Yeni Üyelik
6.
Bölüm

BÖLÜM 6: "GOBLİNLER"

@endless_q

▏₰ Mana

Hemen tepemizde olan güneş havayı yakıp kavururken yürümek gitgide zorlaşıyordu. Dün akşamki soğuğu özlemiş olmamayı dilerdim. Kendi ağırlığım yetmiyormuşçasına üzerimde iki ton hissettiren elbiseyi de taşımaya çalışıyordum. Boğazım kurumuş, susuzluktan dilim damağıma yapışacak raddeye gelmişti. Sıcaktan mayıştığım için yanlışlıkla elbisenin eteğine basarak öne doğru tökezledim. Az kalsın yüz üstü yere kapaklanıyordum. Sıcaktan pişen beynim ani gelişen panik duygusuyla silkelenerek kendine gelince kafamı kaldırarak önümde yürümeye devam eden adama baktım.

Omzundaki mızrağın üzerine vuran güneş ışıkları silahın sapını yakut gibi parlattığından insanın gözünü alıyordu. Bu parıltıya daha fazla dayanamadığımdan elimi gözüme siper ettim.

Benim aksime hiçte yorulmuşa benzemiyordu. Halbuki uzun süredir yürüyorduk. İçimden bir ses dayanıklılığının askeri eğitimin getirisi olduğunu söylüyordu. Zaman kavramını kaybettiğim için günün hangi saatlerinde olduğumuz muammaydı. Yine de hemen tepemizde dikilen güneş öğle vaktini geçirmediğimizi söylüyordu.

Yola şafakta koyulmamıza rağmen ormandan çıkmayı başaramamıştık. Üstelik etraftaki ağaçların sıklığı daha da derinlere iniyormuşuz gibi sürekli artıyordu. Etrafı izlemeyi bırakıp bakışlarımı tekrar Towa’ya çevirdim. Çalılardan topladığı meyvelerle yaptığımız ufak kahvaltıdan beri sessizliğini korumuş, dün akşama kıyasla benimle sadece ihtiyaç duyduğunda iki kelime etmişti. Tanımadığım bir adamın arkasından peşi sıra sürükleniyor ve beni kaderime götürmesini bekliyordum.

Umarım hata yapmıyorumdur.

Ormanın içinde yankılanan kükremeyle irkildim. Etrafımda dönerek sesin nereden geldiğini anlamaya çalışırken kükreyen vahşi hayvan tarafından avlanan zavallı hayvanın boğuşurken çıkardığı bağırtıları da duyabiliyordum. Gececiler uyurken gündüzcüler şu saatlerde avlanmaya çıkmıştı. Aslında yola çıktığımızdan beri sık sık bu tarz bağırtılara maruz kaldığımızdan alıştığımı düşünmüştüm, yanılmışım. Gelirken boynuzlarını birbirine vurarak kavga eden iki geyik bile görmüştük. Hayatta kalma mücadelesi verilen en tehlikeli yerlerden biri de ormandır. Ve biz bu ormanların birinin içinde elimizi kolumuzu sallayarak geziyorduk.

Chimera gibi bir tanesiyle daha rastlaşırız diye ecel teri döküyordum.

Yanımdan yöremden bir şey çıkar diye etrafı kolaçan etmeye o kadar çok yoğunlaşmıştım ki önümdeki taşı görememiş, takılmıştım. Şansım ilkinde olduğu kadar yaver gitmediğinden dengemi zamanında kuramamıştım. İstemsizce bağırdığımda koluma sarılan parmaklar tarafından çekilmiş ve yere yapışmam son anda engellemişti.

"Dikkat et."

Doğrulmama yardım ettikten sonra parmakları ateşe dokunuyormuşçasına hızla geri çekilmişti. Evli bir kadına öylece dokunmazdı, üstelik ben sıradan bir kadın da değildim. Efendisinin eşiydim.

Önden gittiği halde düştüğümü nasıl anlayıp da bu kadar hızlı tepki vermişti? Bir anda yanımda belirmişti sanki.

"Teşekkür ederim."

Tebessüm edip ardından göz kırptı. Yaptığı harekete ufakta olsa şaşırmıştım. Davranışları zannettiğim kadar ölçülü değilmiş demek ki. Aramıza çizdiği mesafeyi haylazlığıyla kapatıyordu. Onu tanıdıkça karakterini de yavaş yavaş çözüyordum.

