Yeni Üyelik
29.
Bölüm

BÖLÜM 29: "KARA AY"

@endless_q

▏₰ Aron

“Aron!”

“Aron dur!”

Arkamdan bana yetişmek için koşuşturan ayak sesleri ve telaşlı bağırtıların hepsi kulaklarımdaki uğultunun girdabına kapılarak boğulurken kafamın içinde tek bir ses çığ gibi büyüyordu.

Mana’nın karnındaki yaradan yere patır patır dökülen damlalar zihnimde kükrüyor, beni yutmakla tehdit eden devasa dalgalar kalbime acımadan çarparak bana tek bir şeyi hatırlatıyordu.

Kanıyor…

Benim kadınım kanıyordu.

Bu düşüncenin verdiği öfkeyle boynumdaki damar kabarıp belirginleşirken dişlerimi kıracak güçte sıktım. İçimdeki Tanrı; öldürme arzumun yoğunluğuyla uyandığından, gözlerime kızıl çatlaklar şeklinde yayıldığını hissettiğim gazabımı Tanrının kanlı halkası çevreliyordu.

Kollarımda bütün dünyanın yükünü taşıyordum sanki.

Omuzlarımda, her zaman orada olduğunu bildiğim ağırlık tanıdıktı… hep ağırdı, her saniye daha da ağırlaşacağını bildiğimden varlığına alışıktım. Bir gün o ağırlığın altında kalacağıma inanıyordum. Eğer öyleyse… benim için bundan daha ağırı yoksa… kollarımdaki bu yükte neyin nesiydi böyle?

Nefesimi kesiyordu.

Ağırlığı bacaklarımı titretiyordu.

Aslında tüy kadar hafif olduğunu bildiğim bu kadın nasıl oluyor da kollarımdayken omuzlarımdaki ağrıyı hiçe sayıyordu? Hayat boyu bu ağırlığı taşımaya mecbur bırakıldığımdan mı daha önce hiç sırtladığımdan fazlasının olabileceğini düşünmedim?

Benim yüzümden.

O ok seni değil, beni delip geçmeliydi.

Beni!

“Onu nereye götürüyorsun!”

“Aron sakın bir delilik yapayım deme!”

Kollarımdaki tutuşunu sıkılaştırarak adımlarımı hızlandırıp saraydaki bütün kapıların aksine kapkara olan kapıya yaklaştım. İki kanatlı kapının üzerine oyulan Dolunay’ın resmi göreni Ay yeryüzüne inmiş gibi hissettirecek kadar gerçekçi duruyordu. Kapının altındaki aralıktan gümüş bir pus dışarıya sızıyordu. Kapıyla aramdaki mesafe azaldıkça diğerlerinin soluklarını tuttuklarını sezdim.

Başından beri yapacağım şeyden şüpheleniyorlardı ancak kapıyı görene dek şüpheleri sadece şüphe olarak kalmıştı ve şimdi gerçek gözlerinin önündeydi.

Kapı benim gelişimi hisseder hissetmez gürültüyle kanatlarını iki yana açınca vakit kaybetmeden gümüş pusu aşıp içeri girdim. Mana’yı odanın ortasındaki taş masaya dikkatlice yerleştirdim.

“Sakın bana o güce başvuracağını söyleme!”

“Çık oradan Aron! Başka çaresini bulabiliriz!”

Çare mi… Ne çaresi? Hangi çareden bahsediyorlar? Olmayan bir şeye nasıl çare diyebilirler? Benimle dalgamı geçiyorsunuz?

İkna etmek için, hatta zora başvurmak zorunda kalsalar bile beni durdurmak için kararlılıkla odaya adım attıkları anda elimi sertçe sallayarak kapıdan dışarı savrulmalarını sağladım. Geriye uçan bedenleri duvara çarpıp dururken acıyla yere yığıldılar. Tekrar güçlerimi kullanıp bu sefer de kapının kapanmasını sağladım. Kapı kapandığı sırada telaşla doğrulup bu tarafa atıldıklarını görsem de nafileydi.

“Yapma!!”

Yapma mı? Yapmazsam bu kadın nasıl yaşayacaktı peki?

Onun günden güne biraz daha ölüşünü izlerken ben nasıl yaşayacaktım?

Ne saçma bir istek.

Kapı sıkıca örtülmeden hemen önce Caster’in “Mühre zarar verecek—” demesine kalmadan bütün sesler kesilmişti.

Beni korumak isteyip aynı anda ölmemi söylüyorlardı.

Oda varlığımın etkisiyle uyanırken cam duvarlardaki Ay’ın evreleri canlanıyordu. İlk duvarda Ay’ın sol yarısının aydınlık, sağ yarısının karanlık olduğu son dördün evresi vardı. Sağdakinde Ay’ın tamamen aydınlık ve benim en zayıf olduğum anı temsil eden Dolunay vardı. Soldakinde Ay’ın sağ yarısının aydınlık, sol yarısının karanlık olduğu ilk dördün bulunuyordu. Hemen arkamda ise gücünün damarlarıma akın ettiğini hissettiğim Yeni Ay duruyordu.

Ay’ın karanlık yüzü.

Ve benim en güçlü olduğum zaman.

Bu akşam Yeni Ay vardı.

Odanın tam ortasında duran taş yatağın üzerinde satenden, mor renkli çarşaflar serilmişti. Uzun çarşaflar kıvrılarak taş masadan aşağıya sarkıyorlardı. Dikdörtgen şeklindeki taş masanın üzerindeki Ay’ın evrelerinin kabartmaları ve Tanrı dilinde bazı yazılar gözüküyordu.

Taht odası gelmiş geçmiş bütün Su Tanrıları tarafından kullanılan bir yerdi. Düşünülenin aksine su sarayı insan eliyle inşa edilmemişti. Saray ilk Su Tanrısı tarafından yaratılmış ve kendisinden sonra gelen bütün Su Tanrılarının iradesine bağlanmıştı. Saray, tahta geçen her Tanrıyla birlikte değişiyor ve onun iç dünyasını yaratan bir yere dönüşüyordu.

Hiçbir Su Tanrısının ikinci bir taht odası yoktu… bana kadar.

Kara Ay odası.

Burası benim ikinci taht odamdı.

Bakışlarım mor çarşafların içinde yatan soluk tenli kadındaydı. Gözlerimin önünde ise sürekli aynı sahne oynuyordu; adımı korkuyla haykırışı, bana atılan okun önüne geçişi ve okun karnına saplanmasıyla sırtının göğsüme çarpışı… deprem oluyor sanmıştım. Göğüs kafesimdeki bütün kemikleri zangırdatan bir deprem.

