Yeni Üyelik
5.
Bölüm

BÖLÜM 5: "GORDİON ORMANI"

@endless_q

▏₰ Mana

 

Tenimi okşayan soğuk su iliklerime küçük küçük ısırıklar bırakıyordu. Akrep sokmasını andıran sancılar beynime sinyal gönderip beni iyiden iyiye rahatsız edince pes ederek gözlerimi usulca araladım. Siyah bir örtü istila etmişti semayı. Üzerine serpilmiş ışık demetleri insanı kendine hayran bırakacak güzellikte parlıyordu.

 

Ay tüm ihtişamıyla gökyüzündeki yerini almıştı.

 

Kirpiklerim yarı yarıya kapalı vaziyette gökyüzünün manzarasını seyrediyordum. Garip bir halsizlik vardı üstümde. Şuurum sarhoşluğundan arınarak yavaş yavaş yerine geliyordu. Olanlar bir bir hafızamda depreştiğinde gözlerim kocaman oldu.

 

Yattığım yerden hızla doğrularak etrafıma baktım.

 

Göl mü, deniz mi, yoksa okyanusun içinde mi olduğumu bilmiyordum. Saydığım ihtimallerden birinin kıyısına vurmuştum. Gelinliğimden tutun saç diplerime kadar sırılsıklam olmuştum.

 

Neredeydim?

 

İçime düşen korkuyla çevreme bakmaya başladım. Uçurumdan itilmiştim. Beni ciddi ciddi uçurumdan aşağıya itmişti o yaşlı cadı! Bakışları gözümün önüne gelince suratım asıldı. Pişman olmayı geçtim, uçurumdan düştükten sonra hayatta kalıp kalamayacağımı görmek isteyen bir merak taşıyordu bakışları.

 

Burası neresiydi?

 

Kibele köyünün her yerini karış karış gezmiş, kimsenin gitmek istemediği civarlara adım atmıştım. Kısacası köyü avucumun içi gibi biliyordum. Bu bölgeyi ise daha önce görmediğime emindim. Dolaştığım halde unutmuş olabileceğimi varsaydığımdan bana gittiğim yerleri hatırlatacak taş, ağaç, hatta böcek arasam bile elde ettiğim sonuç hep aynıydı.

 

Bilinmeyen topraklardayım.

 

Merak ettiğim tonlarca sorunun arasından debelenerek gün ışığına çıkan sual şuydu; Nasıl hayatta kalmıştım?

 

Köy halkı törenin yapıldığı uçuruma 'Tanrı alan.' derdi. Zira oradan aşağıya atlayan insanlardan biri bile canlı olarak geri dönmemişti. Yutuldukları dalga cesetlerini kussa da ruhlarını özüne kilitlemişti. Pekâlâ. Bir mucize gerçekleşti ve bir şekilde kurtuldum diyelim. Niye acı hissetmiyordum? Metrelerce yüksekten düşen biri için fazla sağlıklıydım.

 

Sinir krizinin eşiğindeyken gelen patlama sesiyle korkuyla yerimden sıçradım. Yerinden oynayan kalbime elimi bastırırken gürültünün yönünü tespit etmeye çalışıyordum. Ormanın merkezine yakın bir alanda göğe doğru dumanların tüttüğünü fark etmiştim. Gecenin karanlığında dumanı fark etmek zor olsa da patlamanın hemen ardından burnuma dolan yanık kokusuyla tahminimde haklı çıktığımı anlamıştım. Ne yapmalıyım? Dişlerimle alt dudağımı kemirmeye başladım. Patlama birilerinin varlığını gösterirdi değil mi? Bu güzel bir haber olsa da o kişiye veyahut kişilere öylece güvenebilir miydim? Tüm bunları bırak bu patlama normal değildi bir kere.

 

Kaşlarımı çatıp cesaretimi topladım. Eğer elime geçen fırsatı hiçbir şey yapmadan geri tepersem sonradan çok daha kötü durumlarla karşı karşıya kalabilirdim. Bu işaret Tanrının bana yol gösterişi olabilirdi.

 

Tanrı.

 

İçimden tekrar ettiğim ismin bana güven vermesi tuhafıma gitmişti. Sonuçta bu halde olmamın sebebi onlardan biriydi. Neyse, şu anda bunu irdeleyecek zamanım yoktu. En iyisi bir an önce patlamanın olduğu yere gitmek. Islandığı için iki kat ağırlaşan gelinliğin kenarlarından tutarak ayağa kalkmaya çalıştım. Bakın çalıştım diyorum zira üstüme binen yükü taşıyamayınca gerisin geri kıçımın üzerine düşmüştüm.