Towa elbiseme üstün körü bir bakış atıp ardından gözlerini farklı bir yöne çevirdi. Kafasını kaşırken yüzünde mahcup bir ifade vardı.

"Kusura bakma, senin normal bir insan olduğunu unutup fazla yüklendim. Saatlerdir yürüyoruz ve benim aklıma yorulmuş olma ihtimalin gelmedi bile. Benim gibi bir centilmenin yapmaması gereken bir hata yaptım."

Aynı cümlede kendini gömüp aynı zamanda yücelten biriydi. Yanar dönerli karakteri elimde olmadan kıkırdama mı sağladı. "Evet. Senin centilmen tarafına büyük bir hakaret bu." Söylediklerime şaşırsa da sonradan o da gülmeye başlamıştı. İçinde bulunduğumuz durum tuhafıma gitse de kötü hissettiriyor diyemezdim. Artık yanında daha az yabancılık çekiyordum.

"Biraz dinlenelim. Uzun olmasa da daha gidecek yolumuz var." Sıkıntılı bir tavır takınıyordu, bir şeyden rahatsız gibiydi. "Bir sorun mu var?" Dayanamayıp sorduğumda Towa konuşmayıp avucunu uzattı. Ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışırken elinin üstünde katlanmış kıyafetler yoktan var olmuşçasına belirdi.

Büyü? Towa büyü yapabiliyor muydu?

Korkuyla geri çekildim. İstem dışı verdiğim tepkiye 'Pufftt!' diye bir ses çıkararak gülmeye başladı. Gülüşü iyice sinirimi bozduğundan az önceki korkumu tamamen bana unutturmuştu.

Kaşlarımı çattım, benimle alay ediyordu.

"Kusura bakma, ahahaha! Sadece yüzündeki o ifade... Lanet olsun bu çok iyiydi!" Nefeslenmek için kullanacağı aralıkları bana açıklama yaparak çarçur ettiğinden saniyeler içerisinde soluksuz kalmıştı.

İki kere yalandan öksürüp toparlandı. "Ahh Su Tanrısının gelinine bu şekilde davranmak... Gerçekten yapmamam gereken şeyleri bana yaptırıyorsun."

Hah! Sanki ben dedim ona karnın ağrıyana kadar gül diye.

"Bu kadar komik olan şey ne?"

Gözlerimi kısıp bozulmuş bir ifadeyle ona baktığımda tedirgince yerinde kıpırdandı. Sert duruşumu bu sefer çocuksu yanıyla yatıştıramayacaktı.

"Elimden çıkan kıyafetleri görünce büyü yaptığımı sanıp korktun değil mi?"

Kabul etmek utanç verici olduğundan sessiz kalma hakkımı kullandım.

"Sessizliğini evet olarak varsayıyorum. Her neyse, büyü yaptığımı düşünüp korktuğun için sana gülmedim. Sana gülmemin sebebi suratında beliren o kararsızlık! Bir yanın kaçıp benden uzaklara gitmek isterken diğeri kalıp yüzleşmek istiyordu. Bu da karmaşık bir ifade sergilemene neden oldu.”

Yavru köpek bakışlarıyla af dilendi. “Ne yapacağını bilemez tavrın elimde olmadan kendimi kaybetme mi sağladı. Bugün sınırı fazlasıyla aştım. Lütfen, kabalığımı bağışla."

Hiçte pişman görünmüyordu. Homurdandım. Benim yerimde başkası olsaydı panikleyip çoktan ona büyücü damgası yapıştırmıştı bile. Sonra da çıldırır, yardım istemek için ortalığı birbirine katardı. Küçük bir tepkiyle kaldığım için şükretmeliydi. Büyü içeren her şey ve herkesten uzak durulması gerekti öğüdüyle yetiştirilmiştim. Kötü bir büyücünün nefretini kazanan kişiler hayatları boyunca zulüm görüp en sonunda da delirirdi.

"Büyü yapmadıysan kıyafetler nereden geldi?" Gökten düşmemişti ya. Diğer konunun kapandığını ve affedildiğini anlayan Towa gülümseyerek açıklamaya koyuldu.

