Yeni Üyelik
4.
Bölüm

BÖLÜM 4: "ADAK"

@endless_q

▏₰ Mana

Okuduğum efsaneler damarlarıma dehşeti aşılamış omuriliğimden aşağıya azılı kramplar indirmişti. Sayfalara karalanan hadiseler mide bulandırıcıydı. Lanet olası fikrimden sonra biraz araştırma yapmak için Aithra hanımımdan izin alıp köyün kütüphanesine gelmiştim. Su Tanrısı ile ilgili bulabildiğim ne kadar kitap, efsane, destan varsa hepsini bir araya toplayıp kurcalamaya; birazda olsa bilgi sahibi olmaya çalışmıştım fakat... eşelediğim her şeyin altından o kadar akıl almaz ve ucu bucağı birbirinden uzak şeyler çıkmıştı ki… Hangi insan taptığı Tanrı hakkında böyle korkunç rivayetler yazardı aklım almıyor.

Yani bu tarz vukuatların gerçekleşme olasılığı yüzde kaçtır ki?

Sıfır?

Hepsi Tanrılar üzerine bilgili olduklarını sanan âlimlerin uydurduğu hurafelerden ibaretti.

Omzuma konan eli hissedince okuduklarımdan mıdır nedir korkuyla yerimden sıçramıştım. Oturduğum yerden hızla kalkıp bana dokunan kişiye döndüm. Kütüphanenin görevlisi Alfred amcayı görünce rahatlamıştım.

Ödüm kopmuştu.

"Korkuttum mu kızım? Sadece bir ihtiyacın var mı diye sormaya gelmiştim kusura bakma." Öğrendiklerimden sonra ona kitapla sardırmadığıma şükrediyordum. Gizli gizli yaklaştığı için suçlu da olmazdım üstelik.

Altmış yaşını devirmiş olsa da hala dinç olan bu adama şaşırmadan edemiyordum doğrusu. Bembeyaz olmuş saçlarının ön tarafları dökülmüştü. Yüzünde yaşının getirdiği kırışıklıklar mevcuttu. Yeşil gözleri diğer yaşlılara nazaran hayat doluydu. Eskisi gibi enerjik olmadığından inzivaya çekilmeye karar vermişti. Yedi yirmi dört evde oturamayacağını anladığında ise Honner beyden ricada bulunmuş ve küçük ama fazlasıyla kitabın bulunduğu kütüphaneye göz kulak olmak istemişti.

"Dalmışım. Sizde bir anda öyle gelince istemsiz tepki verdim." Masadaki kitapların adlarını görünce tek kaşını kaldırdı. "Neden öyle ürktüğün apaçık." Güldü. "Demek Su Tanrısının meşhur hikâyelerini okuyordun. E nasıldı? Seni yeterince tatmin ettiler mi bari?" Resmen dalga geçiyordu. Yaşlı bunak kendisine eğlence bulmuştu tabii. Kaşlarımı çattım. "Hiçte komik değil Alfred dede!" Amcada neymiş! Bir de kibar olmaya çalışıyorum.

"Tanrımız hakkında böyle canice şeyler yazmak... Ah ah eskiler ne düşünüyorlardı acaba?" Söylediklerine bakılırsa o da benim gibi yazılan hikâyelerden memnun kalmamıştı. "Sizde mi anlatılanları okudunuz?" Başını olumlu anlamda sallayarak kalktığım sıraya oturdu. Yaşından dolayı uzun süre ayakta kalamıyordu.

Kütüphane iki salon büyüklüğündeydi. Fazla yer kaplamasın diye okumaya gelecek insanlar için uzun ama ince masalar ve oturaklar yerleştirilmişti. Yaratılan boş alanlar sayesinde rafların sayısını arttırabiliyorduk. Duvarlara yaslanan on büyük raf vardı. İçleri rengârenk ve çeşit çeşit kitaplarla doluydu. Aradığınız çoğu şeyi bulamasanız da hiç yoktan iyidir diye düşünüyordu herkes.

Alfred amcanın yanındaki boş yere geçtim. Ondan hurafelerden fazlasını öğrenebileceğimi hissediyordum. "Söylesene Alfred amca. Sahiden Su Tanrısı bu kitaplarda anlatıldığı gibi mi? Çoğu alim Tanrıyı insan değil canavar olarak tasvir etmiş." Sayfalara dökülen kelimeler beni korkutuyordu. Eğer planladığım şeyi yapacak olursam nasıl dayanacağımı bilmiyordum.