 

Etrafa sıçrayan suyun yarısı yüzüme çarpmıştı.

 

Su damlalarını silip tekrar kalkmayı denedim. İkinci denememde tökezleyecek gibi olsam da ayakta durmayı becerebilmiştim. Sevinçle yerimde zıplamak istesem de yapamadım. Oyalanmamam gerektiğinden suyun içinden çıktığım da gelinliğimin eteklerini çamaşır sıkar gibi sıkıp suyunu alabildiğim kadar aldım.

 

Yeterli olduğuna kanaat getirince gelinliğin eteğinden tutup hafifçe yukarı kaldırdım birde takılıp düşmek istemiyordum.

 

Dumanın çıktığı yere doğru koşmaya başladım.

 

 

Takatim kalmadığından ellerimi dizlerime yaslamış soluklanıyordum. Ağzımdan giren hava tahriş olmuş boğazımı deli gibi sızlatırken acıyı yumuşatmak için sık sık yutkundum. Enerjimi biraz daha tazelediğimde başımı kaldırıp önümdeki küçük tepeyi gözlemledim.

 

"Doğru yolda mıyım bilmiyorum. Umarım doğru yoldayımdır."

 

İçinde sakladığı tehlikelerden bihaber olduğum ormanda vahşi hayvanlara yem olmak en son istediğim şeydi. Tepenin temeli küçüklü büyüklü kayalardan oluşuyordu. İlerlemek için başka seçeneğim kalmadığından tırmanmam lazımdı. En yakın kayanın çıkıntısını kaymayacak şekilde sıkıca kavradım. Alttaki kayalardan birinin üstüne bastım. Kendimi yukarı çekerken üstümdeki elbisenin ağırlığına söyleniyordum. Yavaş yavaş tırmanıp bir başka çıkıntıya ayağımı koyduğum da taş ağırlığımı taşıyamamış ana kayadan sökülmüştü. Yuvarlanıp aşağıya düşen taşla birlikte bacağım kayaya sürtülmüş ve derimi yırtmıştı.

 

Çığlık atmamadan için sertçe yanağımın içini dişledim. Bağırırsam yakındaki hayvanların dikkatini çekerdim. Acıdan yaşaran gözlerimi kapatıp inledim. Bir bu eksikti!

 

Param yoktu, gidecek yerim yoktu, bana yardım edecek birinin olup olmadığını kesinleştirmeden ormana dalmıştım. Gittiğim yerden elim boş dönersem ortada kalacaktım. İçinde uyandığım suyun tuzlu veyahut tatlı olup olmadığını kontrol etmemiştim. Ormanda olsam da yiyecek bir şeyler bulup bulamayacağımdan emin değildim. Nereye kadar böyle yaşayabilirdim? Umutsuzluğa kapıldığımı fark edince kaşlarımı sinir olmuş bir şekilde çatıp silkelendim.

 

Buraya kadar gelmişken pes edemezdim.

 

Ayağımı uzatıp iki kayanın arasındaki deliğe yerleştirdim. Tamamen yüklenmeden önce dayanıklılığını test etmeyi unutmadım. Bacağım felaket yanıyordu. Yaraya odaklanmayı bırakıp sağlam olduğunu anladığım deliğe basıp adamakıllı üste çıktım. Şükürler olsun ki tepe o kadar da uzun değildi.

 

Zirveye erişince elimle zemini yokladım. Tutunacak bir şey bulamayınca gözlerimi devirdim. Şansım yaver gitse şaşardım zaten. Derin bir nefes alıp kalan son gücümü topladım. Üçe kadar sayıp kendimi yukarı çektim. Sonunda tepeye çıktığımda sırt üstü yere uzanıp dinlenmeye koyuldum. Alnımda birikmiş teri silmeye takatim bile yoktu. Gerçekten çok yorulmuştum. Biraz daha kalıp dinlenmek istesem de ikinci bir patlama daha gerçekleşerek uzandığım düzlüğü zelzele gibi salladı. Tepenin ucunda yattığımdan aşağı düşmemek için avuçlarımı zemine bastırmıştım.

 

Şiddetli patlamaların kuvveti bölgeyi beşik gibi salladığından bunu yapabilen şeyi merak etmeden duramıyordum. İyi yönden bakacak olursak titreşimlerden etkilenecek kadar patlama alanına yaklaşmıştım.

 

Yolu karıştırmamışım.