Elini uzattı. "Parmağımdaki yüzüğü görüyor musun?"

İşaret parmağındaki gümüş yüzüğe dikkatlice baktım. Kalın halkalı yüzüğün ortasına yuvarlak, kırmızı bir taş konulmuştu. Yüzüğün boş kalan kısımlarına kabartmalardan motifler yapılmıştı. Son olarak ‘Ben pahalıyım!’ diye bağırıyordu.

"Bu bir uzay-boşluk yüzüğü."

"Uzay-boşluk yüzüğü mü?"

"Evet, yüzüklerin içlerinde büyüyle oluşturulmuş odalar var. Bu odaların içine alabileceği kadar eşya yerleştirebilirsin. Bu tür eşyalar bizim gibi sık seyahat eden kişiler için can kurtaran nesneler arasında. Gerçi elde etmesi epey maliyetli. Yüzükler Kaldera içinde bile az bulunuyor."

Demek büyülü eşyalara herkesin kolayca ulaşabildiği bir ülkeydi burası. Şimdi aklıma gelmişti de dünden beri yanında çanta falan görmemiştim. Merak ettiğim soruların cevaplarını alınca gözlerim elinde tuttuğu kıyafetlere kaydı.

"Peki bunlar ne için?"

"Üzerindekilerle yürümek zor oluyordur. Aslında daha önce verecektim ama bendeki kıyafetler erkekler için olduğundan istemezsin sandım. Dene istersen, belki rahat edersin."

Minik bir tebessümü dudaklarıma yaydığım gibi geri çekerek elinde tuttuğu kıyafetleri hışımla çekip aldım. Arkamı dönerek bunları giyebileceğim bir yer aramaya başladım. "Yola çıkar çıkmaz bunu teklif etmeliydin! Senin yüzünden kaç kilo kaybettiğimi sanıyorsun!" Tamamen yalandan bir kızgınlıkla söyleniyordum.

Beni düşünmesine sevinmiştim.

Gözüme çarpan yerle "Gidip üstümü değiştireceğim burada bekle." diyerek adımlarımı hızlandırdım. Beni dürtüp duran merakım baskın çıkınca çaktırmadan Towa’ya baktım. Şaşkınlık içerisindeydi. Benden böyle bir tepki beklemediği açıktı. Yanından iyice uzaklaşınca kulağıma dolan kahkaha seslerinden dolayı olsa gerek sırıtmadan edemedim.

Sık çalılıkların arkasına geçip etrafımı ne olur ne olmaz diye tekrar kontrol ettikten sonra üstümdeki iki parça gelinliğin önce eteğinden kurtuldum. Üstü direkt geçirmeli olduğundan kafamdan kolayca çıkarabilmiştim. Towanın verdiği kıyafet yığınını karıştırdım. Bulduğum gömleği ve pantolonu üzerime geçirdim. Gömlek bir erkeğe göre dikildiğinden göğüs bölgesi dar gelmişti. Aynı şekilde pantolonun belide boldu.

Paçalarımı ve gömleğin kollarını birkaç kere katlayarak kıvırdım. Bulduğum kemerle birlikte zaferle sırıtıp belime geçirdim. Şimdi daha iyiydi. Bozulmuş topumuzu açarak saçlarımı serbest bıraktım.

Kalan kıyafetleri almak için yere eğilmişken işittiğim çıtırtıyla dona kaldım. Arkamda biri ya da bir şey vardı. Ormanda olduğumuz için yere çok sayıda dal parçası ve kuruyup düşen yapraklar dökülmüştü. Ezildiklerindeyse şu anda olduğu gibi ses çıkartıyorlardı.

C… Canavar mı?

Yoksa avlanan yaratıklardan birine mi denk gelmiştim? Hayır. Hayır. Hemen telaşa kapılma Mana! Sonuçta ormanın içindeyiz. Küçük bir hayvanda olabilir. Bu fikir biraz daha sağlıklı düşünmemi sağladığından sakinleşmiştim. Ürkütmemek için sesin geldiği tarafa doğru çok yavaş bir şekilde döndüm.

Hızlı hamleler vahşi hayvanları savunmaya iterek saldırmaya teşvik ederdi.

