Yeni Üyelik
24.
Bölüm

BÖLÜM 24: "O BENDİM"

@endless_q

▏₰ Mana

Çınlayan kulaklarımda devam eden tiz ses diğer bütün seslere ağır basarak beni dünyaya karşı sağırlaştırıyordu. Kalbim çığırından çıkmışçasına damarlarıma kan pompalıyor, uzun zamandır nefessiz kalmışçasına aldığım her soluk göğsümde sıkışıyordu. Gözlerimi açmak istiyor ve neler olduğuna bakmak istiyordum ama biri, bir şey bunu yapmama izin vermiyordu. Bu da beni panik haline sokuyordu. Ya yine uykumda yürüyüp bir yerlere gitmişsem? Geçen gittiğim mezarlıkta şansım yaver gitmiş, başıma bir iş gelmemişti ama bu daha ne kadar böyle devam edecekti? Kontrol bende olmuyordu. Bir tür transa giriyor, görmem ve duymam gerekeni görüp duymadan önce özgür kalamıyordum.

Tedirginlik beni iyiden iyiye ele geçirirken kulak zarımı tırmalayan çınlamanın yavaşça azaldığının bilincine varıyor ancak hala diri olan korkumun önüne geçemiyordum. Bir süre sonra yeniden duymaya başladığımda ilk önce her şey sessizdi. Sessizlik dakikalarca devam ederken yüzümü okşayan sıcak rüzgâr saçlarımı geriye doğru dalgalandırmış ve bana suyun kokusunu getirmişti. Çalkantılı zihnim aldığım tanıdık kokuyla birlikte usulca yatışmıştı. Tam sakinleştim derken kuru dalın üzerine basılırken çıkan çıtırtı sesini işitince irkilerek bir adım geriye atmıştım.

Burada benden başka biri daha vardı.

Geçti sandığım korkum bu sefer sel gibi içimi basarak çoğalırken çıtırtı sesinin hemen ardından başka seslerde işitmeye başladım. Bunlar gülüşme sesleriydi. Çocuklar… Burada çocukların ne işi vardı? Gülüşme seslerine kulak kesilirken seslerin aslında uzaktan geldiğini fakat gittikçe yaklaştıklarını fark ettim.

Biri ötekine “Hadi saymaya başla!” diyordu.

“Saklanalım!”

İçlerinden biri sayarken diğerleri dağılarak saklanacak yer arıyorlardı muhtemelen. Çalılara sürtünürken çıkardıkları sesleri, koşuştururken ayakkabılarından yükselen sesleri ve oynarken kıkırdamalarını duyabiliyordum. Zaman bitmeden saklanabilmek için acele ediyorlardı. İçlerinden birinin diğerlerinden ayrılarak bana doğru geldiğini hissettim. Küçük çocuğun ağzından alıp verdiği solukları çok yakınımdan geliyormuşçasına net algılıyordum. Koşup durmaktan terlemiş lakin oynamaktan mutlu bir şekilde gülümseyişini gözlerimin önünde canlandırabiliyordum.

Çocuk önümden geçip gittiği sırada sanki zaman yavaşlamıştı. Açılmamakta ısrar eden kirpiklerim sonunda açılarak onu görmemi sağladığında duraklayan zaman da kendi seyrine dönmüştü.

Akşam vaktiydi.

Bu saatlerde karanlık çoğaldığından etrafı görmek zordu.

Çocuğun belli belirsiz seçilen yüzünü tam olarak görmeyi başaramasam da uzun siyah saçlarının koyu bir gölge halinde nasıl geriye doğru uçuştuğunu ve üzerinde elbise olduğunu seçebilmiştim. Ormana gidiyordu. O taraftaki ağaçlar buraya kıyasla daha sık olduğundan beş metre ilerisini karanlık yüzünden görebilmek mümkün değildi. Kız çocuğu da bu karanlığın içine dalıp hızla gözden kaybolmuştu.

En fazla altı-yedi yaşlarındaydı.

Beni görmemişti.

Hemen önümden geçip gitmesine rağmen hem de.

Daha ben farkına varmadan harekete geçen bacaklarım koşarak kızın peşine takılmışlardı bile.

Burayı hatırlıyordum, bu yeri.

Kalbim bir şey yüzünden hızla göğsüme vuruyordu. Sebebinin ne olduğunu bilmediğimden içimi ele geçiren bu duyguya isimde koyamıyordum. Sadece o kızı takip etmem gerektiğini biliyordum. Arkasından gidersem kaybettiğim o şeyi bulacaktım.

Hatırayı.

Aceleyle ormana girip koşmaya devam ettim. Koştum, koştum ve koştum. Ne kadar zamandır koştuğumu bilmesem de yorulmama yetecek kadar süre geçtiğini biliyordum. Daha fazla dayanamayıp durarak ellerimi dizlerime koyup soluklanmaya çalıştım.

Ciğerlerim yanıyordu.