Kollarıma yığılırken zaman yavaşlamış, sesler kaybolmuş ve kalbimden geldiğine yemin edebileceğim korkunç bir kütürtü beni sağır etmişti. Etrafımdaki bağırış çağırışlar artıp herkes bir yerlere koşuştururken ben Mana’nın karnından çıkan kanın anbean elbisesine yayılışını izliyordum… Ürkütücü bir hissizlik iliklerime dek beni ele geçirirken donuk dünyamdaki buzlar çatırdayarak kırılmış ve teker teker okyanusun içine gömülmeye başlamışlardı.

Yıkılıyordu.

Oradaki dünya çöküyordu.

Yanağımda soğumaya başlamış parmak uçlarını hissettiğim anda gerçek yüzüme tokat gibi vurarak beni deliliğin eşine sürüklemiş ve içimdeki Tanrının hışımla gözleri açılmıştı. Sarayı dört bir yandan saran okyanusun kabarmaya başladığını hissedebiliyordum. Yükselen sular beraberinde her şeyi yutmak için devasa dalgalara dönüşmek üzereyken dokunduğu yer buz kesmiş ve soğuk ilk kez acıtmıştı.

Aynı acı onun gözlerinde, benimse sol tarafımdaydı.

Rengi çekilmiş dudakları kıpırdanarak bilincini yitirmeden önce bana bir şeyler söylemişti. Ne kadar düşünürsem düşüneyim kulaklarımda çınlayan o tiz ses yüzünden ne dediğini duyamamıştım. Bildiğim tek şey söylediği şeyin aklımı başıma getirip onu kucakladığım gibi saraya götürmemi sağladığıydı.

Karnındaki yaranın sıradan bir yara olmadığını biliyordum, onu hiçbir hekimin iyileştiremeyeceğini bildiğim gibi. Haliyle beni ele geçirmek üzere olan deliliğin üzerinden gelmiş ve öldürme isteğimi bastırarak onu kurtarmak için her şeyi göze almıştım.

Hafızamın içinde kaybolurken taş masanın kenarını fazla sıkmış olmalıyım ki odada yükselen çatırtı sesi beni kendime getirmiş, hemen ardından avucumun kesildiğini hissetmiştim. Avucumdan akan kan taş masaya bulaşırken ben hala kadınımı izliyordum.

Geceyi kıskandıran gür saçları yastığa dağılmış, kanına karışan Tanrı zehri yüzünden siyaha dönen ince damarları gittikçe vücudunu kaplıyordu. Çektiği acı yüzünden kan ter içinde kalmıştı. Alnında biriken boncuk boncuk terlerden biri şakağından kayarak saten örtü tarafından emildi.

Yavaşça inip kalkan göğsünü seyrederken kendi nefeslerimi onun nefeslerine uydurdum. Nefes almayı bırakırsa belki benimde göğsümdeki hareketlilik onunkiyle beraber dururdu.

Sağlam elimle alnındaki teri silerek saçlarını okşadım.

“Ölmene izin vermeyeceğim.”

Ölüm hiç olmadığı kadar ona yakındı… bana yakındı.

İşaret ve orta parmağımı birleştirerek soğuk yanağında gezdirdim. “Yaşayacaksın.” Kaşlarımı çattım. “Yaşamak zorundasın.” Yıkıp dökmek istiyorum. Göğsümü saran bu histen kurtulabilmek için kimin azabı olmalıyım? Kısık sesle onunla konuşmaya devam ederken ses tonum suçlarcasına çıkıyordu. “Uzun süre gitmeleri için uğraştım. Sen ne yaptın peki? Gitmesi için o kadar çaba sarfettiğim o duyguları bana tekrar geri döndürdün.”

Kızgındım.

Yeniden hissetmemi sağladıktan sonra gitmeye nasıl cüret ederdi?

“Sorumluluk alacaksın denizim.” Beni o duygularla bir başıma koyamazsın.

Her şey tepetaklak oluyordu.

Yıllarca ölümü dilemiştim.

Beklemiştim.

Şimdi ensemdeydi… soğuk nefesini tenimde hissedebiliyordum fakat bunu hisseden tek kişi ben olmalıydım, o değil.

Elimi yanağından çekip bir adım geri attıktan sonra gözlerimi kapattım.

Su şifaydı. Su yaraları iyileştirirdi fakat Mana’nın durumunda yetersiz kalıyordu.

İnsanların acısından, kahrından, pişmanlığından, umutsuzluğundan yaratılmış bu zehir onu yok etmek için yaratılmıştı çünkü.

İçimdeki okyanusun geri çekilmesini emrettiğimde geriye kopkoyu bir karanlık kaldı. Hapsedilmiş karanlığın bir kısmını serbest bıraktığım gibi karnımdaki mühür faaliyete geçerek uyarıyla yanmaya başlamıştı. Yüzümde mimik oynamasa da etimi ateşte saatlerce kızdırılarak korlaştırılmış bir demirle dağlıyorlardı sanki.

Dişimi sıkarak, düşüncelerimi acıdan uzaklaştırdım. Duman biçimini alan karanlığın damarlarımdan içeriye sızmasını sağladığımdaysa hissettiğim güçle birlikte gözlerimi açtım.

Göz aklarıma hücum eden karanlık göz bebeklerim hariç her yeri istila ederken etrafımda simsiyah bir aura tütmeye başladı. Tırnaklarım uzayıp sivrilerek obsidyen rengini alırken enerjimi hisseden Kara Ay odasının duvarları harekete geçerek etrafımda dönmeye başlamıştı. Yerdeki gümüş pus kalınlaşırken dönen odanın duvarları durdu ve tam karşımdaki duvarda artık son dördün değil, Yeni Ay vardı.

Gökyüzündeki Ay’ın konumuna göre yer değiştiriyorlardı.

Duvarlardaki Ay evreleri etrafımdaki kara dumandan beslendikleri için aydınlık tarafları kül rengini almış, karanlık yüzleri ise iyice siyahlaşmıştı.

Yeni Ay’a ait duvar öne doğru çıkarken gözlerim cama vuran yansımamla buluştu.

Kara dumanların içinde dikilirken göz yuvalarımda kararan aklarım yüzünden yalnızca kehribar rengindeki göz bebeklerim gözüküyordu. Harelerimdeki kızıl çatlaklardan dışarıya lavlar püskürüyordu. O kızıl çatlakları saran bir de kanlı halkalar vardı.

Gözlerim kızıl, altın sarısı karışık bir renkte parlarken karanlık yüzünden göz çevremdeki ve boynumdaki damarlar karararak örümcek ağı gibi tenime yayılmışlardı.

Bir Tanrının aksine cehennemden kaçmış bir şeytanı andırıyordum.

Kafamı yukarı kaldırdığımda üçgen şeklindeki cam tavan çiçeğin yaprakları gibi açılarak bizi karanlık gökyüzüne yükseltti.

