Yeni Üyelik
26.
Bölüm

BÖLÜM 26: "AÇIK YARANIN SESİ"

@endless_q

▏₰ Mana

Zamanın içine sıkışıp kalmış gibiydim.

Ne bir adım ileri gidebiliyor ne de geri çekilebiliyordum.

Ayaklarımın saplandığı bataklıktan çıkabilmek için debelenirken gittikçe battığımı hissediyor ama buna bir dur diyemiyordum.

Kurtuluşum olarak gördüğüm yol beni ölümüme sürüklüyordu.

Yanlıştı, biliyorum. Bir yanım söylediklerine aldırış etme diyordu öteki ise duyduğum her şeye yapışarak kendimi bana hiç olmadığı kadar savunmasız hissettiriyordu.

Karanlık bir dürtüydü bu.

Aklımla oyun oynuyordu.

“Hanımım ben size ne demiştim? Aldığım duyumlar asla yalan çıkmaz! En iyi kumaşlar burada satılıyormuş işte. Ayy şunun rengine baksanıza eminim bununla dikilecek bir elbise size çok yakışır!” Saya’nın neşesi beni mahkûm eden düşüncelerin zehrinden arındırınca elinde tuttuğu yüksek kaliteli kumaşa baktım. Bahsettiği şu duyumları kimden -kimlerden- alıp durduğunu öğrenemesem de sarayı çekip çeviren bu kızın korkunç bir bilgi ağı olduğu kesindi.

Satıcı Saya’nın ürünlerine olan ilgisinden memnun bir şekilde bize bakarken “İstediğiniz kadar kumaş ayarlayabilirim size suyun gelini. Fiyatını düşünmeyin, elbette Su Tanrısının gelinine güzel bir indirim yapacağım.” derken bir yandan da göğsünü kabarta kabarta millete ondan alışveriş yaptığımızı duyuruyordu.

Karum’da gezerken uğradığımız tezgahtarlar bana adımla ya da Saya’nın dediği gibi hanımım şeklinde seslenmiyorlardı. Uzun yıllardır bir geline hasret kalmış olan halk benimle konuşurken özlemlerini gidermek istercesine sürekli kim olduğumu vurguluyorlardı.

Hepsi bana Suyun gelini diyordu.

Tanrıların himayesi altında yaşayanlar için bir gelinin varlığı mühimdi.

Çünkü gelinler halk ve Tanrı arasında köprü görevi görürlerdi.

Bir nevi elçi sayılırlardı.

Tanrı gelininin görevi elbette bununla sınırlı kalmıyordu. Yalnızca sarayla değil; halkın arasına karıştığımda, hanedan üyelerini karşıladığımda, şehir veya ülke dışına çıktığımda da varlığımla Su Tanrısını temsil ediyordum.

Ben onun yansımasıydım.

Saya satıcının dediklerini küçümsercesine burnunu kıvırdı. “Pazarlık yapmadan o kadar kumaşı satın alacağımızı sanıyorsan daha benimle tanışmamışsın demektir.” Ne demek onca kumaş? Bakışlarımı tezgâha çevirdiğimde Saya’nın önünde biriktirdiği kumaş yığınını görerek gözlerimi büyütmüştüm. Hangi ara bu kadar kumaşı seçmişti?

Satıcı bu sözleri duyunca galeyana gelmişçesine gözlerini kıstı. Saya’ya pazarlıkta rakip tanımam bakışı atarken “Sıkı pazarlıkçı olduğunuza dair söylentiler kulağıma çalınmıştı baş hizmetçi.” deyip anında pazarlıkçı kimliğine büründü. “Su Tanrısının gelinine indirim yapacağımı söylemiştim zaten. Yüzde yirmi! Daha fazlasını inmem. Kabul etmeyeceğinizi söylüyorsanız siz bilirsiniz tabii. İstediğiniz kadar tezgâh gezin burada benim kumaşlarımdan daha iyisini bulamazsınız. Ürünlerim en iyi pamuk tarlalarından toplanmış ipliklerle dokunup özenle işleniyor. Sadece siz değil, hanedanın kadınları da benden alışveriş yapıyor.” demişti.

Diğer bir değişle onun bir kayba uğramayacağını, bizim zararlı çıkacağımızı ima ediyordu.

Orta yaşlı tezgahtarın böbürlenerek dediklerini dinlerken Saya’nın gözleri ateş saçıyordu. Satıcı gördüğü ifadeyle eğlenirken Saya taktik değiştirerek onun yöntemini kullanmaya başladı. Kibirli bir tavırla “Hanedanın kadınları mı? Sen onlarla hanımımı nasıl bir tutarsın? Karşında herhangi bir kadın değil, Su Tanrısının gelini var! Senin kumaşından dikilen bir elbise giyerse bile minnet duymalısın.” diyerek adamı azarladıktan sonra tavrını değiştirip elde ettiği fırsatı kendi lehine çevirdi.

“Kim bilir bize güzel bir indirim yaparsan belki diğer ülkelerden gelecek olan konuklara hanımımın üstündeki elbiselerin senin tezgahından alınan kumaşlarla dikildiğini çıtlatabilirim.”

Tilki… resmen tilki gibiydi. Birde kendime iyi pazarlıkçıyım derdim. Bu konuda Saya’nın eline katiyen su dökemezdim.

Satıcının omuzları başta Saya’nın işin içine beni karıştırması yüzünden yenilgiyle düşse de sonradan konuk kelimesini duyunca üzerindeki hüsranı atmış ve kulaklarını havaya dikmişti.

Gözleri kazanacağı altınları düşlerken parlıyordu.

İkili en sonunda sırıtarak el sıkıştıklarında Saya beğendiği kumaşların parasını belindeki keseden ödemişti. Deminden beri kapışıp en sonunda da olayı tatlıya bağlamalarına -kurnazca da olsa- gülmeden edemedim. Garip bir şekilde satıcılar kendilerini zorlayacak şekilde pazarlık edebilen insanlarla laf dalaşına girmeye bayılıyorlardı. Tezgahtar az önce de bilerek Saya’yı kışkırtmıştı zaten. Eh Saya da bu meydan okumaya göz yumacak değildi.

Muhafızlar paketlenen kumaşları alırken Saya aldığı galibiyetin sevinciyle sırıtıyordu. Oysaki pazarlık yapmasına bile gerek yoktu. Düzinelerce kumaş alsak dahi sarayın hazinesine gedik açamazdık.

Soğuk havayı ciğerlerime çekerek gökyüzüne baktım. Öğlen saatlerinde olmamıza rağmen güneşi engelleyen gri bulutlar yüzünden dışarısı karanlıktı. Her ne kadar kışı ve karı sevsem de hava böyle kasvetli olunca içim sıkılıyordu. Caster ve Towa’nın konuşmasına kulak misafiri oluşumun üzerinden günler geçmişti. Bu süre zarfı içinde mahlukatı ne görmüş ne de çevremde varlığını hissetmiştim. Sinsi bir yılan gibi zayıf olduğum bir anı mı kolluyor yoksa Aron ben uyurken onu uzaklaştırdığı için mi ortaya çıkamıyordu bilmiyorum.

Hem ne olduğunu bilmediğim bu mahluk yüzünden hem de Caster ile Towa’nın benim kim olduğuma dair ürettikleri teori yüzünden her saniye diken üzerinde oturuyormuş gibi hissediyordum.

Tanrıça Ate.

Ben gerçekten onun soyundan geliyor olabilir miyim? İçimdeki bu varlık onun laneti yüzünden mi doğmuştu? Bu yüzden mi bu kadar kin ve öfke doluydu? Sarayın kütüphanesine gidip bu Tanrıça hakkında araştırma yapmak istesem de cesaret edemiyordum.

“Hanımım kumaşları çok iyi bir fiyata satın aldık! Az önce memnuniyetsiz gibi davrandığıma bakmayın, bu adamın kumaşları sandığınızdan daha meşhur. O yüzden kimseye doğru düzgün indirim de yapmıyormuş.”

İçimdeki sıkıntıyı dışarı vurmamak için gülümsedim. “Elbiseler için sabırsızlanıyorum.”

Saya genişçe gülümseyerek “Saraya döner dönmez ilk işim kumaşların terziye gönderilmesini sağlamak olacak. Zaten terzi sizin ölçülerinizi önceden almıştı. Elbiseleri dikip son kontroller için geldiğinde bir kere daha deneyip üzerinde isterseniz oynamalar yaptırırsınız.” dedi.

Tanrılara takdim edileceğim gün ki şölen dolayısıyla dikilecek olan elbise için ölçülerimin alındığı zamanı kastediyordu. Demek o kadın ünlü bir terzi değil de saray terzisiydi. Şölende diktiği elbise nefisti. Eminim bu kumaşlarla da harika işler çıkaracaktı. Satıcının Saya ile yaptığı anlaşmadan kazançlı çıkacağı kesindi.

Paketleri alan muhafızlar arkamıza geçerken aklıma takılan soruyu Saya’ya sordum.

“Neden bana suyun gelini diyorlar?”

Kıkırdadı. “Çünkü suyun gelinisiniz hanımım.”

Su Tanrısının gelini değil, suyun gelini diyorlardı. Doğal olarak ikisi arasındaki farkı merak ediyordum.

“Neyi sorduğumu biliyorsun.”

“Size Su Tanrısının gelini derken efendi Aron’un karısı olduğunuzun altını çiziyorlar. Elbette bu yanlış bir tabir değil lakin eski zamanlarda gelinlere daha farklı bir hitap kullanılırdı.”

Açıklamasının devamının geleceğini hissettiğimden tekrar konuşuncaya kadar bekledim.

“Hanımım, Tanrı ve Tanrıçaların güçlerinin özlerinden geldiğini biliyorsunuz değil mi? Efendi Aron sudan doğdu, efendi Balder havadan, efendi Hades topraktan, efendi Loki ise ateşten. Tanrılar özlerinden doğdukları gibi öldüklerinde de özlerine dönerler. Bu Tanrılara inananlar ise gelinlerine de Tanrı kocalarından ayrı gözle bakmazlar. Bize göre inandığımız Tanrı insan bedeninde bize gözükse de özünde sudur. Haliyle sizde suyun gelini oluyorsunuz.”

Tanrılara daha önce hiç bu yönden bakmadığımı fark ederek şaşırdım. Saya’nın da dediği gibi Tanrılar bize insan bedeninde gözükseler de yaradılış olarak bizden apayrılardı.

“O halde diğer Tanrı halkları da gelinlere havanın gelini, toprağın gelini ve ateşin gelini olarak sesleniyorlar.”

“Evet ama bu hitabı kullanan pek yok artık.”

“Nasıl? Aron’un önceki gelinlerine hiç böyle seslenmediler mi?”

Omuz silkti. “Hayır, en azından ben söylediklerini işitmedim.”

Şaşkınlıkla “Bana niye öyle diyorlar o zaman?” diye sorduğumda Saya bana daha önce gözlerinde tanık olmadığım bir inanç, saygı ve minnetle bakmaya başladı.

“Çünkü siz yıllar sonra suyun kabul ettiği ilk gelinsiniz.”

Yıllar sonra suyun kabul ettiği ilk gelin.