Ağaç dalına basan şey görüş alanıma girince başımın belada olduğunu o dakikada anlamıştım. Ağzımı çığlık atmak için açtığım sırada boynumda hissettiğim batmayla birlikte görüşüm bulanıklaştı.

Bilincim karardığında külçe gibi olduğum yere yığıldım.

Bedenim sarsılıyor ve birden fazla ayak sesi duyuyordum.

Bilincim tam olarak yerine gelmediğinden neler olup bittiğini anlayamıyordum. Gözlerimi açmak ve bu sarsıntıya neyin sebep olduğuna bakmak istesem de biri sanki kirpik diplerime bir daha açılmamaları için zamk sürmüştü. Göz kapaklarımı aralamaya çalışırken daha önce hiç bu kadar güçlük çektiğimi hatırlamıyordum. Şimdiyse bunu yapmak demiri insan gücüyle bükmeye çalışmaktan farksızdı.

Yere gülle misali atılan ağır adımlar toprağı inletiyordu.

Üzerimdeki halsizliğin beni bayıltmak için kullandıkları karışımdan kaynaklandığını biliyordum. Parmaklarımdan başka bir yerimi hareket ettiremiyordum. Karışımın etkisinin geçmesinin zaman alacağı aşikardı. Lanet olsun, bir dakika sonra hayatta kalıp kalmayacağım dahi belirsizken öylece felç etkisinin geçmesini bekleyemezdim! Bütün enerjimi gözlerimi açmak için feda ederek kirpiklerimi az da olsa açmayı başarabildim.

Ani güneş ışığı derin bir sızı eşliğinde içeri dalınca göz kapaklarımı tekrar kapatmak zorunda kalmıştım. Bir süre sızının geçmesini bekledim ve bu sefer daha yavaş ve temkinle araladım kirpiklerimi. Aydınlık gökyüzü kaçırılmamın üzerinden çokta zaman geçmediğini gösteriyordu. Yatıyor olmama rağmen ilerliyor, sallanıyordum.

Bakışlarımı aşağıya çevirdim ve onları gördüm.

Beni hasırdan yapma, daha çok hastaları şifahaneye götürürken kullandıkları bir sedyeyle taşıyorlardı. Sedyenin tahtalarla sağlamlaştırılmış kollarını tahtırevan gibi omuzlarına almış belli bir düzen içerisinde yürüyorlardı.

Çalılıklar da gördüğüm yalnız değildi demek.

Beni bayıltmak için ne tür bir karışım kullandıklarını söyleyemesem de bu şey o kadar tesirliydi ki birkaç dakikalık uyanıklık azıcık kalan gücümü de sömürmüştü. Bedenim tonlarca yükün altında kalmışçasına yorgundu.

Tatlı bir uyku üstüme çöktü.

Beni nereye götürdüklerini öğrenemeden gözlerim tekrar kapandı.

Ense köküme saplanan yoğun ağrı yüzünden uyanarak gözlerimi araladım.

Başım uzun zamandır yana düşük durduğundan boynum tutulmuştu. Acıyla doğrulurken yüzümü buruşturdum. Sırtıma batıp duran sert ve kabuklu yüzeye anlam veremesem de şu anda bütün odağım ensemdeki ağrı olduğu için inleyerek boynumu ovalamak istemiş lakin ellerimi hareket ettiremediğimi fark etmiştim. O anda bileklerimi sıkıca saran kalın halatları hissetmiş ve zihnimde çakan şimşek bana olanları hatırlatmıştı.

O küçük, tuhaf yaratıklar tarafından kaçırılmıştım!

Gözlerimi açıp başımı kaldırdığım gibi bana bakan onlarca yeşil yüzü görerek irkilmiştim, bütün kabile etrafıma toplanmıştı. İçlerinden bazılarını daha önce beni kaçırırken gördüğümden olsa gerek kılıklarına alışmıştım. Eskisi kadar ürkütücü gelmiyor olsalar da ne diye ben uyanana dek başımda bekleme zahmetine girmişlerdi ki? Bağlıydım, nasıl kaçabilirdim ki?

"Uyandııı. Ke! Ke! Ke!"