 

Dinlenmeye fırsatımın olmayacağını anladığımda uzandığım yerden oflayarak kalkıp derinlere yürüdüm. Bu bölgede ağaçlar daha sıktı. Fazla değil on, on beş dakikalık yürüyüşün ardından geniş bir alana çıktım. Çimenler neredeyse ot boyuna erişmişlerdi. Rüzgâr da hafif bir kan kokusu alıyordum. Birileri kavgamı ediyordu? Gövdelerinden kırılarak ikiye ayrılan ağaçlar, parçalanan toprakta yer yer açılan hendekler, kömüre dönmüş otlardan çıkan yanık kokusu yapılan kavganın izlerini taşıyordu.

 

Dudaklarım aralandı.

 

Böylesi bir tahribata ne sebep olmuş olabilirdi?

 

Tanrılar.

 

Aklıma gelen olasılıkla kalbim göğsümü yumruklamaya başladı. Olabilir mi?

 

Heyecandan titrekçe attığım adımlarla Ay ışığının aydınlattığı patikada ilerliyordum. Kalın kabuklu meşe ağacının yaprakları bölgeyi perdelediği için sadece dövüş seslerini duyabiliyordum. Sarsıcı güçlerini ne hava ne de toprak kaldıramıyor gibiydi. Kendimi göstermeye cesaretim olmasa da neler olduğuna bakmak istiyordum. Alfred amca Su Tanrısının canavar olamayacağına dair güvence verse de hayatında herhangi bir Tanrıyla karşılaşmamış birinin sözüne ne kadar itimat edebilirdim? O kitaplarda yazanların doğruluğu istemsizce işkillenmemi sağlıyordu. Ömrümün sonuna kadar bir yaratığın gelini olamazdım ya.

 

Gürültüye odaklanmayı kesip çekinen tarafımı ezdim. Dallardaki meşe yapraklarını beni gizleyecek şekilde önüme alarak başımı ağacın gövdesinden aşağıya uzattım. Gördüğüm sahneyi algılamam zaman alsa da sonunda neler olduğunu kavrayıp kaskatı kesildim. Sanrı gördüğümü falan düşünerek gözlerimi ovalayıp tekrar baksam da değişen bir şey yoktu.

 

Bacaklarımdaki güç aniden çekildi.

 

Yere düşmüş, önümdeki dehşetten gözlerimi alamıyordum. İstesem de ayağa kalkacak cesareti gösteremiyordum. Yirmi metre ötemde dev gibi bir canavar duruyordu. Çok tuhaf bir görünüşe sahipti. Birden fazla hayvan birleşerek ortaya yeni bir tür çıkarmış gibiydi.

 

Doğaüstü varlığın suratı aslanı andırıyordu. Buna rağmen yarım metre uzunluğundaki boynuzlarını es geçemiyordum. Kafasındaki boynuzların normalde bir keçiye ait olması gerekirdi. Kaslı vücudu, iki çeşit bacağıyla heybetli bir duruş sergiliyordu. Kuyruğu bir yılana aitti! Yılanın kendine ait bir zekâsı olduğu dikkat edilince fark ediliyordu. Düşmanını ısırmak için süs gibi davranacak kadar sinsiydi. Siyah renkli yılan bronz tonlarında kürkleri olan canavarla uyumlu hareket ediyordu.

 

"Roarrrr!!!!"

 

Hayvan kükreyerek güçlü bir rüzgâr dalgası yarattı. Köküne tutunamayan ağaçlar üzerlerine çarpan rüzgarın darbesiyle köklerinden kopmuş, önlerine çıkan diğer ağaçlara çarpıp onları da devirmişti. Verdiği baskı insanın kaçıp gitmesi için yeterliydi. Hele de kırmızı, öfkeye bürünmüş yuvarlak gözlerdeki öldürme niyeti insanın kanını donduruyordu. Kıpırdayamıyordum. Korkudan tir tir titriyordum.

 

O büyülü bir yaratıktı.

 

İçlerinden birini kanlı canlı göreceğim aklımın ucundan geçmezdi.

 

Şu saatten sonra şaşırmam dedikçe talihim köşeden kıs kıs gülüyormuş gibi hissediyordum. Türünü bilmediğim canavarın karşısında genç bir adam duruyordu. Lacivert rengindeki saçlarını ensesinde bağlamıştı. Bağlanılmayacak denli kısa tutamlarsa yüzüne dökülmüştü. Üzerinde saçlarıyla aynı renkte giysiler vardı. Kıyafetlerinin kalitesine bakılırsa bayağı zengindi de. Parlak, gümüş bir zırh takıyordu. İrisleri canavarın gözlerini andırırcasına kırmızıydı. Aradaki tek fark tonlarıydı. Canavarın gözleri soluk bir kırmızıyken adamınkiler çay rengini andırıyordu.