Yavaş yavaş içimi saran farkındalık tarafından sarsıldığımda bakışlarımı beni rahatsız etmemeye çalışarak izleyen insanların üzerlerinde gezdirdim. Karum’a geldiğimden beri bir gözleri hep üzerimdeydi, yaklaşmaktan çoğu çekinmişti. En azından çocuklar onlar kadar ürkek değillerdi. Gittiğim her tezgahçı, dükkancı beni sevinçle karşılaşmış ve hediyeler vermişti. Çocuklardan şeker dahi almıştım.

Yüzlerinde beni görmelerinin verdiği o mutlu gülümsemelerin omuzlarımdaki ağırlık olduğunu görememişim. Ağırlık arttıkça artıyordu.

Bunu tek bir gülümseme yapıyordu.

Aron sürekli benim omuzlarımdaki yükten bahsediyordu. Bahsetmesine bahsediyordu ama bu yüke hiç isim koymamıştı ya da nasıl bir şey olduğunu bana söylememişti. Bildiğimi sandığımdan sormamıştım bende. Biliyormuşum da aslında, sadece daha önce hiç bu kadar derinden hissetmemiştim.

Ben suyun halkından sorumluydum.

Ben sudan sorumluydum.

Ben bu insanlardan sorumluydum.

Tanrı gelini, Tanrı ile inananları arasında köprü görevi görürdü.

Tanrı gelini, Tanrının halkından sorumluydu.

Tanrı gelini, Tanrıdan sorumluydu.

Omuzlarımdaki yük, Aron’un omuzlarındaki yüktü.

Bir gelin olarak onun yükünü paylaşıyordum.

“Sizden önceki gelinler sadece Su Tanrısından değil, onun yükünden ve halkından da kaçıyorlardı. İsteyerek gelin olanlar da istemeyerek olanlarda… hepsi kaçtı. Onları anlamıyor değilim, Tanrı gelini olmak büyük bedeller, fedakarlıklar istiyor. Hiçbiri denemedi de diyemem çünkü denediklerini de biliyorum. Bir kısmı zevki sefaya kapılıp gönlünce eğlenip bir gelin olmanın nimetlerinden sonuna dek faydalandı. Bir kısmıysa halkı ötekileştirip yalnızca efendi Aron’a bir çocuk vermeyi amaçladı.”

‘Onlar yatakta beni memnun etmek için her şeyi yaparlardı sense daha hiçbir şey yapmadığım halde utanarak kendini geri çekiyorsun. Zaten tek yapabildikleri de buydu.’

O gece bana bunu söylerken beni eski gelinlerle kıyasladığını sanarak hayal kırıklığına uğramıştım. Doğru, kıyaslamıştı ama beni değil. Onları benimle kıyaslıyordu.

Saya bakışlarını benim gibi insanlara çevirdi. “Efendi Aron gelinlerin üzerindeki yükü bildiğinden onları hiçbir zaman bir şeyler yapmaları için zorlamadı. Zaten bu onun zorlamasıyla olacak bir iş de değil sizde biliyorsunuz, gönülden gelmeli. Halk, Tanrıları yalnız kalmadığı sürece bu durumu önemsemediler lakin Towa’nın anlattığına göre çoğu gelin efendi Aron’dan korktukları için ona yaklaşamıyordu. Geriye kalanlar ise sadece yatak odasında ona eşlik ediyorlardı. Sarayda yükselmek için çeşit çeşit oyunlar döndürüp hanedanla iş birliği yapanlar dahi oldu. Tüm bunların üzerine birde son gelinin ihaneti eklendi.”

Şaşırarak hızla Saya’ya döndüm, biliyorlar mıydı? Surat ifademi gören Saya “Niye şaşırıyorsunuz ki? Halkın anlamayacağını mı sanıyordunuz? Hanımım her ne kadar saray o kadının ihanetini saklamaya çalışsa da halk aptal değil. Gelinlere bunca zaman kötü yaklaşmayan Su Tanrısı birden ne oldu da sarayın kapılarını gelinlere kapattı? Her ne kadar efendi Aron soğuk bir kişiliğe sahip olsa da kimsenin canını sebepsiz yere yakmadı.”

‘Neden hayatta?’

‘Kahrolası kadınlar her zaman lanetim oldu. Senin de olmayacağın ne malum?’

‘Taşıması zor değil mi?’

‘Omuzlarına yüklenen yük herkesin kaldırabileceği türden bir ağırlık içermiyor, çok ağır… çok ağır olduğunu biliyorum Su Tanrısının gelini. Bu yükün ne kadar ağır olduğunu bildiğim gibi bu yükü kaldırabilecek kadar güçlü olduğunu da biliyorum.’

Hafızamda teker teker canlanan her ses ona aitti.

Gelinlerine olan nefreti boşuna değilmiş meğerse. Hepsi onun beklentilerini boşa çıkarmış, sorumluluklarından kaçıp bu ağır yükle onu yalnız bırakmış ve en sonunda da içlerinden birinin ihanetine uğramıştı. Başta ona kızgın olduğum için Towa’nın zindandayken söylediklerini abartı bulmuştum. Söyleyeceğim şey kulağa acımasız gelse de nihayetinde o bir Tanrıydı… ihanete alışık olmalıydı. Sırtındaki bıçağın acısı yüzünden bütün gelinlere nefret kusuyor sanıyordum.

Kalbimi bir el tutup sıkmaya başladı.

Sırtında tek bir bıçak yoktu.

Sırtı bıçaklar yüzünden gözükmüyordu.

Saya kolumu anlayışla okşayarak “Bunları siz üzülün diye söylemedim hanımım, halkın gözünde değerinizi görün diye anlattım. Hepsi sizi gerçek bir gelin olarak kabul ediyor bunu size seslenişlerinden anlayabilirsiniz.” dediğinde boğazıma atılan düğüme rağmen “Bu bir onur.” diyebilmiştim. Sahiden öyleydi… halk tarafından gerçek bir gelin olarak görülmek içimi ısıtsa da bir tarafım üfürdüğü dondurucu soğuk yüzünden o sıcaklığı hissetmemi imkânsız kılıyordu.

Daha kaç sır barındırıyordu içinde?

Yutkundum, o düğüm çözülmedi.

Onun sırtındaki bıçakların acısı yüreğime saplanmıştı.

Tekrar yutkundum, o düğüme fayda etmedi.

Yükünü paylaştığım gibi acısını da paylaşamaz mıydım acaba?

Aklımdaki bin düşüncenin binide yine aynı yönü işaret ediyordu.

Ben Aron’u hiç tanımıyordum.

‘Su sarayı uzun zamandır bir gelinin özlemini çekiyor. Eminim senin gelişin Kaldera’nın halkına mutluluk, dostumun yalnızlığına ise şifa olacak.’

Şölendeyken Toprak Tanrısının sözleriyle Aron’un yalnızlığına değinmesine anlam verememiştim. Şimdi neden öyle dediğini geçte olsa öğrenmiştim.

Aron yalnızdı.

Yüzyılların yalnızlığını çekiyordu.

“Hanımım iyi değilseniz dönelim mi?”

Başımı iki yana sallayarak “Biraz daha kalalım.” dedim. Daha duyduklarımı hazmedememiştim. Hazmedemeden onu görürsem… kaldıramazdım.

Gözlerime bakarsa yaralarını gördüğümü anlardı.

Gizlemeye çalıştığı o yaraları bulduğumu anlardı.

Moralimin günlerdir bozuk olmasından dolayı Saya bir değişiklik yaparak saraydan çıkıp şehre inmeyi teklif etmişti. Zaten Karum’a da bu niyetle gelmiştik, alışveriş yapmak ve bol bol eğlenebilmek için. Şehrin merkezindeki bu bölgeye büyüklü küçüklü bir sürü dükkân ve tezgâh açılmıştı. İnsanlar ihtiyaçlarının neredeyse tamamını bu tarz yerlerden karşılarlardı. Köyümdeyken de haftanın bir günü diğer yardımcıların eşliğinde pazardan haftalık ihtiyacımızı satın alırdık.

Tabii köyümdeki pazarla burayı kıyaslamak mümkün değildi.

Karum olarak adlandırılan bu pazar yerinde sadece Su Tanrısının halkı değil, diğer şehir ve ülkelerden gelen tüccarlar, büyücüler ve tanımadığım ırka mensup kişiler de vardı. Satışa çıkarılan ürünlerin bir kısmı dışarıdan getirildiği için çeşit çok fazlaydı. Maar’a ilk gelişimde buradan geçsek de gezmeye vaktimiz olmadığından çok küçük bir kısmını görebilmiştim.

Dışarı çıkmamız pek kolay olmamıştı tabii.

Kafamıza göre sarayı terk edemeyeceğimiz için bin bir güçlükle Ragnar’ı ikna etmemiz gerekmişti. Başta isteksiz davranmıştı, şu aralar ortalık karışık olduğundan neden saraydan çıkmamızı istemediğini anlıyor olsam da ufak bir değişikliğin bana iyi geleceğini bildiğimden ısrar etmiştim. Sonunda çenemize dayanamayarak tamam dediğindeyse yanımızda muhafızlar olmadan çıkamayacağımızı söylemişti. Saraydan çıkmamıza tamam derken bile ödün verdiğini bildiğimden eşlikçilere hayır dememiştim.

Ta ki eşlikçilerin sayısını öğrene dek. On kişi! O kadar kişiyle Karumda rahat rahat gezmemizi nasıl bekliyordu? Herkesin dikkatini çekmekle kalmayacak muhafızların zırt pırt bize karışması yüzünden hevesimizde kursağımızda kalacaktı. Sayıyı tartışarak en sonunda beşe kadar indirebilmiştik neyse ki.

Kumaş tezgahından sonra gösterişli bir mücevher dükkanına girmiştik. Oradan çıkıp ayakkabı dükkanına geçmiştik. Saya kumaşlarla dikilecek elbiseye uygun takılar, ayakkabılar, tokalar ve daha bir sürü şey almıştı.

Yanında getirdiği keselerin ikisi çoktan boşalmıştı.

Saatler süren alışverişin ardından dinlenebilmek için bulduğumuz ilk Han’a girmiştik. Dışarısı soğuk olduğundan sıcak içecek bir şeylere ihtiyacımız vardı. Üstelik onca koşuşturma karnımızı acıktırmıştı. Hanın içerisindeki müşteriler içeri giren muhafızları görünce ilk önce şaşırmış ve burada ne işleri olduklarını sorgulamıştı. Vardiya saatleri içerisinde muhafızların alkol tüketmesi yasaktı. Yemek yemeye geldi deseler daha nöbet değişim saati gelmemişti. Çatık kaşları peşlerinden bizim girdiğimizi görmeden düzelmemişti.

Hancı tahtadan oyma büyük bardakları elindeki bezle silerken muhafızlara ters ters bakmakla meşguldü ta ki onlarla birlikte gelişimizi görene dek. Aronun halkı kadar Tanrılarını seven, sayan bir halk daha görmemiştim. Bende Su Tanrısına inanan köylerden birinden geliyordum fakat biz buradakiler kadar inancıyla bütün insanlar olmamıştık hiç. Hatta onun varlığını kuraklık kapımıza dayanana dek aklımıza dahi getirmemiştik. Maar’dakiler ise yanlarında Aron olmadığında bile onun kurallarının çiğnenmesine müsaade etmiyorlardı.