Kalabalığın önünde duran bir numaralı çirkin yüzünde sevimsiz bir gülümsemeyle güldüğünde tüm tüylerim diken diken olarak havalandı. Bu canavarlarda neydi böyle?

Tenleri yeşile çalıyordu. Birçoğunun derisinde derin ve biçimsiz yara izleri vardı. Sanki etleri daha önce ezilmiş, yara eciş bücüş bir şekilde kapanmıştı. Boyları bir metreden fazla olamazdı. Gözleri bilye büyüklüğündeydi, irisleriyse dikey bir yarık şeklindeydi. Uzun ve yukarı bakan sivri kulakları vardı.

Burunlarının olması gereken yerde iki küçük delik duruyordu. Kafalarındaki saç telleri tek tük olduğundan kel sayılırlardı. Kıyafetleri hayvan postundan yapılmışa benziyordu. Normal bir ağız yapısına ve ince dudaklara sahiplerdi. Konuştuklarında ortaya çıkan dişler normalden daha kalın ve eğri büğrülerdi. Çürük olmalarından bahsetmiyorum bile!

"Hadiiii yapalımm, şimdi yapalımm. Beklemeyelim! Beklemeyelim!"

Konuşan cücenin yanındaki cüce heyecanla havaya zıplayıp duruyordu. Ağzının kenarından akan salyalar; gözlerindeki aç ifadeyle bir bana, bir yanındaki türdeşine bakıyordu. Sanırım önderleri diğerlerinden bir tık daha uzun olan önümdeki cüceydi.

"Sabırrr. Sabırrr. Önce biz konuşmak!"

Dikkatli dinlemezsem ne dediklerini anlamıyordum. Düzgün konuşamıyor, çoğu kelimenin sonunu uzatıyorlardı. Bu da anlamayı güçleştiriyordu. Lider cücenin söylediklerinden hoşnut kalmayan diğer cüce surat asarak sessiz kaldı. Lider cüce bana doğru bir adım atıp yaklaştığında başımı ondan farklı bir tarafa çevirdim.

Bu şey iğrenç kokuyordu.

"Ke! Ke! Ke! Bir gelin görmek uzun zaman olmak."

Sanırım 'Bir gelin görmeyeli uzun zaman oldu.’ diyordu. Küçük yaratık benim gelin olduğumu nereden anlamıştı? Towa’nın bahsettiği şu işaret hala kaybolmamış mıydı?

"Bir gelin diğer avlardan çok daha lezzetli ve güç vermek! Bu yüzden biz seni pişirip yemek!"

Ne? Az önce beni pişirip yiyeceklerinin haberini mi verdi bu bana! Nasılda her gün akşam yemeği oluyormuşum gibi rahat rahat konuşuyordu!

"Bu kadar konuşmak yetmek. Şimdi kazan ateşe verilmek!"

Tek taraflı sohbetten tatmin olan lider arkasındaki kalabalığa ziyafetin hazırlanması için emir verince büyük bir coşku seli meydana geldi. Orada olduğunu daha önce fark etmediğim siyah renkli bir kazanın altına döşenmiş odunlar bir meşale yardımıyla ateşe verildi. Koca kazan birden fazla kişiyi alabilecek büyükteydi. Sık sık kullandıkları için kazanın gövdesine işlenen motifler kararmıştı.

Acaba kaç insanı benim gibi kaçırıp afiyetle yemişlerdi?

Peş peşe gelen dişi cüceler nehirden doldurup getirdikleri kaplarla kazanın içini suyla doldurmaya başladılar. Galiba haşlama olarak yenilecektim… Bir grup cüce hayvan derisiyle yapıp süsledikleri davullara ellerini vurarak çalmaya başladıklarında erkek cüceler kazanın etrafında dönüp garip hareketler yaparak dans etmeye başladılar.

Yemekten önceki son kutlamayı yapıyorlardı.

Hava kararmaya yüz tutmuştu. Beş, altı saati aşkın süredir ortalarda yoktum. Towa yokluğumu fark edip beni aramaya çıkmış mıdır? Yoksa kaçtığımı düşünüp yoluna devam mı etmiştir?

Ne yapacağım?