 

Elinde yakut renginde uzun bir mızrak tutuyordu. Mızrağın yüzeyi sarmal motiflerle oyularak yontulmuştu. Mızrak başı gece gündüz keskinleştirilmişti belli ki. Bileylenmiş ucu soğuk bir metal ışıltısına sahipti. Uzun boylu ve kaslıydı yine de ne kadar güçlü olursa olsun yaratığın yanında ancak sinek ısırığı olabilirdi.

 

Küçük efendilerin aldıkları eğitimi test etmek için düellolara katıldığını dedikodulardan duymuştum. O ise rakip olarak çok yanlış kişiyi seçmişti belli ki. Demin ki kükreyiş yalnızca bir uyarıydı. Gerçi zırhlı adam pekte aldırış etmiş gibi durmuyordu. Hala kaçmadığına göre ya canına susamıştı ya da canavarı yenebileceğini düşünecek kadar kibirliydi. Yaratık uyarısının görmezden gelindiğini anlayınca büyük burun deliklerinden öfkesini saldı.

 

Toynağını yere sürtmeye başladığında genç adama saldıracağını anlamıştım. Kafasını eğdi, boynuzlarıyla düşmanını hedefleyip yerinden fırladı.

 

"Kaç!"

 

Korkuyla karışık uyarımı işiten adam afallayarak bana baktı. Nerede olduğumu anında bulmuştu. 'Şimdi beni izlemenin zamanımı! Önüne bak, önüne! Keçi şişi olacaksın!' Diye bağırmak istesem de olayın heyecanına kapılarak çıkardığım sesim bir yerlere kaçmıştı.

 

Üzerime merakla attığı ufak bakıştan sonra dikkatini canavara verdi. Uyarım onun için önemsizdi. Harelerindeki küçümsemeyi gizlemiyordu. Resmen canavar dengi değilmiş gibi bakıyordu. O şey üç metreydi! Üç metre!

 

Canavar şok olacağım bir hızla ilerlerken adam elindeki mızrağı çevresinde ustalıkla döndürüp sivri ucunu canavara yöneltti. Donakalmıştım. Ölecekti! Aptallığı canına mâl olacaktı. Yaratığın gözü dönmüştü, adamı çiğneyip geçecekken daha fazla bakamadım. Ellerimi yüzüme kapattım. Bir insanın ölümüne şahit olamazdım. Hele de korkunç bir canavarın toynakları altında kıymaya çevrilecekse.

 

Kopan curcuna kulağıma dolunca gözlerimden yaşlar boşaldı. Ölmüştü... Ölmüştü işte. Muhtemelen yakınlarda bu civarı bilen tek kişinin ölümüne göz göre göre izin vermiştim. Çaresiz kalmış, yardım edememiştim.

 

Her şey buraya kadarmış.

 

Adama kaçmasını söylediğim de canavar başka birinin daha yakınlarda olduğunu anlamıştır. Beni arayacak, eninde sonunda bulacaktı. Sonrası malumdu. Sarsıla sarsıla ağlıyordum. Sanırım sinir boşalması yaşıyordum. Su Tanrısına kurban edilen gelinlerin refah içinde yaşadığı yalandı! Köylüler adakların Su Tanrısının yanında mutlu olduğunu sanırken aslında her biri ölüm çeşitleriyle yüzleşiyordu. İçlerinden hangisi gönderildiği Tanrıyla tanışabilmişti?

 

"Hey! Niye ağlıyorsun?" Pat diye gelen soruyla çığlık atıp ellerimi yüzümden çektim. Birkaç adım geride çömelmiş meraklı gözler yüzümü inceliyordu. Kılımı kıpırdatmaya çekiniyordum. Hayal falan mı görüyordum? Koluma çimdik atınca acıyla yüzümü buruşturdum. Gerçekti!

 

Ayaklarımı sürüyerek hızlıca ondan uzaklaştım.

 

"S… Sen nasıl?" Diye saçmalasam da cevap vermesini beklemeden leylaklarımı açık alana çevirdim. Canavarın yerde; gövdesinin bir yanda, başının bir yanda olduğunu görünce bocaladım.

 

"Hım? Sen hangi köyden geliyorsun? Yasak bölgede ne işin var?"

 

Üslubundaki hoşnutsuzluk aramızdaki gerilimi arttırmıştı. Neden bahsediyordu? Yasaklı? Neresi? Aklıma gelen fikirle birlikte heyecanla atıldım.

 

"Beyefendi nerede olduğumuzu biliyor musunuz?"