Muhafızların lideri bakışlarıyla köşede bir yer bulup bizi oraya yönlendirirken hancı siparişlerimizi almak için gelen çalışanlarını durdurarak bizzat bizimle ilgilenmek için gelmişti. Masaya oturunca Sayayla birlikte başlarımızdaki pelerinleri indirdik. Muhafızlar oturmamışlardı. İkisi bizimle kalarak masanın etrafında beklerken diğerleri de handa dağılmış ancak bizden çok uzaklaşmamışlardı.

Hancı direkt bana bakıp “Sizi hanımda ağırlamak bir şereftir suyun gelini. Ne getireyim istersiniz?” derken suratında kocaman bir gülümseme vardı. Güçlü kuvvetli bir adamdı fakat bir tık kiloluydu bu yüzden gülümseyince kızarık yanakları daha da belirginleşmişti. Kibar tavrına aynı nezaketle karşılık vererek gülümsedim.

“Günün yemeğinde ne varsa onlardan getirmen yeterli hancı. Bir de içecek sıcak bir şeyler istiyoruz.”

Hancı pos bıyığını iyice yanaklarına yayarak “Bugünün yemeğinde geyik yahnisi ve taze deniz ürünlerinden karışık bir kızartma tava var, hepsinin damak zevkinize uyacağına kefilim. Ortaya ise yeni filizlerden yapılma güzel bir salata getireceğim. Hanımım içecek olarak ne arzu edersiniz? Koruk suyu ve bitki çaylarımız var.” demişti.

Bilerek alkollü içeceklerden bahsetmemişti. Aron müsabakaların yapıldığı gün alkol kullanmama ses etmese de bunun nedeni gözünün önünde olmamdan kaynaklıydı. O yokken içki içtiğimi duyarsa muhtemelen uzun süre saraydan dışarı adımımı atmama izin vermezdi. Dahası halkın arasındayken hareketlerime dikkat etmeliydim. Konumum bir şekilde beni kısıtlayıp dursa da önemi yoktu. Çok alkol tüketen biri değildim zaten.

“Saya sen ne istiyorsun?”

“Ben sıcak bir çaya hayır demem hanımım. Hancı kış çayın var mı?” Saya çay konusunda işinin ehli olduğundan içeceğimiz çayın çeşidini seçmesine sessiz kalarak onay vermiştim.

“Olmaz mı var tabii. Hemen yemekleri getiriyorum daha sonra kış çayının yanında size fırından yeni çıkmış zencefilli kurabiyelerimizden ikram edeceğim.” Hancı yemekleri hazırlamak için gidecekken “Bir masa daha kurun lütfen muhafızlarda bizimle beraber yiyecekler.” dediğimde hancı şaşırmış, muhafızların lideri ise itiraz etmek için atılmışken elimi kaldırarak onu durdurmuştum.

“İtiraz istemiyorum. Bizimle beraber saatlerce yürüdünüz, üstelik aldığımız eşyaların paketlerini de taşıdınız. Üşüdünüz ve açsınız haliyle kısa bir arayı hak ettiniz.” Muhafızların lideri ben kesin bir dille konuşunca “Nasıl isterseniz hanımım.” diyerek diğerlerine işaret vermiş ve bize en yakın duran boş masaya geçmişlerdi.

Nihayet karara varınca hancı isteklerimizi getirmek için yemeklerin pişirildiği arka tarafa gitmişti.

Bakışlarımı masanın üzerine koyduğum çiçeklere çevirdim. Elimi uzatarak çiçeğin yarı katmer biçiminde duran taç yaprağını zarifçe okşarken dudaklarımda buruk bir tebessüm oluşmuştu.

Şakayıklar.

“Yüzünüze bakılınca bu çiçeklerin sizde bir mazisi olduğu anlaşılıyor hanımım.”

“Şakayıklar annemle babamın en sevdiği çiçeklerdi.”

Saya hassas bir konuya değindiğini anlayınca daha fazlasını sorup anılarımı eşelemek istemese de hatıralarım çoktan zihnimde canlanmıştı bile. İlk karede babamın annemi mutlu etmek için kucak dolusu şakayıkla kapıya gelişi vardı. İkinci karede annemin şakayıkları her gördüğünde yüzünde beliren o gülümseme. Üçüncü kare ise annemle birlikte bahçemize şakayık çiçekleri ektiğimiz zamandan kalma bir görüntüydü.

‘Annen bu çiçekleri çok sevdiği için benimde en sevdiğim çiçek şakayık Mana.’ Babamın kulağımda depreşen sesiyle birlikte gözlerim özlemle dolmuşlardı. Sırf annem seviyor diye şakayıklara dokunurken anneme dokunuyormuşçasına narin davranırdı. Aklıma ne kadar denersek deneyelim bahçemiz de bu çiçekleri yetiştiremeyişimiz gelince güldüm.

Solup duruyor, asla çiçek açmıyorlardı.

Anneme şakayıkların neden öldüklerini sorduğumdaysa solmuş olmalarına rağmen hala incitmeden çiçekleri köklerinden ayıtlarken ‘Çünkü istedikleri toprak bu değil.’ demişti.

Sesine karışmış hüzün dolu o hasretin nedenini hiçbir zaman çözememiştim.

Buketi zarar görmesin diye kenara çektim. Karum’u gezerken gözüme rengarenk çiçeklerle dolu tezgâh çarpınca istemsizce durmuş ve daha yakından bakmak için yaklaşmıştım. Kış mevsiminde olsak bile boyunlarını bükmemiş olmamaları hayret vericiydi. Onca çiçeğin arasından pembe şakayıkları ilk bakışta ayırt edebilmiştim. Satıcı kadın şakayıklara nasıl baktığımı görünce onları bana hediye etmişti.

Gözlerimin önüne Aron’un göldeki lotuslara bakışı geldi.

Ben şakayıklara bakarken ailemi görüyordum.

O ne görüyordu?

Yemekler çok lezzetliydi.

Getirilen yahninin içindeki et saatlerce pişirildiğini temenni edercesine ağızda dağılıyordu. Üstelik yemekte kullanılan baharatlarda tam kıvamındaydı. Deniz ürünleriyle yapılmış kızarmış tava, daha önce yemediğim türde kabuklu ve kabuksuz şeyler de içeriyordu. Saya’nın nasıl yenileceğini göstermesiyle onları da tatmış ve bayılmıştım.

Yemekten sonra hancı bize söz verdiği kurabiyelerle birlikte kış çaylarımızı getirmişti.

Yudum yudum içtiğim sıcak çay soğuktan kasılan uzuvlarımı açarak gevşememi sağlamıştı. Kurabiye de kıtır kıtır ve lezzetliydi. Saraydan dışarı çıkıp Karum’a inmekle iyi yapmıştık. Sorumluluklarımı tamamen arkamda bırakamayacağımı bilsem de bir süre uzaklaşmak kafamı dağıtmıştı. Keşke olumsuz düşünceleri de sarayda bırakabilseydim.

“Hanımım artık saraya dönmemiz gerekiyor.”

Muhafızların liderine bakmadan kafamı sallayarak “Çaylarımız bitince kalkalım.” demiştim. Bunun üzerine adamlarına bakıp “Gidip hancının parasını ödeyin.” diyerek emredince muhafızlardan biri masadan kalkarak hancının yanına gitmişti. Çaylarımız bitene kadar hanın içinde eğlenip sohbet eden insanları izledim. Han büyük bir şömine ile ısıtıldığından içerisi sıcaktı bu da alkol tüketenlerin daha çabuk mayışmasını sağlıyordu. Müşterilerin bir gözünün hep üzerimde olmasına alıştığımdan artık onları yok saymak kolaylaşmıştı.

İç çektim.

Keşke Aron’da bizimle gelebilseydi.

Onun benden daha çok kafasını dinlemeye ihtiyacı vardı ama bunu yapmak yerine Şeşe atasının faalini araştırmakla kalmıyor birde benim sorunlarımla ilgileniyordu. Sırf bu yüzden ona yakışır bir gelin olmak istiyordum işte. Çünkü o da benim için çabalıyordu.

Hancının parası ödenip çaylarımız bittiğinde pelerinlerimizi tekrar başlarımıza geçirerek handan ayrıldık. Dışarı çıktığımız gibi havaya fırlatılan kağıtları görerek şaşırmıştım. İnsanların üzerine yağmur gibi yağan kağıtlara çocukların sesleri eşlik ediyordu. Ellerindeki kâğıt desteleriyle insanların etraflarında dolanan çocuklar onlarla konuşarak bir yere davet ediyor gibilerdi.

“Hanımım sizde almak ister misiniz?” Dağıtıcı çocuklardan biri çekinerek de olsa bize yaklaşarak elindeki kâğıdı bana uzatınca gülümseyerek kafasını okşayıp kâğıdı aldım.

“Teşekkür ederim.” Çocuk saçını okşamama gözlerini büyüterek baksa da hemen ardından yanakları kızarmış ve kaçmıştı. Arkasından bakarken şirinliğine dayanamayarak gülmüştüm.

“Yılın bu zamanlarında geldiklerini unutmuşum.” Saya elimdeki kâğıda bakarak konuşunca bende aynı yere gözlerimi çevirmiştim. Çatlak bir sarı renkteki kâğıdın üzerine büyük bir çadır çizilmiş, yanlarına da türlü türlü ırklar resmedilmişti. Resimlerin altına bir tarih ve saat yazılarak yer bilgisi eklenmişti. Çizilen ırkların üzerlerindeki zincirleri kaşlarımı çatarak incelerken çadırın üzerine kocaman harflerle yazılmış ‘BÜYÜCÜNÜN SİRKİ’ yazısına baktım.

“Sirkte ne?”

“Hanımım sizin geldiğiniz yerde sirk gösterileri yapılmıyor mu?”

“Hayır, ilk kez böyle bir şey duyuyorum.”

“Sirk eğlence amaçlı yapılan bir gösteridir. Şu resimlerdeki farklı ırklara ait kişileri görüyor musunuz? Sirkler de bu tarz kişiler eğitildikten sonra izleyicilerin önlerine çıkartılıyorlar. Irklar izleyicilerin dikkatini çekebilmek için hünerlerini gösterip oyunlar düzenliyorlar. Bu sirkin sahibi bir büyücü olduğundan sıradan sirklerden daha farklı gösteriler sunuluyor bu da insanları cezbediyor tabii. Genelde bir yerde takılıp kalmazlar. Diğer ülkelerdeki önemli şehirleri gezerek her yerde bu gösterileri sunuyorlar. Senede bir defa da Maar’a gelirler.”

Bu tarz gösterilerde sadece özgür olanlar eğlenirdi. İnsanlar, büyücüler -para kazanmaya hevesli kötü kalpli kişilerin- şans eseri veya tuzaklarla ormandan yakaladıkları farklı türden ırklara işkence ederek, birbirleriyle dövüştürüp onların üzerinden kumar oynadığı durumlara bir, iki kere rastladığım olmuştu. Belli ki bu sirk denilen yerde aynıydı. Kağıttaki ırkların duruşlarından bunu isteyerek değil de zorla yaptıkları anlaşılıyordu.

Köşeye sığdırılmış beş kulta yazısına baktım.

Geçiş ücreti altınla ödeniyordu.

“Aron’un bu gösteriden haberi var mı?” Saya değişen ses tonumdan neye kızdığımı anlayacak kadar akıllı bir kızdı.