Artık bastığım yer odanın zemini değil, gökyüzüydü.

Yeni Ay hemen önümde tüm kudretiyle dikilirken gölgede kalan yüzünü de görebiliyordum. Karanlık örtüye yayılan yıldızlara baktığım gibi gözlerimdeki ışık artmış ve ilk yıldız kayarak gökyüzünden ayrılmıştı.

Hemen ardından geriye kalan bütün yıldızlar ilk kayan yıldızı takip ederek bir bir gökyüzünü terk etmeye başladıklarında dışarıda bir meteor yağmurunun başladığını biliyordum. Kayan yıldızlara bir süre baktıktan sonra taş masadaki kadına döndüm.

Ölen her yıldızla birlikte karanlık güçleniyor bu da karnımdaki mührü kırılacak raddede zorladığından bana tarifi imkânsız bir acı yaşatıyordu. Yine de mührün acısı kalbimin bana uyguladığı işkenceden daha insaflıydı. Taş zeminin kenarını siyah tırnaklarımla kavrayarak sıktım. Sayısız bıçak durmadan karnıma saplanıp çıkarken acıdan terliyordum.

Derince soluk alıp verdim. Elimi uzatarak Mana’nın çenesini kavrayıp hafifçe sıktım ve ağzını aralamasını sağladım. Eğilerek dolgun dudaklarına yaklaştığım sırada alnımdaki ter damlasından biri tam olarak göz pınarının üstüne damlamış ve oradan aşağıya kayarak yanağından süzülürken onu ağlıyormuş gibi göstermişti.

“Eğer seni iyileştiremiyorsam bende acını benim yaparım.”

Dudaklarımızın arasında az bir mesafe kala durarak bende ağzımı araladım. Auramı güçlendirerek bedenimi zehir için hazırlarken mühür artık kafamın içinde çatırtı sesleri çıkarıyordu. Gözlerimdeki kızıl, altuni ışığa karanlık karıştığında sesli bir nefesi içime çektim. Mana’nın dudaklarının arasından çıkan kirli, siyah duman benim ağzımdan içeriye giriyordu. İçime çektiğim duman boğazımdan aşağıya inerken geçtiği bütün yolları asit gibi cızırdayarak yakıyordu.

Zehir boğazımı aşıp tüm vücudumu işgal etmeye başlayınca çektiğim acı iki kat artmıştı. İnledim… Vücudum artık zangır zangır titriyor, mühür ve zehir el ele vererek beni içeriden mahvediyordu. Taş masayı sıktım. Biraz daha… biraz daha dayandığımda bitecekti.

Alnımdaki ter damlaları artık şarıl şarıl şakaklarımdan kayıp boynumdan aşağıya inerken ateş soluyor gibi olduğumdan nefes alıp vermek bile benim için işkence haline geldi. Son yıldız kayıp gökyüzü tamamen karanlığa gömüldüğünde ise siyah bir ışık çakarak patlamış ve gözlerimi bir saniye için kör edip beni Mana’dan ayırmıştı. Patlama beni o kadar sert itmişti ki ivme yüzünden birkaç adım geri attıktan sonra ancak dengemi koruyabilmiştim.

Çarpmanın şiddetiyle göğsüm içeri doğru çökmüştü sanki. Öyle bir ağrı vardı.

Gözlerimi tekrar açtığımda sallanan bedenimi daha fazla ayakta tutamadım. Dizlerimin üstüne düşmeden evvel taş masanın kenarından destek alabilmiştim. Hay sikeyim! Tanrı zehri kükreyerek ruhuma saldırırken Kara Ay odasının cam tavanı tekrar kapanmış ve duvarlardaki Ay’ın evreleri sönmüştü. Oda eski halini alırken anında okyanusu çağırdım.

Çağlayan okyanus geri dönerken içimdeki Tanrı zehrine hücum etmişti. O sırada bende mührün kalan gücünü kullanarak karanlığı tekrar hapsetmiştim. Karnımdaki yanma hissi yavaşça geri çekilirken rahat bir nefes almaya zamanım olmamıştı bile.

Başım dönüyordu. Kahretsin, bu sikik şey de neydi böyle?

Çenemi kıracak güçte sıkarak ayağa kalkmaya çalıştım. Daha bitmemişti… daha iyileşmemişti. Taş masadan güç alarak zar zor ayağa kalkmayı başardığımda içimde çarpışan güçleri bastırıp kadınıma odaklanmaya çalıştım. Aklımı başıma toplamak için bir an bile tereddüt etmeden tırnaklarımı baldırıma sapladım. Pantolonumdan aşağıya süzülen kanı hissetsem de önemsemedim. Kayan odağım şimdi keskinleşmişti işte. Baldırımdan tırnaklarımı çekip elimi Mana’nın karnındaki oka götürdüm.

“Sadece azıcık acıyacak tamam mı? Söz veriyorum.” Bilinçsiz de olsa korkmasın istedim.

Berbat bir halde ve yorgun olduğum için konuşurken sesim hırıltılı çıkmıştı.

Diğer elimle karnını tutup oku dikkatlice yukarı çekerken sık sık tepki verir diye gözlerimi yüzüne çeviriyordum. Okun başını karnından çıkarttığımda yüzü hafifçe buruşsa da hemen eski haline geri döndü. Zehri vücudundan attığı için nefes alışverişleri öncekine kıyasla daha düzenliydi.

Okun saplandığı yerden çıkan kana bakarak titreyen elimi yaraya götürdüm. Avucumdan çıkan su yaranın içine girerek orayı hızla iyileştiremeye başladı. Güçlerimi kullanmak içimdeki zehri çılgına çevirse de durmadım. Yara sonunda kapandığında bayılmak üzere olan bedenimi sürükleyerek duvarın köşesine atmayı başarabildim.

Sırtımı duvara verip yere çöktüm ve gözlerimi direkt Mana’ya sabitledim.

Beni öldürmek için uğraşan zehri güçlerimle bastırmam lazımdı fakat ben gözlerimi bir türlü kapatamıyordum. Varlığından her zaman rahatsız olduğum, göğsümdeki can sıkıcı baskıya sinirlenerek kalbime yumruk attım.

“Kes artık sesini.” O iyi. İyi olacak.

Bulanıp duran görüşümle taş masadaki kadını seyretmeye devam ettim.

Kahretsin, sinirlerimi bozuyordu. Girecek başka yer mi yoktu?

Kaçmak yerine hiç kimseyi koymadığım o buzdan yere girmeyi seçmişti.

Biraz daha zehri bastırmazsam bunun onu son görüşüm olacağını anlayınca isteksizce ona bakmayı kesip gözlerimi kapattım.