Gözlerimi ağaçların arasında gezdirerek kız çocuğuna dair bir iz arasam da bulamadım.

Az da olsa takatimi toplayınca yeniden koşmaya başladım.

Nereye gittiğini bulmam lazımdı.

Rüyalarımın her zaman diğerlerinin gördüklerinden farklı olduğunu biliyordum. Bunlar kehanet içeren düşler değillerdi. Hiç yakınlarım ya da çevrem hakkında bir şeyler görüp bunların gerçeğe büründüğünü görmemiştim. Küçüklüğümden beri anlam veremediğim şeyler görebiliyordum ve bu şeyler bazen kabuslara dönüşerek bana zarar verebiliyorlardı. O yüzden Kaldera’ya geldikten sonra gördüğüm şeylerin de öncekiler gibi olduklarını düşünüp önemsememiştim.

Oysaki ayrım hemen gözümün önündeydi.

Daha önce hiç uykumda yürüyüp bir yerlere gitmemiştim.

Başkalarının anılarına girmemiştim.

Kaldera’ya geldikten sonra rüyalarım değişmişti.

Bende bir şeyler değişmişti.

Şu anda da bir rüyanın içerisindeydim fakat sezgilerim bana bunun sadece bir rüya olmadığını söylüyordu. Geçmişte ailemin ölümünü sık sık gördüğüm gibi bu da geçmişten gelen bir anıydı.

Buradaki problem daha önce böyle bir anıya sahip olduğumu hatırlamamamdı.

“Beni burada asla bulamazlar.” Güzel bir yer bulduğu için mutluydu. Kızın sesini tekrar duymaya başladığım sırada ormandan çıkarak geniş bir alana varmıştım. Nerede olduğunu anlamak için nefes nefese kalmış bir şekilde etrafı ararken gözüme ilk önce küçük bedenini saklayabilecek kayalıklar çarpmıştı. Orada mı diye bakmak için kayalıklara doğru yürürken bir yandan da gözlerimi kısarak kızı görmeye çalışıyordum. Sonunda çömelerek saklanırken kıpraşıp duran bir karaltı yakalayınca kayalıkların arkasında olduğundan emin olmuştum.

Burası… bu anı… bir şeyler anımsamaya başlıyordum.

Gökyüzünde yağmurun habercisi olan kara bulutlar dolaşıyordu. Kara bulutlar bazen Dolunay’ın önüne geçerek yeryüzünü karanlığa boğuyor bazen de önünden çekilerek yeniden aydınlığa kavuşturuyordu. Karşımdaki göle baktım… demek aldığım su kokusu buradan geliyordu. Bizler Su Tanrısına taptığımızdan köyümüzde birçok su kaynağına sahipti. Zaten bunca su kaynağına rağmen kuraklık yaşadığımız için alışılmışın dışında bir korkuya kapılmıştık ya. Bu korku bizi çaresizliğe itmişti. Bu yüzden yapmıştık…

Öfkeli olduğunu sandığımız Su Tanrısına bir gelin kurban ederek bizi affetmesini ummuştuk.

Gelinlerden nefret eden bir Tanrı.

İstenmeyen bir gelin.

Bunları düşünmeyi bir kenara bırakıp rüyama odaklandım. Benim yıkanmak için geldiğim göl buradaki gölden daha küçüktü. Burası özel bir bölgeydi, çünkü burası Ulu ağacın kök saldığı yerdi. Efsaneye göre insanlar buraya yerleşmeden önce bu gölde su perileri yaşarmış. Su perileri gölün hemen bitiminde yetişen devasa meşe ağacına yaslanarak gölün manzarasını karadan izleyebilmek için sık sık gölü terk ederlermiş. İnsanlar köye yerleştikten sonra su perilerinin de gölü terk ettikleri söylenir. İçlerinden sadece biri gölü bırakıp gidememişti… Eğer şanslıysan gölden çıkarak meşe ağacını ziyaret eden periyi görebilirmişsin. Annem, su perisini göremesem de geceyi dikkatli dinlersem perinin şarkısını duyabileceğimi söylerdi.

Köydeki insanların aksine annem o perinin neden gölü terk etmediğini biliyordu tıpkı su perilerinin şarkı söyleyebilmelerinin ardındaki sebebi bildiği gibi.

Bana bunun bir sır olduğunu söylemişti.

Bende bu sırrı söz verdiğim gibi kimseyle paylaşmamıştım.

O peri… meşe ağacına âşık olmuştu.

Âşık olduğu için diğerleri gibi gölü terk edememişti.

Su perileri dilsizdir.

Konuşamazlar ancak âşık olurlarsa şarkı söyleyebilirlerdi çünkü o şarkı aşklarından doğardı. O peri, belki meşe ağacına seni seviyorum diyemezdi ama şarkısıyla duygularını aktarabilirdi. Bu yüzden peri insanlara rağmen sık sık karaya çıkarak şarkı söylerdi.

Burada göl, Ulu ağaca bakardı.