“Efendi Aron’dan izinsiz kimse burada barınamayacağını biliyor hanımım.” Dudağımın kenarını dişledim. Her ne kadar sirk adı altında ırklara zorbalık eden bu tarz eğlenceleri doğru bulmasam da herkes benim gibi düşünmüyordu.

“Sirk her gelişinde Su Tanrısını davet etse de efendi Aron bir kez bile gösteriye katılmadı.”

Demek o da bunun yanlış olduğunu düşünüyordu. Buna rağmen kendi düşüncesini halka dikte edip sirke gitmelerini yasaklamıyordu; seçimi kendi rızalarına bırakıyordu.

“Her seferinde gösteriden bir hafta öncesinden gelip çadırları kurmak ve eşyaları yerleştirmek için uğraşırlar. Sirk yarın akşam yapılacakmış, demek ki bugün oyunlar için son denemeleri yapıyorlar. Hanımım eminim size de ayrıyeten bir davetiye gönderilmiştir. Gidecek misiniz?”

Kâğıdı atması için muhafızlardan birine verdim. “Hayır.”

Saya uzatmadan “Nasıl isterseniz.” dedi.

Oraya gidip tutsak alınan ırklara ettikleri eziyetleri izlemeyecektim.

Yolu gerisin geri dönerken Karum kalabalıklaştığı için geldiğimizden daha yavaş hareket ediyorduk. Uzaktan okyanusta avlanmak için gezen gemileri de görebiliyordum. Bir tanesi limana yaklaşmış, içlerindeki yükleri boşaltıyorlardı.

İskele tarafında ise daha çok kayıklar vardı.

Kaldera’nın dört bir yanı okyanusla çevrili olduğundan bir yerden bir yere gidebilmek için gemiler kullanılıyordu. Bizse saraydan çıktığımızda kayıklara binerek seyahat etmiştik çünkü su sarayı Maar’dan ayrılarak okyanusun biraz daha ötesine inşa edilmişti. Gelirken lotus koyundan geçtiğimiz için doya doya bu harika manzarayı seyredebilmiştim. Koydaki lotusların arasında yüzen fenerler gündüz vakitlerinde olduğumuz için henüz yanmıyorlardı maalesef.

Ragnar karanlık çökmeden geri dönün dediği için giderken de fenerler yanmayacaktı. Fırsat bulduğumda Aron’u benimle gelmesi için ikna edip akşam vakti koya gitmemizi isteyecektim.

Kalabalığın arasından geçerek ilerlemeye devam ederken gözüme siyah pelerinli iki kişi takılmıştı. Hararetli hararetli süs eşyaları satan bir kadınla konuşuyorlardı. Irklarını belli etmek istemeyen veyahut bizim gibi yüksek mertebeden olduklarından tanınmak istemedikleri için saklanan çok kişi olduğundan normalde bu durum dikkatimi çekmezdi. Bakışlarımı ahalinin arasında gezdirince iki kişiyle sınırlı kalmadıklarını fark etmiştim. Seçtiğim siyah pelerinlilerin hepsi o ikisi gibi milleti sorguya çekiyordu.

Dertleri neydi acaba? Adımlarım yavaşlayınca muhafızların lideri yanıma gelip “Sizde fark ettiniz mi hanımım?” diye sordu. Belli ki sadece benim gözüme batmamışlardı. Muhafızların lideri de onları gözüne kestirmişti. Ragnar bizimle birlikte sıradan adamlar yollamamıştı. Muhafızların liderine grubun başındaki kişi o diye öyle hitap etmiyordum bu adam gerçekten saray muhafızlarının lideriydi.

“Evet.”

“Gidip sıkıntıları neymiş öğrenelim mi?”

Eşkıya falan olmasınlar? Pek hayra alamet gibi durmuyorlardı. Sorguya çektikleri kişilerle biri konuşurken öteki etrafı kolaçan ediyordu. Bir şey yapmadan öylece durursak birilerine zarar verebilirlerdi.

“Halkı korkutmadan yapın lütfen.”

“Emredersiniz.”

Adamlarından bazılarını işaret ederek “Siz üçünüz gidip şunları bir yoklayın.” diye emredince muhafızlar tamda benim rica ettiğim gibi çaktırmadan siyah pelerinlilere yaklaşmaya başladılar. Etrafı kolaçan edenlerden biri onlara yaklaşan muhafızı görünce diğerini telaşla dürtmüştü. Neyse ki kaçmamışlardı.

Pelerinlilerle konuşmaya pek istekli durmasalar da muhafız üsteleyince sağdaki rahatsızca ensesini ovarak bir şeyler anlatmaya başladı. Muhafız onları dinlerken gittikçe daha çok kaş çatılıyordu.

“Bela kokusu alıyorum.” Duyduğum sesle birlikte şaşırarak hep beraber bize doğru gelen Solomon’a dönmüştük.

“Senin ne işin var burada?” Saya ve yanımdaki iki muhafız onu selamlarken Solomon onlara aldırış etmedi. Bana bakarak göz kırpsa da bitkin duruyordu. Teni olduğundan daha çok beyazlaşmış ve gözleri kızarmıştı.

“Öylesine gezmeye çıkmıştım. Her hafta Karum’a yeni yeni şeyler geliyor bir bakayım demiştim ama gel gör ki sizinle karşılaştım.” Çapkın bir şekilde gülümseyerek “Yolumuz sürekli sizinle kesişip duruyor Su Tanrısının gelini buna kader diyebilir miyiz?” dediğinde çaktırmadan etrafıma bakıp bizi duyan birileri var mı diye göz attım. Cidden bu adam kadar düşüncesiz birini daha görmemiştim. Resmen hakkımızda dedikodu çıkmasına sebep olacaktı!

“Kader olduğunu hiç sanmıyorum sadece bir tesadüfün eseri olduğuna eminim.”

“Ben öyle olmasını tercih ederdim.” Hala üsteliyordu!

Saçmalamayı bırakmasını söyleyecekken yanımıza gelen muhafızla konuşmama gerek kalmamıştı. Halka sezdirmemek için hareketlerini sabit tutmaya çalışsa da suratında sıkıntılı bir ifade vardı. Muhafızların lideri “Ne oldu?” diye sorduğunda muhafız sağına soluna bakarak yakınlarda kimsenin olmadığına emin olduktan sonra “Sirkin görevlileriymişler.” dedi.

“Ne istiyorlarmış?”

“Kafeslerdeki ırklardan ikisi denemeler sırasında çıldırarak görevlilere saldırıp kaçmışlar.”

Ne? Aklıma kâğıtta gördüğüm ırkların korkunç resimleri gelirken kalbim korkuyla çarpmaya başladı. Solomon kaşlarını derinden çatarak sinirle “Şerefsizler. Çaresizce etrafta yaratıkları aramak yerine önce saraya durumu bildirmeleri gerekirdi!” dediğinde Muhafızların lideri anında olayı çözerek “Kaza yüzünden gösteri iptal edilmesin diye durumu saklamaya çalışmışlar belli ki.” demişti.

“Bu saklanacak şey mi! İnsanların hayatı söz konusu!” Solomon cidden kızmıştı. Bana her zaman yılışık tarafını gösterdiğinden bu düşünceli hali tuhafıma gitmişti. Gerçi bu adam Aron’un varislerinden biriydi. Hanedan her ne kadar bencilde hareket etse de sıradan birini varis olarak yetiştirmezdi. Bir gün Solomon’a hak vereceğimi düşünmezdim ama doğru söylüyordu bu saklanacak bir şey değildi.

Yaptıkları affedilemezdi.

“Hangileri kaçmış?” Muhafız sorduğum soruyla birlikte “Biri Demirkıynaklardan diğeri de Emegenlerden. Sizden özür dileyip kaçakları aramaya devam edeceklerini söylediler.” dediğinde içim boş özürleri yüzünden soğusa da korku daha baskın çıkmıştı. Söylediği ırklar en tehlikeli ve acımasızlardandı.

Tehlikeli olmaları bir yana bu yaratıklar yıllardır gördükleri işkencelerin öfkesini de taşıyorlardı. Gözleri kimseyi görmeyecekti.

“Hanımım bir an önce saraya gidip durumu bildirmemiz lazım.”

Saya kolumu tutarak “Muhafızların lideri doğru söylüyor hanımım. Üstelik bu canavarlar dışarıdayken sadece halk değil, sizde güvende sayılmazsınız.” dedi.

Solomon “Bende size yolda eşlik edeceğim. Seni güvenli bir şekilde saraya sokmamız lazım.” deyince yalan değil söylediklerine şaşırmıştım. Güvenliğimden mi endişeleniyordu? Ben ortadan kaybolsam bu en çok hanedanın işine yarardı.

“Bakma şöyle; diğerlerinin aksine ben varlığından rahatsız olmuyorum. Hatta tam aksine burada olmandan memnunum.”

Bu adamın amacını anlamasam da daha fazla vakit kaybetmemek için “Gidelim o halde.” dedim. Saraya döndüğümüzde Sirkin sorumsuz davranışları yüzünden sert bir ceza almaları için her şeyi yapacaktım.

Karum’u geride bırakarak saraya doğru giden yola girdiğimizde artık etrafta ne evler ne de dükkanlar kalmıştı. Karla kapanan yollar sabahın erken saatlerinde görevliler tarafından küreklerle açılmıştı. Şehre nazaran su sarayı daha yüksek kesimlerde kalıyordu bu da saatler önce tekrar yağmaya başlayan karın yolu yeniden kapatması demekti. Şansımıza kar tabakası kalınlaşsa da bileklerimizi ancak aşıyordu.

Tabii bu tamamen güvende olduğumuz anlamına gelmiyordu.

Kar süratli olmasa da ince ince yağmaya devam ediyordu.

Hafiften esen rüzgâr yüzünden gökyüzünden düşen kar taneleri arada gözlerimize girse de bize engel teşkil etmiyordu. Sorun karın yağması değildi, rüzgârdı. Eğer rüzgârın hızı artacak olursa tipi çıkabilirdi bu da görüş alanımızı sıfıra indirirdi. Üstelik etrafta sığınabileceğimiz bir yer de yoktu.

“Hanımım yakında kar fırtınası çıkacak gibi gözüküyor.” Muhafızların liderinin aklına benimle aynı ihtimal düşmüş olmalı ki uyarma gereği hissetmişti. Solomon nefes nefese kalmış bir şekilde “Hızlanalım.” deyince bakışlarımı ona çevirdim. Yüzü ilk gördüğüm haline kıyasla kıpkırmızıydı. Suratındaki kızarıklık özellikle yanaklarında toplanmıştı. Gözleri iyice kan çanağına dönmüş ve bayık bakıyordu. Attığı dengesiz adımlar her an yere yığılacakmış hissi veriyordu. Terden ıslanmış alnına -bu soğukta- bakarak “Sen iyi olduğuna emin misin?” diye sordum.

Dudaklarına zar zor yerleştirdiği gülümsemesiyle “Endişelendin mi?” diye sordu. Laubali davranarak durumunu gizlemeye çalışmasına kaşlarımı çatmıştım.

“Hasta mı oldun?” Aklıma başka olasılık gelmiyordu.

“Senden de hiçbir şey kaçmıyor güzel gelin.” Öksürdü. “Sanırım birazcık üşüttüm.”

Ve bu halde birde Karum’a gezmeye mi çıkmıştı?

“Saraya döndüğümüzde gidip bir görünsen iyi olur.” Kötü gözüküyordu.

