Yeni Üyelik
27.
Bölüm

BÖLÜM 27: "TANRI ZEHRİ"

@endless_q

▏₰ Mana

Birbirine geçmiş kirpiklerimi araladığımda ilk gördüğüm şey perdenin altından sızan puslu mavi ışıklardı.

Şafak söküyordu.

Gökyüzü kış geldiğinden beri kara bulutlarla çevrili olduğundan sabahları gün ışıklarıyla uyanmak neredeyse imkânsız hale gelmişti. Kafamı çevirerek yanıma baktım, yatak boştu. Ardından yeni yeni aydınlanmaya başlayan içeride uykulu gözlerimi gezdirdim.

Odamdaydım.

Dün gecenin hatıraları bir bir aklıma doluştuğunda kalbim tonlarca ağırlığın altında eziliyormuşçasına sıkışmaya başladı. Odada koca bir yalnızlığın içinde uyandığımı anlayınca yatakta sırt üstü uzanarak avucumu göğsüme bastırdım, orada ki ağırlığın izin vermediği nefesleri almaya çalışırken leylaklarımı tavana sabitlemiştim.

Aron’un yanına gittiğimde saat gece yarısını geçiyordu. Onu çalışma odasında sarhoş bulduktan sonra aramızda geçen bütün konuşmalar hafızamda canlanmış ve gözlerim sadece tek bir anıda sabit kalmıştı; yerde duran şakayık yapraklarından birini alarak ilk önce kendi dudaklarına değdirmiş sonra da öptüğü yeri yavaşça dudağıma sürtmüştü. Beynim başa sara sara o anıyı düşlerken parmaklarındaki soğukluğu anımsayan bedenim baştan aşağıya ürperdi. İçimde kabaran duyguyla birlikte ciğerlerime küçük bir soluk çekerken istekle karıncalanan alt dudağıma elimi götürdüm ve parmak uçlarımı tıpkı onunki gibi üzerinde gezdirdim.

Sol göğsümde küt küt ederek atan kalbimin kapıldığı heyecanla gözlerimi kapattım.

Şakayık yaprağının yumuşak dokusunu halen dudağımda hissedebiliyordum.

Yapraktan gelen o baş döndürücü koku burnumdaydı. Her nefes alışverişimde daha da kuvvetleniyordu.

Elimi dudaklarımdan aşağıya indirip soluma doğru döndüm ve bacaklarımı karnıma doğru çektim. Kapattığım leylaklarımı açarak yatağın boş duran tarafını izledim. Dünün yorgunluğu yüzünden yanında uyuya kalmış olmalıyım. Anlaşılan beni kucağına alıp odama getirmişti. Avucumu soğuk çarşafın üzerinde gezdirdim. Hemen gitmiş miydi acaba? Yoksa yanımda kalıp benimle birlikte uyumuş muydu?

Gece bana en derin yarasını açtığı için pişman mıydı peki?

O yara bana sesini duyurduğu için çok kızmış mıydı?

Garip bir sızı yokladı içimi.

Biraz daha yakınlaştığımızı düşünürsem hata mı ederim?

İstesin ya da istemesin artık yarasının yerini biliyordum. O yara çok eskiye dayanıyordu. Etrafındaki izlerken kabuk bağlayıp bağlayıp açıldığını fakat asla iyileşmediğini anlamıştım. Aron muydu o yaranın iyileşmesine izin vermeyen yoksa başkaları mıydı bilmiyorum sadece gözlerine baktığım da o yarayı uzun yıllardır taşımanın verdiği yorgunluğu seçebiliyordum.

Gerisi karanlıktı.

Dibini göremediğim uçsuz bucaksız bir karanlık.

Yattığım yerden doğrulurken yüzüme düşen saçımı kulağımın arkasına ittim.

Güven ayna gibidir; bir kez çatladı mı hep çizik gösterir. Aron çatlayan aynasının bu sefer tamamen kırılmasından korkuyordu. Çünkü bir kez güvenmiş ve bunun bedelini ağır ödemişti. Bana adım atarken tereddüt etmesi de bu yüzdendi.

Üstümdeki örtüyü parmaklarımın arasına alarak sıktım.

Hiçbir şeyin dışarıdan gördüğüm gibi olmadığını biliyorum.

Acısını tanısam da canını nasıl yaktığını söyleyemezdim, verdiği acıyı hissedemezdim çünkü her yara kişiye özel olduğu gibi her acı da öbüründen farklıydı. Her yaranın arkasında zonklayan bir anı ve her yaranın altında failinin adı yazardı.

Onu iyileştirmek istiyorum.

Beni iyileştirsin istiyorum.

Birbirimizin ilacı olalım istiyorum.

Benim onun yaralarının yerini bildiğim gibi ona yaralarımı göstermek istiyorum.

Ama bunları yapmadan önce önümdeki en büyük engeli aşmam gerekiyordu.

Onun yaralı ruhunu.

Kararlıyım.

Su Tanrısının kalbindeki buz dağlarını yıkıp o okyanusa ulaşacaktım.

Hatta daha da ileri gidip okyanusun kalbini de ele geçirecektim.

Belki bu yolculukta çok canım yanacaktı, defalarca kırılıp kendi ellerimle kırıklarımı toplayacak ve kırıldıkları yerden onları birleştirmeye çalışacaktım. O adamın buz dağları düşünülürse pes edecek noktaya bile gelecektim ama sonunda başaracaktım. Çünkü hayatımda ilk kez birini seviyordum ve ben kalbimle çatışmaktan yorulmuştum. Daha fazla gözlerimin önünde can çekişmesine göz yumamazdım.

Artık onun karşısında durmayacaktım.

Sevgim için gerekirse sevdiğim adamla savaşacaktım.

Kumar oynuyordum ama nedense içimde korku yoktu. Çünkü onca uğraşıma rağmen başarısız olursam en azından denemediğim için pişmanlıkla kavrulmayacaktı yüreğim. Keşke demeyecektim.

Dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı.

Bekle bakalım Su Tanrısı çok yakında karın için delirmeni sağlayacağım.

Tabii bana yaptıklarının hesabını da teker teker vereceksin.

O günleri sabırsızlıkla bekliyor olacağım.

Dibe vuran enerjim düşüncelerimle birlikte yükselişe geçince kollarımı açarak yatakta güne başlamak için iyice gerindim. Saya kapıma dayanmadan evvel kalkıp elimi yüzümü yıkayıp giyinmem lazımdı.

Yataktan inerek ilk önce perdeleri çektim ardından odamın içinde bulunan banyoya girdim.

 

Çeşmenin suyunu açarak lavaboya doğru eğildim ve avuçlarıma doldurduğum suyu birkaç kez yüzüme çarptım. Soğuk su uykumu açarak iyice kendime gelmemi sağlamıştı. Elimi kapatmak için çeşmeye götürdüğüm sırada aynadaki yansımamla göz göze gelince duraksadım.

Yüzümdeki su damlaları çenemden aşağıya kayarken lavaboya düşen her bir damla tüm banyoda yankılanmaya başlamıştı sanki. Damlaların sesi kulaklarımın içinde gitgide yükselirken hipnoz olmuşçasına aynadaki yansımamdan gözlerimi ayıramıyordum.

Gözlerimin içinden taşarak dışarı çıkan kırmızı sis, dört bir yandan hızla ilerleyerek leylaklarımı istila edip harelerimi kana buladı. İrislerimde bu değişime tepki göstererek birden daralıp çentikleşince tenimde büyüyen gri noktalar çoğalmış ve etime yayılarak beni onun suretine bürümüştü.

Mahlukatın.

Kalbimin etrafını saran dikenlerin tellerini biri çekerek sivri çıkıntıları etimden içeriye gömdü.

Ortam iyice ağırlaşarak tekinsiz bir havaya bürünürken gözlerimi kırpamıyordum bile.

Aynadaki yansımam zehirli bir sırıtışla bana bakarken ifadesi küçümseme doluydu.

Onunla yalnız kalmanın korkusuyla sırtımdan aşağıya ter boşalırken bana yine kendi dilinde bir şeyler söyledi. Konuşurken çıkardığı ses kuyuya atılmış yüzlerce yılanın aynı anda tıslarken çıkardığı sesi andırıyordu.

Her bir hecenin altını çizerek konuşurken acele etmiyordu.

“உன்னால் என்னிடமிருந்து மறைக்க முடியாது” Ne dediği hakkında en ufak bir fikrim yoktu lakin bunu söylerken bana attığı o bakış bütün kemiklerimi zangır zangır titretecek bir etki yaratmıştı üzerimde. Kıpırdayamıyordum, dudaklarım hayali ipliklerle dikilmişçesine bağıramıyor bu yüzden de yardım çağıramıyordum.

Elini kaldırıp bana doğru uzatınca ayna su dalgası gibi dalgalanmış ve mahlukatın eli aynanın içinden çıkmıştı. Uzun tırnaklı, gri el yanağıma dokunmak üzereyken bağırmaya çalışsam da ağzımdan tuhaf sesler çıkarmaktan başka bir şey yapamamıştım.

Hayır, hayır. Biri bana yardım etsin!

Lütfen, biri beni bu kabustan kurtarsın!

Mahlukatın ölü gibi soğuk olan eli yanağıma değdiği anda görüşüm kararmış ve bilincimi başka bir yere götürmüştü. Eskiden görkemli bir sarayın bulunduğu ancak şimdi yıkımdan geriye kalan kalıntılardan ibaret bir harabenin ortasındaydım. Etrafımda dönerek çevreme baktığımda burada hayatın uzun zaman önce son bulduğunu anlamıştım.

Toprağa yapılan savaştan geriye kalan kılıçlar saplanmıştı ayrıca yerde de balta ve diğer savaş aletleri bulunuyordu. Bir kısmı toz tutmuş, kimisinin de parçaları eksikti buna rağmen ilk gün ki ihtişamlarına sahiplerdi. Burada her ne olduysa çetin bir mücadele verdikleri aşikardı. İkiye ayrılmış devasa sütunun üzerinde gördüğüm amblemle kaşlarım çatıldı. Sütun sarayı taşıyan temellerden birine aitti.

Yarısı kırık olsa bile sembolün şakayık çiçeği olduğu barizdi.

Burada tek bir ağaç, böcek dahi yoktu. Arafta gibiyim.

Kafamı kaldırıp saraya baktığımda gördüğüm kızıl dolunayla birlikte nefesim kesildi.

Yıkık dökük saraydan geriye kalan kalıntıların arkasından yükselen dolunay hayatımda gördüğüm en büyük dolunaylardan biriydi.