Orada donmaya mahkumdu.

Benim gibi.

Bu kadarının yeterli olduğunu varsayarak üç saat sonra tekrar gözlerimi açtım. Başımı kaldırarak cam tavandan Yeni Ay’ın konumunu kontrol edip saati öğrendim. Bir saniye bile uyumadan bozulan dengemi yeniden kurmaya çalıştığım için bitap düşmüştüm.

Altın sarısı renginde parlayan bakışlarım odanın içindeki karanlığı yararak aydınlatıyordu. İnzivadayken bedenimden sızan karanlık buna sebep olmuştu belli ki. Mühür hasar almıştı. Şu anda kritik bir durumun içerisindeyken bunun olması işleri iyice sarpa saracaktı. İçimdeki kaosun kayışlarını az da olsa dizginleyebilmiş olsam da Tanrı zehri durmadan bana saldırıyordu.

Elimi açıp kapatarak kas gücümü yokladım. Tam olarak düzelemediğim için terazim hala kusurluydu ancak bu kadarı da işimi görürdü.

Su, karanlık ve zehir içimde aralıksız çarpıştığından daima onları baskılamak zorunda kalıyordum bu da beni iyice güçsüz düşürüyordu. Biri beni korumaya çalışıyor, diğeri hapsolduğu yerden çıkmak için çıldırıyor, sonuncusu da beni öldürmek istiyordu.

Havadaki karanlığın bana doğru gelmesini emrettiğimde odada dolaşan bütün sızıntı tekrar bedenimin içine girerek mühür tarafından emildi. Gömleğimin kaldırıp karnıma baktığımda mührün üzerinde beliren düzinelerce çatlağı görüp gömleği tekrar aşağıya indirdim.

Onu tamir etmek uzun sürecekti.

Ayağa kalkıp boynumu sağa sola yatırarak kütürdettim. Sızlamayan tek bir yerim yoktu… Tutulan ensemi ovalarken Mana’nın bir anda inlemesi ve taş masadan eğilerek kusmaya başlamasıyla birlikte bütün ağrımı, sızımı unutarak hızlıca yanına gittim. Kolumu kusarken düşmesin diye beline dolayıp diğer elimle de rahatça kusabilsin diye önüne gelen saçlarını çektim.

Öğürdükçe siyah, katran karası bir sıvı çıkarıyordu.

Bünyesi zehirden geriye kalanları atıyordu.

Kusmayı bitirince yavaşça yatmasına yardımcı oldum. Ardından cebimden çıkardığım mendille ağzının kenarlarını silmeye başladım. Yanaklarının kızarık olduğunu fark edince avucumu alnına koydum, ateşi vardı. Tanrı zehri kadar güçlü bir zehri bir saat bile olsa vücudunda taşımanın yan etkisiydi bütün bunlar.

Elimi soğutarak biraz serinlemesini sağlamak istesem de güçlerimi kullanır kullanmaz göğsüme yediğim tekme tahribata uğrayan organlarıma daha çok hasar vermişti. Boğazımdan yukarı tırmanan kanı gerisin geri yuttum.

Sikeyim.

Mana zar zor açık tutabildiği gözleriyle ilk önce etrafa sonra da bana bakarak “A… ron” dediğinde “Buradayım.” dedim. Daha demin ki halimi görmediği için şanslıydım. Perişan gözüküyor olmalıyım ki neden böyle göründüğümü sormak istediğini gözlerinden anlasam da ona müsaade etmedim. Yükselen ateşi yüzünden neler olduğunu tam olarak kavrayamıyordu. Bu da benim işime geldi tabii.

İyice sıcak bastırmasın diye saçlarını boynundan geriye çektikten sonra alnına dudaklarımı bastırdım.

“Dinlen.”

Benim bunu söylememi bekliyormuşçasına huzursuz da olsa tekrar uykusuna geri döndü, takati kalmamıştı. Yanından ayrılmak yerine bir süre daha onu izledim.

Alışkanlıklarımdan biri haline gelmişti… onu izlemek.

“Beni korumak mı istedin?” İlk andan beri aklımda olan ama bir türlü dile dökmeye cesaret edemediğim o soru sonunda dışarı çıkmıştı fakat ona cevap verebilecek tek kişi onu duyamıyordu. “Herkes ölmemi isterken sen beni korumak mı istedin?”

İstemişti.

Korumuştu da.

Bunu daha önce kimse yapmamıştı… sen beni korumak isteyen ilk kişisin Mana.

Elimdeki mendili sıkarak cebime koydum ve kapıya yöneldim. İşimi bir an önce halledip onu buradan alarak odamıza götürecektim.

Ateşi birkaç gün daha düşmeyecekti.

Ve benim hesaplaşmam gereken biri vardı.

Kapı benim yaklaştığımı sezer sezmez açılarak yol verdiğinde sırtını duvara yaslamış bir şekilde beni bekleyen Towa doğrulmuş ve halimi görür görmez yüzünü ele geçiren dehşetle bana bakakalmıştı. Karanlık güçlerimi kullandığım için saçlarım gri rengini almıştı. Gözlerim ise sürekli kullanmak zorunda kaldığım güçlerim yüzünden parlıyordu. Rengim kaçmış, zehir yüzünden yer yer siyahlaşan kılcal damarlarımı görünmez kılamadığım için onlarda görünüşüme ürkütücü bir hava katmıştı.

“Bunu kendine yaptığına inanamıyorum.”

Dediklerini duymazdan gelerek “Nerede?” diye sordum.

Yavaş yavaş bir parçası ölen bana bakmaya dayanamıyormuşçasına yumruğunu öfkeyle sıkıyordu. Belki bana, belki de beni durduramadığı için kendisine kızgındı.

“Aşağıda, Ragnar sorguluyor.”

Buz kesen bakışlarımla zindana doğru yol alırken Towa’nın gözlerinin baskısını üzerimde hissediyordum.

“Hala nasıl ayakta durabiliyorsun?” Çoktan ölüm döşeğinde olmalıydım.

“Zehri içeren damarlarımın bir kısmını dondurdum.” Kanıma karışmak için şimdi o buzu yiyordu.

“Bu yaptığın ömrünü ne kadar uzatacak?”

“En azından zehre yakalanan melezlerden daha uzun süre yaşayacağım.”

Alnındaki damar ortaya çıkarak nabız gibi atarken öfkesini içinde tutmaya çalışıyor ama pek başarılı olamıyordu. Cinnet geçirmek üzereymişçesine bir gülüş sergileyerek “Şimdi ne bok yiyeceğiz?” diye sordu.