Ulu ağaç ise göle.

Nedense bu hikâyeyi her hatırladığımda peri için üzülüyordum. Sevdiğin kişiye sevdiğini söyleyememek… eskiden nasıl hissettirdiğini bilmezdim ama şimdi bildiğimden içim daha bir burkuluyordu. Ağaç o kadar büyük, asil ve ihtişamlıydı ki insanların dünyasına ait gibi görünmüyordu. Gövdesini on insan bir araya gelip sarsa ancak kavrayabilirdi. Köy halkındaki herkes bir kez olsun geceyi burada geçirmiştir. Kimisi periyi görebilmek için, kimisi şarkıyı duyabilmek için gelirdi ama en çok gelen kişiler bekarlardı. Bir inanışa göre perinin şarkısını duyabilirsen gece rüyanda kaderindeki kişiyi görebilirmişsin.

Ben hiç duymamıştım ama köydeki insanlar gece uyandıklarında uzaktan gelen şarkıyı duyduklarını söyleyerek sabah bunu herkese anlatıp ağaç ve peri hakkında konuşurlardı.

Periyi görmemiştim.

Şarkıyı duymamıştım ama rüyamda Aron’u görmüştüm.

Rüyamda buradaydım.

Başta ıssız bir yerdeki denizde olduğumu sanmıştım ama rüya hakkında düşündükçe daha çok ipucu yakalamıştım. Gölün etrafında uçuşan ateş böcekleri meşhurdu. O gece rüyamda suyun içindeyken buradaki sazlıkları ve ateş böceklerini görmüştüm.

Gölün içindeyken Su Tanrısıyla karşılaşmıştım.

Kalbimi bıçaklayıp duran his yüzünden peş peşe yutkundum.

Perinin şarkısını duyarsan rüyanda kaderindeki kişiyi görürsün…

Umut etme. Kaç kere söyledim sana umut etme… etmesene.

Su Tanrısı… benim kaderimdeki kişi olabilir mi?

Nefretine rağmen beni sevebilir mi? Niye böylesine aciz hissediyorum? Niye böylesine çaresizim… onun sevgisine bu kadar mı muhtacım? Niye ki? Sevmek istemiyorum… ben, benden nefret eden o adamı sevmek istemiyorum.

Ya doğruysa… su perisi onu bana gösterdiyse?

Annem bana şarkıyı dinle derken bunun olacağını biliyor muydu?

Gölün perisiyle tanışmadan önce hakikati öğrenebilmem mümkün değildi.

Peri… Peri mi? Başıma giren ağrı öyle ani, öyle beklenmedik bir darbe indirmişti ki bir an ayakta kalacak gücü bulamayarak yere düşecek gibi olmuştum. Parmaklarımla alnımı ovuşturarak ağrıyı dağıtmaya çalışsam da periyi düşündükçe biri kafama çekikçe çivi çakıyormuşçasına ağrı derinleşiyordu. Hafızamda olmayan bir anıyı hatırlamaya çalıştığım içindi bu ağrının sebebi. Hayır, bu anı hafızamdan alınmıştı ama kim? Kim böyle bir şeyi yapardı ki? Ve en önemlisi neden yapmıştı? Ağrı çoğaldıkça bu akşama dair daha çok şey anımsıyordum.

Kayada saklanan kız çocuğuna baktım. Ben ilerisini hatırlamadığımdan yerinde donup kalmıştı. Bugün ne olmuştu ki? Kendimi hatırlamak için daha çok zorladığımda kafamdaki acı yüzünden çığlık atacak dereceye gelmiştim. İnledim, hatırlamam lazımdı. Bu şansı bir daha elde edemeyecektim. Doğru, köydeki çocuklarla saklambaç oynuyorduk. Oyun oynarken zamanın nasıl geçtiğini fark edemediğimiz için geç saatlere kadar dışarıda kalırdık. Ailelerimizde bu duruma alıştığından çok uzaklaşmadığımız sürece bize kızmazlardı.

Beni bulamasınlar diye Ulu ağacın yakınlarındaki kayalığın arkasına saklanmıştım. Benim aksime çocuklar anlatılan hikayelerden ürktükleri için bu bölgeden genellikle uzak dururlardı. Buraya gelmeyeceklerini bildiğimden oyunu kazanmak için bilerek gölün yakınlarında saklanmıştım. Gerisi yoktu… sonra ne olmuştu ki? Nasıl eve dönmüştüm? Biri beni bulabilmiş miydi? Kendimi biraz daha zorlarsam kafatasım ortadan ikiye yarılacaktı.

“Hım?” Küçük kız yeniden canlanmıştı. Çömeldiği yerken kalkarak elini kayanın üstüne koyup iyice öne doğru çıktı; bir şey dikkatini çekmişti. Anının devamının geleceğini idrak edince elimi alnımdan çekip onu izlemeye koyuldum.