Karanlıkla örtülmüş semada tek bir yıldız yoktu. Aynaya bakarken hissettiğim hipnoz, Ay’a bakarken beni yeniden buldu. Birden her yer alev alev yanmaya başladı. Ortalığı saran ateş yüzünden çığlık atarak bir yere saklanıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istesem de sadece gözlerimden yaşlar boşalıyordu.

Hayır, ateş olmaz! Ateş olmasın!

Evlerden biri gümm diye bir ses çıkarıp yıkılınca irkilerek hipnozun etkisinden çıkmıştım.

Başta mahlukatın beni ailemin öldüğü güne gönderdiğini sansam da yanılmıştım. Binalar yıkılmaya devam edip savaş seslerinin arttığı sırada her yerde hayaletler belirmeye başlamıştı. İnsanlar kaçıyor, üzerlerinde zırhlar bulunan askerlerse birileriyle savaşıyordu.

Boyları gökyüzüne ulaşan alevlere gözlerimi büyüterek bakarken pek sağlıklı düşünemesem de geçmişte olmadığımı bilmek az da olsa mantıklı olabilmemi sağlamıştı.

“Tanrılar! Tanrılar bize saldırıyor!”

“Kaçın Tanrılar içeri girmiş!” Tanrılar mı? Kaşlarımı çatarak bahsettikleri Tanrıları görmeye çalıştığım esnada birden yanımda bir adam -hayalet- belirdi. Giydiği zırhtan ve duruşundan ötekilerden daha rütbeli gözüküyordu.

“Muhafız nerede!” Sürekli aynı soruyu soruyordu.

Muhafız nerede.

Ne oluyordu? Burası neresi? Bu insanlar da kim?

Ben hayal aleminden nasıl çıkacağımı düşünürken birden gördüğüm adam omuzlarımı tutarak beni sarsmaya başladı.

Suratıma doğru bağırıyordu. “Neden Tanrıları içeri aldın? Neden!” Kollarımı mengene gibi sıkan parmakları öfkesinin büyüklüğünü kanıtlarken şok olmuş bir şekilde hayalete bakıyordum. Hepsi hayalet biçiminde olsa da tam olarak insan bedenlerine sahip değillerdi. Fakat bu adam bana dokunur dokunmaz yaşarken ruhunun kullandığı bedene bürünmüş ve beni onda gördüğüm şeyle birlikte ikinci bir şoka uğramıştı.

Gözleri.

Onda da bendekiler gibi leylak renginde gözler vardı.

Diğer hayaletlerde kaçmayı bırakıp aynı anda bize yaklaşırken teker teker eski bedenlerine bürünüyorlardı. Yaşlı, genç, kadın, erkek ve çocuklar… hepsi bana bakıp aynı soruyu soruyordu.

“Neden onları içeri aldın? Neden Tanrıların kapıdan geçmesine izin verdin!”

Ben yapmadım demek istesem de konuşamıyordum. Gerçi konuşabilsem de konuşabileceğimi sanmıyordum zira kitlenmiş kalmıştım.

Hepsi aynı gözleri taşıyordu.

Leylak rengi irisleri.

Boğuluyormuşçasına derin bir nefes alarak mahlukatın beni gönderdiği yerden çıktığımda hızla soluk alıp vermeye başladım. Sanki dakikalarca nefessiz kalmış gibiydim, ciğerlerim yanıyordu. Elimi boğazıma götürüp daha fazla nefes almaya çalışırken gözlerim yaşarmıştı. Bakışlarımı ilk önce ayna da sonra da telaşla banyonun içinde gezdirmeye başladım.

Yoktu. Nereye gitmişti?

Tüylerim varlığını sezerek diken diken olup kabardığında enseme vuran soğuk nefesini hissetmiş ve taş kesilerek bakışlarımı korka korka aynaya çevirmiştim.

Hemen arkamdaydı.

Artık aynanın içinde değildi.

Kuyuya atılan yüzlerce yılan kulağımın dibinde tıslarken aynadaki yansımama bakarak yine acele etmeden “Benden kaçamazsın.” dedi. Çığlık atarak “Aron!” diye bağırdım, gözüme telaş anında bir perde indi sanki. Elime geçen sabunluğu tuttuğum gibi aynaya fırlattım. Ayna gürültüyle kırılırken etrafa saçılan parçalarından biri boynumu sıyırıp geçmişti.

Mahlukat kırılan aynayla birlikte kayboldu.

Boynumdan akan ılık sıvıyı yerdeki cam kırıklarından görebiliyordum, kandı. Ağlayarak geriye doğru giderken sırtım duvara çarpana kadar durmadım. Aşağıya kayıp bacaklarımı kendime doğru çekerek ellerimle kulaklarımı kapattım. Onun o iğrenç sesini duymak istemiyordum fakat kuyudaki yılanlar sanki hala bana tıslıyorlar gibi geliyordu.

“Aron! Aron! Aron!”

Tir tir titrerken kapı hışımla açılıp duvara vurmuş ve Aron içeri “Mana!” diyerek dalmıştı. Sesini duyduğum anda başımı dizlerimden kaldırıp ona baktım. İlk önce yerdeki ayna parçalarına daha sonra da bana baktı.

Beni duymuştu.

Anında yanıma gelerek “Yaralandın mı--” diye sormasına gerek kalmadan kehribarları boğazımdaki kesiğe takılmış ve kaskatı kesilmişti. Ciddi anlamda kesiğe öyle bir bakıyordu ki bir ara gırtladığımın boydan boya kesilip kesilmediğinden şüphe ettim. Gözünü kesikten ayırmazken yüzü bir an için buruşarak yutkundu. Kesiğe elini götürdüğü sırada ona fırsat vermemiş ve kollarımı beline dolayarak göğsüne sığınıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım.

“Buradaydı! Yine geldi! Buradaydı Aron!” Koluyla belimi sarıp beni kucağına çıkardı. Gözlerimden süzülen yaşlar patır patır gömleğine düşerek orada koyu izler bırakırken dudaklarını başıma bastırıp “Şhii, geçti.” dedi.

Eliyle saçlarımı okşarken üst üste dudaklarını başıma bastırdı. “Geçti, tamam mı? Ben buradayım. Ben buradayken sana hiçbir şey yapamaz.”

Sakinleştirici sesi titrememi durdurunca kendimi onun öpücüklerine bıraktım.

Benim için gelmişti.

O buradayken kimse bana bir şey yapamazdı.

Yere oturmuş ve bende kucağındayken elleriyle yanaklarımı kavrayıp başımı kaldırarak ona bakmamı sağladı. Küçük bir kız çocuğu gibi ıslak kirpiklerimin arasından gözlerinin içine baktığımda dişlerini sıktığını gördüm. Kehribarlarını bilerek boynumdaki kesikten uzak tutuyordu. Çenesi öyle bir gerilmişti ki bir sebepten bana kızdığını sanmıştım ama öfkesi başka bir şeyeydi sanki. Baş parmaklarıyla yanaklarımdaki göz yaşlarını okşarcasına silerken “Ağlama.” dedi.

“Çok korktum ama.” Eğilerek alt dudağımı ağzına aldığında kalbim göğsümde takla atmıştı resmen. Durduramadığım göz yaşlarım yanaklarımdan akarken öpüşüne anında karşılık vererek ellerimi ensesine sardım. Onu daha çok kendime çekerken aldığım tatla mest olmuştum.

Beni öperek sakinleştirmeye alışmıştı.

Nefesimin tükendiğini anladığı anda geri çekildi ve gözlerimin içine bakmaya başladı.

Koyulaşarak lav denizine dönen kehribarlarındaki duyguya bir ad koymaya çalışırken aniden dışarıda peş peşe gök gürlemiş ve aramızdaki bakışmayı kesmişti. Kulağıma yağmur sesi gelse de yağıp yağmadığından tam olarak emin olamadım. Aron kalçamdan destekleyerek beni kucağına alıp “Hadi seni içeri götürelim.” demiş ve bizi banyodan çıkarmıştı.

Odama geri döndüğümüzde beni yatağa bırakmış, kendisi de hemen yanıma oturmuştu.

Hala ufak ufak titriyordum.

Birleştirdiği parmaklarını boğazımdaki kesiğe bastırdığında elinden çıkan serin su yaramın üzerini kaplayarak kesiği iyileştirmeye başladı.

“Bana orada neler olduğunu anlat.”

Banyoya girdikten sonra başıma gelen olayları atlamadan anlattığımda Aron yaramı iyileştirmeyi bitirip elini boynumdan çekmişti. Kanımın bulaştığı elini yumruk haline getirmiş sıkıyordu. Fakat bunun nedeni anlattıklarım değil de elindeki kanımdı sanki.

Kanımın eline bulaşmasından nefret etmişti.

“Tanrılar mı dedin?”

“Evet. Hayaletler, Tanrılar geliyor diyerek diğerlerini uyarıp kaçmalarını söylerken beni Tanrıları içeri almakla suçlayan hayalet muhafız diye birini arıyordu.”

“Muhafız…” Kendi kendine mırıldandıktan sonra “Sana bu imgeyi göstermesinin bir anlamı olmalı.” dedi.

“İmge nedir?”

“İmge doğuştan gelen bir yetenektir ve birçok çeşidi vardır. Bu yeteneğe sahipsen eğer geçmişe ait görüntüleri görebilirsin.”

“Geleceği görmek gibi mi?”

“Hayır, güzelim onlar kahinler; ikisi arasında fark var. İmgeyi kullanabilenler kendi geçmişlerini isterlerse başkalarına gösterebilirler ayrıca dokundukları kişilerin de geçmişlerini görebilirler. Kahinler ise bütün alemlerin kaderini izlerler.” Düşünceli bir şekilde gözlerini kısarak “Garip, gördüğün varlıktan herhangi bir cadı izi sezmedim. İmge genelde cadıların sahip oldukları güçlerdendir.” dedi.

Elbisemin kumaşını kalbime dolan kuşkuyla birlikte avucumun içine alarak tüm gücümle sıktım. Tırnaklarım kumaşı delip avucuma batarak canımı yaksa da sıkmayı bırakmadım.

“Peki ya benden?” Kelimeler kursağıma çengel gibi takılıyordu. “Benden cadı izi sezebiliyor musun?”

Kaşları çatılarak “Bu da nereden çıktı?” deyince kuruyan dudaklarımı yalayıp “Bende bazı şeyler görüyorum. Belki de gördüğüm şeyleri mahlukat isteyerek değil, bana dokunduğu için ben zorla görmüşümdür.” dediğimde bakışları anında değişerek “Nasıl şeyler görüyorsun?” diye sordu.

Ona gördüğüm kâbusları anlattığımda çatık kaşları iyice derinleşerek kaşlarının ortasında çizikler oluşturdu. “Ne zamandan beri bu rüyaları görüyorsun?”