 

Coşkuyla sorduğum soru karşısında genç adam hafiften kaşlarını çattı. "Buralı değil misin?" Tereddüt ettim. Ona doğruyu mu söylemeliyim? Dilim kararsızlıkla düğümlenmişti. Yalan söylediğimi çakarsa canavar gibi lime lime edilebilirdim. Hayır, buradan olmadığım barizdi. Üstelik nerede olduğumu bilmediğimi ifşa etmiştim.

 

Başımı olumsuzca salladım. “Hangi ülke veya şehirde olduğumu bile bilmiyorum. Burası Kibele köyü olamaz değil mi?"

 

Söylediklerimden sonra adamın çatılı kaşları derinleşti. En sonunda korkutucu bir görüntü oluşturdu. Bana sertçe bakarken gözlerinde parlayan tehlikeli ışık hiçte emniyette olmadığımı söylüyordu. "Casus musun? Söyle! Hangi Tanrının hizmetkârısın? Toprak? Hava? Su? Yoksa Ateş mi!"

 

Yırtıcı bakışları, gırtlağında beliren yeşil damarlarla feci halde kızgın görünüyordu. Sakin görüntüsüne kanmamalıydım. Yaptığı şeye inanmakta hala güçlük çeksem de canavarı yara almadan iki parçaya ayırmış biriydi sonuçta.

 

Konuşarak bir yere varamayacağını anlayınca elini irademi kırmak amacıyla boğazıma doğru götürdü.

 

Korkuyla bağırdım. "Hayır! Dokunma bana!"

 

Çığlık atışım alnımda sıcak bir nokta oluşturmuştu. Asılsızca suçlandığım yetmiyormuşçasına hayatımla sınanıyordum. Alışkanlık olmaya başlamıştı artık bu durum. Anbean kuvvetlenen ısının anormal olduğunu fark edemiyordum. Korkuyla bana vurmasını, en kötüsü boğazımdan tutup sürükleyerek canavarın leşine götürmesini bekliyordum. Belki orada bitirmek isterdi işimi. Saniyeler dakikalara evrilirken o kısacık sürede kafamda yüzlerce cinayet öyküsü yazmıştım.

 

Onun ise feleği şaşmış bir şekilde bana uzanan eli havada donup kalmıştı.

 

"Sen gelin misin?"

 

Adamın sorusu başımdan aşağıya buz dolu koca bir kova soğuk su dökmüştü. Nasıl bilebilirdi? Havada asılı kalan elini indirerek beni daha dikkatli inceledi. Duvağım uyandığım suyun içinde bir yerlerde sırra kadem bassa da üzerimdeki elbisenin şatafatı gelinlikle mukayese edilebilirdi.

 

"Bu nişan... Hayır, hata yok. Sen bir gelinsin."

 

Neden bahsediyor?

 

"Nişan mı?" Çekinerek sorduğumda parmağıyla yüzümde bir yeri işaret etti. "Alnında ki sembol açıkça bunu kanıtlıyor." Gösterdiği yere dokunsam da hiçbir şey göremediğimden yanıldığını savunamadım. Beni uçurumdan atmadan önce kâhin örtünün altından elini sokarak alnıma, vücudumda açık kalan bölgelere bir şeyler çizmişti.

 

Çenesini tereddütte kalmışçasına kaşıdı. "Gelin olman aklandığın anlamına gelmez. Hala düşman olma olasılığın yüksek." Kendi kendine mırıldanıp karara vardı. Burada yokmuşum gibi davranıyordu resmen.

 

"Konuş bakalım gelin hanım. Hangi Tanrı için sunuldun?" Bakışları o kadar güçlüydü ki cisimleşebilirdi. Yalan söylediğim anda görecekti. Sakinleşmeye çalışarak içinde bulunduğum durumu değerlendirdim. Dediğine göre bu orman içine girmesi yasaklanmış bölgelerden biriydi ve bir Tanrının korumasındaydı. Bu da demek oluyor ki o Tanrılardan birine hizmet ediyordu.

 

Gelin olduğum ortaya çıktığı için hangi Tanrıya sunulduğumu merak ediyor olması doğaldı. Eğer onun Tanrısının değil de başka bir Tanrının adı söylersem beni öldürecekti. İnsanlar gibi Tanrılar da birbirlerine düşmandı. Topraklarını muhafaza ettiklerinden çekişip durmaları garipsenemezdi. Özetle yapılan ihlalleri hoş karşılamayacaklardı.