Kafamdaki ağrı yerini sızıya bıraktığı sırada zihnimde bir anahtarın yuvasına girerek döndüğünde çıkardığı o ses yankılandı. Sanki hafızamın içindeki anıların her biri bir kapının arkasına saklanmıştı ve şimdi en derinlerde, benden bile gizlenen o kapı sonunda kendini belli etmiş ve açılmıştı.

Anahtarın açtığı kapı bu anıya sahipti.

Gözlerini kocaman açmış bir şekilde göle bakıyordu. Bende neler olacağını merak ettiğimden baktığı yere baksam da karanlık yüzünden iyi göremiyordum. Şansıma tamda o sırada kara bulutların arasından sızan ince ışık hüzmesi göle vurmuş ve küçük kızın gördüğü şeyi bana göstermişti.

Tanrım.

Gölün yüzeyi dalgalanıyordu.

İlkten yavaş olan dalgalar, halka şeklinde göle dağılırken bir süre sonra halkaların içinden su baloncukları çıkmaya başlamıştı. Artan su baloncukları gölün o kısmını kaynıyormuş gibi gösteriyordu. Küçük kız korkuyla karışık bir merakla bir an olsun gözlerini oradan ayırmıyordu. Yoksa… küçükken gerçekten su perisini görmüş olabilir miyim? Bu anıyı benden alan peri miydi? Heyecanla gölden çıkacak şeyi beklemeye başlarken su baloncuklarının gittikçe azaldığını fark ettim. Sonuncu su balonunun patlamasıyla aynı anda nefesimi tutmuşken gölün içinden dışarıya iki dalın çıktığını gördüm. Gittikçe uzanan bu dallar geriye doğru eğilimliydiler. Onlarda neydi böyle?

Göletten çıkmaya devam eden dallar neredeyse otuz cm ulaşmıştı. Dudaklarım aralanmış bir şekilde bu garip olay silsilesini izlerken dallardan sonra suyun içinden birinin kafasının çıktığını görünce taş kesilmiştim. Kahretsin onlar dal falan değildi, boynuzdu! Cidden gölün içinden su perisi çıkıyordu! Gerçi daha önce hiç su perisiyle karşılaşmadığımdan nasıl göründüklerini bilmesem de gölden başka ne çıkabilirdi ki?

İnsanların boynuzları olmazdı.

Uzaklıktan dolayı net göremesem de artık beline kadar gölgen çıkmış varlık yürüyerek karaya doğru ilerliyordu. Üzerinde neden savaş zırhı vardı? Zırhın göğüs kısmına işlenmiş bir şeyler görsem de buradan ne olduğunu anlamam mümkün değildi. Omuzları dışarı doğru yükselen zırhın arkası pelerinle örtülmüştü.

Su perisi erkekmiş.

Perinin gür saçları ensesine doğru kısalacak şekilde kesilmişti. Yaklaşırsam yüzünü de görebilirdim lakin rüyada kafama göre hareket edemezdim. Anı geçmişte yaşanmış ve bitmişti, değiştirilemezdi. Hala inanamıyorum. Nasıl olurda böyle bir anıyı unuturum? Mantıklı gelmiyordu. Her ne kadar yaşım küçük olsa da hayatı boyunca kaç insan su perisi görebiliyordu ki? Bu anının aklıma kazıkla çakılması gerekirdi. O yüzden perinin bir şeyler yaptığını düşünüyordum ya. Belki de varlığını diğerlerinden gizlemek için unutmamı sağlamıştı. Gerçi perinin saldırgan olup olmadığını bilemezdim. Acaba beni korkutup öyle mi eve göndermişti? Birden fazla olasılık vardı.

Peri gölden çıkıp karaya ayak bastığı anda tökezleyerek elini karın boşluğuna bastırmıştı. Burada ikimizden başka kimse olmadığından soluklarının kesik kesik çıktığını duyabiliyordum. Sanki… yaralanmıştı. Eh bu nefes alıp verirken niye bu kadar zorlandığını açıklardı.

Güç bela ulu ağaca ulaştığında sırtını ağacın gövdesine yaslayarak yere oturdu. Yaptığı hareket yarasını oynatmış olmalı ki acıyla inlemişti. Onu kim yaralamıştı? Yaralandıysa niye gölün içerisine girmişti ki? Su, kan kaybını arttırırdı. Acaba birilerinden mi kaçıyordu?

Ölecek miydi? Sırılsıklam ve yorulmuştu.

Küçük kızda benim gibi büyülenmiş vaziyette periyi izlerken titrek adımlar atarak kayanın arkasından çıktı. Bunu yapacağını tahmin etmiştim zira çocuk yaştayken bile çoğu yetişkinden daha cesaretliydim. Kızın periye varlığını çaktırmadan yaklaşmaya çalışmasını izlerken gülümsemeden edemedim.

Peri çoktan burada olduğunu biliyor olmalıydı sadece korkudan yaklaşmayacağını düşünerek yanılmıştı.