Alfred amca elini ‘Saçmalık.’ anlamına gelecek şekilde salladı. "Hayır. Hayır. Bu kitaplar kandırmacadan başka bir şey değil." Kaburgalarımın arasında göğsümü sıkan ip birazda olsa gevşedi. "Su Tanrısının canavar olmasına imkân yok. Kutsal kitabında dediği üzere kadim güçlere sahip olsalar da yönettikleri insanlar gibi doğup, büyüyüp, en sonunda da ölüyorlar. Burada tasvir edilen görünüşler âlimlerin hayal gücünden ibaret. Kutsal kitap Tanrıların nasıl göründüğünden bahsetmese de güzelliklerini öve öve bitiremez. Tanrıları beş para etmez kitaplardaki canavarlarla kıyaslamak mantığa sığmıyor."

Söyledikleri aklıma yatınca "Demek kurban edilen gelinleri yemiyor.” cümlesini ağzımdan kaçırmıştım. Alfred amca bir süre bana bön bön bakıp ardından kahkaha attı. Boynumdan yukarısı saniyeler içerisinde kızardı.

"Ah kızım kadim güçlere ehil bir Tanrının yapacağı iş mi bu?" Bir süre durdu. İnsanların söylentilere inanmasına hayıflanıyordu. "İtiraf et bakalım. Tüm bu araştırma küçük hanım Aithra için mi?" Anlık duraksasam da akabinde başımı sallayarak onayladım. Konuşarak cevap verecek gücü kendimde bulamamıştım. "Küçük hanım büyük bir sorumluluk aldı. Kimse kolay kolay bir Tanrının gelini olmak istemez hele de akıbetini öngöremediği için.”

Sözleri zihnimin duvarlarında yankılanırken güçlükle yutkundum. "Kardeş gibi büyüdüğünüzden okudukların seni normalden fazla etkilemiş belli ki. İçini ferah tut kızım. Hikâyeler uydurmacadan başka bir şey değil. Küçük hanım köyümüz için hayatını riske atıyor, tüm köy halkı ona minnettar. O olmasaydı yuvamız kuraklıktan yok olurdu. Nereye giderdik? Onca kişiyi hangi köy kabul eder?"

Alfred amca sohbetine devam etse de derin düşüncelere daldığım için ne dediğini dinleyemiyordum. Bu kararı vermekle iyi mi etmiştim? Başka çarem mi vardı sanki? Durup hanımımın intihar etmesine göz mü yumacaktım? Ayrıca köye ne olacaktı? Alfred amcanın da dediği gibi alınan sorumluluğun ucunda bir sürü insanın hayatı vardı.

İç çektim.

"Hoş geldiniz küçük hanım." Alfred amcanın verdiği selamı işitince başımı girişe çevirdim. Aithra hanımımla göz göze geldik.

"Hoş buldum, Alfred amca. Nasılsın?"

"Çok şükür geçinip gidiyoruz kızım. Mananın önünde çok fazla kitap görünce bir bakayım dedim." Kıkırdayarak devam etti. "Seni çok önemsiyor. Baksana, Su Tanrısıyla ilgili ne var ne yoksa toplamış getirmiş buraya."

Duyduklarından sonra şaşırsa da zoraki bir tebessüm belirdi dudaklarında. Dışarıdan bakan biri hislerini yadırgamazdı. Hatta mavilerine düşen hüznü irdelese de bulamazdı; ben hariç. Yıllardır aynı evi paylaştığımız için birbirimizin mimiklerinde sobelerdik gizlenen ruh halimizi.

Bir süre daha başka konular hakkında muhabbet etsek de Alfred amca artık yanımızdan ayrılması gerektiğini hissetmişçesine "Gitmeden evvel küçük hanıma teşekkür etmek istiyorum. Köyün iyiliği için yaptığınız fedakârlık asla unutulmayacak. Zaman, mekân değişir ama gönül borcu kapanmaz. Dilerim ki: Su Tanrısının yanında mutluluk yakanızı hiç bırakmasın." dedi.