Çekinerek “Buraya geldikten kısa bir süre sonra görmeye başladım.” deyince kehribarlarındaki korlar öfkeyle parladı. Sinirle soluyup “Bana neden anlatmadın? Ya başına bir iş gelseydi!” dediğinde kızmasına hak vermiştim.

“Ben bu rüyaları yeni görmüyorum Aron, çocukluğumdan beri bu özelliğe sahibim. Başta gördüklerimi önceden gördüğüm kabuslara bağladım. Uyurgezer olup rüyamda gördüğümü sandığım şeyleri gerçekten gördüğümü anlayınca sana anlatmaya karar verdim. Hatta birkaç kere sana rüyalarımdan bahsetmek için çalışma odana geldim ama hep önüme bir engel çıktı ya da sen çok meşguldün.”

“Bir kere daha böyle bir şey olursa hemen yanıma geleceksin. Sikerim meşguliyetleri de engelleri de!” Burnundan solurken ne yapacağını bilemiyormuşçasına parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. Gerildiğini hissettiğimden sabırla sakinleşmesini bekledim.

“Bundan sonra benim odamda uyuyacaksın. Bende sen uyumadan önce dönmeye çalışacağım tamam mı?” Söyledikleri yüzünden kalbim heyecanla atmaya başladı. Onunla birkaç kez aynı yatağı paylaşsak da genelde farklı odalarda kalıyorduk.

Şimdi hep birlikte mi uyuyacaktık yani?

Hevesimi belli etmemeye çalışarak “Böylesinin daha iyi olacağını düşünüyorsan öyle yapalım.” diyerek omuz silktim. Sesim ne yapalım mecburen öyle yapacağız dermişçesine çıksa da içten içe sevinç çığlıkları atıyordum.

“Bahsettiğin şu çocuk seninle aynı gözlere mi sahipti dedin?”

“Evet. Onun yaşında bir çocuğun gece mezarlıkta dolaşıp korkmaması tuhaf.” Hele de yüzleri dumandan olan yaratıklar orada dolaşırken.

“Gördüğün çocuk mezarlık bekçisi olmalı.”

“O da ne?”

“Üstün ırklar ölülerinin mezarlarını korumak için onları bir arada gömer ve oraya da mezarları korusun diye bir bekçi dikerler. Genelde bu bekçiler güçlü canavarlardan seçilir ama bazen kendilerinden birini oraya diktikleri ya da görünüş olarak insana benzeyen türler de koydukları oluyor.”

Şaşırarak “Yani o çocuk aslında bir çocuk değil mi?” diye sorduğumda “Kim bilir?” diyerek şaibeli bir cevap verdi.

“Bizimkilere Maar’daki mezarlıkları araştırmalarını söyleyeceğim. Şayet o çocuk seninle aynı renk gözlere sahipse aynı soydan geliyor olabilirsiniz. Onu bulduğumuzda sorularımıza yanıt verebilir. Bakalım etrafta mezarlık koruyan bir bekçi bulabilecek miyiz.”

“Bu bende herhangi bir cadı izi bulamadığın anlamına mı geliyor?”

“Sen cadı falan değilsin Mana. Gördüğün şeyler de imge değil, çünkü sadece geçmişi görmüyorsun, şimdiyi de görüyorsun. Bazı rüyalar kişiye haber göndermek için de gösterilir.”

“Yani bu kâbusları bana biri mi gösteriyor?”

“Evet.”

Korkuyla “Kim?” diye sorduğumda kehribarları ölüm vaadiyle karararak “Onu bulduğumda bunu yaptığına bin pişman edeceğim.” dedi.

Kim olduğunu bilmiyordu.

“Yemek yedin mi?” Konu ne ara benim açlığıma gelmişti?

“Daha değil.”

Bakışlarını saate çevirirken “Çok aç mısın?” diye sorup benden bir cevap almak için tekrar bana döndü.

Daha yeni uyanmıştım üstelik sabah sabah banyoda yaşadıklarımdan sonra midemin bir süre daha yemek kabul etmeyeceğini biliyordum. “Hayır, niye soruyorsun?”

“Katılmam gereken bir toplantı var. Senin de benimle gelmeni istiyorum.”

“Nasıl bir toplantı bu? Geçen yaptığımız gibi mi?”

“Hayır, bu farklı. Gideceğimiz toplantıya Maar’da sadece benim onayımı alabilen küçük bir azınlık katılabiliyor.”

“Nasıl bir onaymış bu?” Neden birden karnıma ağrı girmişti?

Gözlerimin içine bir süre bakıp “Güvenimi kazanan kişilerin aldıkları bir onay.” deyince dudaklarım şaşkınlıkla aralanmıştı.

Sözleri kafamın içinde defalarca yankılandı. Göğsüm aldığı darbelerle uyuşurken teyit etmek amacıyla “Benimde katılmamı istiyorsun?” diye sorduğumda ciddi bir ifadeyle “Evet.” dedi.

“Toplantıya karım olarak teşrif ettiğinde artık bazı şeylerin geri dönüşü olmayacak. Diyar hakkında kimsenin bilmediği sırları öğrenip bundan sonra yanımda duracaksın.”

Karın olarak.

Bana güveniyordu.

Kalbimde bıraktığı yaralarda çiçeklerin açtığını hissettim.

Sonunda bana güveniyordu.

Toplantıya gitmek için odadan çıktığımızda Aron beni su sarayının hiç gitmediğim kesimlerine götürmüştü. Saray o kadar büyük ve karmaşıktı ki bazen gezerken kendimi labirente girmiş gibi hissediyordum. Bu yüzden yanımda biri yokken çok uzaklaşmamaya dikkat etmem gerekiyordu. Merkezden ayrılmaya başladığımızda bir süre sonra etrafta gördüğüm görevli ve hizmetçilerin sayısının gittikçe azaldığını fark ettim. En ilginci ise geldiğimiz yerde hiç muhafız olmamasıydı. Sarayın her bir noktasında nöbet tutan muhafızlar varken bu kısmından uzaklaştırılmışlardı.

Anlaşılan sadece toplantı gizlenmemişti, toplantının yapılacağı yerde sır gibi saklanıyordu.

Banyodayken duyduğum yağmur sesini gerçekten duyduğumu ise dışarıdan içeriye ıslanmış bir şekilde giren muhafızları görerek doğrulamıştım.

Çok değil, on dakika falan yağmış ve kesilmişti. Artık nasıl yoğun yağdıysa muhafızlar yer değişimi yapacak kadar sırılsıklam olmuşlardı. Enteresan, kışın ne yağmuruydu bu? Bakışlarımı Aron’a çevirdim. O gece ki gibi kendini de kaybetmemişti hem.

Son dönemeçten döndükten sonra çıkmaza girdiğimizi fark ederek duraksadım. Burada herhangi bir oda göremiyor olmama rağmen Aron yürümeye devam edince bende peşinden gittim. Yan duvarlar boşken çıkmaz koridorun sonundaki duvara büyük, altın varak çerçeveli bir tablo asılmıştı.

Tabloya baktığınız anda kendinizi bir fırtınanın tam ortasına atılmış halde buluyordunuz. Gökyüzünü dolduran kara bulutların içinde örümcek ağlarını andıran şimşekler çakıyor, sertçe esen rüzgâr yüzünden yağmur damlaları uçuşuyordu. Kabaran devasa dalgaların tam ortasında ise okyanusu yarıp geçmiş gibi duran üç dişli bir mızrak duruyordu. Su Tanrılarının bir sonraki varise bıraktıkları bu kutsal silah o kadar kudretli bir aura yayıyordu ki ona baktıkça üzerimde garip bir baskı hissediyordum. Sanki Shiva tam karşımda duruydu.

Aron daha önce bu silahı önümde kullanmadığından gerçeğini kanlı canlı görememiştim.

Aklıma Vak’a şehrinde Ay’ı ortadan ikiye yararken kullandığı buz kılıcı geldi. Shiva varken neden onu kullanmıştı ki?

Tablonun önüne geldiğimizde düşüncelerim dağılmış ve durmuştum. Beklentiyle Aron’a baktım, şimdi ne yapacaktık?

“Kabuslarında gördüğünü söylediğin şu kadın niye ağlıyor demiştin?”

Kadın hakkında bir ipucu falan mı bulmuştu acaba? “Benden bebeğimi aldılar diyordu.” Her ne kadar sonradan beni dehşete düşürecek kadar korkutsa da kadının o halini hatırlayınca içim burkuldu, kahrolmuştu. Bu bir anneye yapılabilecek en büyük kötülüktü. Kanlı yatak ve elbisesi bebeğin doğar doğmaz ondan alındığını kanıtlıyordu.

Muhtemelen onu bir kerecik kucağına bile almasına izin vermemişlerdi.

Başka bir şey sormadı. Bunun yerine tablonun köşesini tutup yana doğru kaydırdığında klik diye bir ses çıktı. Ardından Shivanın resminin bulunduğu tablo duvardan öne doğru çıkarak bir çıkıntı oluşturdu ve yukarı doğru kalkıp arkasında sakladığı girişi ortaya çıkardı.

Gizli bir oda!

Tabi ya! Koskoca sarayda mühim işleri halletmek için böyle bir yer yapacaklarını tahmin etmeliydim.

Aron önden ben arkasından camdan yapılmış merdivenleri inmeye başladığımızda duvar aşağıya inerek girişi tekrar kapatmıştı. Gizli odaya inerken herhangi bir ışık kaynağına ihtiyaç duymamıştık zira okyanusun içindeki mercanlar bu görevi yerine getiriyorlardı. Yeraltındaki bu oda Aron’un taht odasının bir benzeriydi. Her yer camdan yapıldığı için kendimi yeniden okyanusun içinde gibi hissetmeye başlamıştım.

Burası daha derin ve daha karanlıktı.

Okyanusun gün ışığı görmediği civarlardaydık.

Geçen gördüğüm su halkından veya su da yaşayan canlılardan kimse yoktu etrafımızda, yalnızca köpek balıkları vardı. Şekil değiştirmiş devasa köpek balıkları etrafta yüzerek gözcülük yaparken, yarı insan yarı köpek balığı görünüşündekiler ise sırtlarını cam duvara çevirip odanın dört bir yanında nöbet tutuyorlardı. Bu titizlikleri bile yapılacak toplantının ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. İçlerinden sadece biri -diğerlerinden daha iri ve güçlü gözüken- Aron’un tahtının hemen arkasında bize yüzü dönük duruyordu.

Onun anında köpekbalıklarının lideri olduğunu anlamıştım.