Ulu ağaçla arasında pek bir mesafe kalmamışken nasıl becerdiyse ayakkabısının ucuyla bir taşa vurmuş, taş uçarak göle düşmüştü. Taşın çıkardığı ‘Clop!’ sesi bütün bölgede çığ gibi büyüyünce kız durduğu yerde kaskatı kesilmişti. Minik kalbiyle bağlantılı kalbim onun korkusunu taşıyarak göğsümün içinde küt küt atıyordu.

“Ölümünü mü arıyorsun insan?” Perinin hırıltıya benzer şekilde çıkardığı sesi kalındı. Küçük kız yakalandığını anlayınca kaçmak yerine kalan mesafeyi kapatıp perinin önüne geçmişti.

“Sen gölün perisi misin?”

Bir yetişkin yerine çocuk sesi duyan peri şaşkınlıkla “Çocuk mu?” diye kendi kendine konuşmuştu. Küçük kız ağacın gövdesindeki gölgede saklanan periyi görebilmek için ileriye doğru bir adım daha atınca peri yerinde rahatsızca kıpırdanmıştı, tabii bu da yarasını yeniden açmıştı. Dişlerini sıkarak tısladı. Küçük kız periye yaklaştığı için karın boşluğunu tutan adamın parmaklarının arasından çıkan kanın elinin üstünden dışarıya sızdığını görebiliyordum. Kanın fazlalığına bakılırsa yarası hafife alınacak gibi değildi.

Küçük kız telaşla “Canın mı yanıyor peri? Neresi acıyor?” diye sorduğunda adam “Kaybol!” diye bağırmıştı. Kız yükselen sesle birlikte korkuyla yerinden sıçrasa da gitmemekte kararlıydı.

“Ama gidersem burada yalnız kalırsın. Sana yardım etmek istiyorum.” Kızın konuştuğu esnada Dolunay’ın önündeki kara bulut sonunda kenara çekilmiş ve Ay ışıklarıyla tekrar yeryüzünü aydınlatmaya başlamıştı. Dolunay’ın şavkı kızın arkasından vurarak yüzünü açığa çıkarınca peri gördüğü leylak rengindeki göz bebeklerine bakakalmıştı. Gözlerim çok nadir bir renk olduğu için insanların beni görür görmez şaşıran bakışlarına alışık olsam da perinin niye bana öyle baktığını anlamamıştım. Nihayetinde onun dünyasında benim göz rengimden daha çok şaşırılacak şey vardı.

Peri yarasını tutarken diğer eliyle ağaçtan destek alarak ayağa kalktı. Birazda olsa dinlenebildiğinden artık nefesleri aksamıyordu. Ağacın gövdesinin sağladığı gölgeden dışarı çıkınca Dolunay’ın ışığı onunda yüzüne ışık tuttu. Tırtıklı ve geriye doğru eğilimli duran boynuzları lacivert rengindeydi. Kulaklarının uçları insanların aksine incelerek sivriliyordu. Ne kadar tuhaf… kulakları da boynuzları gibi lacivertti ve yüzgeci andırıyorlardı. Beyaz teni kaybettiği kanın fazlalığından solmuş olsa da hala çok yakışıklıydı. Geniş omuzları üzerindeki zırh sayesinde daha da heybetli duruyordu. Ve gözleri… çok sevdiğim su kadar masmavi bir şekilde parlıyordu.

Otuzlarının sonlarında gibi görünse de perilerin uzun ömürleri onun gerçek yaşını tahmin etmemi zorlaştırıyordu. Kız çocuğu kafasını geriye atmış, neredeyse iki metre olan periye hayranlıkla bakıyordu.

“O gözler… doğru görmüşüm. Onların gözlerine sahipsin.”

Peri kızın gözlerinin içine bakmaya devam ederken birden “Senin soyun, benim soyum için bir tehdit.” dese de sözleriyle çelişircesine kıza nefretle bakmak yerine ilgiyle bakıyordu. “Ama bazen… bizim için kurtuluşta olabiliyorsunuz.” Ucu sivri ve siyah renginde olan tırnağıyla kızın alnına vurarak “Onların elinden nasıl kaçtığını bilemesem de kanın eninde sonunda seni karşılarına çıkartacak. Kanın… senin yakanı ölene dek bırakmayacak küçük kız.” Bana acıyan bakışlar atarak “Kim bilir belki de ölüm senin türün için tek kurtuluştur.” dedi.

Küçük kız perinin dediğinden bir şey anlamasa da benim kaşlarım çoktan çatılmıştı bile. Benim türüm mü? İnsanlar periler için nasıl bir tehdit oluşturabilir ki? Damarlarımda kabaran kanın içimde coştuğunu hissederek alt dudağımı dişledim. Neden? Bu his neden bana onun insanlardan bahsetmediğini söylüyordu?

Kaşlarımın ortası düşüncelerime destek verircesine ısınmaya başladı.