Ona yandan bir bakış atarak “Hala yaşıyor olduğuma göre henüz vahamete kapılmak için erken.” dediğimde bana inanamıyormuş gibi baksa da sonradan siniri bozulmuşçasına gülerek “Senin yüzünden hep canımız götümüzde yaşıyoruz!” dedi.

Bu zamana kadar her an ölüme hazırlıklı gezdiğimizden olsa gerek duruma anında adapte olarak iç çekti.

“Mana iyi mi bari?” Anlaşılan beni durdurmaya çalıştığı için vicdanı sızlıyordu. Doğru şeyi yaptığını biliyordu yine de Mana ile aralarındaki sıkı dostluk vicdanına söz geçiremiyordu. Manayı önemsemediklerinden değil, zehri almamın beni zayıflatacağını hatta direnemezsem öldüreceğini bildiklerindendi bana engel olma çabaları. Ben düşersem Kaldera’da düşerdi çünkü. Üç yardımcı komutanımın arasında Towa, Mana ile en yakın olandı. Bu yakınlıkları bazen beni geriyor olsa da üzerinde çok durmamaya çalışıyordum.

“İyi olacak.”

Alayla “En azından biriniz sağlam.” dedi ve daha fazla konuşmadı. Ben iyi olacağını söylüyorsam öyle olacağını biliyordu, bunun için her şeyi yapardım.

Ana girişe inip koridorun sonundaki merdivenleri hızlıca inerek zindana girdiğimizde Towa yolu göstererek beni hücrelerden birine götürdü. Suikastçının olduğu hücreye yaklaştığımızda havada şaklayan kırbacın etle buluşurken çıkardığı o ses bütün mağarada kesintisiz yankılanıyordu.

“Konuşmayacaksın demek. İyi, keyfin bilir. Zaten sinirim tepemde bende bütün hıncımı senden alırım!” Ragnar dediğini yaparak kırbacın vuruşlarını hızlandırınca suikastçı daha çok bağırmaya başlamıştı.

Towa hücrenin kapısını açınca Ragnar kırbacı indirip omzunun üzerinden bize baktı. Beni görür görmez gözleri büyüse de şaşkınlığı bir saniye içerisinde sert bir ayaza dönüşmüştü. Gözlerinde kopan fırtınayla elindeki kırbacı sinirle yere fırlatıp hücrenin kenarına geçerek sırtını duvara verdi.

Sıranın bana geçtiğini biliyordu.

Beni lime lime etmek isteyen bakışlarını üzerime dikmişti. Ne kadar öfkelenirse öfkelensinler Mana’nın hayatı söz konusu olunca mecburen dudaklarını dikiyorlardı. Caster’in de öfkeli olduğuna fakat bununla vakit kaybetmek yerine panzehri bulabilmek için deneylerinin başına koştuğuna emindim.

Zemine sıçramış yer yer kan izlerine bakarak ağzı yüzü dağılmış, eti kırbaçlanmaktan yarılmış suikastçıya baktığımda kanlı dişlerini göstererek gülmeye başladı. Derisine işlenmiş büyü rünlerini inceledim. Demek bu yüzden kimse varlığını hissedememişti. Suikastçı fark edilmesin diye tüm etine gizlenme büyüsünü keskin bir bıçakla kazılmışlardı.

Suikastçının attığı kahkahalar yaraları yüzünden bazen acıyla yarıda kesilse de duvarlarda yankılanmaya devam ediyordu. Ragnar ve Towa katı bir ifadeyle suikastçıyı izliyordu, ikisinin de onu öldüresiye dövmek istedikleri çehrelerinde yazıyordu. Benimse bakışlarımda duygudan eser yoktu.

Çünkü ölümün hissizliği yerleşmişti gözlerime.

Yalnızca ölüm uğulduyordu orada.

“Birde başarısız oldum diye üzülüyordum. Kim gidip kendini zehirleyeceğini düşünürdü ki?”

Towa “Seni--” diye bağırıp öne atılacakken kolumu önüne koyarak onu durdurdum.

“O benim.”

Bunu dememle beraber geri çekilince adımlarımı suikastçıya doğru atıp önünde dikilmeye başladım. Bakışlarımı gördüğü anda yüzündeki gülümseme solarak tedirginlikle bakmaya başladı. Önünde çömelerek “Karımın senin hedefini kaçırman yüzünden ne kadar acı çektiğinden haberin var mı?” diye sorduğumda şaşırmıştı. Böyle bir soru beklemiyordu.

Ona beni öldürmek için değil de hedefi tutturamadığı için hesap soruyordum.

Sakin bir ses tonuyla “Senin yüzünden canı yandı.” dediğim gibi hırsla bacağını kavrayıp acımadan döndürdüm. Hücreye dolan kemik sesi bacağının kırıldığını söylüyordu. Eklem yerinden dönen bacağı ters dururken suikastçı ses tellerini koparacak güçte çığlık attı. Bağırırken boğazı kıpkırmızı kesilip bütün damarları şişerek kabarmıştı. Yerde çırpınıp durmasını umursamadan bu sefer de sağ kolunu tutup eklem yerinden ayırdığımda hücreyi yeni bir çığlık doldurdu.

“Senin yüzünden ölümün eşiğinden döndü.”

Bir kemik sesi daha.

“Senin yüzünden benim kadınım kanadı.”

Bir çığlık daha.

Bütün kemiklerini teker teker acele etmeden kırdığımda artık inlemekten sesi kısılmış ve çektiği acıdan gözleri kan çanağına dönmüştü. Yalvarsa da defalarca af dilese de durmamıştım. Yerde kıpırtısız bir şekilde yarı baygın yatarken bir yanım hala daha fazlasını yapmam için beni kışkırtıyordu.

Ona acısız bir ölüm bahşetmeyecektim.

Hayır, ona ölümü bahşetmeyecektim.

Ayağa kalktığım da zar zor çıkan sesiyle “Öl… dür beni.” dedi. Daha bu saldırıyı düzenlerken kurtulamayacağını biliyordu. Vücudundaki kırıklar basit kemik kırıklarından ibaret değildi. Özellikle hepsini eklem yerinden kırmıştım. İyileşse bile sakat kalacaktı.

Dudağımın kenarı ona bulduğum cezanın zalimliğinden memnun kalarak yukarı doğru kıvrıldı.

“Ölümü dilemen için daha çok erken.” Bu beni anca tatmin ederdi.

Buraya geldiğim zamanki özgüveni yerini derin bir korkunun esaretine bırakmıştı. Acıdan gözlerinden süzülen yaşlar yüzünü yıkarken bedenindeki noksanlıklar yüzünden iğrenç görünüyordu.

Etrafımda kara bir aura dolanmaya başladı.

Mühür karnımda nabız gibi zonkluyordu. Yeraltıyla bağlantı kurduğum gibi gözlerimdeki altın sarısı ışık artarak “Açıl.” emrini verdim.