Hanımım bir şey söyleyemese de kabalık etmemek için hafifçe tebessüm etti. Alfred amca da üstüne gitmemişti. Sorumluluğun yükünü kaldırmanın kolay olmadığını biliyordu. Söylenenler yalnızca dilde basitti. Yanımızdan ayrılıp işinin başına döndü.

Hanımım masaya dağıtılmış kitaplara göz gezdirdi. "İyi olacak mısın?" Diye sorarken bana bakma ihtiyacı duymamıştı. Vicdanının onu pişmanlıkla sınadığını görebiliyordum. İfadesiz kalmak için çabalasa da başarılı olamıyordu. Küçüklüğünden beri duygularını dışa vurmaya meyilliydi. Bense tam aksine içimde koparırdım fırtınaları. Yüzüme bakan biri kılımın kıpırdadığını görmezdi.

Tedirgindi.

Cüret ettiğim şey için, cüreti için. Belki de suçluluk hissi bir ömür peşini bırakmayacaktı. Yüreğimdeki kıyı kocaman bir okyanusa çıkıyordu. Dalgalar çalkalanıyor, büyüyor, her şeyi yutmak için hazır bekliyordu.

"Olacağım." Desem de yutkunmam bir on saniyemi aldı.

Gözümün önüne dün gece yaşananlar geldi.

Aithra hanımımı intihara teşebbüs ederken yakaladığımda verdiğim karardan bir kez olsun şüphe duymamıştım. Su Tanrısına kurban edileceğini öğrendiğim saniyede böylesine ağır bir yükün altından kalkamayacağını içten içe biliyordum. Köyün reisinin kızı olduğundan herkes sarsılmaz ve güçlü olmasını bekliyordu ondan. Yarattığı izlenimde buydu. İstediğinden değil, mecbur edildiğinden. İçindeki kırılgan kızdan bihaberlerdi.

Troia beyimi çağırmasını istemiştim. Denizi andıran gözlerinde bin bir çeşit sorunun olduğunu görsem de bir sebepten ötürü sessiz kalmış ve isteğimi yerine getirmişti.

Troia beyime haber edip geleceğinden emin olunca hızlıca banyoya gitmiş, işime yarayacak eşyalarla birlikte geri dönmüştüm. Temiz bezi ve şifalı otların karışımı olan küçük şişeyi kucağıma bıraktım. Uzanarak hanımımın kesik kolunu tuttum. Bezle kanı silip ot karışımını yarada gezdirerek yedirdim. Ardından da bileğini güzelce sardım.

Tüm bu zaman boyunca yaptığı tek şey izlemekti.

İşimi bitirdiğim sırada pencere tıklatılmıştı. Aithra hanımım titreyen ellerini bacaklarının arasına sıkıştırdı. Olanlar sevdiği adamın kulağına çalınmış olmalıydı. Zira köy şimdiden şenlik havasındaydı.

Yerinden kalkacak gücü olmadığını anladığımda kilidi kaldırıp pencereyi yukarı kaldırdım. Beklediği kişi olmadığım için şaşırsa da çokta üzerinde durmamıştı.

"Merhaba Mana. Aithra yok mu?" Bitkin görünüyordu. Göz altlarındaki kara halkalar doğru düzgün uyku uyumadığının işaretiydi. İyi bir konuşma için çağrılmadığının farkındaydı. Yine de gelmeden yapamamıştı. Elimden geldiğince gülümsemeye çalıştım. "İçeri geçin. Hanımım da burada." Pencerenin pervazlarından destek alarak bedenini yukarı çekti.

Üstündeki tozu silkeleyip başını kaldırdığında yatakta biçare oturan Aithra hanımımı gördü. Aralarında geçen bakışma uzadıkça uzadı. Kelimeler o anda anlamlarını yitirmişlerdi. İki yıkık şehir birbirlerine bakarken karşılıklı bıraktıkları enkazın kaydığını yapıyor gibiydiler. Savaş bitmişti ama ortada bir kazanan yoktu.

Gözleri Aithra hanımın sargılı koluna düştüğünde tepkisizliği derin bir kaş çatmayla bozulmuştu. Kahveleri koyulaşmış, karmakarışık olmuştu. Merak yoktu orada ya da aradığı bir sebep. Neler olduğunu tahmin eden âşık bir adamın feveranı, öfkesi vardı.