“Ölecek miyim yani?” Kızın bütün söylediklerinin içinde anladığı tek şey bu olunca peri “Eğer yakalanırsan sonun ölülerine gittiği yerde bitecek.” diyerek onu onaylamıştı.

“Ölmek istiyor musun?”

Kız başını iki yana salladı. “İstemiyorum.”

“Neden?”

“Çünkü beni orada neyin beklediğini bilmiyorum.”

"Akıllı kız."

“Ölümden kaçarsam beni bulur mu?” Kızın sorusu periyi bir saniyeliğine şaşırtsa da sonradan güldürmüştü. “İstersen seni bir süre daha bulamamasını sağlayabilirim.”

“Nasıl?”

“Bir hediyeyle.” Peri küçük kızın elini tutarak döndürmüş ve dudaklarını avuç içine bastırmıştı. Dilim tutulmuştu, ne yapıyordu? Peri avucumu öpebilmek için yarasını umursamadan önümde eğilmişti.

Varlığımı selamlıyordu.

Çatık kaşlarım dahada çatıldı. Bu düşüncede nereden çıkmıştı?

Kızın elini bırakıp doğrulduktan sonra işaret ve orta parmağını birleştirerek alnıma koydu. Parmaklarının uçlarında mavi bir ışık parlıyordu. “Yasaları değiştirmek için önceden koyulanları yıkmalısın. Alnına yerleştirdiğim bu işaret sadece senin değil, bütün diyarın kaderini değiştirecek ve sen küçük kız… dilerim ki onunla bir an önce tanışırsın.” Başta beni alet ettiği emel sayesinde alacağı öcü düşünerek kötülük isteyen biri gibi dursa da tanışmamı istediği kişiden bahsettiği anda gözlerindeki ifade değişerek özlemle yanıp tutuşmuştu.

“Zamanı gelene dek burada olanları unutman senin yararına olacaktır.” Küçük kızın göz kapakları uykusu gelmişçesine düşse de peri elini çektiği anda irkilerek ayılmıştı. Peri başka bir şey söylemeden kıza arkasını dönüp göle doğru ilerledi. Küçük kız yaşının verdiği masumiyetle hiçbir şey anlamasa da perinin gittiğini anlamıştı. Adam gölün içine girerek yürümeye devam etti. Su beline ulaştığında küçük kız arkasından “Yine gelecek misin peri!” diye bağırmıştı.

Ayrıldıkları için üzgündü.

Peri kızın sorusuna cevap vermese de yürümeyi bırakmıştı. Bu sırada sazlıkların arasından çıkarak periye doğru yüzlerce ateş böceği uçmaya başladı. O kadar fazlalardı ki karanlığı loş bir şekilde aydınlatıyorlardı. Küçük kız bu manzara karşısında gözlerini sonuna kadar açmış, ateş böceklerinin göldeki dansını izlemeye koyulmuştu.

Çok güzellerdi.

Kız, bu görüntü karşısında büyülense de sonradan aklına gelen şeyle birlikte irkilerek manzaranın etkisinden çıkmıştı. Aceleyle “Peri senin adın ne? Benim adım Mana!” diye bağırarak sormuştu. Gitmeden önce perinin adını öğrenmek istiyordu.

Adam başını omzuna doğru çevirerek “Benim adım…” demiş ve o anda rüya bittiği için görüntü çökmeye başlamıştı. Ruhum bedenime doğru kuvvetlice çekilirken son anda perinin dudaklarının kıpırdanarak adını söylediğini görmüş fakat ismini duyamamıştım.

"Nasıl hissediyorsun?" Rüyadan çıktığım anda uyandığımı anlamıştı, yanı başımdaydı. Gözlerim hala kapalıydı ve kokusu… her zaman olduğu gibi bulunduğu yerin havasını ele geçirmişti. Kafam öyle karışıktı ki… öylesine çıkmazda hissediyordum ki… bu yüzden az önce gördüğüm rüyada öğrendiklerim bile artık beni şaşırtamıyordu.

Ağır geliyordu.

“Yorgun.” dedim. Sesim de öyle çıkmıştı… yorgun.

Keskin bakışları yüzümü delmek istercesine inceliyordu.

“Aklından ne geçiyordu?” Kızgındı.

“Sadece yardım etmek istemiştim.” Caster’e kurmasını emrettiği kalkan için enerji kaynağı olmam onu öfkelendirmişti. Sıktığı dişlerinin arasından bastıra bastıra “Ölebilirdin.” dedi. Ona göre ne için, neden yaptığım mühim değildi. Pervasızca davranmıştım. Dediği gibi en küçük kazada ölebilirdim, bu ihtimale rağmen gözümü karartmamdı onu delirten.