Odanın içine yerleştirilmiş oval cam masada oturan kişiler bizi gördükleri anda ayağa kalkmışlardı. Köpek balıkları da Aron’un geldiğini anlayınca bu tarafa doğru dönerek aynı anda eğilip selam verdiler.

“Su Tanrısına selam olsun.”

“Suyun gelinine selam olsun.”

Onlar eğilmeden önce masada kimlerin oturduğuna göz atabilmiştim. Beni Aron’un yanında görmeyi beklemediklerinden hepsi birbirinden farklı tepkiler vermişlerdi. Towa burada olmamdan hoşnut bir şekilde genişçe gülümsemiş, Ragnar şaşırarak kaşlarını yukarı doğru kaldırmıştı. Caster’in yüzünün yarısını örten pelerini yüzünden ifadesini görememiştim. Üçünün burada olacağını tahmin ediyordum zaten. Masada ayrıca kıdemlilerden dört kişi bulunuyordu, bunlar Vak’a şehrindeki tartışmada lehime oy veren kişilerdi. Birde tanımadığım kadınlı erkekli beş kişi daha masada oturuyordu. Umduğumdan daha kalabalıklardı.

Aron tahtının önüne geldiğinde hepsi doğrulmuştu. Köpek balıklarıysa tekrar sırtlarını cam duvara vererek nöbetlerine kaldığı yerden devam etmişlerdi.

“Oturun.” Aron’un verdiği emirle masadakiler yerlerine geçerken o hala ayaktaydı. Elini bana doğru uzatarak “Seni biriyle tanıştıracağım.” dedi. Avucuna koyduğum elimin parmaklarını kavrayarak beni kendine doğru çekti. Ardından elimi tutarak koluna sardı. Masada tanımadığım kişilerle tanıştıracak sanırken o beni tahtın arkasındaki cam duvarın ötesinde tek başına dikilen köpekbalığına doğru götürmeye başladı.

Camın önüne yaklaştığımızda ilk kez bir köpekbalığı ırkıyla tanışacak olmanın heyecanı vardı içimde. Aron uzun ve kalıplı bir adamdı, köpekbalığı ise iri yarı ve neredeyse iki metreden uzundu.

“Okyanustaki bütün köpekbalıklarının lideri Lazar’la tanış Mana. O Atlantis’in koruyucusu.”

Önemli biri olduğunu ilk bakışta anlasam da okyanustaki tüm köpekbalıklarının lideri olmasını beklemiyordum açıkçası. Buraya gelmeden önce Su Tanrısı hakkında okuduğum kitaplardan birinde Atlantis’e denk gelmiştim. Okyanusun kimsenin bilmediği bir yerinde kurulan bu şehir su halkının yaşadığı bölgeydi.

Ayrıca Aron’un okyanustaki ikinci sarayıydı.

Lazar bana doğru eğilerek selam verip “Okyanusun kalbi sizinle olsun suyun gelini.” dediğinde selamlama şekline şaşırmadan edemedim doğrusu.

Su halkı için okyanusun kalbi Su Tanrısıydı.

O olmadan su da yaşam olmazdı.

Selamlama şekli çok hoşuma gittiğinden gülümseyerek “Okyanusun kalbi seninle olsun Lazar.” dediğimde tebessüm etmişti. Eh köpekbalığı olduğundan sert bir mizaca sahip olması anlaşılabilirdi.

“Benim için bir onurdu.” Ben karşılık verene kadar selamlamasını sürdürdü ardından doğrularak “Suyun yanındayken asla yalnız değilsiniz. Bana seslendiğiniz anda orada olacağımı unutmayın.” dedi.

Su yanımdaysa yalnız değildim.

Üstü kapalı bir şekilde başım derde girerse onu çağırabileceğimi söylüyordu.

Gülümsedim. “Unutmayacağım.”

Aron muhtemelen bilerek beni diğerlerinin önünde köpekbalıklarının lideriyle tanıştırmıştı. Onlara Atlantis’in koruyucusunun arkamda olduğunu göstererek hem gözdağı veriyor hem de suyun halkı tarafından gelin olarak kabul gördüğümü bildiriyordu.

Su Tanrısından sonra artık onlara emir verebilecek yegâne kişiydim.

Muhteşem bir güçtü bu.

Aron tanıştırma faslını bitirince beni kendisiyle birlikte masadakilere çevirdi. Bizimkiler hariç diğerlerinin yüzünde şok ifadesi vardı. Ya Aron’un beni bizzat Lazar’la tanıştırmasını beklemiyorlardı ya da Lazar’ın benim emrim altında olacağını ilan etmesini.

Her iki şekilde de Aron istediğini almıştı.

Bakışlarımı masadaki koltuklarda gezdirdiğimde hepsinin dolu olduğunu gördüm. Son anda toplantıya katıldığım için böyle bir şeyin olması beklemeliydim. Ben nereye oturacaktım şimdi? Tam da bunu düşündüğüm sırada Aron’un gözleri altın sarısı renginde parlamaya başlamış, güçlerini kullanarak kendi tahtının yanında bir su kütlesi meydana getirmişti. Havada süzülen su kütlesi dönüşerek taht şeklini almış ardından su yavaşça donarken çıtırtı sesleri çıkarmaya başlamıştı.

Taht tamamen donduğunda üzerinden kılıç keskinliğinde buz sarkıtları yükselmiş ve son şeklini almıştı.

Artık oturacak bir yere sahiptim.

Aron güçlerini kullanmayı bıraktığı anda gözlerindeki ışık sönmüş ve kehribarları geri gelmişti. Kolundaki elimi nazikçe tutarak beni yeni tahtıma oturtmuş, kendisi de yerine geçmişti.

Başta buzdan yapıldığı için tahtın soğuk olmasına kendimi hazırlasam da oturduğum yer rahat ve sıcaktı.

Caster “Herkes burada olduğuna göre toplantıya başlayabiliriz.” dediğinde hala bana çaktırmadan bakan kişiler büyücüye dönmüştü. Halk, saray görevlileri, hanedan üyeleri ve kıdemlilerle tanışmıştım ama bu kişileri ilk görüşümdü. Büyük olasılıkla başka şehirlerden geliyorlardı. Bir ihtimal Aron’un şehirlere atadığı valiler olabilirler miydi?

“Önceki toplantı da Yitiklerin, Karanlık Müritle anlaşma yaptığını elimizdeki delillerle kanıtlamıştık. Vak’a şehrinde yakaladığımız esirleri sorguladığımızda onlarında Karanlık Müritle iş birliği yaptığını ve kullanıcıları bir araya toplayarak Tanrıları yerlerinden etmeyi planladıklarını öğrendik.” Maar’a döndükten sonra Şhika’nın muhafızlar tarafından yeraltındaki mağaraya götürüldüğüne şahit olsam da sonradan ona ne olduğunu bilmiyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse başına ne geldiğini sorgulamak umurumda olmamıştı. Demek arkasındakileri hemen satıp her şeyi ötmüştü.

Beni tutsak aldığı sırada bahsettiği şu Efendi, Karanlık Müridin başındaki kişi miydi acaba?

Caster her zamanki gibi toplantıya önderlik ederek buldukları kanıtları sunarken herkes pürdikkat onu dinliyordu. Yitikler, Karanlık Mürit bu isimler bana yabancıydı. Karanlık Müridin bir topluluk olduğunu akıl edebilsem de ne için mücadele ettikleri benim için hala bir gizemdi.

“Uzun süredir bir şeyin peşinde olduklarını ve bu konu üzerinden ilerleyerek deneyler yaptıklarından haberdarız. Büyücü hekimlerle birlikte Yitiklerin elinden alınan melezi bir haftadır gözlemliyoruz. Ne yazık ki melez daha fazla dayanamayacak hale geldiğinden araştırmalarımız duraksayacak olsa da bulduğumuz bulguların sonucunda bir zehir üretmeye çalıştıklarını anladık.”

Valilerin arasındaki kadınlardan biri “Zehir mi? Bunca çaba yeni bir zehir üretmek için miydi yani?” diye sorarken bundan daha fazlasının olmasını umar gibiydi. Caster kadına bakarak “Evet, Tanrı zehri arayışındalar.” deyince herkes müridin amacını bulmuşçasına gerildi. Az önce soruyu soran kadında bunu bekliyormuşçasına kafasını salladı.

Bakışlarımı endişeyle Aron’a çevirdim. Tanrıları bile zehirleyecek bir zehir…

Büyücünün verdiği bilgilerden sonra masa anında tartışma havasına büründü.

“İlk önce kullanıcıları kandırarak müritle iş birliği yaparlarsa onlara Tanrıların yerlerini teklif ettiler ancak Vak’a şehrindeki başarısızlıklarının sonucunda kullanıcıların Tanrıları devirecek kadar güce sahip olmadıklarına ikna oldular. Tanrıları bu şekilde yollarından çekemeyeceklerini anlayınca da Yitiklere gittiler.”

Towa genel hatlarıyla müritteki durumu açıkladığında kimse ona itiraz etmedi çünkü herkes içten içe söylediği şeylerin aslında bir olasılık değil, hakikat olduğunun farkındaydı.

Ragnar Towa’nın peşinden konuşarak dikkat etmemiz gereken yerlere yoğunlaştı.

“Kullanıcılar, Tanrıları devirmekte yetersiz kalsalar da tamamen işe yaramaz sayılmazlar. Tek başlarına güçsüzler fakat birleştiklerinde büyük bir güç sergileyeceklerdir. Haliyle bir gözümüzü sürekli onların üzerinde tutmaya devam etmeliyiz. Diyarın dört bir yanında kullanıcıları aramayıp onları bünyelerine katmaktan geri durmayacaklardır. Karanlık Mürit onlara ulaşmadan evvel biz kullanıcılara ulaşıp aralarındaki bağlantıyı kesmeliyiz.”

Ragnar haklı olsa da bu dediği kadar kolay halledilecek bir mesele değildi. Kullanıcılar Tanrılardan korktukları için saklanıyorlardı şimdi ortalık karışmışken saklandıkları yerden asla çıkmayacaklardır. Elbette Karanlık Mürit de kullanıcıları bir kenara atmayacak ve onları bulmak için bizim kadar uğraş vereceklerdi. Nihayetinde çıkacak bir savaşta piyonlara her zaman ihtiyaç duyulurdu.

Kıdemlilerden biri “Kullanıcılar hala tehdit oluştursalar da şu anda asıl odaklanmamız gereken kişilerin Yitikler olduğunu düşünüyorum. Onları durdurmamız gerekiyor. Deneyleri artık melezlerin üzerinde kullandıklarına göre aradıkları şeyi bulmaya çok yaklaşmışlar.” dediğinde çoğu kişi ona hak verdi.