Gözlerimi zorlayan yaşların akmaması için çaba sarf ediyordum. Korktuğumu görüp bundan haz aldıkları ihtimalini düşünmek bile beni çileden çıkartıyordu. Dişlerimi sıktım. Ne olursa olsun onlara bu zevki tattırmayacaktım! Bileklerimi bağlamak için kullandıkları ipi gevşetmek için çekiştirip dursam da ipler fazlasıyla kalın ve sıkıydı. Sürtünmeden dolayı etim parçalanıp yer yer kanamaya başlamıştı bile.

Buradan kurtuluşum yoktu.

Ne yapmaya çalıştığımı anlayan cüce lider gaddar bir sırıtmayla beni izliyordu. Akşam yemeğinin nafile çırpınışlarından zevk aldığı aşikardı. İçine düştüğüm bu lanet yerin tehlikeleri bir kere daha ayağıma çelme takmıştı. Başıma gelen her türlü bela düşünüp taşınmadan o anda ki hislerimle hareket etmem yüzündendi.

Bir saate kalmadan kazandaki su kaynamıştı. Dişi cüceler benimle birlikte pişmesi için bazı sebzeler doğrayıp kaynar suyun içine atmışlardı. Derimi parçalamak pahasına kurtulmaya çalıştığım ipi ancak bollaştırabilmiş lakin attıkları düğümü bir türlü çözememiştim. Zaten suyun kaynamasıyla birlikte bana doğru yaklaşan cücelerle geç kaldığımı anlamıştım.

Gerilerek yerimde dikleştim. Kaçmayayım diye etrafımı saran bir düzine cüceye baktım. Kazanda kaynayan suyun fokurtusu benimle alay edercesine net duyulurken içimdeki korku büyüdü.

O şeyin içine atılacaktım!

İçlerinden biri iplerimi çözerken diğerleri mızraklarını bana doğru çevirdiler. Liderleri öne çıktı. "Sen uslu olmak. Yoksa biz seni şişlemek ama bunu istememek. Çünkü yemek canlı canlı pişerek lezzetli olmak!"

Hangisi daha makul dersiniz? Şişlenmek mi yoksa canlı canlı haşlanmak mı? Tırnaklarımı avucuma batırıp derin bir nefes alıp verdim. Sakin olmam lazımdı, fırsat bulur bulmaz ormana doğru koşacaktım. Eğer saklanabilecek bir yer bulursam Towa gelenek dek hayatta kalabilirdim. İplerden hür kalınca ayağa kalkıp acıyan bileklerimi ovuşturdum. Sırtımı dürten mızrak tek bir anlama geliyordu.

‘Yürü!’

Direnmeden kazana doğru yürümeye başladım. Gözlerimi etrafta gezdirsem de bir açık bulamadım. Her yerdelerdi, ormana gidecek yönlerin çıkışlarını tuttuklarını fark edince hüsrana uğradım. Bu şekilde mi ölecektim? Hiç değilse Su Tanrısının nasıl bir şeye benzediğini görmek isterdim.

Bir tarafım bu düşünceme gözlerini devirdi.

Gerçi arkamda bıraktığım veya benim için üzülecek kimsem yoktu. Aithra hanımımın mutlu olduğunu da biliyorum. Yaşamak için bir sebebim de kalmamıştı. Pişman değildim. O halde neden ölmekten bu kadar korkuyordum?

Bir an için yürümeyi kesip durduğum için cücenin elindeki mızrak bu sefer tehdit amaçlı sırtıma dokunmamış, ucunu etimden içeriye sokmuştu. Cücenin bu hareketi beni şişlerken tereddüt etmeyeceğini dile getiriyordu.

Kanın sırtımda delinen kısımdan sızıp gömleğimi ıslatışını hissedebiliyordum.

Yürümeye devam etmezsem daha kötüsüne maruz kalacaktım.

Kazanın önüne dek geldim. Ben kazana, kazan bana bakarken kalbim ağzımda atıyordu. Sırtıma yediğim darbeyle dengemi kaybettim. Hiç beklemediğim anda kaynar suyun içini boylamıştım. Derimi haşlayıp iliklerime nüfus eden acı dalga dalga sinir uçlarımı kor gibi yakarken bir saniye sonra yakıcı hissin yavaşça kaybolmasıyla birlikte hafifçe kaşlarımı çattım. Sanki acının tesiri azalıyordu?