Azarlanmaktan kaçamayacağımı bildiğimden Su Tanrısıyla yüzleşmek için gözlerimi açtım. Başımı çevirerek ona baktığımda kehribarlarında açılan kızıl çatlakların arasından lav sızdığını gördüm. Aron’un öfkesi sessizdi. Sessiz olduğu için bağırıp çağırmasından bin kat daha ürkütücüydü. Başka bir zamanda olsaydık bu halinden çekinebilirdim ama şu anda… içimdeki boşluk uğulduyordu. Nasıl hissettiğimi kelimelere dökemiyordum. O uğultu bana bir şey söylemeye çalışıyor gibiydi ancak ne dediğini anlamıyordum.

Büyüme sancısı mıydı bu? Beni yutana kadar büyümeye devam edecekti… İçimde ona yer kalmamıştı ki. Kalmadığı için, var olanları yok ederek yer edinecekti. Benden götüreceği her şey, benden bir parçayı yok edecekti.

Ben insan değil miyim?

Aklımdan geçen düşüncenin korkunçluğuyla bakışlarımı hızla Aron’dan kaçırdım.

“Ne kadar zamandır uyuyorum?”

Bendeki bir şeylerin farklılığını sezmişçesine öfkesini susturdu. “İki gündür uyuyorsun.”

İki gün… sadece birkaç saat gibi gelmişti.

“Halk nasıl? Kimseye bir şey olmamıştır umarım.” Düşüncelerimi uzak tutabilmek için aklımı başka şeylerle doldurmam lazımdı.

İnsan değilsem ben neyim?

“Sarayda pek ölü yok, yaralı sayısı da abartılacak sayıda değil. Asıl ölü listesi diğer şehirlerden gelen raporların ardından belirlenecek.”

Vesvese gibi kulağıma durmadan fısıldanan sorular yüzünden sakinliğimi kaybediyordum. Kalbim korkuyla dolup taşıyordu. Geleceğin korkusuyla… bilinmezliğin korkusuyla.

Titriyordum, lanet olsun.

“Mana sen iyi misin?” Tüm vücudum zangır zangır titriyordu.

Burada olmaz, şimdi olmaz.

Gördüğüm rüyada başladığını hissettiğim sıcaklığın, iki kaşımın ortasında toplandığını hissettiğim anda aklımı kaçıracak gibi olduğumdan üzerimdeki örtüyü fırlatırcasına kenara atarak ayaklarımı yataktan sarkıttım.

Ben insan değil miyim?

“Nereye gittiğini sanıyorsun?”

İnsan değilsem ben neyim?

Yere ayak bastığım gibi başım dönmeye başlamıştı. Odanın içindeki eşyalar ters yönde hareket ederken kalbim hızlandıkça hızlandı ve her ritim göğsüme yumruk attı. Vücudum bu hızı kaldıramadığından yüreğim sıkıştı. Yaşadığım şeyin sinir krizinden çok farklı bir şey olduğunu o anda anlamıştım.

“Mana?” Aron bir şeylerin yolunda olmadığını anlayarak adımı seslendi.

Gözlerim kararıyordu.

Bilincim beni yine o karanlık yere sürüklemişti.

Oraya gittiğim de sunak beni bekliyordu.

Daha önce gördüğüm beyaz ateş patlarcasına sunağın üzerinde belirip harıl harıl yanmaya başladı. Aynı şeyler oluyordu. Sürekli aynı şeyleri görüp duruyordum.

“எழுந்திரு” Yaşlı, çok yaşlı olan o antik ses durmadan benimle konuşuyordu. Bana ne söylemeye çalışıyordu?

“Seni anlamıyorum.”

“Mana ne oluyor?” Aron’un sesini duyabilsem de onu göremiyordum.

Su Tanrısına sunaktan bahsetmek için dudaklarımı araladığım sırada beyaz alevler güçlenerek sunakta yükselmiş ve birden tüm tüylerim kabararak omuriliğimden aşağıya korkunç bir ürperti göndermişti.

Bu bir uyarıydı.

Neye karşı?

Karanlıktan uzanan bir el ateşin üzerine vurarak sunağa kapanmıştı. Aldığı darbeyle sarsılan sunak kırılmamak üzere direnirken bende inleyerek iki büklüm olmuştum. Sanki organlarım ezildiği için iç içe geçmişlerdi. Ne…fes alamıyordum. Biri karnıma tekme atmışçasına dizlerimin üstüne yığıldım.

Sunağın aldığı hasarı bende almıştım.

Bu nasıl bir güçtü böyle? Sadece sunak değil, sürüklediğim karanlık bölge bile bu güç karşısında yıkılacakmışçasına sarsılıyordu.

Sunakla aramda bir bağlantı vardı.

Bu bağlantı yüzünden orada yaşananlar beni de etkiliyordu.

Aron yere yığıldığım anda telaşla yanıma gelmiş ve omuzlarımı tutup sarsmaya başlamıştı.

“Siktir. Siktir. Mana beni duyabiliyor musun? Hadi güzelim bana bir cevap ver!”

İstesem de şu anda Aron’a odaklanamıyordum.

Oradan… karanlıktan bana bakan bir şey vardı.

Onu göremiyordum sadece kirlenmiş varlığını iliklerime dek hissediyordum.