Bu defa içten bir şekilde gülümsemişti. “Nasıl istersen.”

Bayağı uysaldı. Hasta diye mi şu anda ne dersem yapacak gibi duruyordu? Yüzündeki gülümseme bir anda yerini kaskatı bir ifadeye bırakınca bileğimi kavradığı gibi tutup beni kendine doğru çekti. Sırtım göğsüne çarparken avucunu ağzıma kapattı. Yaptığı şeyin şoku yüzünden bir saniyeliğine bocalasam da sonradan elinden kurtulabilmek için çırpındığımda kulağıma eğilip “Şhii, sessiz ol ve koruluğa bak.” dedi.

Bir şeyler yolunda gitmiyordu.

Leylaklarımı kış yüzünden çıplak kalan kahverengi ağaçların oluşturduğu koruluğa çevirdiğimde koca gövdesiyle yere doğru çömelmiş yaratığı gördüm. Uzun, gri saçları vardı. Gözleri kırmızı bir bez parçasıyla bağlanmıştı. Cüsseli bir yapısı ve kafam kadar kasları olmasına rağmen kadın olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Aşağısını ve göğüs bölgesini saran posttan başka üzerinde kıyafet denilecek pek bir şey yoktu. Ayak ve el bileklerinin her ikisinde de altın sarısı prangalar bulunuyordu.

Yere doğru eğilmiş etrafı kokluyordu.

Muhtemelen göremediği için yolunu koklayarak bulmaya çalışıyordu.

Gözlerimi serçe parmağı uzunluğundaki siyah, sivri tırnaklarında gezdirdim.

Demirkıynak.

Aman Tanrım. Sirkten kaçan yaratıklardan biri buradaydı.

Hemen diğerlerine baktım. Muhafızların lideri Saya’yı arkasına almıştı. Kalan dördü de kıpırtısız bir şekilde yerlerinde bekliyorlardı. Hepsi Demirkıynak’ın kör olduğunu ancak koku ve sese tepki verdiğini akıl edebilmişlerdi.

Onu fark etmeleri kolay olmuştu zira Demirkıynak’ın teni bembeyaz bir örtüyle kaplanmış topraklarda yanık kahve renginde olduğundan direkt göze çarpıyordu.

Solomon fısıldayarak “Şimdi elimi çekeceğim ve çok yavaş bir şekilde geriye doğru yürüyeceğiz tamam mı?” deyince konuşmanın tehlikeli olacağını bildiğimden kafamı sallayarak yanıt verdim. Anladığımı görünce avucunu ağzımdan çekti. Ardından elini sallayarak bu kez de muhafızların dikkatini üzerine çekti. Zaten onlar da bir emir beklediklerinden algıları bizdeydi. Hepsine geriye doğru gideceğiz işareti verince kafalarını salladılar.

Solomon yavaşça geriye doğru bir adım atınca karın ezilirken çıkardığı sesi işiterek nefesimi tutmuştum. İkinci adımı atıp durdu ve Demirkıynak’ın tepki verip vermeyeceğini görmek için bir süre bekledi. Demirkıynak bizden aşağı yukarı on beş metre uzaklıkta olsa da görmediği için duyusu türünden daha iyi olmalıydı. Beklediğimiz tepkiyi vermeyince Solomon tuttuğu bileğimden gelmem için beni yavaşça çekti. Bastığı izlerin üstüne basmaya özen göstererek geriye doğru adım attım. Böylece ses oranı iyice azalacaktı.

Diğerleri de bizim uyguladığımız taktiği uygulayarak yavaşça geri çekilmeye başladılar. Demirkıynak’ın bazen bir ses duymuşçasına durup etrafı dinlediğini gördüğümüzde kıpırdamadan başka bir şeyle ilgilenene kadar bekliyorduk. Kar ve rüzgârın çıkardığı sesler bizim gürültümüzü örtüyordu. Böyle böyle neredeyse iki metre uzaklaştığımız vakit Solomon birden durmuştu.

Neden durduğunu anlamasam da öğrenmem uzun sürmemişti.

Saya ve muhafızlar dehşete kapılmış bir şekilde arkama bakıyorlardı.

Neler olduğunu görmek için başımı çevirdiğimde Solomon’un sırtının mavi derili bir şeye çarptığını görmüştüm. Koyun postundan dikilmiş gibi duran üçgen bir örtü belini sarıyordu. Kafamı yukarı kaldırarak bu devasa şeyin kafasını görmeye çalıştığımdaysa beni koç boynuzları karşılamıştı. Mavi derili yaratığın uzun, beyaz bir sakalı vardı. Ağzından ise alt köpek dişleri kıvrılarak dışarı çıkıyordu. Kafasını örten bir miğfer ve omuzlarını saran basit bir zırh vardı.

Emegen.

Lanet olsun. Bunlar neden beraberlerdi? Hadi kaçtınız niye birlikte kalıp yakalanma ihtimalinizi en tepeye çıkartıyorsunuz!

Emegenin öfkeyle göğsü inip kalkarken buz mavisi gözlerini benden alıp Solomon’a indirmişti. Kolunu kaldırıp ona doğru savurduğu sırada Solomon hızlı tepki vererek belindeki kılıcı çekti. Kılıcı önüne siper ederek kendine korumaya çalışsa da Emegenin darbesindeki gücü engelleyememişti. Solomon aldığı darbeyle üç metre öteye uçarken Emegen savaş narası atarak kükremişti. Onun kükremesiyle birlikte Demirkıynakta burada birilerinin olduğunu anlayıp bağırmış ve sese doğru koşmaya başlamıştı.

“Kaçın!”

“Çabuk kaçın!”

Emegen elinde tuttuğu sopayı havaya kaldırınca muhafızların lideri de kılıcını çekerek önüme geçmiş ve “Onu ben oyalarım! Siz bir fırsatını bulunca kaçın hanımım!” diyerek bağırmıştı. Diğer üçü de yaklaşan Demirkıynak’ın saldırısı için savaş pozisyonu almışlardı.

“Sizi burada terk edemem!”

Muhafız, Emegen’in sopasından zıplayarak kurtulunca sopa gümm diye bir ses çıkararak yere vurmuş ve toprağı çatlatarak içeri doğru çökertmişti. Saldırının gücünü görünce korkuyla yutkundum. Tek bir darbe… o sopadan tek bir darbe alırsak bütün kemiklerimiz kırılırdı.

“Hanımım onlarla savaşamayız! Bizde fırsatını bulduğumuz anda kaçacağız ama önceliğimiz sizsiniz!” Ben yanlarında kalırsam canlarını daha çok tehlikeye atacaklardı. Geriye doğru birkaç adım atarak “Tamam, tamam ama imkânınız olduğu anda kaçacaksınız! Bu bir emirdir!” dedim.

“Emrinizi yerine getireceğimden emin olabilirsiniz hanımım.”

Arkamı dönüp Solomon’un yanına koştum.

Yerde kıpırdamadan yatıyordu.

Hızlıca dizlerimin üstüne çökerek onu göğsünden tutup sarsmaya başladım. Aldığı darbe yüzünden kafasını yere vurmuş olmalı ki kanaması vardı.

“Solomon uyan! Uyanman lazım!”

“Hanımım!” Saya’nın seslenmesiyle yanımda bitmesi bir olmuştu. O da hızlıca dizlerinin üstüne çökerek Solomon’un kafasındaki yarığa baktı. Ardından avucunu alnına yasladı. “Yarası çok kötü değil ama ateşi çok yüksek. Onu bir an önce uyandırıp kaçmamız lazım muhafızlar fazla dayanamaz!”

Telaştan elim ayağım birbirine dolaşsa da aklıma gelen fikirle yerden kar alıp Solomon’un yüzüne çarptım. “Uyan Solomon!” Bir, iki kere daha aynı işlemi uygulayınca Solomon inilti sesleri çıkarmaya başlamıştı. Bu sırada Demirkıynak kulakları sağır edecek bir çığlık koparmıştı. Soğuktan kızarıp donan ellerimi hızlıca kulaklarıma bastırmıştım. Solomon’un böyle bir şansı olmadığından Demirkıynak’ın attığı çığlık iyice bilincini yerine getirip küfrederek gözlerini açmasını sağlamıştı.

Su yeşili gözler ilk önce sersem sersem etrafa baksa da sonradan omzumun üzerinde bir yere sabitlenmişti.

“Arkanda!”

Saya da peşi sıra “Hanımım Demirkıynak bize doğru geliyor!” diye bağırınca hızla arkama döndüm. Yaratık, içlerinden birinin göğsünü demir pençesiyle yırtmıştı. Muhafız canı yansa da yere düşmemek için kılıcından destek alıyordu. Beş derin çizikten akan kan yere düşerek karı öbek öbek kırmızıya boyuyordu.

Kalan ikisi ise Demirkıynak’ın peşinden koşuyorlardı.

“Hanımım kaçın!”

Yetişemeyeceklerdi.

Demirkıynak’ın koşarak bize doğru gelişini anbean izlerken yanımdakilerin telaşla bağıran sesleri gittikçe boğuklaşmış; kulaklarım da bir uğultu baş göstermişti.

Kanımın çağlayan sesini duyabiliyordum.

Zaman yavaşlıyordu sanki.

İki kaşımın ortasında tanıdık bir sıcaklık toplanmaya başlarken etrafımda altın sarısı bir aura ortaya çıkmıştı. Çıkan aura saçlarımla birlikte kıyafetlerimi dalgalandırırken damarlarımdaki kan daha hızlı akmaya başlamıştı. Auramdan kopan ışık tanelerinin usulca gökyüzüne yükselişini hayal meyal görürken alnımdaki sıcaklığın gözlerime ulaşıp irislerini değiştirdiğini hissettim. Bir anlık kararan görüşümde bu sefer sunağı değil kapıları görmüştüm.

Aynı karanlık yerdeydim ama aynı yerde değildim.

Önümde altı kapı vardı, beni ortalarına almış bir şekilde etrafımda dönüyorlardı. Her birinin görüntüsü ve şekli farklıydı. Benzer olan tek noktaları hepsinin aynı şeffaf zincirlerle sarılmış olmalarıydı.

Hiçbirinin açılmaması gerekliydi sanki.

Ne yaptığımı bilmiyordum. Kontrolün bende olmadığını sezsem de içimde bir yerlerde yaptığım şeyin doğru olduğunu biliyordum. Elimi kaldırarak “தண்டனை வாயில்களில் ஆறாவது முன் வரட்டும்.” dedim. Ne dediğimi bilmeyi bırak bu dili konuşabildiğimden dahi haberim yoktu.

Benim konuşmamla birlikte kapılar dönmeyi bıraktılar.

İçlerinden biri öne doğru çıkarak etrafında altın sarısı bir aura dolanmaya başladı.

Kapının üstüne bir kadının heykeli yapılmıştı. Üzerinde çok güzel bir savaş zırhı vardı. Elinde uçlarında ok başları bulunan zincirler tutuyordu. Bu zincirlerin kadının silahı olduğunu anlamıştım. Kapıyı saran şeffaf zincirler nabız gibi atmaya başlayarak bir solup bir eski hallerini geri kazanıyorlardı.