"Aithra?" Ses tonu hesap sorarcasına çıkıyordu. Sevdiği kadının ise bunu yapacak takati kalmamıştı. Muhtemelen bir şeyleri izah etmesi gereken kişiler arasında en zorlanacağı isim bu adamınkiydi. En zahmetsiz yola başvurup bakışlarını kaçırdı.

"Demek duyduklarım doğru." Gözlerinin kenarlarında hızlıca yaşlar birikti. Günlerdir ağlamasına rağmen hala dolabiliyordu pınarları. Gökyüzü mavisi irisleri güneşini kaybetmişçesine sönüktü. Artık ötmüyordu göğünde kuşlar, hepsinin sesi soluğu kesilmişti. Yanaklarından kayan yaşlar elbisesine düşerken ardında koyu lekeler bırakıyordu.

Önüne gelip diz çöktü.

Dudakları kaderin sillesini yiyerek dikilmişti. Usulca elini uzatıp kuruladı parmaklarıyla kederli gözyaşlarını. “Nasıl kıydın? Nasıl yaktın canını? Bileğine attığın kesiği canıma atsaydın da duyup bilmeseydim seni benden alacaklarını.” Aithra hanımım hıçkırdı. Söylediklerine dayanamıyordu yüreği.

“Yaktılar hayallerimizle dolu olan o kayığı. Ben şimdi nasıl nefes alayım?” Yutkundu. Boğazına atılan düğüm ısrarcıydı, gitmemişti. Adam sargılı bileğine küçük bir öpücük kondurdu. Çehresindeki çukurlara yerleşmişti ayrılığın sancısı.

“Bu akşam mı veda edeceksin bana?” Saat gece yarısını geçmişti. Tören ise karanlık çöktüğünde yapılacaktı. Daha fazla kendini tutamayan hanımım kollarını Troia beyime sıkıca sardı. Omuzları sarsıla sarsıla ağlıyordu. İkisi de kaderlerinin altında eziliyorlardı.

"İstemiyorum. Senden başka birinin kadını olmak istemiyorum. Yapamam Troia, ölürüm daha iyi!”

Azap çukurunda diri diri yanan sevgililerin feryadı mıydı aşk denilen o illet? İki ruhu birbirine öyle bir muhtaç ediyordu ki, kadın tenine sevdiğinden başkası değmesin diye canına kıymak istiyordu. Adam ise çaresiz ama gözlerinden okunuyordu aynı sonu paylaşacaklarına dair yemini. Belli ki törenden sonra o da kıyacaktı canına.

Kurtuluş adını verdikleri urganı dolamışlardı boyunlarına.

Aşk insanların sandığının aksine kolay kolay uğramazdı kimseye. Çoğu zaman tek bir yürekte yanar kül olurdu. İki yüreğe birden uğraması ise daha da ender görülürdü. Şayet uğrarsa bir mucize gerçekleşir, iki yürek iç içe geçerdi. Tek olurdu, bir olurdu, adı aşk olurdu. Bu yüzden gözlerimin önünde parçalanmalarına izin vermeyecektim.

"Troia beyim, Aithra hanımım eğer beni dinlerseniz ayrılmanıza gerek kalmayacak." Söylediklerimle birlikte şaşırarak bana döndüler.

"Bir planım var."

"Bekle bir saniye. Sen ne dediğinin farkında mısın?" Aklımdaki planı anlatırken sonuna kadar sözümü kesmeden dinlemişlerdi. Anlatmayı bitirdiğimdeyse ikisinin de yüzünde sıkıntılı ifadeler belirmişti.

“Sizin yerinize geçeceğim."

"Aklını mı kaçırdın! Bu işin sonunda başına ne geleceğini bile bilmiyorsun!" Kızdığı ayan beyan ortadaydı. Açıkçası bende gelecekteki bilinmezlikten korkuyordum. Yine de yapmam gerekiyordu.

"Ne söylediğimi gayet iyi biliyorum. Sizin yerinize geçebilirim, inanın bana yapabilirim. Eğer anlattığım planı harfi harfine uygularsak kimse şüphelenmeyecektir. Kuraklığı atlatmak için köyün Su Tanrısına kurban vermesi gerekiyor, evet. Ama illa ki o kişinin siz olması gerekmiyor. Köydeki herhangi bir genç kızda adak olarak verilebilir. Köy halkının sizde ısrar etmesinin yegâne sebebi kâhinin önerisi."