Bu bir çağrıydı.

Suikastçının yattığı yerin zemini bir anda kararmış ve o karanlık balçığa dönüşerek fokurdamaya başlamıştı. Suikastçı vücudundaki kırıklar yüzünden hareket edemediği için göz bebeklerini oynatarak dehşetle altında beliren karanlığa baktı.

Onu bekleyen sona.

Siyah baloncuklar karanlıkta patlarken bir anda içeriyi inilti sesleri, işkence gören ruhların feryatları doldurdu. Çok geçmeden karanlıktan çıkan ilk iskelet eli suikastçının boğazına sarıldı. İskeletin kemikli parmakları adamın boğazını öyle bir sıkıyordu ki suikastçının tenine gömülmüşlerdi. Nefessiz kalan suikastçının suratı beyazlamış ve boğulma sesleri çıkarmaya başlamıştı. İlk iskeletin ardından diğer iskelet ellerde karanlıktan çıkarak adamın bacağını, kolunu, tutabildikleri her yerden tutarak onu balçığın içine çekmeye başlamışlardı, bu sırada ruhların feryatları devam ediyordu.

“Ha… yır! Öldür be… ni!”

Suikastçının iskelet eller tarafından yerin altına çekilmeden evvel gözleri gözlerimle buluştu ve yardım dilenmeyi kesti. Zira orada en ufak bir merhamet bulamayacağını anlamıştı. Son bir kez daha çığlık atarak bataklığa gömüldüğünde cehennemin araladığım kapısı da onunla birlikte kaybolmuştu.

Kan izleriyle dolu boş zemine soğukça baktım.

Ölüm hariç her acıyı orada tadacaktı.

Sonsuz bir döngünün içinde.

Kefareti buydu.

▏₰ Mana

“Benimle daha ne kadar konuşmayacaksın?”

Alnımdan aldığı bezi, içi buzlu suyla dolu kabın içine sokarak birkaç kere daldırıp çıkardı. Uyandığımda da yanımdaydı. Ne zamandır burada oturup benimle ilgileniyordu? Gözlerinin altında hafiften belirmeye başlamış koyu halkalara dik dik baktım. Hiç uyumuş muydu ki?

Bakışlarım boynuna ardından çenesinin bir kısmına damar damar yayılan ince karaltılara kayınca kalbim, üzerine devrilen ağırlığın altında ezilerek nefessiz kaldı. Bunca zaman o zehirle zehirlenecek diye korkumdan geceleri gözüme uyku girmemiş, zehirlenmesin diye canımı bile ortaya koymuştum. O ne yapmıştı peki? Bütün çabamı boşa çıkarmıştı.

Üzerimdeki geceliğin kumaşını avuç içime alarak sıktım.

İlk uyandığımda Aron’u vücudundaki kara damarlarla karşımda görünce kâbus gördüğümü sanmıştım. Kâbus görüyordum ve çabucak uyanmalıydım. Çünkü bu kâbus yıllardır gördüklerimin arasında beni en çok korkutandı.

Kalbimi, aklımı en çok benden alandı.

Uyanmak için etimi morartana kadar cimciklemiş ama bir türlü uyanamamıştım. Niye uyanamıyordum ki? Uyanmam lazımdı. Uyanmazsam aklımı oynatacaktım… yapamamıştım. İşte o zaman kâbusumun gerçekleştiğini anlayarak dünyam başıma yıkılmıştı.

Ve ben onun enkazın altında kalmıştım.

Zehri beni yaşatabilmek için kendisine aldığını öğrendiğimdeyse ölmüş olmayı dilemiştim. Bunu hayatımda ikinci dileyişimdi. İlki annemle babamın yangında diri diri yandığı zamandı; onlarla beraber ölmek isterken ağzımdan bu sözler çıkmıştı. İkincisi ise bu Tanrının fedakarlığını öğrendiğimdeydi.

Ben yaşayayım diye her gün biraz daha ölmeyi seçmişti.

Ben yaşayayım diye her gün acıyla kıvranmayı, her gün ölüşünü hissetmeyi… ve bir gün gerçekten ölmeyi…

Nasıl kızgın olmayayım?

Titreyen dudaklarımı durdurmaya çalışırken “Eğer zehri benden alacaksan önüne atlamamın ne anlamı kaldı? Seni kurtarmamın ne anlamı kaldı?” diye sorarken aslında bu soruyu kendime de soruyordum.

Söylediklerimle birlikte duraksayarak bana baktı.

“Yaptığın fedakarlığı küçümseme.”

Sıktığı bezi alnıma yerleştirince öfkeyle yattığım yerden doğrulup alnımdaki bezi odanın diğer ucuna fırlattım. “Fedakarlığımı küçümseyen ben değilim sensin! O zehrin seni öldüreceğini bile bile nasıl kendini zehirlersin?! Nasıl hissedeceğimi hiç mi düşünmedin!”

“Peki ya sen! Sen benim nasıl hissedeceğimi hiç düşündün mü de yaptın?!” Bir anda o da bağırmaya başlayınca şaşıracak durdum. Sürekli içindeki zehri baskılamak zorunda kaldığı için parlayan gözleri öfkesinden daha koyu bir ton alarak “Sen kollarıma kanlar içinde yığılırken ben ne hissettim? Zehir yüzünden! Benim yüzümden acılar için kıvranırken ben ne hissettim! Ya seni kurtaramazsam diye çıldırmanın eşiğine gelirken ben ne hissettim Mana!” diye sorularını bana yöneltirken peş peşe bağırdı.

Onun ilk kez kızgınken böyle bağırdığına şahit oluyordum. Aron’un öfkesi içinde tayfunlar koparsa da her zaman sessiz olurdu. Sessiz olduğu için gazabının her zaman bağırıp çağırmasından daha ürkütücü olduğunu düşünürdüm ama yıkıcıydı. Sessiz öfkesi kadar yıkıcıydı…

Bu düşüncenin ihtimali bile onu kahrediyormuşçasına “Ya seni kaybetseydim?” dedi.

Usulca gözlerim doldu. “Ama şimdi ben seni kaybedeceğim.”

Daha fazla içimde tutamadığımdan hıçkırdım. Öğreneli yarım gün olmuştu ama ben Aron’u kaybedeceğim düşüncesiyle daha fazla başa çıkamıyordum. Gözlerimden damla damla dökülen yaşlarla ağlamaya başladım. Öyle çok ağlıyordum ki sanki gökyüzü de benim ağlamama kıyamıyormuşçasına kara bulutlarını toplayarak yağmur yağdırmaya başlamıştı dışarıda.