Valilerden bir diğeri “İşe ilk önce zehrin nasıl bir işleve sahip olduğunu öğrenmekle başlamalıyız. Siz bu konu hakkında ne söyleyebilirsiniz büyücü? Zehrin melezin üzerinde nasıl bir etkisi oldu?” diye sordu.

Caster soğuk kanlılıkla “Onları durdurmakta geç kaldık, zehri buldular.” deyince ilk kez yüzlerindeki korkuya şahit oldum. Benimde onlardan bir farkın yoktu, başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü sanki.

Düşman, Tanrıları bile zehirleyen bir zehir keşfetmişti. Aman Tanrım… bu bir felaketti.

“Melez bize ilk getirildiğinde vücudundaki Tanrı kanı uyanmış bir haldeydi bu yüzden bütün damarları altın rengini almıştı. Tanrı kanı, diğer ebeveyninden aldığı kanı bastırdığı için melezin bilinci yerinde değildi. Transa girdiğinden sorularımıza cevap veremiyordu. İkinci gün parlayan damarların içlerinde bir siyahlık meydana geldiğini gördük. Melez bu siyah damarların çoğalmasıyla birlikte acı içinde kıvranmaya başladı. Üçüncü gün acı yerini öfkeye bıraktığından saldırganlaştı. Dördüncü gün Tanrı kanı zehir tarafından tamamen yenilerek melezi deliliğe sürükledi.”

Caster’in anlattıklarını dinlerken küçük dilimi yutmuştum resmen. Sadece ben değil, buradaki herkes önümüzdeki tehdidin önlem almazsak bizim sonumuzu getireceği gerçeğiyle yüzleşiyordu. Melezler safkan olmadıkları için delilikleri Tanrılarla eş olmazdı yine de bu büyük bir yıkım getirecekleri gerçeğini değiştirmiyordu. Ya bu zehri bir Tanrıya verecek olurlarsa? Neler olacağını öngörürken bile içim ürperiyordu.

Onlara direnemezdik.

Bu dünyada Tanrıları durdurabilecek kimse yoktu.

İçimde adını koyamadığım bir duygu belirince kaşlarım çatıldı. Neden bu düşüncenin birdenbire yanlış olduğu kanısına kapılmıştım?

Caster elini şıklatarak beni bu düşünceden çekip aldığında odanın cam kolonlarına kazınmış rünler mor renginde parlayarak büyüye tepki verdiler. Rünlerin ışığının içeri dolmasıyla birlikte önümüzdeki cam duvar iki yana açılarak içerideki tutsağı dışarı çıkardı. Üzerlerine güçlendirme rünleri kazınmış zincirlerle tutsak edilen melezi gördüm. Kâbus gibi duran görüntüsü yüzünden farkına varmadan Aron’nun gömleğini tutup sıkarak ondan güç almaya çalıştım.

Melezin geldiği hali gören kıdemlilerle valilerin ifadeleri çirkinleşmişti.

Bu tarz olaylarla sık sık karşılaştıklarından olsa gerek Ragnar ve Towa’nın yüzlerinde mimik dahi oynamıyordu tıpkı yanımda oturan Tanrınınki gibi.

Buz gibiydi bakışları.

Melez dizlerinin üstüne çökmüş vaziyette duruyordu. Altındaki pantolon haricinde çıplaktı. Kapkara damarlar ayaklarından başlayıp yüzünü dahi sararak saç diplerine çıkmıştı. Kara damarlar şişmiş ve her an patlayacakmış gibi dururken içlerindeki zehir hala Tanrı kanını yediğini gösterircesine kıpırdıyordu. Teni örümcek ağını andıran siyah-mor çatlaklarla doluydu. Ona baktığınızda direkt zehirlendiğini anlıyordunuz. Bakışları öfke ve acının karışımı bir duygu ateş ediyordu. Akıl sağlığını tamamen kaybedip deliliğe kapıldığı bize bakarken hırlamasından anlaşılıyordu. Göz altları çökmüş, teni de hastalıklı bir beyaza çalışıyordu. Caster’in neden melezin yarına zor çıkacağını söylediğini şimdi daha iyi anlıyordum.

Ölmek üzereydi.

Meleze baktıkça göğsümdeki sıkıntı ellerini boğazıma sarıyordu.

Aron’a da bunu yapmak istiyorlardı değil mi? Hayır, sadece ona değil bütün Tanrıları bu zehirle delirtip öldürmek istiyorlardı.

Gömleğini daha sıkı tuttum.

Korumak istiyorum.

Ben bu Tanrıyı ona zarar verebilecek herkesten korumak istiyordum.

“Lanet olsun bu zehri neyden yapmışlar böyle?” Melez ses duyunca daha da hırçınlaşarak zincirlerini çekiştirip önündeki hayali kişiye saldırmaya kalksa da tek yapabildiği boşa çırpınmaktı. Onun her zincirleri çekiştirişinde zincirlere kazınmış büyü rünleri parlayıp sönüyordu.

“Casuslarımızın yazdığı raporlara göre Karanlık Mürit, kendilerine katılan kişilerden en zayıfları seçerek Amissalara onları iblislerle anlaşma yapabilsinler diye kurban etmişler. Yitikler yer altındaki iblislerle anlaşabilmeleri için bu kişileri kandırıp her birinin içine bir iblis yerleştirmiş sonra da onlara kara büyü yapabilmeleri için eğiteceklerini söyleyip kendi işlerine yarar türlü türlü kara büyüler yaptırarak, içlerindeki iblisleri ruhlarıyla doyurup hepsini onlara yem etmişler. İblislere yem olan kişilerden çaresizlik, kin ve öfke duygularını arındırarak kara büyüyle zehri elde etmişler. Bir Tanrıyı böylesine kararmış bir katrandan başka ne zehirleyebilir?”

Zehrin bulunma aşamalarını dinlerken tüylerim ürpermişti. Nasıl bu kadar gaddar olabilirler? Bundan daha kötü ne duyabilirim derken her saniye daha da kötüsünü işitiyordum.

“Bahsettiğin şu Amissalar onlar kimler ya da neler mi demeliyim?” Ne tür varlıklar iblisleri çağırıp ırkların içine yerleştirebilir?

“Bunu yapmak ilk kimin aklına geldi, bu büyüyü nereden buldular bilmiyoruz. Kara büyü yapabilen bir azınlık, büyü yardımıyla yeraltına sürgüne gönderilmiş iblislerle iletişim kurmayı başarmış ve bir bedel karşılığında onların güçlerini kullanabilir hale gelmişler, bunu iblisleri bedenlerine davet ederek becerdikleri sonradan ortaya çıktı. İblisler anlaşma sayesinde yeraltından kaçarak onları çağıran kişilerin içlerine girdiler ve orada yaşamaya başladılar.”

Bu çok korkutucuydu. Aklıma gelen ihtimalle “Yitikleri durdurabilmek için onlara iblislerle yaptıkları anlaşmayı zorla bozduramaz mıyız?” diye sordum.

“Hayır, bir kere anlaşma yaptın mı geri dönüşü yoktur. Sen istediğin kadar kara büyü yapmamaya çalış iblis acıktıkça öfkelenir, öfkelendikçe acıkır ve sana fısıldamaya başlar. Öyle ki artık iblisin vesveseleri yüzünden kafayı yiyecek hale gelirsin. İblisler ruhlarla beslenir. Anlaşmacı yaptığı her kara büyüyle birlikte içindeki iblise ruhundan bir parça verir. Yaptığı kara büyülerle ruhunu azar azar yitiren büyücülere biz bu yüzden Yitik anlamına gelen Amissa deriz.”

Ruhlarını kara büyü için iblislere yem eden büyücüler; yitikler.

“İblislerin büyüleri kara büyücülerden çok daha etkili ve güçlü olduğu için güç peşinde koşan kara büyücülerin eninde sonunda yolu yeraltıyla kesişir. Üstelik ruhunu tamamen yitirdiğinde dahi acın dinmez. Yenen ruhun iblis tarafından azar azar öğütülerek sonsuza kadar işkence görür. Zehir için işte bu ruhlar kullanılmış.”

“Peki, bu müridin amacı ne? Neden tüm bunları yapıyorlar?” Caster Yitikler hakkındaki sorumu hemen cevaplasa da ikinci sorumu yanıtlamadan önce Aron’a bakmıştı, ondan anlatmak için onay bekliyordu belli ki.

Aron kafasını hafifçe salladı.

“Karanlık Tanrıçasının kim olduğunu diyarın tarihi hakkında ders alırken muhakkak öğrenmişsindir. Karanlık Müridin en büyük amacı Tanrıçanın hapsedildiği yeri bulup üzerindeki büyüyü kaldırarak onu uyandırmak ve yüz yıllardır bekledikleri intikamı almak.”

Tanrıçayı uyandırmadan önce önlerindeki Tanrı engelinden kurtulmak istiyorlardı. Çünkü Tanrıçayla savaşıp onu hapsedenlerin başında onlar geliyordu. Bu yüzden Tanrıları öldürmek için Yitiklerle dahi anlaşma yapmayı göze almışlardı.

“Tanrıça yenildiğinde onunla birlikte savaşan köleleri ve müritleri karanlığa çekildiler fakat yıllarca içlerinde büyüttükleri kini asla unutmadılar. İki taraf arasındaki mücadele yüzünden çok kan döküldü, yüzbinlerce kişi öldü, bazı ırklar yok oldu. Tanrıça hapsedildiğinde Tanrılar onlardan tamamen kurtulmak için Karanlıklar ülkesi Kiros’u içindekilerle birlikte yerle bir etti. Dönecek yerleri kalmadığı için saklanmak zorunda kalsalar da hepsinin bir umudu vardı; Tanrıça ölmemişti. Bir gün tekrar gün yüzüne çıkacakları günü sabırla bekleyerek güçlendiler ve şimdi yeni bir savaş için hazırlanıyorlar.”

“Gerçekten Tanrıçayı uyandırabilirler mi?”

“Evet.”

Tüm diyara karanlığın hükmetmesini istiyorlar demek.

“Tanrıça neden deliliğe kapıldı ki?” Ve niye onu öldürmek yerine hapsetmişlerdi?

Towa araya girerek “Bilmiyoruz, sinir bozucu olsa da selefler bu konu hakkında konuşmayı reddediyorlar.” dedi. Kara mürit yeniden ortaya çıkıp Tanrıları dahi öldürecek bir zehir keşfetmişlerken nasıl olurda hala konuşmamakta ısrarcı olurlar?