Kaşlarını çattı. İkna çabalarım bir parçasını çeliyor olsa da direniyordu. "Hanımım bir düşünün." Israr etsem de başını sağa sola sallayarak ret etti.

"Hayır. Hayır. Bunu sana yapamam."

"Yapmak zorundasınız!" Diyerek bağırdığımda ciddi olduğumu anladı. Afallamasından faydalanarak devam ettim.

"Anneniz beni sekiz yaşında bu eve getirdi. Ailesini kaybeden küçük bir çocuğa diğerlerinin aksine sahip çıktı. Bunun için ona her zaman minnettar kalacağım. Bu yaşıma kadar sıkı çalışarak iyiliğinin karşılığını ödemeye çalıştım. Fakat yaptığı şey öyle ağır geliyor ki ne denli uğraşırsam uğraşayım terazinin kefeleri bir türlü eşitlenmiyor. Şimdi elime bir fırsat geçti. Annenize olan borcumu kızının mutlu bir hayat geçirmesini sağlayarak ödeyebilirim. Üstelik siz gittikten sonra bana ne olacağını hiç düşündünüz mü?”

Yalnız kalmak istemiyorum.

Daha fazla birilerini kaybetmek istemiyorum.

"O yüzden lütfen... lütfen yerinizi almama izin verin. Şu yaptığınıza bir bakın! Eğer bu gece odanıza gelmeseydim belki de sabah... sabah sizi..." Dudaklarımı dişleyerek ağlamamı durdurmaya çalışsam da başarılı olamadım. Bileğini keserken ki o soğuk bakışları aklımdan bir türlü çıkmıyordu. En başında bu tepkiyi verememiş olmam şoktandı.

O da yaptığı şeyin korkutuculuğunu bildiğinden yanıma gelip bana sarıldı. Kız kardeşler birbirlerinin arkasını kollardı. Ben de kollayacaktım.

"Teşekkür ederim. Teşekkür ederim Mana.”

Biraz daha ağlayarak oyalanırsak her şey için çok geç olacaktı. Kollarından çıkıp yanaklarımdaki yaşları kuruladım. "Fazla zamanımız yok. Beni dikkatli dinleyin." İkisi de kafasını aşağı yukarı sallayınca planın detaylarına indim.

"Tören için giyilecek elbise çoktan dikilip getirildi. Sabah olunca hizmetkârlarınıza sizi benim hazırlayacağımı bu yüzden de merasim saati gelene kadar kimsenin odanıza girmemesini emredin. Anne ve babanızın durumu anlamamaları için onlarla önceden vedalaşmanız gerekecek."

“Tamam.”

"Odada sizin yerinize tören elbisesini giyeceğim. Yüzüm duvakla kapalı olacağından yer değiştirdiğimizi anlamayacaklardır.” Buraya kadar her şey tamamdı.

"Su Tanrısına kurban edilsem bile ne olursa olsun kurban edilen kişinin ben olduğum gerçeği ortaya çıkmamalı. Öğrenirlerse ya sizi ölüme sürüklerler ya da hatanın telafi edilmesi için yeniden birilerini kurban etmeye kalkışabilirler. Bu yüzden tören bittikten sonra köyde kalamazsınız." Troia beyim gülümseyerek hanımımın elini kavradı.

"Sorun değil. Köyden ayrılıp kimsenin bizi tanımadığı bir yere gider sonra da evleniriz. Yıllardır bunun hayalini kurduğumdan köşede para biriktiriyordum zaten. Yuvamızı kurup bir iş bulana dek bizi idare edecektir." Aithra hanımım sevdiği adamı dolu dolu olmuş gözlerle izliyordu.

Bu kez döktüğü yaşlar hüzünden değil, mutluluktandı.

"Böyle olmasını istemezdim, özür dilerim." Utandığından yüzüme bakamıyordu. Kendi mutluluğu için birilerini feda etmeyi çıkarcılık olarak görüyor olmasını normal karşılayabilirdim şayet isteyerek yapmıyor olsaydım. "Lütfen mahcup olmayı bırakın. Beni siz zorlamadınız, bunu gönüllü olarak yapıyorum. Hem önünüzde güzel bir gelecek var onu düşünün.” Konuyu değiştirerek “Bohçanızı hazırladınız mı?" diye sordum.