 

Seçeneğim yoktu. Su Tanrısından başka bir Tanrının adını söylesem bile cevap Su Tanrısı olabilirdi. Gönderildiğim ülkenin doğru olmasını diledim. Bu adam cevap almadan gitmeyecekti. Yanlışlıkla farklı bir yere yollandıysam son duamı etmeye başlamalıydım.

 

Lütfen, bari bu işi düzgün yapmış olun!

 

"Su Tanrısı."

 

Sesim cılız çıksa da aldığı yanıtla birkaç saniye dik dik suratıma baktı. Sanırım doğru söyleyip söylemediğimi anlamaya çalışıyordu. Ya da beni kalp krizinden falan öldürmeyi amaçlıyor da olabilirdi, bilemiyorum. Yüzünde mimik oynamadığı için katledileceğimi düşünmeme ramak kala güldü. Evet. Evet. Gerçekten gülmeye başladı. Hatta kahkaha atıyor bile diyebilirdim. Öyle bir gülüyordu ki ağzım beş karış açık biçimde kitlenmiş onu izliyordum.

 

"Ahahahah demek tahminlerim doğruydu! Ahahahah bunu öğrendikten sonra yüzündeki ifadeyi görmeyi çok istiyorum ahahahaha!!"

 

Sevinmiş miydi? Gülüyor olması yaşayacağım anlamına gelirdi değil mi? Kurtulmuştum. Rahat bir nefes aldım. Omuzlarına yatırdığı mızrağa kollarını asarak düşmesini engelledi. Küçük bir çocuğun haylazlığı oturdu ifadesine.

 

Sırıttı.

 

"Bu iş ilginç olacak."

 

 

İlerleyen saatler akşamın soğuğunu iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Düşen sıcaklıktan korunmak için kollarımı gövdeme sarmıştım. Bacaklarımı kendime doğru çektim. "Ateşe biraz daha yaklaş. Bu gece hava tahmin ettiğimden daha soğuk olacak." Elbisem kurumuş, hafifçe nemli kalmıştı. Ormanın içerisinde olduğumuzdan yakacak malzeme boldu. Yaptığı sorgulamayı başarıyla atlatınca sıktığım kaslarım kendiliğinden gevşemişti. Uyandığımdan beri bir şeylerin peşinde koşturup hayatta kalmak için savaşmıştım. Hal böyle olunca bir anda çözünen kaslarım uzun süre kasılmaktan ağrımıştı.

 

İç çamaşırlarıma dek ıslak olduğumdan stresten ertelediğim üşümede girdiği kuytudan çıkmıştı. Yaz aylarında olsak da burada akşamları serin oluyordu belli ki. Karşısında enik gibi titreyince sorunun ne olduğunu kısa sürede anlayıp beklenmedik bir naziklik göstererek ateş yakmıştı. Ben bir ucunda, o bir ucunda oturuyordu. Arada çaktırmadan onu gözlemliyordum. Yaptıklarından sonra yanında gardımı düşüremezdim. Gerçekten bu adama güvenmekle iyimi ediyorum diye düşünmeden edemiyordum. Yaklaşık yarım saat önce beni öldüreceğinden eminken şu anda hiçte boğazıma sarılmaya kalkan adammış gibi değildi tavırları.

 

"Gelin hanım bana böyle kaçamak bakışlar atmayı sürdürürsen kellem yakında uçar." İma ettiği şeyi anlayınca başımı diğer tarafa çevirdim. "Eğer senden etkilendiğimi falan düşünüyorsan avucunu yalarsın." Homurdandığımda kıkırtısı tekrar ona dönmemi sağladı.

 

"Kafamı gövdemin üzerindeyken seviyorum. Hem sana öyle bir ithamda bulunmam sadece şaka yapıyordum." Deyince sessiz kaldım. O da üstelemeden yaptığı işe geri döndü. Eline aldığı lop eti, ucunu daha önceden sivrilttiği odun parçasına geçirerek ateşin üzerinde pişmeye bıraktı ardından diğer ete geçti. Yanında birincisi gibi dört lop et daha vardı. Etleri nereden aldığı aklıma gelince midem çalkalandı. Resmen öldürdüğü canavarın etini mızrağı yardımıyla deşip bölüm bölüm ayırmış ve yemek için hazırlamıştı!

 

"Kibele… Geldim dediğin yerin adı buydu değil mi?"

 

Teyit etmek veya sohbet başlatmak için sorduğu soru köyün burnumda tütmesini sağladı. Belki de hala benden şüpheleniyordu. İç çektim. Ne kadar kötü anım olursa olsun orayı seviyordum. Kollarımı dizlerime koyup üzerine çenemi yasladım. Artık o kadar üşümüyordum. Alevlerin üzerinde uçuşan kıvılcımları seyre daldım.