Tekrar konuşmaya başladım. “கதவை திறக்கவும்”

Dili anlamasam da muhtemelen kapının açılmasını emretmiştim zira benim konuşmamla birlikte kapıyı saran şeffaf zincirler kırılarak dağılmış ve kaybolmuşlardı. Bunun üzerine kapı beni kör edecek bir güçte ışık saçmaya başlayınca bilincim beni şu ana geri göndermişti.

Karartı kalkıp görüşüm yerine geldiğindeyse o kapıyı tekrar görmüştüm.

Hemen önümde duruyordu.

Acaba hala zihnimdeki o karanlık yerde miyim diye gözlerimi kapatıp açsam da kapı hala buradaydı. Damarlarımdaki kanın akış hızı yüzünden kalbim delirmişçesine kan pompalarken bütün nabız noktalarım zonkluyordu. Demirkıynak hala bize doğru koşarken kapı gürültüyle açılarak aralanmıştı. O aralıktan fışkıran altın sarısı zincirler Demirkıynak’a doğru saldırmıştı. Zincirlerin başlarındaki oklar yaratığın bir gözünden içeri girmiş ve onun acıyla çığlık atmasını sağlamıştı. Daha bağırtısı kesilmeden diğer zincirde sol göğsünü oyarak kalbini delmiş ve buldukları her noktaya saplanarak onu delik deşik etmişlerdi.

Demirkıynak yere yığılınca zemin resmen ağırlığı yüzünden sarsılmıştı.

Altın sarısı zincirler Demirkıynak devrilince etinden dışarı çıkarak kapıdan içeri çekilmişlerdi. Zincirler içeri girince kapıda gürültüyle kapanmış ve şeffaf zincirler dağıldıkları yerleden geri birleşerek kapıyı tekrar sarmışlardı. Kapı zincirlendiği gibi altın sarısı taneciklere dönüşüp kaybolmuştu.

Az önce ne olmuştu?

Saya, doğrulmuş bir şekilde yerde oturan Solomon ve bize yetişmeye çalışan muhafızlar kaskatı kesilmiş bir şekilde dururken yerdeki ölü yaratığa bakıyorlardı. Bende dahil kimse neler olduğunu anlamamıştı. Etrafımdaki altın sarısı aura kapının kapanmasıyla aynı anda ortadan kaybolmuştu. Alnımda hissettiğim sıcaklık gitmiş ve irislerimin tekrar düzeldiğini hissetmiştim.

Onu ben mi yapmıştım?

Demirkıynak’ı öldürmüştüm.

“Ha… Hanımım?”

“Ne gördüm lan ben az önce? Yüksek ateşten halüsinasyon mu görüyorum acaba?”

Olanların şokundan çıkamazken Emegenle mücadele eden muhafızların lideri “Aval aval bakmayı bırakıp bana yardıma gelin lan!” diye bağırmış ve herkesi kendine getirmişti. Muhafızlar irkilerek liderlerine yardıma koşarken Saya “Hazır Demirkıynak ölmüşken bu fırsatı kaçmak için kullanalım hanımım!” demişti.

Silkelenerek şu ana odaklandım. Solomon’a bakarak “Yürüyebilir misin?” diye sorduğumda güç bela ayağa kalmadan önce “Yürüyemesem de yürümek zorundayım” dedi. Kalkar kalkmak tökezleyince Saya onu tutup bir kolunun altına girmişti.

“Ben yürümenize yardım ederim.”

Diğer kolunun altına da ben girdim. “Ateşin çok yüksek baygınlık geçirirsen bizi yavaşlatırsın, yürürken ağırlığını paylaşalım.”

Yaptığım şeye şaşırsa da hayır demedi.

“Hadi gidelim. Biz uzaklaşınca muhafızlarda Emegenden kaçacak.”

Kaçmak sandığımız kadar kolay olmamıştı.

Korktuğum başıma gelmiş, savaş alanını terk etmemizin üzerinden daha bir saat geçmeden kar fırtınası çıkmıştı. Başlarda Emegenle savaşan muhafızların çıkardığı sesleri ve kükremeleri duyabiliyorduk. Yarım saatin sonunda bayağı bir yol kat ettiğimizde arada duyduğumuz kükremelerde kesilmişti.

Umarım muhafızlar sağ salim bir şekilde kaçmayı başarabilmişlerdir.

Bizi geriye iten rüzgâr yüzünden ilerlemek güçleşmişti. Yüzümüze çarpıp duran kar taneleri de gözlerimizin içine dolduğundan nereye gittiğimizi göremiyorduk. Saya yolu ezbere bildiğinden dümdüz yürüsek de tehlikelere açıktık. Üstelik Emegenin peşimizden gelip gelmeyeceğini bilemezdik.

Bir diğer mesele ise Solomon’du.

Aldığı darbe göğsüne geldiğinden kaburgaları çatlamış veyahut kırılmış olabilirdi. Biraz yürüdükten sonra düzgün nefes alamadığını fark etmiştim. Durumunu hastalığına bağlamak istesem de emin olamadığım için endişeleniyordum. Ümit edelim de sadece göğsü ezildiği için nefes alamıyor olsun.

“Hanımım daha fazla bu şekilde ilerleyemeyiz!” Rüzgârın çıkardığı ıslık sesi yüzünden sesini bana bağırarak ulaştırmaya çalışıyordu. Elini uçuşan kara siper ederek “Yolu tamamlasak bile bu havada kayığa binme riskini alamayız! Fırtına dinene dek bir yere sığınmamız gerekiyor!” dedi. Soğuktan tir tir titriyorduk. Solomon’un ağırlığını paylaşsak da bu bir saattir onun yükünü taşıdığımız gerçeğini değiştirmediğinden bacaklarımızda dermen kalmamıştı.

Ben daha cevap veremeden Solomon birden yürümeyi kesmişti.

“Solomon?” Adını seslenmemle birlikte öne doğru eğilerek kan kusmaya başlayınca çığlık atmıştık. Kolları omuzlarımızdan kayınca yeğe yığılmıştı. Hemen yanına giderek onu kontrol ettiğimizde kan ter içinde kaldığını fark etmiştik. Alnında birikmiş boncuk boncuk terlerden bir, ikisi şakaklarından aşağıya kayıyordu.

“Niye kan kustu ki?” Rüzgâra rağmen Saya’nın endişeyle titreyen sesini duyabilmiştim. Sarayın baş hizmetçisi olduğundan az da olsa şifa işlerinden anlıyordu.

Kahretsin, sakın öleyim deme!

“Saya kaburgalarında kırık var mı diye kontrol et.” Söylediğime şaşırsa da dediğimi yaparak kaburgalarımı kontrol etmeye başlayınca dokunduğu bir yerle birlikte Solomon acıyla inleyince duraksamış ve oraya odaklanmıştı. İyice incelerken “Üst kemiklerden biri kırılmış.” deyince sıkıntıyla gözlerimi kapattım.

“Kırık kemik ciğerine batıyor olmalı.”

“Bu kustuğu kanı açıklar. Hanımım ne yapacağız? Kıpırdamaması lazım ama onu burada da bırakamayız.”

Bakışlarımı etrafta gezdirerek “Onu yatıracak ve dinlenmesini sağlayacak bir yer bulmamız lazım.” dedim.

“Saraya çok yaklaştık. Kayıkların sahipleri illa ki buralarda bir yerler de yaşıyor olmalılar.”

Eğer öyleyse yakınlarda ev bulabilirdik.

“Hadi biraz daha yürümeyi deneyelim.”

“Efendi Solomon uyanın lütfen.” Solomon inleyerek gözlerini araladığında “Biliyorum, zor ama kalkmalısınız.” dediğinde çektiği acıya rağmen doğrulmuş ve inleyerek kaburgasını tutmuştu. Saya ile ona destek olarak kalkasına yardımcı olurken bize daha çok yükünü vermesini sağlamıştık.

“Az kaldı, biraz daha dayan. Seni yatıracak bir yer bulacağız tamam mı?”

Öne doğru düşen başını kaldırıp su yeşili gözlerini gözlerime çevirdi. “İ…iyiyim ben.”

İyi falan değildi. “Hadi gidelim.”

Birkaç saat sonra ortalık kararacaktı o vakte kadar bir ev bulmak zorundaydık. Bunca zorluğa bir de karanlık eklenirse donarak ölürdük. Artık Solomon’u sürükleyerek götürmek mecburiyetinde kaldığımız sıra da Saya “Hanımım bakın! Bakın ileride bir ev var!” diye heyecanla bağırdı. Gözlerime giren kara rağmen gösterdiği yere bakınca uzaktaki evin siluetini seçebildim.

Şükürler olsun.

On dakika sonra evi artık tamamen görebilir hale gelmiştik. Kalın kütüklerin üst üste konulmasıyla inşa edilmiş bu yer evden çok kulübeydi. Kulübenin kapısına kadar geldiğimizde Saya eliyle kapıya vurarak ev sahiplerine seslenmiş ama bir cevap alamamıştı.

“Evde kimse yok gibi gözüküyor.”

“Nasıl içeri gireceğiz?”

“Burada bir yerde anahtar olmalı.” Saya kapının altını üstünü, sağını solunu araştırırken pencerenin önünde gördüğüm boş saksıyla “Şuradaki saksıya bak.” dedim. Anahtarı saksının içinde değil, altında bulmuştu. Sevinçle “İşte anahtar!” diyerek hızlıca kilitli kapıyı açmış ve içeri girmiştik.

Salondaki bütün eşyaların üzeri beyaz bir örtüyle kapatılmıştı. Solomon’u koltuğun üzerindeki örtüyü çektikten sonra buraya yatırmıştık. Saya hızlıca geri dönüp kapıyı kapatınca dışarıdaki fırtınanın uğultusunu az da olsa kesmişti.

Nefes nefese kalmış bir şekilde kendimizi koltuğa bıraktık. Saya çok oturmadan şöminenin yanına gitmiş ve elini mermerin üzerine kazınmış büyü rünlerinde gezdirerek odunların alev almasını sağlamıştı. Kaldera’daki büyücüler bazı eşyalara büyü rünleri kazarak tek bir dokunuşla bunları insanların kullanabileceği hale getirmişlerdi. Şömine de bu eşyalardan biriydi.

“Birazdan içerisi ısınır.” Bakışlarını Solomon’un üzerine çevirerek “Kırık kaburgaya bir şey yapamasak da ateşini düşürebilir miyim diye bakacağım. Buralarda bir yer illa ki kap vardır.” demiş ve cevap beklemeden içeriye gitmişti.

Geri geldiğinde elinde bakır bir tas vardı. Kapıyı açıp tasın içine tepeleme kar doldurmuş ve şöminenin önüne bırakmıştı. Su eriyince de tası alıp Solomon’un başına giderek ıslattığı bezi alnına koymuştu. O bezi kaç kere değiştirdiğini sayamadım. Bir süre sonra Solomon’un ateşi düşmeye başlamış olmalı ki kendine gelmişti.

“Neredeyiz?” Sesi bitap çıkıyordu.

“Bir kulübede.”

“Emegen?”

“Nerede olduğuna dair bir fikrimiz yok.”

Yerinde doğrulmaya çalışınca telaşla “Kalkma, yatmaya devam et.” diyerek ona engel olmuştuk. Tekrar kafasını koltuğa bıraktı. “Buradan gitmemiz lazım.”

“Birazdan karanlık çökecek. Dışarıdaki fırtına da duracak gibi değil, saraya dönmemiz imkânsız.”