"Evet."

"Harika. Artık planımızın ilk aşamasına geçebiliriz, ailenizle vedalaşmalısınız."

Derin bir nefes alarak verdi. Kurban verilmeyecek olsa da ailesinden sonsuza kadar ayrılıyordu. Zordu, biliyordum. Ama hiç değilse onun vedalaşacak zamanı vardı. Benim öyle bir şansım hiç olmadı.

"Bir an önce gidip şu işi halledelim yoksa dayanamayıp vazgeçeceğim."

Kütüphaneden çıktığımız gibi soluğu Mihtrill hanımım ile Honner beyimin yanında aldık. Yol boyunca hanımım tırnaklarıyla oynamış, iyice strese girmişti. Gergin olduğu bir bakışla anlaşıldığından diken üstünde duruyordum. Üzerine çekeceği en ufak şüphe bütün planı mahvedebilirdi.

Salonun kapısını iki kere tıklattıktan sonra içeri girdi.

Honner beyim ve Mithril hanımım büyük masada oturmuşlar ikindi çaylarını içiyormuş gibi gözüküyorlardı, ikisinin bardağı da ellenmediklerini gösterircesine ağzına kadar doluydu. Muhtemelen getirilmelerinin üzerinden bir saati geçtiği için soğumuşlardı da. Köyün reisi elindeki kâğıtlara göz atıyordu. Bizi, daha doğrusu hanımımı gördükleri anda yüzlerindeki ifadesizlik yerini derin bir hüzne bırakmıştı. Onların aksine kızları sabit tutmaya özen gösterdiği küçük bir tebessümle yanlarına gitmişti.

"Baba, anne sizinle konuşmak istediğim bir konu var. Müsait misiniz?"

Honner bey elindeki kâğıtları katlayıp masaya bıraktı. "Tabi, gel kızım." Mithril hanımımın yanındaki boş sandalyeyi gösterdiğinde geçip oturdu. Bende hemen arkasında dikiliyordum.

Odadaki sessizlik büyürken hanımımın konuya nasıl gireceğini merakla beklemeye başladım. Ambiyans o kadar ağırlaşmıştı ki gittikçe tedirgin oluyordum. Yapabilecek miydi? "Biliyorsunuz akşam Su Tanrısının adağı olacağım. Bu yüzden sizden bir ricam var." Sonunda söze girdiğinde ikisinin de zar zor tebessüm edebildiklerini gördüm.

"Seni dinliyoruz." Umarım bu isteğinden kuşkulanmazlardı.

"Birkaç saat sonra hazırlanmam için hizmetçileri çağıracağımdan sizinle şimdi vedalaşmak istiyorum. Kalabalığın önünde veda etmek hem benim için hem de sizin için kolay olmayacaktır. Köyün reisinin kızına yakışır şekilde başım dik gitmek istiyorum." Konuşurken sesi çatırdıyordu.

Ailesini bir daha göremeyecek olmasını bencilliğinin bedeli olarak gördüğüne emindim.

Kızlarının ricası şaşırmalarına vesile olmuştu. Aslında hanımım böyle bir teklifi öne sürerek en kestirme yolu tercih etmişti. Honner beyim kafasını geriye atarak gözlerini yukarı, tavana kaldırdı. Çaresiz kaldığı vakitlerde dik durmayı başarıp çözüm üreten adam gitmiş, yerine kızının çektiği çileyle çöken bir baba almıştı. Ağlamamak için mi bu şekilde davranmıştı? İçimde, kalbime yakın sokaklarda bu görüntüyü görmek, oralarda bir yerde açılmış boşluğun yoklukla sızlamasına neden oldu.

Harelerimi beyimden çekip Mithril hanımıma çevirdim. Yüzü düşmüş, gözleri çoktan dolmuştu. Elini kızının dizine koyarak okşadı. Islak kirpikleriyle gülümsemeye çalıştı. "İstediğin gibi olsun. Seninle gurur duyuyorum güzel kızım benim." Ayağa kalkıp hanımıma sıkıca sarıldı. İkisinin birden ağladığını görünce onlardan farklı bir noktaya baktım. Yetimliğin, öksüzlüğün bir kere daha acı tadına varmıştım.

"Anne seni çok seviyorum, sizi çok seviyorum."

Gün hiç olmadığı kadar hızla akıp geçti.