“Zehir melezlerde çok hızlı etki gösteriyor olsa da Tanrıların iradesini bu kadar kolay kıramaz.” Kıdemlilerden biri konuşmamız bitince eski konuya geri dönmüştü. Caster başını olumlu anlamda sallayıp “Tahminlerimize göre zehir Tanrıların üzerinde aşağı yukarı bir ay içinde etkisini göstermeye başlayacaktır ancak hissettikleri ızdırap Melezlerden kat kat fazla olacak.” dedi.

Valilerden en sağdaki “Büyücü hekimler zehir için panzehir üretemez mi?” diye sordu. Benimde öğrenmek istediğim buydu. Bir çözüm yolu bulmamız lazımdı.

“Melezden panzehir için kan alarak zehir ayrıştırmaya çalışıyoruz ancak panzehri kısa süre içerisinde üretmemiz imkânsız görünüyor.”

“Ne kadar zamana ihtiyacınız var?”

“En az bir yıl.” Bu çok uzun bir süreydi hem de zehir tamamlanmış ve bizim elimiz kolumuz bağlıyken.

İçerideki kasvet daha da artarken Ragnar’ın “Kara Müridin zehri Tanrıların üzerinde denememek için önlerinde artık bir engel yok.” demesiyle artık boğucu bir hal almıştı.

Ellerine geçen ilk fırsatta bunu yapacaklarına eminim.

“Efendim nasıl bir yol izlememizi tavsiye edersiniz?”

Bütün tartışmaya eninde sonunda noktayı koyacak kişi Su Tanrısıydı.

“Caster herhangi bir saldırı ihtimaline karşı saraydaki koruma büyülerini güçlendir. Büyücülerin her an emre hazır halde bulunmalarını sağla. Ayrıca büyücülerden bir kısmını Kaldera’daki kullanıcıları aramak için yolla. Towa sende özel birlikteki askerlerle birlikte Yitikleri gözlemeye devam edin. Eğer deney olarak birilerini bulurlarsa ölü ya da diri Caster’e getir. Caster zehir hakkındaki araştırmalarına devam edecek.”

Towa göz kırparak “Bana bırak.” derken Caster her zamanki tekdüze sesiyle “Bize güvenebilirsin, canla başla çalışıp panzehri bulacağız.” cevabını verdi.

Aron emirler yağdırmaya devam ederek “Ragnar sen valiler ve kıdemlilerle birlikte sürekli iletişim halinde kalacaksın. Diğer şehirlere özel birlikten beş kişi yolla, onlar yedi yirmi dört sınırları gözetleyip her akşam rapor hazırlayıp gönderecekler. Rasgele bir saldırıda şehri valilerle birlikte savunacaklar, kimseye göz açtırmamaya dikkat etsinler.” diyerek kıdemlilere dönüp “Sizde diğer kıdemlileri gözlemlemeye devam edin, eğer içlerinden biri bize ihanet edip düşmanla buluşacak olursa avantaj bize geçer. Birinden şüphelenirseniz kendi başınıza iş yapmaya kalkışmayın direkt Ragnarla konuşun.” demişti.

“Emredersiniz.” Haklı çıkmıştım, onlar gerçekten de şehir valileriydi.

“Ragnar saraydaki muhafızlarda senin kontrolün altında olacak gözlerini dört açsınlar.”

“Merak etme aynı hataya bir kere daha düşmeyeceklerine emin olacağım.”

Az öncesine kadar masadakilerin omuzları umutsuzla çökerken şimdi hepsine bir güven gelmişti. Aron’un olayları soğuk kanlılıkla ele alıp değerlendirdikten sonra hızlı ve bir o kadar da ayrıntılı bir plan kurmasına hayran kalmıştım. Tehlikede olan oydu fakat telaşlanmak yerine olayları sakince ele alabiliyordu. Bu huyu masadakilerin korkularını yatıştırmış ve onlara cesaret aşılamıştı.

Bizi kolay kolay deviremeyeceklerdi.

“Caster Melezle ilgilen.”

Büyücü Melezin yanına giderek elini başına koydu. Melez hırlayarak ona saldırsa da nafileydi. Büyücünün etrafında mor renkli bir aura dolaşmaya başlayarak pelerinini dalgalandırıyordu. Caster’in yaptığı ölüm büyüsüyle Melez’in kan çanağı gözleri arkaya doğru kaymış ardından gözlerinden ve kulaklarından mor bir ışık çıkarken siyahlaşan bütün damarları da bu renkle dolup parlamaya başlamıştı.

Caster elini geri çekip mor ışık sönerken gözleri kömürleşen melez yere yığıldı. Bütün damarları da gözleri gibi yanmıştı. Bittiğini sanarken melezin üzerinde tüten dumana kara bir sis karıştı. Sis insan suratı şekilleri alıp kaybolurken odanın içerisini bir anda acı dolu çığlıklar, ağlamalar ve iniltiler doldurunca kaskatı kesildim.

İblislerin yediği ruhlardı bunlar. Caster Melezi öldürünce zehirden arınmışlardı.

Izdırap içerisindelerdi.

Dehşet verici bir manzaraya şahit olduğumuzdan nutkumuz tutulmuştu ta ki Aron tekrar konuşmaya başlayana kadar.

“Toplantı bitti, çıkabilirsiniz.” Gördükleri şeyin etkisinden çıkamasalar da herkes Aron’un emrine itaat etti. Onlar gidene kadar ne ben konuştum ne de o. Yalnız kaldığımızda dahi ne diyeceğimi bilemedim, yerdeki melezin cesedine bakmadan duramıyordum.

İblis tarafından yenilenlerin ızdırabını da çekmiş miydi acaba? Aron yanıma gelerek elini çeneme götürüp başımı kendisine doğru çevirince lafı dolandırmadan “Aron korkmuyor musun?” diye sordum. Korkmadığını bildiğim halde yine de sordum. Asıl sormak istediğim niye korkmadığıydı.

Nasıl korkmazdı? Bunca şeyden sonra, gördüklerinden sonra.

Ben korkuyorum. Onun için ölesiye korkuyordum. Bir gün karşımda onu bu şekilde bulurum diye aklım çıkıyordu.

“Titriyorsun.” Titriyor muydum?

Beni göğsüne çekerek sarıldı. “Endişelenme, iyi olacağım.”

Beni daha sıkı sarmasını istiyordum. “Hiç mi korkmadın?”

“Hiç korkmadım.”

“Niye?”

“Bir Tanrıyı öldürmenin tek yolu zehirlemekten geçmez çünkü. Beni karanlığa maruz bırakırsan da delirebilir hatta ölebilirim Mana. Tanrılar Tanrıçadan neden bu kadar çok kurtulmak istediler biliyor musun? Delirdiği için değil, bu sadece bahaneleriydi. Onu sahip olduğu güç yüzünden öldürmek istediler. Hepsi karanlığın onları yok edebileceğini bildiği için bu güçten korkuyorlardı. Hatta karanlık gücüne sahip olanların dahi kendi güçlerinden çekindikleri zamanlar oluyor çünkü karanlıktan doğsalar dahi karanlık onları yemek için hep bir köşede bekliyor. Dahası da var.”

“Dahası mı var?”

“Evet, bir Tanrı başa çıkamayacağı bir öfke duyar ya da derin bir hüzünle sarsılırsa da karanlığa meyledip kontrolü kaybedebilir bu da Tanrıyı deliliğe iter. Demek istediğimi anladın mı denizim? Beni öldürecek ya da delirtecek birçok sebep varken neden zehirden korkmam gereksin ki?”

Söylediklerinde haklılık payı olsa da Melezi o şekilde görmek beni derinden etkilediği için sağduyumu kaybetmiştim. Hiç deliliğe sürüklendiği bir zaman olmuş muydu acaba? Hafızam da canlanan anıyla birlikte kaşlarım çatıldı. Kaçırıldığım da Loki beni kandırmış ve bana zorla sahip olmaya kalkışmıştı. Aron’un nasıl gözünün döndüğü hatırlıyorum.

Onu öldürmek istemişti. Etrafını saran aura hırçınlaştığı için korkmuştum çünkü aurasında kara lekeler belirmişti. Yoksa… o lekeler karanlığın izi miydi?

“Burada işimiz bittiğine göre Saya’ya gidip sana güzel bir kahvaltı hazırlamasını söyle.”

Onu durdurmasam belki de bahsettiği deliliğe kapılacaktı.

Korkuyla gözlerimi kapattım.

Deliliğe kapılma.

Lütfen.

Ruhsal bir çöküş yaratan toplantıdan çıktığımda Aron burada biraz daha kalması gerektiğini söyleyerek beni önden göndermişti. Başta geldiğimiz yolu dönerken kaybolabileceğimden endişelensem de sonradan her yerde belirmeye başlayan muhafızları görünce doğru yolda olduğuma kanaat getirip merkeze ulaşmayı başarabilmiştim. Yol hafızam sandığımdan daha kuvvetliydi. Merkeze dönünce Saya’yı bulmuş ve birlikte güzel bir kahvaltı yapmıştık. Kahvaltıda bizimle Karum’a gelen ardından Sirk canavarlarından korumak için geride kalan muhafızların hepsinin hayatta kaldığını öğrenerek sevinmiştim.

Saya’nın dediğine göre Aron, Sirk sahibini bir güzel benzettikten sonra kovarak Kaldera’da beş sene gösteri yapamama yasağı koymuş. Kaybedecekleri para hesaplandığında Tanrı ülkelerinden birinde beş sene gösteri yapmaktan mahrum kalmak onlara iyi bir ders verecekti. Ayrıca kaçarken arkamızda bıraktığımız kumaşlar ve diğer eşyalar da sapa sağlam bulunarak saraya getirilmişti.

Saat öğlene geldiğinde Saya işinin başına geri dönmüş bense boş boş etrafta gezmek yerine bahçeye çıkmaya karar vermiştim. Toplantıda alınan kararların üzerinden daha birkaç saat geçmesine rağmen sarayda bir yoğunluk baş göstermişti.

Herkes oradan oraya koşturuyordu.

Tüm bu karmaşanın merkezindeki Tanrı ise esas meşguliyetin içinde olacaktı.

Dudak büktüm, acaba sözünü tutup akşam benimle uyumaya gelebilecek miydi?

Gece olunca bu sorunun cevabını alacağımı bildiğimden geldiğim bahçeye dikkatimi verdim. Sık sık burada vakit geçirdiğimden bahçeye benim için masa yerleştirmişlerdi. Kışın soğuktan dışarıda çok duramasam da bahar gelince bu masanın acısını yedi yirmi dört burada vakit geçirerek çıkaracaktım.