“Anlamıyorsunuz! Gitmek zorundayız. Burada kalırsak yakalanacağız!”

“Neden bahsediyorsun sen?”

“O yaratık kokumuzu aldı! Biz kaçtıktan sonra peşimizi bırakacağını mı sanıyorsunuz? Emegenler zalimdir, onlar avlarının peşlerini ölene dek bırakmazlar. Ne kadar kaçarsak kaçalım bizi kovalayacaktır. Üstelik şu anda akıl sağlığı yerinde değil ve biz onun arkadaşını öldürdük. Hala kokumuzu takip ediyor olmalı. Burada kalmaya devam edersek bizi daha çabuk bulur.”

Bugün daha ne kadar kötü olabilirdi?

“Sen hareket edemiyorsun, bizimse daha fazla yürüyecek takatimiz kalmadı. Nasıl kaçmamızı bekliyorsun ki?”

“Saraya olanları bildirip yardım istemeliyiz.”

“Nasıl? Bu fırtınada kayıklara binemeyeceğimizi söyledin.”

“Hepimiz gitmek zorunda değiliz hanımım. Efendi Solomon daha fazla hareket edemez, sizse yolu bilmediğinizden kaybolabilirsiniz. En iyi seçenek benim gitmem.”

“Seni göz gözü görmezken ve dışarıda bizi avlamak için bekleyen bir canavar varken nasıl saraya yollarım?”

“Hemen değil. Fırtına başlayalı çoktan bir buçuk saati geçti yakında hava düzelecektir. O vakit saraya gidip olanları anlatarak yardım çağırırım, gelmemiz uzun sürmez. Sizde ben gelene kadar efendi Solomonla kalırsınız.”

“İtiraz etme Mana, başka çaremiz yok.”

Bende başka çaremiz olmadığını biliyorum. Yumruğumu sıkarak “Ya fırtına dinmezse?” diye sorduğumda ikisi de suskunlaşmıştı.

“Onu düşünmesek daha iyi olur.”

Fırtına dinmişti ve Saya gideli neredeyse yirmi dakika oluyordu.

O gittiğinden beri salonun içinde volta atıp duruyordum.

“Yemin ederim başım döndü, otur artık.”

“Senin kadar rahat olamadığım için kusura bakma.”

Alnındaki bezi alıp tasın içine attı. “Evet, ciğerimde delik açmaya niyetli kırık kaburgamla şu anda benden rahatı yoktur eminim.”

Duraksayarak ona baktım. “Özür dilerim sadece endişelenmeden duramıyorum işte.”

“Yersiz yere endişeleniyorsun. Dışarıdaki fırtına durdu, Emegen ise en yakın kokuya yönelecektir. Yani biz Saya’dan daha çok tehlikedeyiz.”

Oflayıp tekli koltuğa oturdum. “Nasıl hissediyorsun?”

Suratını buruşturarak “Berbat.” dedi. Yüzünü öyle ekşitince şımarık genç efendiler gibi gelmişti gözüme. Hani şu parmağına iğne batsa ortalığı ayağa kaldıranlardan. Solomon benim gülmemle birlikte yorgunca gülümsedi. Ardından aklına her ne geldiyse ciddileşerek “O kapıyı nasıl çağırabildin? Gelinin işareti mi sana yardım etti?” diye sorunca gülümsemem solmuştu.

“Nasıl yapabildiğimi bende bilmiyorum.”

“O güç Su Tanrısına ait değildi.”

Gelinin işareti yalnızca Aron’un sahip olduğu bazı özellikleri geline verirdi. Mesela su kaynar olsa bile beni yakmaz ya da boğmazdı. Tabii ikinci seçeneği daha deneyimlememiştim ama öyle olduğunu düşünüyordum. Başka özelliği varsa da ben bilmiyordum.

“Anlaşılan gelinin işaretinden haberin var. Daha önce bu gücü kullandın mı? Gerçi üzerinden gelen kokudan bildiğini anlamam gerekirdi.” Hafifçe kaşlarını çattı. “Hatta eskisinden daha yoğun geliyor.”

Bahsettiği kokunun Aron’un sözünü ettiği sahiplik izinden geldiğini anlasam da işaretle ne alakası olduğunu çözememiştim.

“Kokunun gelinin işaretiyle ne alakası var?”

Kaşlarını yukarı kaldırdı. “İşaretin nasıl gerçekleştiğini öğrenmedin mi?”

“Hayır.”

Bana garip bir bakış atarak açıklamaya koyuldu. “Sana niye söylemediler ki? Her neyse. İşaret sadece Tanrıların yapabildiği bir şeydir. Gelinlerin niye bakire olmak zorunda olduğunu hiç düşündün mü? Bu yüzden işte. İlk birliktelikle Tanrı ve gelinin arasında bir bağ kurulur. İşarette bu bağın nişanıdır. İşaret sana Tanrı özellikleri kazandırdığı gibi seni Tanrının kokusuna bular. Bu kokuyu sen hariç herkes alır. Adandığın Tanrıyla bağın kuvvetlendikçe gelinin işareti de kuvvetlenir bu da daha fazla güç demektir.”

Boynumdan yukarı tırmanan sıcaklık beni tamamen gafil avlamıştı. Aron beni istemeyince Towa ona işaretli olduğumu söylemişti. Aron’un bunu duyunca nasıl şaşırdığını hala hatırlıyorum. Öyle tepki vermekte haklıydı. Birbirimizi daha ilk kez görürken o… o işi nasıl yapmış olabiliriz ki?

Doğru ya. O gece bana koku silinmeye yüz tutmuş derken sinirlenmesinin sebebi de bu olmalı. İşaretli olduğum halde kokusu üzerimden siliniyordu. Zaten Solomon da az önce Aron’un kokusunun eskisinden daha yoğun geldiğini bilmeden itiraf etmişti. Koku yoğunlaşmıştı çünkü Aronla birlikte olmuş ve gerçek anlamda işaretlenmiştim.

İyi de bu nasıl mümkün olabiliyor? Eğer işaret birliktelikten meydana geliyorsa ben nasıl önceden işaretlenmiş olabilirim? Çıkmaza girmiştim.

Dışarıdan gelen çarpma sesiyle birlikte ikimizin de kafası aynı anda kapıya döndü.

“O da neydi?” Solomon parmağını dudağına götürüp sessiz olmamı işaret ettiğinde kafamı aşağı yukarı salladım. Aynı sesi ikinci defa duyduğumuzda oturduğum yerden kalkarak sessizce pencerenin yanına gittim. Perdeyi yavaşça açmamla öfkeden kanlanan buz mavisi gözlerle karşılaşmış ve çığlık atmıştım.

O şey bizi bulmuştu!

Solomon “Siktir!” diyerek kaburgasını tutup koltuktan kalktı. “Pencereden uzaklaş Mana!”

Hızla yanına dönerken pencereden Emegenin birkaç metre geriye çekilip koç boynuzlarını eğerek kapıya doğru koştuğunu görmüştüm. Şimdi ne yapacağız!

Birden gözümün önüne Emegenin boynuz ve sakallarındaki buz parçaları geldi. Ateş! O şey muhakkak ateşken korkuyor olmalı.

Kenara katlayıp koyduğum çarşafı ve diğer eşyaların üzerindekileri çekerek aldığımda Solomon “Ne yapıyorsun?” diye sorsa da şu anda ona cevap verecek vaktim yoktu. Çarşafların uçlarını şömine ateşe tutup alev almalarını sağladığım sırada Emegen boynuzlarıyla vurduğu kapıyı parçalayarak içeri girmişti. Solomon darbeden dolayı hafifçe eğilse de hala işlev gören kılıcı çekerek Emegenle tutarken ben yanan çarşafı hızla çekerek ona doğru savurduğum. Buz mavisi gözlere yansıyan ateş Emegen’i korkutunca yaratık kükremiş ve hızla ateşten uzaklaşmıştı. Fırsat bu fırsat çarşafı önüne atarak Solomon’a “Dışarıya çık!” diye bağırmış ve kapıya doğru koşturmuştum.

Yanan çarşaf Emegeni çok tutmazdı.

Ateş yüzünden yerinden kıpırdayamayan Emegen bizim evden dışarı çıktığımızı görünce burnundan soluyarak kükremişti. Yanan çarşaf zemini sarmaya başlamıştı. Ev tamamen kütüklerden oluştuğu için muhtemelen küle dönecekti. Eğer buradan canlı çıkarsak Aron’a ev sahibinin parasını ödemesini söylemeyi unutmamalıydım.

Solomon dişlerini sıka sıka kaburgasını tutarken “Şu kapıyı tekrar çağıramaz mısın?” diye sordu. Kolunu tutarak koşmasına yardımcı olurken “Çağırabilseydim çoktan yapmaz mıydım sence!” demiştim.

Emegen ateş iyice evi sarmadan dışarı çıkmış ve tekrar kükreyerek bize saldırıya geçmişti. Solomon beni geriye itip kılıcını çekmiş ve “Sen kaç git ben onunla ilgilenirim!” demişti.

“Aklını mı kaçırdın sen? O kırık kaburgayla hiçbir şey yapamazsın!”

“Merak etme kolay lokma değilim ben.” Güldü. “Yutulsam bile boğazına kılçık gibi takılacağımdan emin olabilirsin.” Şu durumda bile işi şakaya vuruyordu! Emegen sopasını kaldırıp Solomon’a doğru savurunca Solomon “Aynı numarayı iki kere yemem.” diyerek sopadan kaçıp kılıcıyla Emegenin bacağına derin bir kesik atmıştı.

Bu hareket bile tüm gücünü alıp götürmüşçesine rengi atmıştı.

Emegen iyice öfkelendiğinden elindeki sopayı aralıksız bir şekilde Solomon’a doğru savurmaya başlamıştı. Solomon saldırıları kıl payı atlatabiliyor olsa da kırık kaburga kemiği önüne taş koyuyordu. Solomon Emegenden kaçarken durup tekrar kan kusmadan evvel “Hay sikeyim şimdi zamanı mıydı.” deyip iki büklüm olmuştu.

Onu öldürecekti.

Emegen son darbe için sopasını havaya kaldırınca durup ne yaptığımı düşünmedim. Yerden aldığım karı yuvarlayarak kar topu haline getirip ona doğru fırlattım. Kar topu direkt kafasına çarpınca havaya kalkan sopa duraksamış ve öldürme arzusuyla dolan buz rengindeki irislerini üzerime çevirmişti.

Harika, şimdi ne halt yiyecektim?

Ben dehşetle geriye doğru giderken Emegen korkumdan zevk alırcasına acele etmeden bana yaklaşıyordu. İlkten yavaş olan adımları bir süre sonra hızlanmış, üzerime koşuyordu. Solomon yerden kalkmaya çalışarak “Ona… dokunma.” dese de her şey bitmişti.

Buraya kadardı.

Geri geri gitmeye devam ederken gözlerimi yaklaşan sonum için sıkıca kapatmıştım. O kapıyı çağırmadan önce hissettiğim duyguları tekrar hissetmeyi beklesem de olmamıştı. Emegenin burun deliklerinden püskürttüğü sıcak havanın yüzüme vurmasıyla sırtım bir şeye çarpmıştı.

Kulağıma buzun çıtırtılar çıkarırken meydana getirdiği gürültüler dolarken “Onun için hayatını tehlikeye mi attın?” diyen sesi benden önce kalbim tanıyarak göğsümde takla atmıştı.

