşlar büyük bir kargaşa çıkardılar ancak Su Tanrısı kısa sürede olaya müdahale ederek bütün kuşlarımı dondurup parçalara ayırdı.”

Gaspçı dinlediklerinden memnun bir şekilde gülümsedi. Amacı Su Tanrısına zarar vermek değildi. En başından beri istediği tek şey şeşe kuşlarının ona haberi iletmesiydi; tıpkı efsanelerde yazdığı gibi yakında karanlık Tanrıları dahi esir alacaktı. Gaspçının dudaklarındaki şeytani gülümsemeye şahit olan şeşe atası korkuyla yere kapaklanarak “Be… benim bir suçum yok, istediğiniz her şeyi harfiyen yerine getirdim efendim.” dediğinde kafasını yerden kaldırmaktan ödü kopsa da gözlerini tahta hayır, tahtın etrafındaki karanlığın yaratıklarında gezdirdi.

Tenebrisin köleleri tahttaki adamı koruyorlardı.

Umbralar.

“Aferin, iyi iş çıkarmışsın. Sana vaat ettiğim ödülü hak ettin.” Şeşe atası ödül lafını duyunca sevinçle yerden kalkıp tahttaki adama baktığında gaspçı elini şıklattı. O anda Umbralardan biri göz açıp kapayıncaya kadar şeşe atasının önünde belirerek iskeleti andıran parmaklarını boğazına sardı. Nefes alamadığı için boğuk sesler çıkaran şeşe atası Umbranın ona yaklaştığını görünce çığlık atmak istese de başaramadı. Ölüm korkusu gözlerinde büyürken Umbrayı örten pelerinin başlığının içinde karanlıktan başka eser yoktu.

Umbranın ağzının olması gereken yer açılarak orada yuvarlak, beyaz ışık belirdi.

Tenebrisin kölesi ağzından derin bir nefesi içine çektiğinde şeşe atasının ruhu bedeninden duman şeklinde ayrılarak beyaz ışığın içine doğru çekildi.

Şeşe atasının ruhunu yemeyi bitirdiğinde karanlıktan doğan varlığın ağzındaki beyaz ışık da kapanmıştı.

Umbra şeşe atasının cesedini yere bırakarak tahtın yanına geri döndü.

Gaspçı yerdeki cesede keyifle bakarken “Geriye sadece güzel kuklamı bulmak kaldı.” dedi.

Onu bulduğunda intikamını zevkle alacaktı.

 

Bu adam da kim olabilir?

Bölümde en sevdiğiniz yer neresi oldu?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere <3

Loading...
0%