İki elimle birden gömleğinden tutarak onu kendime doğru çekip başımı omzuna yasladım. “Gitme Aron. Lütfen… beni yalnız bırakma.” Beni bir kere daha yalnızlığa mahkûm etme.

“Söz veriyorum bir daha küsmeyeceğim sana, hemen celallenip odanı da basmayacağım. Bir gelin olmanın bütün yükümlüğünü yerine getireceğim, tüm kusurlarımı telafi de edeceğim o yüzden… o yüzden lütfen…” Cümlemi tamamlayamıyordum. Bir türlü o kelimeyi söyleyemiyordum.

Alt dudağımı ısırarak yaşlı gözlerimi kapattım. Lütfen… ölme.

Aron kollarını belime dolayarak “Sen kusursuzsun.” dedi. Ardından burnunu saçlarımın arasında gezdirerek “Ağlarken bile güzelsin.” deyip kokumu derince içine çekti ve en sonunda cümlesini “Ölmeyeceğim.” diyerek tamamladı.

Söylediği yalana bile isteyerek kanıp gözlerimi açtım ve “Ölmeyeceksin.” dedim. Burnumu çekerek “Biz bir çaresini bulacağız değil mi?” diye sorduğumda anında beni onaylayarak “Bulacağız.” dedi.

Soğuktu.

Teni buz gibiydi.

Bu da mı zehir yüzündendi?

Kirpiklerimde parlayan yaşlar gözlerimi kapattığım gibi yanaklarından aşağıya dökülürken boynundan gelen tuzlu deniz kokusuna sığındım. Bu kokudan mahrum kalırsam ne kadar yaşardım ki?

Ölümün ölümüm olur Aron.

Bir çiçek gibi dağılır bütün yapraklarım.

(Beş gün sonra)

“Beni nereye götürüyorsun?”

“Sabret, gideceğimiz yere az kaldı.” Önemli bir şey miydi olmuştu acaba? Beni çağırması için peşimden saray muhafızlarından birini gönderince bütün işimi gücümü bırakıp yanına gelmiştim ama geldiğimden beri ne kadar sorarsam sorayım ağzından sadece beni oyalayan sözler çıkıyordu.

Karnımdaki ok yarası daha ilk günden Aron tarafından iyileştirildiği için beni yatağa bağlayan tek etken yüksek ateşim olmuştu. İki gün boyunca inmek bilmeyen bir ateş furyasından çıktıktan sonra sonunda ateşim düştüğünde soluğu Caster’in yanında almıştım.

Caster neden burada olduğumu sorma gereği duymamıştı. Bana ölen ve hala üzerinde deney yapılan melezlerin dosyalarını vererek bilgi edinmemi söyleyip ardından da onunla birlikte melezlerin bulunduğu hücreleri gezerek durumdan aşağı yukarı haberdar olmamı sağlamış ve panzehir için ne kadar yol katettiklerini göstermişti.

Bir şey yapmam lazımdı. Boş kalırsam kendime zulmetmekten kurtulamayacaktım. Haliyle bende panzehrin bulunmasını kolaylaştırabilmek için ne gerekiyorsa yapmaya karar vermiştim. Küçük, basit işler bile olsa büyücülere yardım etmeye gönüllüydüm zira onların işlerini ne kadar hafifletirsem o kadar deneylerine yoğunlaşarak ilerleme kaydederlerdi. Büyücüler de Aron’un ahvalinden haberdar oldukları için normalden daha sıkı çalışıyorlardı. Hepsi gecesini gündüzüne katarak Tanrılarına şifa olacak bir yol arıyordu.

Sadece onlar değil, Towa ve ekibinin de getirdikleri melez sayısı gün geçtikçe artıyor, melezlerin canlı olmalarına daha çok özen gösteriyorlardı.

Ölü denektense canlı denek her zaman daha kıymetliydi.

Ragnar ise saray ve çevresindeki güvenliği sıkılaştırmış etrafta kuş uçurtmuyordu. Su Tanrısının durumunu gizli tutmaya çalışsak da eninde sonunda düşman bunu öğrenecekti. O vakit geldiğinde saldırmaktan kendilerini alıkoymayacaklardı.

Aylardır bu konu üzerinde çalışan büyücüler tam olarak Tanrı zehrini vücuttan yok edecek bir ilaç bulamasalar da zehri yavaşlatmanın yolunu bulmuşlardı. Birkaç melezin üzerinde denedikleri bu ilaç gerçekten de işe yarıyordu fakat tam olarak kusursuz değildi. Bu yüzden Caster ilacı Aron’a vermekte isteksizdi. Biraz daha zamana ihtiyacı olduğunu söylüyordu oysaki zaman şu anda aleyhimize işleyen tek şeydi.

Ateşimin düştüğü günden beridir odaya gelmiyordu.

İki gün sonra zehirlenişinin birinci haftası dolacaktı.

Boynunda ve çenesindeki siyah damarlar biraz daha tenine yayılmış olsa da bundan başka görünürde bir farklılık gözükmüyordu. Gerçi vücudunu görmeme izin vermediği müddetçe ne halde olduğuna dair net bir şey söylemekten acizdim. Muhtemelen odaya gelmemesinin sebebi de buydu. Uyurken gizlice onu soyacağımı falan düşünüyor olmalıydı ki bu konuda haksız sayılmazdı.

Ateşimin düştüğü sabahın gecesi tam olarak bunu yapmayı planlıyordum.

Göz altlarındaki halkalar şu beş günde daha da koyulaşmıştı. Artık hiç uyumadığını düşünüyordum. Acaba zehir mi uyumasına müsaade etmiyordu yoksa çektiği acılar mı?

Kalbimi sızlatan düşünceyle gözlerim dolacak gibi olsa da müsaade etmedim.

Yoksa çektiği acıları görmeyeyim diye mi benden uzak duruyordu?

İyiymiş gibi davranıp geceleri biraz daha mı ölüyordu?

Her gün bir parçasını gömüyordu.

“Hayal meyal ama seni Ayların olduğu bir odada gördüğümü anımsıyorum. Rüya değildi değil mi?”

“Değildi.”

“Orası neresi? Sarayda öyle bir yer gördüğümü sanmıyorum.”

“O oda uzun süredir kapalıydı.”

“Niye?”

“Çünkü sana kadar o odaya girmeye ihtiyaç duymamıştım.”

Hafifçe kaşlarımı çattım. “Bilmece gibi konuşuyorsun Aron.”

Dudakları yukarı doğru kıvrıldı. Serzenişim hoşuna gitmişti belli ki. “Zehri senden alabilmem için Ay’ın gücüne ihtiyacım vardı. O oda Ay ile bağlantı kurabileceğim mutlak bir güç barındırıyor çünkü orası Ay’a sunuldu.”