O mahluk bu zamana kadar tanıştığım hiçbir şeye benzemiyordu.

Ateşin üzerindeki elin sahibi oydu.

Teni kül rengindeydi.

Gözleri… Aman Tanrım.

“நீங்கள் இறுதியாக வந்துவிட்டீர்கள்.” Yüzünü acıyla buruşturdum. Sesi o kadar rahatsız ediciydi ki her bir kelimesi kulak zarıma iğneler sokup çıkarıyordu. Ne dediğini anlamasam da sözleriyle birlikte ruhum buz kesmişti. Sadece sesinden hevesli olduğunu çıkarabiliyordum. Bir şeye heves ediyordu… Mahlukat elini ateşten çekince beyaz alevler tekrar büyüdü. İşaret parmağını uzatarak siyah ve uzun tırnağını beyaz alevlere soktu. Alevler mahlukatın tırnağını yaktı ve yaktı. Uzun süre ateşe maruz kalan tırnağı kor haline getirdi.

Göremeyeceğim bir hızla hareket ederek üzerime çullanınca çığlık attım.

“Sakinleş deniz kızı.” Bana sakin olmamı söylediği halde paniğe kapılmış gibiydi. Avuçlarıyla yanaklarımı kavrayıp okşadı. “Buradayım, sakinleş.” Aron beni tutmaya çalışsa da ben debelenerek onun elinden kurtulmaya çalışıyordum. Hayır, kurtulmaya çalıştığım kişi o değildi.

O şey üzerimdeydi.

Etrafından kırmızı ve siyah karışımı dumanlar çıkıyordu. Eliyle boğazımı tutup sıkmaya başladı, beni boğuyordu. Nefes alabilmek umuduyla ağzımı açtığımda bunu hedeflediğini çok geç anlamıştım. Etrafındaki dumanlar ağzımdan ve burun deliklerimden içeriye hücum ederek boğazımdan aşağıya kaymaya başladı. Ruhuma doğru akan eden derin bir kin, nefret ve katıksız bir öfke hissediyordum. Boğulma sesleri çıkarırken ellerimi boğazımı sıkan eline götürüp sıktım. Gırtlağımı saran parmakları biraz gevşese de beni bırakmadı. Tırnağının ucunu alnıma bastırarak etimi kesmeye başladı. Etimi kese kese alnıma bir şey çizerken bir yandan da tırnağını beyaz alevle korlaştırdığı için kesiklerin kenarlarını yakıyordu.

Çığlık attım.

Çığlık atmaya devam ettim ama o durmadı.

Acıdan aklımı yitirecek gibi olsam da Aron’un nutku tutulmuşçasına “Bu da ne böyle?” dediğini duyabildim.

Alnımdan yüzüme doğru ılık sıvılar akıyordu.

Mahlukat benim çığlıklarıma aldırmayarak işini bitirene kadar durmadı. Sonunda elini geri çekip üzerimden kalktığında artık çığlık atacak takatim kalmamıştı. Sadece derin derin soluk alıp veriyordum.

Alnım sızım sızım sızlıyordu.

O şey bana son bir kez bakıp geldiği karanlığa geri dönünce beyaz ateş söndü ve sunak geri çekildi. Kirpiklerimi birkaç kez kırpıp açtığımdaysa yeniden görebiliyordum. Kendime gelene kadar nefesimi tutmuşçasına birden büyük bir soluk içime çekerek öksürmeye başladım.

Aron’un kollarındaydım.

İkimizde yerde oturuyorduk.

Ve o bana… aklı durmuş gibi bakıyordu.

Gürültüyle nefeslenirken yüzümden süzülen şeye elimi sürüp geri çektiğimde parmaklarıma bulaşan kana kitlenmişçesine bakakaldım.

Yerden hızla kalkarak odadaki boy aynasına doğru gittim.

Bakmam lazımdı. Bana ne yaptığını görmeliyim.

Tam aynanın önüne geçecekken Aron “Hayır, bakma!” diyerek bağırmış ve birden odanın içindeki bütün aynalar aynı anda çatırdayarak patlamıştı.

Görmeyeyim diye aynaları kırmıştı.

Ama görmüştüm.

Yüzüme süzülen kanlar alnımdaki yaradan akıyordu. Kesici bir aletle yapılmış gibi duran yara bir sembolü işaret ediyordu.

Patlayan aynaların parçaları etrafa saçılmıştı.

Çıplak ayaklarımın önüne düşen binlerce parça da binlerce yansımam vardı.

Benim yansımalarım.

Bacaklarım daha fazla beni taşıyamadığından dizlerimin üstüne düştüm.

Binlerce çentikli göz bana bakıyordu.

O mahlukat aynaların içinden bana bakıyordu.

O bendim.

 

Mananın gördüğü o mahlukar, sunak ne olabilir?

Bölümde en sevdiğiniz yer neresi oldu?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere :D

Loading...
0%