Gökyüzü yavaşça karardı.

Aynadaki aksime bakıyordum. Simsiyah, uçları belime dokunan gür saçlarımı ensemden sıkı bir topuz yapmıştım. Tören elbisesi iki parçadan oluşuyordu. Eteği safir mavisindendi. Bel kısmı göğsümün hemen altına dek uzanıyordu. Dar etek diz kapaklarımdan sonra bollaşarak yere iniyordu. Kıvrımlı eteğin uçlarına deniz mavisi renginde dantel dikilmişti. Üst kısmı da tamamen danteldendi. Lacivert ipler kullanılarak üzerine çiçek nakışları işlenmişti.

Göz alıcıydı.

Kumaşın dokusundan gelinliği dikmek için kesenin ağzını açtıkları anlaşılıyordu.

Gelinliğim şatafatlı olduğundan göz kapaklarımı boş bırakmıştım. Leylak rengi irislerimi belirginleştirecek siyah, uzun kuyruklu bir sürme çekmiştim. Gülkurusu rengindeki ruju dudaklarıma dokundurmakla yetindim.

Biraz soluk gözüküyordum.

Yanaklarımı sıkıp sıkıp bırakarak kızarttım, şimdi daha iyi. Gece mavisi tülü alarak başıma örttüm. Duvağın uçları da nakışlanmıştı.

Kalbimdeki korkuları bir türlü dizginleyemiyordum. Beceremez de açık verirsek Aithra hanımımla sonumuz kesinlikle darağacı olurdu. Alt dudağımı dişledim. İşi kıvırırsak bu defa da ciddi ciddi Su Tanrısının gelini olacaktım. İki şekilde de başım büyük beladaydı.

"Mana."

Aynadaki boş bakışlarımı yanımda beliren yansımaya çevirdim. Aithra hanımım birçok duygunun esiri olmuş bir şekilde beni izliyordu. Hayranlık, beğeni, bir tutam da burukluk.

"İnanamıyorum, harika gözüküyorsun." Tedirginliğim devam etse de gülümsemeden edememiştim. Yanıma gelince ona doğru döndüm, ellerimi tuttu. "En başından beri güzel olduğunu düşünüyordum zaten ama şu an o kadar farklı görünüyorsun ki sanki çocukluğumdan beri yanımda olan kadından eser kalmamış." Sıcak samimiyetini hoş karşıladım.

“Teşekkür ederim.” Ne olduğunu anlamadan dudaklarındaki gülümseme kaybolmuş, bana sıkıca sarılmıştı.

"Mutlu olman için her gece dua edeceğim. Bana yaptığın iyiliği asla unutmayacağım." Sesi titriyordu.

Kollarımı kaldırarak gelinliğin izin verdiği ölçüde ona sarıldım. "Bende sizin için dua edeceğim.” Pencereden gelen 'Tık. Tık.' sesi aramıza girerek ayrılık vaktinin çanlarını çalmıştı. Aithra hanımım yaşlarla dolmuş gözlerini taşmadan kurulayarak pencereye doğru gitti. Eşyalarının olduğu bohçayı açtığı pencereden uzattı ardından bana son bir bakış atıp pencereden atladı.

Gitmişti.

Yarım saat sonra kapı çalınca kaldırdığım duvağı indirip yüzümü gizledim. Sesimi çıkartamayacakları yükseklikte "Girin." dediğimde açılan kapıdan hizmetçi göründü.

"Hanımım zaman geldi." Başımı sallayıp geçmem için tuttuğu kapıdan çıktım.

Beraber dışarı çıktık. Toplanan kalabalığı görünce nefes almakta güçlük çekmeye başlamıştım. Biri bile beni tanıyacak olursa… Köyün neredeyse hepsi buradaydı. Ellerindeki meşaleler ateşe verilmişti. Honner beyimin yanında sessizce ağlayan Mithril hanımımın da kalabalığın içinde olduğunu görünce bir tarafım rahatlamıştı. Görünüşe göre kimsenin bir şeylerden şüphelendiği yoktu. Aithra hanımımla Troia beyim çoktan uzaklaşmış olmalılar, her şey yolundaydı.

Sakinleş.

Kalabalığın içinde yaşça büyük kadınlar geleneksel bir ezgi mırıldanmaya başlayınca diğerleri de onlara katıldı. Kısa süre içerisinde yükselen nağme insanın içini biçecek kuvvete ulaşmıştı.