Öleceğim korkusu yüzünden arkamdaki bedenin sırtıma yaydığı sıcaklığı yeni fark ediyordum.

Ona aitti.

“Sen kimin karısına bulaştığını sanıyorsun?” Kopkoyu bir öfke içine sızdığından ses tonu kalınlaşmıştı. Bir an için unuttuğum Emegen aklıma gelince hızlıca gözlerimi açmış ve hemen yüzümün önündeki yaratıkla göz göze gelmiştim, irkildim. Aron avucunu Emegenin suratına bastırarak onu benden uzak tutarken Emegen, Aronun gücüne karşı koyamadığı için boynunu eğiyordu.

“Sen kimsin ki onu böylesine korkutuyorsun?” Yaratığın suratını kavrayan parmaklarını sıkılaştırınca uyguladığı baskı yüzünden Emegen böğürmeye başlamıştı. Aronun parmaklarının altından başlayarak Emegenin suratına doğru yayılan buz saçakları süratle bedeninde ilerlerken sadece yüzünü değil, bütün vücudunu dondurmaya başlamıştı. Deminden beri onun elinden kurtulmaya çalışan yaratık birkaç saniye içerisinde uzuvlarını kaplayan buz yüzünden hareket edemez hale gelmişti.

Emegen tamamen donarak buzdan bir heykele dönüşmüştü. Aron elini biraz daha sıkılaştırdığında buzun kütürtü sesi çıkararak kırılmasını andıran o ses meydana gelmiş ve Emegenin vücudu parçalara ayrılarak patır patır yere dökülmüştü. Bakışlarımı Aron’a çevirdiğimde kehribarlarında açılan kızıl çatlaklarla yerde parçalara ayrılan Emegene aşağılarcasına baktığını gördüm.

“Günahın ancak ölümle temizlenebilirdi.” Halka… O kızıl halka harelerinin etrafını çevreliyordu; kızıl çatlaklarla birlikte.

Tanrının gözleri yeniden ortaya çıkmıştı.

Ondan korkmam gerekirdi.

Çünkü şu anda bana bakan kişi Aronun içindeki Tanrıydı.

Korkmam nasıl olmuştu da onu bu kadar tetiklemiş ve içindeki Tanrıyı uyandırmıştı?

Dedim ya ondan korkmam gerekirdi.

Korkmuyordum.

Tam aksine ona dokunmak istiyordum. Dokun diye yalvaran parmaklarımı yüzüne uzatıp “Aron--” diyemeden nereden çıktığını bilmediğim Saya’nın “Hanımım geç kalacağım da size bir şey olacak diye çok korktum!” diye bağırarak bana sarılması bir oldu. Su Tanrısı beni ondan uzaklaştıran Saya’ya göz ucuyla bakıp gözlerimi kapattı.

Kehribarlarını yeniden açtığında harelerindeki kızıl halka kaybolmuştu.

“Solomon’u şifahaneye taşıyın.” Aron’la birlikte gelen şifa büyücüleri yerde yatan Solomon’un yanına giderek onu dikkatlice kaldırıp sedyeye yerleştirmişlerdi. Saya hala yakınmaya devam ederken Aron “Saraya dönüyoruz.” demişti.

Bana bakmıyordu.

Saraya döndüğümüzde güneş çoktan batmış ve karanlık çökmüştü.

Solomonla birlikte Saya’nın ısrarları sonucu şifahaneye gitmiş ve büyücülerin bana da bakmasına izin vermiştim. Tıpkı şüphelendiğimiz gibi Solomonun kırılan kaburga kemiği ciğerine battığı için kan kusmuş. Durumu ağır olduğundan bir süre şifahanede kalacaktı. Ben sapasağlam olduğum için burada daha fazla kalmama gerek kalmamıştı.

Atlattığımız badire yüzünden tüm günümüz zehir olmuştu.

Saya’yı dinlenmesi için odasına yollamış ve bende odama dönerek sıcak bir banyo yapmıştım. Banyodan sonra saçımı kurutup üzerimi değiştirerek Aron’un gelmesini beklemiş lakin ne kadar beklersem bekleyeyim bir türlü konuşmak için odama gelmemişti. Olanları Saya’dan duymuş olsa da bana da sorması gerekmez miydi? İyi miyim değil miyim diye insan bir merak ederdi.

Saat gece on ikiyi bulunca gelmeyeceğini anlayıp sinirle odamdan çıkarak onu bulmaya gitmiştim.

Direkt çalışma odasına geldiğimde muhafızlara bakıp “İçeride mi?” diye sordum.

“İçeride hanımım.”

Kapıyı çalma gereği duymadan açıp hışımla içeri girdiğimde görmeyi beklediğim manzara kesinlikle bu değildi.

Odadaki lambaları yakmamıştı.

Perdeleri sonuna kadar açtığı için tavandan yere kadar uzanan pencerelerken direkt gökyüzündeki Ay gözüküyordu. Ay’ın ışığı içeri doluyor ve loş bir ortam sağlıyordu. Aron ise sırtını pencereye yaslamış, bir ayağı kendine doğru çekikken diğerini uzatıyordu. Önünde üç tane viski şişesi duruyordu. İkisi boş, biri de dibini görmek üzereydi.

Geldiğimizden beri içiyordu belli ki.

Kendine doğru çektiği dizine yasladığı kolu aşağıya sarkarken parmakları kristal bardağı kavrıyordu. Bardağın içi yarısına kadar kehribar renkli sıvıyla doluydu. Dağılmış duran hali elbette beni şaşkına çevirmişti ama bundan daha fazla beni şaşırtan şey ise hemen yanında duran çiçek buketiydi.

Benim buketim.

Demirkıynak ve Emegenle karşılaşınca özenle taşıdığım çiçek buketini düşürmüştüm. Aronun yanında duran buketin içindeki şakayıklarında zaten birçok yaprağı yoktu. Çiçekler bu adam kadar perişan haldelerdi. Üstelik bazı yaprakları da kopmuş, yerde duruyordu.

“Aron?” Bu halinin anlamı neydi?

Aron kafası pencereye yaslı halde bana bakıyor ama hiçbir şey söylemiyordu. Kehribarları içerideki karanlığı delen bir çift kor gibi duruyordu. Gömleğinin düğmelerini bunalmışçasına karnına kadar çözmüş ve gömleğini pantolonundan dışarıya çıkarmıştı.

Ona seslendiğim halde konuşmadığı için iyiden iyiye endişelenerek yanına doğru gitmeye karar verdim. Attığım ilk adımla birlikte “Yaklaşma. Bedenim hala kullandığım gücün etkisinde.” dedi. Umursamayıp bir adım daha atınca attığım adıma sinirlenmişçesine ayağıma bakıp kaşlarını çattı. “Üşürsün.”

Emegeni dondururken güçlerini kullandığı için etrafına soğuk hava üfürüyordu.

Bu adamın bedeni, ruhu hatta nefesi bile buzdandı.

Kalbi de buz kütlesinden ibaretti.

Buna rağmen üşürüm diye endişeleniyordu.

“Üşümem.” Deyip daha çok yaklaştım. “Sana dokunmayacağım.”

İkna olmuş olmalı ki yanına gitmeme bu kez itiraz etmedi. Önüne oturarak “Niye bu kadar içtin?” diye sorsam da bana cevap vermeyeceğini boş bakışlarından anlamıştım. Bende konuyu değiştirmek için şakayıkların olduğu bukete bakarak “Şakayıklarımı bulmuşsun.” dediğimde bakışlarını kısarak yanındaki çiçeklere döndü.

“Onları seviyor musun?” Neredeyse üç şişe devirmesine rağmen konuşurken sesi kesintisiz çıkıyordu. “En sevdiğim çiçekler onlar.” Hım… diye bir ses çıkardıktan sonra elindeki bardağı dudaklarına götürünce bileğini tutup ona engel oldum.

“Daha fazla içme.” Bir süre bana baksa da sonradan kafasını sallayarak bardağı yere bıraktı.

“Canını sıkacak bir şey mi oldu?”

“Oldu.”

“Ne olduğunu söylemek ister misin?” Tatlı dil kullanarak onu bu kadar içmeye iten şeyi öğrenmeye çalışıyordum. Üstelersem ters tepe bilirdi. Öfkeden kızaran gözlerini üzerime dikerek “Neden o şerefsizin canının önüne canını koydun?” diye bir soru beklemediğimden afallamıştım. Hangi olaydan ve kimden bahsettiğini anlasam da beynim bir türlü kabullenemiyordu.

Solomon ölmesin diye hayatımı riske atmamama mı dertlenmişti?

Hayır, sadece bu yüzden kendini içkiye vurmuş olamazdı. Kızar, bağırır ve bunu yaptığım için beni pişman ederdi ama böylesine yıkılmazdı.

“Aron ölmesine nasıl göz yumabilirdim?”

“Yumsaydın! Bıraksaydın da seni benden almak isteyen o piçi gebertseydi!”

Beni ondan mı almak istiyormuş? Ne? “Kimse beni senden alamaz.”

“Ama istiyorlar.”

“Kim istiyor?”

Yutkunurken boğazındaki çıkıntı oynadı. Sanki onun için söyleyecekleri hazmetmesi zor şeylerdi. “Herkes.” dedi. “Beni bir kere daha yıkmak için herkes seni benden almak istiyor.”

Ahh demek asıl mesele buydu.

“Bana ihanet mi edeceksin?”

Kaşlarımı çattım. “Etmeyeceğim.”

“Edeceksin. Sende bana ihanet edeceksin.”

Bu kadar emin konuşması canımı sıksa da onu anlamıyor değildim. Solomon’u canımı ortaya koyarak kurtarmaya çalışmam onun kalbindeki eskimiş kabuğu kaldırmış ve yarasını tekrar açmıştı. Sarhoş olduğu için açık yaranın sesini duymama izin vermişti.

O yara diğer yaraların arasında en zor kapanandı. En derin ve canını en çok yakandı.

Yarası ilk kez bana sesini duyurabilmişti.

“Senin içinde yapardım.” Duraksadı.

Tavandaki bakışlarını indirerek bana baktı. “Senin içinde canımı ortaya koyardım.”

Bir süre hiçbir şey söylemeden gözlerimin içine bakıp durdu.

Kehribarlarını yerde duran yapraklara çevirdi. İçlerinden birini alıp dudaklarına götürerek öptü. Bunu yaparken gözlerini bir an olsun gözlerimden ayırmamıştı. Öptüğü yaprağı dudaklarından çektikten sonra bana doğru uzatarak dudaklarıma bastırdı. Kalbim yaptığı hareketle birlikte hızlanmış, göğsümü delip çıkmaya yemin etmişti sanki.

Nefes almak gittikçe zorlaşırken yaprağı usulca alt dudağımda gezdirmeye başladı.

İçtiği bardaktaki sıvının rengini alan kehribarlar alt dudağıma sürttüğü şakayık yaprağını ihtirasla izlerken “Beni pişman etme.” dedi.

Kehribarlarını kaldırıp tehditkâr bir ifadeyle leylaklarıma mıhladı.

“Beni seni kabul ettiğime pişman ettirme denizim.”

 

Aronun kıskançlığı şaka mııı :D

Bölümde en sevdiğiniz yer neresi oldu?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere :D

Loading...
0%