Oturmadan önce çiçeklerin durumunu merak ederek yanlarına gitmeyi tercih ettim. Kış mevsiminde olmamıza rağmen bahçedeki çiçekler yazdaymışız gibi canlı ve sağlıklı görünüyorlardı. Her çiçek bölmesinin önüne yerleştirilmiş yumruk büyüklüğündeki kayaların üzerine kazınmış rünlere göz attım. Çiçeklerin kışın bile hayatta kalmasını sağlayan şey büyüydü.

“Artık burada yatıp kalktığını düşünmeye başlayacağım.” Şaşırarak arkamı dönünce bir kolu sargıya alınarak boynuna askıyla asılmış, alnı bantlanmış bir şekilde karşımda duran Solomon’u gördüm.

“Aklını mı kaçırdın? Neden buradasın?” Yaraları o kadar ağırken kim şifahaneden çıkmasına müsaade etmişti bunun?

Hiç oralı olmadan masadaki sandalyeyi çekerek otururken omuz silkip “Sen bana gelmeyince ben sana geleyim dedim.” demişti.

Çiçeklerin önünden kalkarak yanına gittim.

“Daha dün baygın halde yatıyordun. Hekimler bir süre kendine gelemez demişlerdi sense uyanır uyanmaz şifahaneden kaçtın mı?”

Gözlerini devirdi. “Lütfen sende babam gibi başlama, yeteri kadar azar işittim zaten. Canıma susamadım ya iyi olmasam çıkmazdım. Büyücü hekimler kaburgamdaki kırığı iyileştirdiler, kolumdaki çatlakta kapandı ama ne olur ne olmaz birkaç gün oynatmamam için sargıda kalsın dediler anlayacağın turp gibiyim.”

Tip tip suratına baktım, bu durumda kaburganı da oynatmaman gerekmez mi? En azından iki gün kıpırdamadan yatması lazımdı. Bıkkınlıkla iç çektim, beni dinlemeyeceği belliydi.

Sandalyeyi çekip karşısına oturduğumda gülümseyerek “İyi olmana sevindim.” dediğinde yüzündeki samimiyetten gerçekten böyle düşündüğünü anlamıştım. Bu adamla düşman olmayı beklerken garip bir ilişkinin içerisine sürüklenmiştik.

“Bende senin iyi olmana sevindim.”

Gülerek “Hala başımıza gelenlere inanamıyorum. Üstelik benim için kendini riske attın sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.” dediğinde bende gülmeden edemedim. Yaşadıklarımız cidden kolay atlatılacak şeyler değildi.

“Teşekkür etmene gerek yok sonuçta sende beni korumak için öne atıldın.”

Otuz iki diş sırıtarak “O halde ödeşmiş sayılırız değil mi?” diye sordu.

“Evet.”

Onunla böyle oturup iki normal insan gibi sohbet etmek bana hala garip geliyordu. Eski haline dönüp lakayt tavırlar sergilemesini beklesem de ilginç bir şekilde ne benimle dalga geçiyor ne de laf sokuyordu. Tamam hala yılışık bir yanı vardı ama ileri gitmiyordu.

“Şu kullandığın güç hakkında… Endişelenme, tamam mı? hanedanın bundan kesinlikle haberi olmayacak, sırrın bende güvende.” Benim insan olmadığımı o gücü kim görse anlardı. Aron, Towa, Saya, Caster ve eminim ki Ragnarda bunu biliyordu. Bilmeleri beni rahatsız etmemişti çünkü Aron onlara sonsuz bir güven duyuyordu. Şimdi sırrımı bilen kişilere Solomon da katılmıştı. Ne hissetmeliyim bilmiyorum.

“Hanedandan hatta Su Tanrısının varislerinden biri olduğum için bana güvenmenin ne kadar zor olduğunu idrak edebiliyorum ama en azından bir şansı hak etmiyor muyum sence de?”

Çenesi hariç bana bu zamana kadar bir kötülüğü dokunmamış ve benim için gözünü kırpmadan hayatını tehlikeye atmıştı. Tüm bunlar bir oyun olamazdı ya.

Ona dürüst olmaya karar verdim. “Hanedandan haz etmiyorum, varislerden de çünkü saraydaki güç savaşı yüzünden sevdiklerime zarar vermek istiyorsunuz. Bu konu benim hakkımda olduğu için sana bir kez olsun güveneceğim ama şunu bilmeni istiyorum Solomon. Eğer sevdiklerimin canını yakmaya kalkışırsan karşısında beni bulursun ve inan bana o zaman geldiğinde sana merhamet etmem.”

Güldü, gülüşü bu tehditten hoşlandığını dile getiriyordu.

“Adil oynayacağım, söz veriyorum.”

Sandalyeden kalkarak çiçeklerin yanına gidip içlerinden birini kopardıktan sonra yanıma gelerek bana uzatınca şaşkınlıkla elindeki çiçeğe baktım.

“Bu çiçek sözümün nişanesi olsun.”

İzlenme hissinin hemen ardından burnuma dolan tuzlu deniz kokusu beni derin bir korkunun kuyusuna iteledi. Solomon’un omzunun üzerinden gördüğüm gözlerle kanım çekilmişti. Ne zamandır orada olduğunu bilmesem de kehribarların Solomon’un bana uzattığı çiçeğe bakarken donuklaştığını gördüm. Şu anda çok yanlış anlaşılacak bir durumda olduğumuzu bilmekse en beteriydi.

Ben çekip gitmesini beklerken kehribarları öfkeye bulanmış ve bir saniye için altın sarısı rengini alıp sönmüştü. O anda Solomon’un acıyla bağırdığını işittim. Elindeki çiçek saniyeler içerisinde donmuş ve kenarlarından buz dikenleri çıkarak sağlam elini delik deşik etmişlerdi. Solomon inleyerek elini hızla sallayınca dikenler kırılmış ve çiçek yere düşmüştü.

Ne ara bilmiyorum o sırada Aron yanımıza gelmişti.

“Aron--” Eğilerek beni bacaklarımdan tutup omzuna alınca dünyam tepe taklak olmuştu. Baş aşağı sarkarken “Ne yapıyorsun!” diye sorsam da beni dinlemiyordu. Solomon elinin acısını çoktan unutmuştu. Su Tanrısının karşısında dik durmaya çalışsa da ürktüğü her halinden belliydi. Aron’a olan bakışları beni huzursuz etmişti. Sanki önünde bir canavar dikiyormuş gibiydi. Emegenle savaşırken bile böyle bir ifade takındığını görmemiştim.

“Bu iki oldu. Üçüncü kez seni karımın yanında yöresinde görürsem bu alacağın son nefes olur.” Sesini duyunca resmen taş kesilmiştim. Bu öfke değildi, garezdi. Sınırı aşan gazabı yüzünden kalınlaşan sesindeki o ölümcül tını sözlerinde ne kadar ciddi olduğunun sinyalini veriyordu.

Onu öldürecekti.

Öldüreceğine eminim.

Solomon’dan herhangi bir cevap vermesini beklemeden yanından çekip gittik. Onun cevap vermesine ihtiyacı yoktu, dediğini yapmak zorundaydı. Beni omzundan indirmeden sarayın içine sokarken Aron’a bakan bütün hizmetçilerin betinin benzinin attığını gördüm. Muhafızlar ise ne kadar dik durmaya çalışırsa çalışsınlar mızrakları tutan ellerinin Su Tanrısının hiddeti karşısında titrediğine şahit oldum.

Her adımı yeri inletiyor, baskın varlığı havadaki yasaları eğip büküyordu.

Yanlış anlamıştı. Ona doğrusunu izah etmek istiyordum ama Aron’la konuşmaya ilk kez bu kadar çekiniyordum. Beni incitmeyeceğini bilsem de öfkesi beni susturmaya yetiyordu.

Beni kendisiyle birlikte odasına sokup kapıyı sertçe kapatınca öyle bir gürültü meydana gelmişti ki bu güç karşısında hem duvarlar sarsılmış hem de ben yerimden sıçramıştım. Beni omzundan indirince yüzüne bakmış ve istemsizce bir adım geri çekilmiştim.

İçindeki Tanrıyı uyandırmıştı.

Kehribarlarının etrafını saran kızıl halka, kanlı bir haleyle ışıldarken göz bebeklerinin yüzeyine damar damar yayılan kızıl çatlaklardan da lavlar çıkıyordu. Geçen her saniye o ateşe kuvvet katıyor ve aştığı yerleri mahvediyordu.

Orada bir kıyamet kopuyordu.

Sayısız çatlağın arasında ondan bir parça görmeye çalışsam da göremedim, Aron yoktu.

Karşımdaki Su Tanrısıydı.

Bir yanım Tanrıya boyun eğmemi fısıldarken diğer yanım bu düşünceyle çıldırmışçasına ‘Onun önünde diz çökmeyeceksin!’ diye bağırıyordu. Bir şeyleri yakıp yıkmaya hazır bir Tanrının tehdidinin altındayken bile nedendir bilinmez onun önünde asla diz çökmeyeceğimi biliyordum.

Ben iki zıt tarafa ayrılmış benliğimle uğraşırken Aron değişen bakışlarımla birlikte birden dirseğimden tutarak beni aynanın önüne doğru sürüklemeye başladı. Kolumu çekiştirsem de gücüne karşı koyamıyordum.

“Bırak beni!” Neden beni buraya getirmişti ki şimdi?

Birden yakamı iki eliyle birden tutup ayırdığında odanın içerisine yırtılan elbisemin sesi doldu. Şok olmuştum. Öyle bir şok olmuştum ki tepki veremiyordum. Aron elbisemi belime kadar yırttıktan sonra omuzlarından aşağıya indirip tekrar dirseğimden tutarak sırtımı yarı yarıya aynaya çevirdi.

“Bak! Bak ve kime ait olduğunu anla!” Gür sesi odanın içini yeni bir sarsıntıyla titretirken ben bakışlarımı aynada gördüğüm yansımamdan çekemiyordum. Bu da neydi böyle?

Avucum büyüklüğünde pembe renkli bir Lotus sırtımda çiçek açmıştı. O kadar gerçekçi duruyordu ki biri sanki çiçeği alıp sırtıma koymuş gibiydi. Lotus çiçeğinin hemen altından başlayıp omur iliğimden aşağıya dik bir şekilde inen bir de kalın bir yazı vardı.

Yazı ilahi bir alfabe kullanılarak yazılmıştı sanki; kusursuz ve ihtişamlıydı.

দেৱতা পোহৰ

Harflere baktıkça nedense daha da tanıdık geliyorlardı. Kaşlarımı çatarak biraz düşündüğümde bu harfleri nerede gördüğümü hatırlamış ve gözlerimi büyütmüştüm. Köyümde Su Tanrısıyla ilgili araştırma yaparken kitapların biri bu dille yazılmıştı. Kitabı okuyamasam da sayfalarda kullanılan bu harfler dikkatimi çektiğinden yazıları bir süre incelemiştim.