Kaynar suyun içindeydim. Suyun üstünden çıkan kabarcıklar yanımda patlıyor ve yerine bir yenisi ekleniyordu. Bense sıcaklığı hissetmiyordum! Yüzmek için girdiğim herhangi bir su birikintisi kadar serindi içerisi.

Cüceler, acılı haykırışlarımı görmeyi ateşli gözlerle bekliyorlardı. Çıtımı çıkarmadan kazanın içinde durduğumu fark edince şoka uğramışlardı. Kalabalığın içinde birbirlerini dürtenleri, korku dolu gözlerle bana bakanları ve çığlık atmadığım için sinirlenenleri seçebiliyordum. Şahsen benimde onlardan farkım yoktu. Akıl almaz, mucize denilebilecek bir şey yaşıyordum.

"Sen… Sen neden bağırmamak!?"

"Tanrıça? Yoksa o bir Tanrıça olmak!?"

Hepsi kendi fikrini öne sunup bir cevap arıyordu. Liderleri asık suratıyla bağırdı.

"Olmaz! Böyle olmaz! Mızraklar hazırlanmak ve kızı öldürmek!"

Suratlarındaki temkinle, acele etmeden civarımı kuşattılar. Muhtemelen cücelerden birinin attığı Tanrıça görüşü içgüdülerindeki korkuyu uyandırmıştı. Bir an için nerede olduğum aklımdan uçtu. Kaçmaya yeltendiğimdeyse kazayla dirseğimi kazanın kızgın demirine çarpmıştım. Kolumu komple uyuşturacak güçteki acı derimi kavurmuş, dağlamıştı.

"Aaahh!!!"

Attığım çığlıkla cücelerin duraksadığını gördüm. Acıdan gözlerim sulanmıştı.

"Hayır, devam etmek siz! Kızı şişlemek!"

Cücelerin tereddüt ettiklerini görünce liderlerinin öfkesi açığa çıktı. Göz aklarında yayılan kırmızı damarlar cinnet geçirmesine ramak kaldığının göstergesiydi. Emri altındakileri harekete geçiren de bu oldu zaten. Liderlerinin gazabına uğramak istemediklerinden cüceler hızlandılar. Başka çarem kalmadığından gözlerimi sıkıca kapattım ve vücudumu deşecek mızrakları bekledim.

Tamda bu sırada esen meltem burnuma kiraz çiçeği kokusunu doldurdu. Son anımda bu kokuyu duyumsamak kifayetsiz bir hüzün aşıladı bedenime. Köyümde bu ağaçlardan oluşan bir koy vardı. Çocukken bu ağaçlarda büyüyen meyveleri koparıp yer ve orada oyun oynardık.

Şimdi o zaman dönmeyi o kadar çok isterdim ki…

"Olamaz! Bu kötü büyücü olmak! O buraya gelmek!"

"Kaçmak! Herkes kaçmak!"

Ölmek üzereyken bir anda ortaya çıkan izdihamla şaşırarak gözlerimi açıp ne olduğunu anlamaya çalıştım. Cücelerin her biri bir tarafa kaçışıyordu. Gittikçe kuvvetlenen rüzgâr saçlarımı uçuşturarak görüşümü engellediğinde elimi gözlerime siper edip zar zor neler olduğunu görebildim. Sertçe esen rüzgâra kapılan binlerce kiraz çiçeği yaprağı gökyüzünde toplanıyorlardı. Ve bir çan sesi… sürekli bir çan sesi duyuluyordu.

Kocaman bir küre haline gelen kiraz çiçekleri birden patlayarak etrafa dağıldı.

İçinden biri çıkmıştı.

Havada asılı duran kadına hipnoz olmuşçasına bakakaldım.

Tanrım, bu bir büyücüydü.

Cücelerin neden feryat figan kaçtıkları şimdi anlaşılıyordu.

Büyücü kadın, balık kesim sade bir elbise giyiyordu. Üzerine geçirdiği pelerinin şapkası gözlerine dek iniyordu. Yalnızca burnuyla mora bulanmış dolgun dudaklarını görebiliyordum. Bu rengi seviyor olmalı ki; kıyafetlerinde, hatta pelerininde dahi kullanmıştı. Morun farklı tonlarından faydalandığı için üstündeki renk onu boğmamış tam aksine asil bir görünüm elde etmesini sağlamıştı.