Ezgide bir Tanrı kutsanıyor, bir geline ağıt yakılıyordu.

Meşalelerle aydınlatılmış yoldan ilerliyor, insanların yan yana gelerek oluşturduğu köprüdeki kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyordum. Arkamdan töreni yapacak kâhin geliyordu. Bastonunun taşlara vururken çıkardığı tak tak sesi beynimi deliyordu. Ateşi tutanlar sonradan konvoya katılıyordu.

Kırk merdiveni çıktık.

Su Tanrısının tapınağının bulunduğu uçuruma geldik.

Her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu.

"Uçurumun hemen önünde bize doğru dönecek şekilde dur." Kâhinin emrine itaat ederek dediğini yaptım. Dalgaların şaha kalkarak kayalıkları dövüşüne bir an için bakıp gözlerimi oradan çektim. Derin bir nefes alarak yüzümü köylülere döndüm. Kalabalıktan çıkan ve kadınlardan oluşan grup ortalarına kâhini alarak garip bir dans gösterisi yapmaya başladılar.

Bazıları ağlıyor, bazılarıysa korkuyla olanları izliyordu. Onlarda benim kadar bilgisizlerdi. Elimde olmadan titremeye başladım.

Tanrı aşkına! Ne halt yiyordum ben?

Düşünmeden taşınmadan sonuçlarını tahmin bile edemediğim bir yola girmek için neredeyse yalvarmıştım. Kendi mezarımı kazmaktan ne farkı vardı bunun?

İçimi sinsi sinsi saran dehşetle olacakları beklerken ağlamamak için dişlerimi sıkıyordum. Dans bitince kadınlar kâhine yol verdiler. Kâhin tam karşıma geçerek konuştu. "Yücelerin yücesi Su Tanrısı! Sana bu bakire kızı gelin olarak adıyoruz! Seni unutmadık! Bize verdiğin lütuflar karşısında sana eş, yoldaş olacak. Duy bizi! Suya hükmeden Tanrı, yeni gelininin hatırına bizi affet ve topraklarımıza yağmur bahşet!" Yaşlı kadının gür sesi esrarengiz bir tınıyla deviniyordu. Verdiği adak karnıma kramplar sokmuştu.

Rüzgâr kulağımda uğuldarken kaçınılmaz sonumu izliyordum. Kâhin bana dönüp tam gözlerimin içine baktı. Dudaklarında bilmiş bir gülümseme peyda olduğunda irkildim. O gözler öyle bir bakıyordu ki sanki örtünün altındaki kişinin Aithra hanımım değil de benim olduğumu bilir gibiydi.

Afallamamdan faydalanarak beni omzumdan ittirdiğinde karşı koyamadım.

Gözlerim girdiğim şokla beraber sonuna dek açıldı.

Ne?

Ayaklarım yerden kesilmiş, sırt üstü uçurumdan aşağıya düşerken dahi çığlık atacak gücü kendimde bulamamıştım. Metrelerce yükseklikten kayalara hırçın bir şekilde çarpan su öfkeyle köpürürken dünyadan soyutlanmıştım. Zaman adeta yavaşladı. Saymaya başladım. On ikinci saniyede bedenim buz gibi soğuk suyla buluştu. Acı uzuvlarıma sarılırken su beni içine çekerek derinlere, en derinlerine çekti.

Hareket edemiyordum.

Gittikçe dibe, karanlığın içine batıyordum. Nefesim ağzımdan çıkan son baloncukla beraber tükendi. Böyle mi oluyordu? Su Tanrısına gelin olarak değil de can olarak mı sunulmuştum? Kandırıldığım için lanet mi okumalıydım? İyi de bunu bana yapmalarına izin veren bendim.

Ölüyordum.

Kalan son gücümle yukarıda görünen göğe elimi uzattım oysaki beni kurtaracak birilerinin olmadığını biliyordum, ne acı. Bilincim kayboluyordu. Yolun sonuna geldiğimi anlayınca berrak suda gözlerimi yavaşça kapattım ve kendimi sonsuz karanlığın abidesine bıraktım.

 

Ayy bir sonraki bölümde sizi neler bekliyor acaba :D

Seviliyorsunuz <3

Loading...
0%