Tanrıların dili.

Bu Tanrı lisanıydı.

“Sen benimsin, benim gelinimsin.”

Leylaklarımı sırtımdan alıp koyulaşan kehribarlara çevirdim. Bana bilerek sırtımı gösterse de bu neyi kanıtlardı ki? Kolumu elinden çekerek ona doğru döndüm. Sırtımdaki dövmeyi sonra sorgulayacaktım.

“Bana güvendiğini sanmıştım, beni sabah o toplantıya götürdüğünde bir şeyleri aştığımızı… böyle düşünerek kendimi mi kandırdım yani ben?”

Kaşlarını çattı.

“Bana hala güvenmiyorsan niye o toplantıya götürdün ki o zaman? İçinde bana karşı hala bir şüphe varsa… niye sana inanma mı sağladın?” Kırılmıştım. Bu adam beni kırmaktan hiç yorulmuyordu.

“Bunun sana olan güvenimle alakası yok.”

“Neyle alakası var o halde! Tamam, bizi gördüğün durum yanlış anlaşılmaya müsait bir andı ama hiç mi sana ihanet etmeyeceğimi aklından geçirmiyorsun? Ben gözünde bu kadar alçak bir kadın mıyım Aron? Arkanı döndüğün anda başka bir adamın kollarına mı gireceğimi sanıyorsun!”

Dişlerini sıkarak “Düzgün konuş.” deyince iyice delirmiştim.

“Konuşmayacağım işte! Bunun olması için tetikte beklerken duymak mı zoruna gidiyor!”

Kollarımı tutarak beni sarsıp “Seni uyardım! Sana bin kere o heriften uzak dur dedim! Sana nasıl baktığını görmüyor musun Mana!” diye bağırdığında “Nasıl bakıyormuş!” diye bende ona bağırdım.

Duraksadı. Yutkundu ve bir süre gözlerimin içine baktı. “Sana benim gibi bakıyor.”

Bunu sesli dile getirmek öfkesini kaynatsa da ben sözleriyle yerime çakılı kalmıştım.

Ne? Ne demek istediğini anlamayacak kadar aptallaşmıştım lakin göğsümdeki öyle değildi. Kalbim çok hızlı atıyordu.

“Bakmasın sana öyle… benim sana baktığım gibi bakmasın kimse sana.” Düşüncesiyle bile gözleri kararınca kehribarlarına bir de ölüm katıldı. Kırmızı ve siyah, ölüm ve kıyamet birleşince önüne çıkanı katletmek için hazırdı.

Elinin tersini yanağıma sürtüp çeneme inerken yemin içercesine “Ecelleri olurum Mana.” dedi.

Kıskanıyordu.

O kadar inanması güç geliyordu ki… bu düşünceden her şeyden daha çok şüphe etsem de aklıma başka ihtimal gelmiyordu.

Sorun hiç bana güveni olmamıştı.

Beni kıskanıyordu.

Bu duyguya acemiydi. Acemi olduğundan başa çıkamıyordu, başa çıkamadıkça öfkeleniyordu ama farkındaydı… kıskandığının o da farkındaydı. Kalbim artık iflas edecek hale gelirken içimde yükselen utanç elmacık kemiklerimi gül rengine boyadı.

Heyecandan ölecek gibiydim. Bakışlarımı dudaklarına indirip ardından gözlerine çıkardım. “Senden başka kimseyle ilgilenmiyorum.” Senden başka kimseyi gözüm görmüyor ki…

Kıskançlıktan kudurmuş bu Tanrıyı sakinleştirmek için ellerimle yüzünü okşayıp onu kendime doğru çektim. “Senden başka kimse umurumda değil.” Burnu burnuma çarpınca derin bir nefesle doldurdu içini. Ardından aldığı nefes ona yetmemişçesine elleriyle bileklerimi tutup burnumu boynuma soktu. Birden belimden kavrayıp beni kucağına alarak sırtımı yatakla buluşturup üzerime çıktı.

Duymak istedikleri bunlardı.

“Sakın bu sözleri unutma.” Genişçe gülümseyerek kollarımı boynuna doladığımda “Çünkü ben unutmayacağım.” demişti. Hala Tanrı kanının etkisi altındaki kehribarlar gözlerimden aşağıya indi ve serin nefesi dudaklarıma vuracak kadar bana yaklaşıp “Sonsuza kadar kime ait olduğunu unutmamanı sağlayacağım.” diyerek dudaklarıma yapıştı.

Duymak istediklerim bunlardı.

Elleri yırttığı elbisemi aşağıya çekerek üzerimden çıkarırken arzuyla gözlerimi kapatıp ona teslim oldum.

▏₰ Yazar

Parmaklarını vücudunun her yerinde gezdirip bembeyaz teninde kendi izlerini bırakırken onunla defalarca birlikte olmuş, gelini yorgunluktan uyuya kaldığında saatin ancak gece yarısına geldiğini fark etmişti.

Zamandan soyutlanmak onun için de yeniydi.

Her bir saniye, dakika ona işkence etmek için yavaşlar ve zamanda sıkışmış gibi hissettirmesini sağlardı. Mana onun yatağında ter içinde uyuya kalınca birden aklına bu şekilde kalırsa üşütüp hasta olacağı düşüncesi sızmıştı. Bu olasılık onu garip bir rahatsızlığın içine itince yataktan kalkıp gelinini temizledikten sonra üzerine saten geceliklerinden birini geçirmişti.

Yatağın yanında oturmuş bir şekilde kadınını izlerken aklına Solomon’un karısına uzattığı çiçek ve bakışları gelince gözlerini kapatmış ve çenesi seğirmişti. Onu öldürmek istiyordu. Bu görüntünün onu neden bu kadar kızdırdığını ise anlamakta güçlük çekiyordu. Anlamadığı daha birçok şey vardı. Mesela yatağında yatan bu kadına gösterdiği müsemmayı daha önce hiçbir gelinine göstermemişti.

Yatağında yatıyordu.

Daha önce hiçbir gelinini yatağına almadığı gibi onunla uyumamıştı da.

Bu kadınlaysa defalarca uyumuştu.

Onu defalarca yatağına almıştı.

Onu yatağında görmeyi sevmişti.

Korktuğunda ilk onun adını çağırmasını, ona sığınmasını ve birçok şeyini daha sevmişti.

Doğduğu günden beri laneti olmuştu kadınlar… acıyı, ihaneti, sevgisizliği, vefasızlığı onlardan görmüştü. Elini uzatarak baş parmağını kadınının ısırılıp emilmekten örselenmiş alt dudağına sürttü. Ona tanışmalarından bir süre sonra bir lütuf mu yoksa lanet mi olacağını göreceğiz demişti.

Lütuf.

Gerçekten bu kadın onun için lütuf olabilir miydi?

Daha fazla düşünmeyi bir kenara bırakarak uyumak için yatağa yattı. Günü Manayla odasında geçirdiği için yarın kendisini yoğun bir gün bekliyordu. Gözlerini kapatıp uyumaya çalıştığı esnada yatakta hışırtı sesleri duymaya başlamış ardından üzerine çıkan kadınla birlikte kaşları çatılırken, boğazında hissettiği soğuk nesneyle gözlerini açmıştı.

Üzerinde oturan kadının nefretle koyulaşmış kırmızı gözleri, gözlerinin içine bakarken gırtlağına kırık bir ayna parçası dayamıştı. Banyoda Mana’nın kırdığı aynanın parçasıydı bu, demek ki birini alıp saklamıştı.

Ruhsuz bir şekilde mahlukata bakarak “Ne istiyorsun?” diye sorduğu sırada ciğerleri aldığı metalik kokuyla birlikte kabarmıştı. Boynunda hissettiği damla öfkesini kışkırtmış ve kehribarları parlamaya başlamıştı. Odadaki karanlık onun gözlerindeki altın sarısı ışıkla aydınlatırken mahlukat tiksintiyle ona hırlamıştı.

Boynuna damlayan kandı ama ona ait değildi. Ayna kırık olduğundan Mana’nın avucu kesilmişti. Kesiklerden akan kansa Aron’un göğsüne damlıyordu. Onun kanının kokusunu almak deliliğini tetiklemişti.

Mahlukatın bileğini tutup sıkarak “Eğer ona zarar verirsen aldığın beddualarla kirlenmiş ruhunu ellerimle parçalarım.” dediğinde mahlukat şeytani bir şekilde gülümsemiş ve eğilerek kulağına şu cümleleri fısıldamıştı.

“தெய்வங்களை ஒழியுங்கள், தெய்வங்களைக் கொல்லுங்கள்.”

Tanrılardan kurtul, Tanrıları öldür.

Aron ne dediğini anlamasa da kestirebiliyordu.

Bu şey Tanrılardan öç almak istiyordu.

İçinden Mana’nın uyanmamasını dilerken ayna parçası derisini kesmişti, bu sefer akan kan ona aitti. Boğazı kesilirken bile tepki vermemişken üzerine uzanan beden “Aron?” dediğinde kaskatı kesilmişti.

Siktir.

Mana doğrularak kucağında otururken başta ne olduğunu anlamadığı için boş boş baksa da sonradan Aron’un kesik boğazını ve eline bulaşmış kanı görmüştü. Gözleri dehşetle açılırken “Hayır.” diye mırıldanmış ve yaşadığı şoktan dolayı zangır zangır titremeye başlamıştı.

“B… Ben mi yaptım? Sana zarar verdim?” Elindeki ayna parçası yatağa düşerken Aron yattığı yerden doğrulup onu hızlıca kollarının arasına almıştı.

“Sen değildin. Sen değildin denizim.” İnkâr etse de fayda etmemişti. Bir gün bunun olacağından ödü kopan karısı hıçkıra hıçkıra göğsünde ağlayarak ondan özürler dilemeye başlamıştı.

Ağlamasından kesinlikle hoşlanmıyordu.

Ne kadar dil dökerse döksün Mana bir türlü ağlamayı bırakmadığı için Aron’un mahlukata olan öfkesi iyice bileylenmişti.

Az önce gırtlağının son anda kesilmesinden dönmüşken ne sızlayan boynu ne de yaralanmış olması umurundaydı. Hissettiği tek şey içinde her şeyi yok etmeye hazır duran gazabın hiddetiydi.

Mahlukata karısının döktüğü her bir yaşın hesabını bir bir soracaktı ama ilk önce teselli etmesi gereken bir gelini vardı.

 

Ay ay neler oluyorrrr :D

Aronu yazarken erimem normal mi?

Bölümde en sevdiğiniz yer neresi oldu?

Seviliyorsunuzzz <3

Loading...
0%