 

"Evet."

 

"Neden seni Su Tanrısı için kurban ettiler?"

 

Bu denli irdeliyor olması ona güvenip güvenemeyeceğim konusundaki kararsızlığımı tekrar önüme sürdü. Hakkında yanılıyorsam ağzımdan laf alıp köyümü yerle bir edebilirdi. Cevap vermeyince bana baktı. Leylaklarımda ki tereddüdü tanıyıp tebessüm etti.

 

"Sana asla zarar vermem."

 

"Az evvel beni öldürmeye kalktın." Mesafeli bir sesle yaptıklarını yüzüne vursam da gülümsemesi bozulmadı, daha çok sırıttı. Hazır cevaplı olmamdan eğleniyor mu ne?

 

"O sayılmaz, senin casus olduğunu sanıyordum. Geldiğin yerde nasıl yetiştin bilmem ama burası farklı."

 

"Su Tanrısına mı hizmet ediyorsun?"

 

Başını sallayıp onayladı. "Su Tanrısının topraklarında yer alan bölgelerden birindeyiz. Bende Su Tanrısının elit askerlerindenim." Arkasında yatan ölü canavarı mızrağıyla gösterip konuşmasına devam etti. "Buraya canavar için geldim. Ormana yakınlarında Sumi adında bir köy var. Canavar köye saldırıp insanları yemiş. Saraydan yardım istediklerinden görev için gönüllü oldum." Doğruyu söylüyor gibiydi.

 

"Askersin yani?" Anlattığı olayda inandırıcı gelmeyen tek kısım burasıydı. Sıradan askerler ne zamandan beri vahşi bir yaratığı tek hamlede alt ediyordu?

 

"Bir kişilik ordu anlamına gelen Unus Exercitus birliğindenim. Bu topluluktakiler Su Tanrısının bizzat seçip onay verdiği kişilerden oluşur. Anlayacağın elini kolunu sallayan herkes bu zümreye katılamaz, önce layık olman gerekir. Senin de gördüğün üzere normal askerlerden kat kat üstünüz."

 

Su Tanrısının bizzat seçtiği kişiler.

 

Pohpohlanmasını göz ardı edip tekrar arkasındaki canavara baktım. Ölmüş olmasına rağmen hala korkutucuydu. Köyümdeyken şanslıysak yılda bir, iki kere canavar saldırısına uğrardık. Bazen bu sayının üçe, dörde katlandığı da olurdu. O vakitlerde reisin beraberinde giden erkeklerin çoğu ölü, şanslılarsa yaralı dönerlerdi. Bu tarz durumlara alışık olduğumu zannederken yanılmışım. Yirmi bir yıllık hayatım boyunca böyle bir yaratıkla ilk kez karşılaşıyordum. Gördüklerim onun yanında evcil hayvan gibi kalıyordu.

 

"Öldürdüğün şeyin bir ismi var mı?"

 

"Chimera. Ona Typhoeus ve Echidna hayat vermiştir. Vücudunun ön tarafı aslan, orta kısmı keçi ve bir yılan kuyruğundan oluşuyor; ağzından alev üfler."

 

Öğrendiğim bilgiyle dehşete düştüm.

 

"Tanrılar. O bir Tanrı çocuğu mu?"

 

"Evet. Tanrılar akıl almaz şeyler yaparlar. Birbirlerine kin güderler ve bazen sadakatsiz kocalarının başkalarından olan çocuklarını lanetleyerek böyle türler ortaya çıkarırlar." Bıkkınlıkla nefesini üfürdü. "Sonrada canavarlara ilgilerini kaybedip yaptığı katliamlara izin verirler."

 

Aklına bir şey takılmışçasına gözlerini kısıp eliyle çenesini okşadı. “Gerçi Chimeranın annesinin ve babasının da canavar olduğunu göz önüne alırsak intikam yüzünden bu görünüşü aldığını söyleyebilir miyiz ki?”

 

Kurcaladığın yer cidden burası mı?

 

Uçuk fikirler üretmeyi bırakması için "Demek Tanrılar böyle şeylerde yapabiliyor." dedim.

 

"Evet. Gerçi onlara ne kadar Tanrı denir tartışılır. Zayıf olmalarına rağmen esas Tanrılara iş çıkarmaları gerçekten sinir bozucu."

 

Son sözlerinden sonra hala adını bilmediğim adam pişmiş olduğunu tahmin ettiğim etlerden birinin çubuğundan tutarak yanıma geldi ve bana uzattı. Teklifine şaşırsam da etin kaynağının hemen arkamızda olduğunu düşününce yüzüm anında yeşile döndü.