Zehri senden alabilmem için…

Boğazıma atılan düğümü yok sayarak “Neden Ay’ın gücüne ihtiyaç duyasın ki sen Su Tanrısısın.” dediğimde “Bizi küçük Tanrılardan ayıran nedir biliyor musun?” diye sorunca “Güçleriniz mi?” diyerek cevap verdim.

“O da var elbette ama asıl nedeni bu değil.”

“Ne o zaman?”

“Biz Tanrılar evrendeki bir parçayı temsil ederiz denizim; o parçayla bir oluruz, ondan güç alırız ve onunla bağlantı kurarız. Küçük Tanrılar bunu yapamazlar. Ben ebedi suyum, Hades ebedi toprak, Balder ebedi hava, Loki ebedi ateştir. Peki ama saydığım tüm bu özellikler arasında evrenin parçası nerede?”

“Hepsi dünyevi kabiliyetler.”

Bana gülümseyerek elimi kavrayıp dudaklarına götürdü ve öptü. “Doğru, hepsi dünyevi. O halde eksik olan ne?”

Kalbim yaptığı hareketle teklerken “Bilmiyorum.” dedim.

“Tahmin et, bulabileceğine eminim.”

Kafamda muhakeme kurarak ne olabileceğini düşünmeye başladığımda bir anda gözlerimin önüne duvardaki Ay’ın evrelerinin görüntüsü gelince gözlerimi büyüterek “Ay mı?” diye sordum.

“Evet, benim evrende temsil ettiğim parça Ay. Ben Su Tanrısıyım ama aynı zamanda Kara Ay’ın da Tanrısıyım.”

Şöyle bir düşününce Aron’un Ay’ı temsil etmesini gittikçe daha doğal buluyorum çünkü Ay, her zaman suyu etkilerdi.

Kara Ay Tanrısı.

Ay kadar beyaz bir ten, gece gibi siyah saçlar… Aron’a bakınca onda Ay’ı görebiliyordum.

Ona yakışıyordu.

Onu taşıyordu.

“Peki ya diğer Tanrılar?”

“Toprak gezegeni temsil ediyor, Hava yıldızları, Ateş Güneşi.” Hepsi güçleriyle uyumlu gökcisimleriydi.

“İşte geldik.”

Aron elimden çekerek beni saray bahçesinin içine soktuğunda etrafa bakarak burada ne aradığımızı çözmeye çalışıyordum. Lotus çiçeklerinin içinde büyüdüğü göle yaklaştığımızda rüzgârın burnuma mazimden taşıdığı kokuyu alıp anında bakışlarımı göle çevirdim. Gördüğüm manzarayla birlikte ağzım açık kalarak yerimde kalakaldım.

Doğru mu görüyordum?

Şaşkın bir şekilde Su Tanrısına bakıp “Aron bunlar--” dediğimde sözümü kesip tekrar elimden çekerek “Gel.” dedi. Hiçbir şey diyemeden, tepki bile veremeden onun beni çiçeklerin arasına sokup hemen gölün kıyısına kadar götürmesine izin verdim.

Çiçeklerin tam ortasında durduğumuzda esen rüzgâr yüzünden tutunamayıp yerlerinden kopan rengarenk taç yaprakları etrafımızda uçuşmaya başlamıştı. Aynı esinti saçlarımızı ve kıyafetlerimizi de dalgalandırıyordu.

Tuttuğu elimi sıkarak “Sana bir özür borcum vardı.” dediğinde neden bahsettiğini anlayarak ona bakakaldım. “Yaptıklarımın telafisi olur mu bilmem ama bu çiçekler benim sana özür hediyem.”

Şakayıklar.

Gölün tüm çevresini şakayıklarla doldurmuştu.

Kalbim göğüs kafesimdeki kemikleri kıracak güçte sol tarafıma vururken dolan gözlerimi sayısız şakayık çiçeğinin üzerinde gezdirdim.

Gölün içinde Lotus çiçekleri vardı, o gölü saran ise şakayık çiçekleri…

Burası bize benziyordu.

Bizi birleştiriyordu.

Bulanık bakışlarımı sevdiğim adama çevirdiğimde diğer elimi de tutmuş ve başını eğerek alnını alnıma yaslamıştı. Sadece o konuşsun istiyordum… o konuşsun ben onu dinleyeyim çünkü benim tek bir kelimeyi dahi dudaklarımdan çıkaracak gücüm yoktu.

“Son gelinin ihanetinden sonra yakınımda onları görmeye tahammül edemez oldum. Bende hayatıma kimseyi almamaya karar verdim. Sen yıllar sonra sarayıma adım atan ilk gelinsin. Başta varlığından rahatsız oldum çünkü senin de onlardan farksız olduğunu düşünüyordum.”

“Hala beni istemiyor musun?”

Bana baktı. Bana öyle bir baktı ki baktığı her saniye de gözlerindeki ışık gittikçe koyulaştı ve içlerinde ateş böcekleri yanmaya başladı.

Nefesim kesildi.

Ateş böcekleri.

Aron’u ilk kez rüyamda gördüğüm zaman gözlerinde gördüğüm ateş böcekleriydi bunlar.

Bir daha asla onları göremem sanıyordum.

Oradaydılar.

Kalınlaşan ses tonuyla “İstiyorum.” dedi. Ardından yutkunarak “Ama çok uzun zaman oldu.” dedi. Ne söylemeye çalıştığını anlamak için cümlesinin devamını getirmesini bekledim.

“Seni hep istedim. İstemediğimden değil… sadece seni nasıl içeriye alacağımı bilmediğimden böyleyim.”

Tüm o dengesiz tavırları, bana bir soğuk bir sıcak davranışları bu yüzden miymiş yani?

Gülmeye başladığımda bana onunla alay ettiğimi söyleyip kızmak yerine bakışlarını dudaklarıma indirip gülüşümü seyretmeye başlamıştı. Bunu fark ettiğimde yanaklarımdaki kızarıklık artarak elmacık kemiklerimi ala boyadı.

“Ama alacağım.” Eğilerek dudaklarıma kapanmadan önce “Seni kesinlikle içeri alacağım.” dediğinde duyduklarımın ve dudaklarımdaki baskının verdiği heyecanla gözlerimi kapatarak öpüşüne karşılık vermeye başladım.

Rüzgâr esiyor, gölün üzerindeki lotus çiçekleri etraflarında dönüyor, şakayık çiçekleri havaya saçtığı yapraklarıyla dallarında sallanırken biz onların tam ortasında bir öpücüğü paylaşıyorduk.

Bir sözün öpücüğünü.

 

Bende böyle özür hediyesi istiyorummm :( :(

Çok tatlı bir çift olmadılar mı :D

Bölümde en çok nereyi sevdiniz?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere <3

Loading...
0%