 

"Merak etme tadı geldiği yer kadar kötü değil. Lezzetli olduğuna kefilim." İsteksizce eti aldım. Her gün Chimera eti yiyormuş gibi konuşuyordu. Üstünden tüten dumanın kokusu ağzımı sulandırmıştı. Midem guruldadı, açtım. Ben ete garip bakışlar atarken o yerine dönüp pişmiş etlerden birini kaptığı gibi yemeğe koyuldu. Direkt giriştiğinden ısırıklarını ağzında hohlayarak soğutmaya çalışıyordu.

 

İştahla yiyişine son kez bakıp kendi etime döndüm. Birini yemek yerken dikizlemek kabalıktı.

 

Parmaklarımı yaka yaka etten bir parça koparıp ağzıma attım. Çekinerek birkaç kere çiğnedim. İğrenç bir tat almayı beklerken et ağzımda yumuşak bir şekilde dağıldı. Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Hafifçe mayhoş olsa da sulu ve lezzetliydi. Tadı kaz etini andırıyordu.

 

"Beğendin." Haklı çıktığı için bilmişlik taslıyordu. Umursamayıp eti yemeye devam ettim. Ben bir çubukla tıka basa doyarken o geriye kalan dört lop eti de zorlanmadan midesine indirmişti. Korkunç bir açlığı vardı!

 

Yağlı ellerimle kalakalmıştım. Nasıl temizlenecektim? Önümde beliren deri matarayı görünce tepemde dikilen adama baktım. Ne ara oturduğu yerden kalkıp yanıma gelmişti?

 

"Ellerini yıka. İçmek için ayırmayı da unutma, susamış olmalısın." Tüm bu incelik sahte olamazdı değil mi? Matarayı alıp mırıldanarak teşekkür ettim. Dört, beş yudum içip kurumuş boğazımı ıslattım ardından da ellerimi temizledim.

 

"Ben sabaha kadar nöbet tutacağım. Uyumak istersen keyfine bak."

 

"Sonra?"

 

"Anlamadım?"

 

"Sonra ne olacak? Yani sabah olduğunda?"

 

"Sen Su Tanrısının gelinisin. Tabi ki seni ona götüreceğim, sağ salim."

 

Beni Tanrısına götüreceğini söylediğinde içimde beliren huzursuzluğu çaktırmamaya çalışıp boş bakışlarımı çimenlere diktim. Ona güvenmeyi deneyecektim. "Köyüm ağır bir kuraklık geçirdi." Hikâyemi anlatacağımı idrak ettiğinde afallasa da sessiz kaldı. Bana adı hariç her şeyi söylemişti. Saraya ulaşana kadar berabersek benimde dürüst olmam gerekiyordu.

 

"Köyümüzde yaşayan Kâhin kuraklığın Su Tanrısının bize olan öfkesinden meydana geldiğini iddia etti. Eğer Tanrıya onu memnun edecek kurban bir gelin adarsak tekrar yağmur yağacakmış bu yüzden seçildim."

 

Aithra hanımımı, yaptığımız planı kendime saklamıştım. Hem gerçeği yüzeysel bir şekilde anlatsam da yalan söylemiyordum sonuçta.

 

"Kaldera." dediğinde başımı kaldırdım. Belli ki yaşadıklarım hakkında daha fazla konuşmayacaktık. Muhtemelen gelin olarak kurban verilmemin yeterince kötü olduğunu düşünüyordu.

 

Haklıydı da.

 

"Su Tanrısının yönettiği ülkenin adı bu. Chimera gibi hatta ondan da tehlikeli bir sürü canavarın evi olan bu ormanın ismiyse Gordion. Su Tanrısı elit askerden başka kimsenin buradan canlı çıkamayacağını bildiği için ormana girişi yasakladı."

 

Çok yerinde bir önlemdi. İnsanlar için ormanın ne kadar korkunç olduğuna bizzat şahitlik etmiştim.

 

"Benim adım ise Towa. Ya senin ki?"

 

"Mana."

 

Sağ elini kalbinin üstüne koyarak hafifçe eğilip geleneksel selamı verdi. “Sen artık Su Tanrısının eşi; benim ise hem kız kardeşim hem de hanım efendimsin. Bir sıkıntın olduğunda ya da dertleşmek istediğinde, ne için olduğu fark etmez bana gelmekten çekinme.”

 

Gülümsedi. “Kalderaya hoş geldin Mana.”

 

 

Bir sonraki bölümde görüşmek üzereee <3

 

Loading...
0%