Cüceler korkudan tir tir titriyorlardı.

"Goblin halkı! Toprakların sahibinin gereksiz yere, hele de insan ırkının kanının dökülmesini yasakladığını bilmiyor musunuz? Çiğnediğiniz yasak için cezalandırılacaksınız!"

Konuşmanın başında naifçe çıkan büyücünün sesi hüküm verirken katılaşmıştı. Bu kadın ormanın koruyucusu gibi bir şey miydi? Hayır. Birinin adına karar alıyordu. Elçi veyahut temsilciydi. Hakkında emin olduğum tek şey büyücü olduğuydu.

Yargılanmaları nihayete erdiğinde Goblinlerin bir kısmı korkudan ağlamaya başlamış, kalanlarsa mızraklarına sarılmıştı. Anlaşılan savaşmadan teslim olmayacaklardı.

"Toprakların sahibine lanet olsun! Su Tanrısına lanet olsun!"

Birlikte okudukları lanete kadın kayıtsız kaldı. Cüceler ellerindeki mızrakları büyücüye doğru fırlattılar. Görünmez bir duvara çarpıp seken silahlar hedeflerini vuramadan yere düşmüşlerdi. Kadın, cücelerin nafile didinişini izledikten sonra elini kaldırdı. Etrafında mor bir aura dalgalanmaya başlarken dudakları hızlıca hareket ediyordu.

Ne söylediğini duyamasam da büyü yaptığı ayan beyan ortadaydı.

Avuç içinde beliren mor renkli ışıklar incelip ipliklere ayrıldı. İplikler uzayarak Goblinlere atıldılar. Sayıları sayamayacağım kadar fazla olan büyülü ipler, cücelere dokundukları anda onları toza çeviriyordu. Kısa sürede yarısını öldürmüştü bile! Pelerinli tüm bu zaman boyunca kıpırdamadan Goblinlerin ölümlerini soğukkanlılıkla seyretmekle yetindi. Bu tarz bir büyü yaptıktan sonra nefes alışverişi değişmemişti bile. Çok güçlüydü.

Savaşanların yarattığı fırsatla kaçan Goblinlerinde kaderi farklı olmamıştı. Yüzlercesi birkaç dakikada temizlenmişti. İtiraf etmeliyim ki içimde onlara karşı en ufak bir acıma duygusu yer etmemişti.

Sonuncu Goblinde ölünce pelerinli kadın süzülerek aşağı inip yere ayak bastı.

Bana doğru geldiğini fark edince gerilmiştim. Eğer aranan büyücülerdense arkasında görgü tanığı bırakmak istemeyecektir.

"Sana zarar verdiler mi?"

Başımı olumsuz anlamsa sallayarak “Hayır.” dedim.

Niyetini anlayana kadar ona karşı temkinli olmalıyım.

"Caster!"

Ters yönden koşarak buraya gelen Towa’yı görünce gardımı indirerek rahatlamıştım. Beni es geçerek büyücünün önünde durup soluklanmaya başladı.

Bayağı yorulmuşa benziyor.

Nefes nefese "Manayı bulabildin mi?" diye sordu.

"Buradayım."

Şaşırarak kafasını kazanın içindeki bana çevirdi. Bir süre boş bakışlarla halimi izleyip dudaklarını dişledi. Neyin geleceğini bilerek bıkkınlıkla kollarımı göğsümde birbirine doladım. Gür çıkan kahkahalarına karşı yüzümü buruşturdum.

"Ahahahaha! Şu haline bak! Nasıl oluyor da her seferinde kendini bu hale sokabiliyorsun?"

Ha. Ha. Ha. Çok komik.

Pelerinli kadın benim yerime dirseğini Towa’nın böğrüne geçirince Towa acıyla inleyerek iki büklüm oldu. Oh olsun! Ben kıl payı ölmekten kurtulmuşken o halime gülüyordu!

"Siktir! Böğrümü deldin kızım!"

Birbirlerini tanıyorlardı. Yüzünün tamamını göremesem de Caster denen kadının dik dik Towaya baktığını kestirebiliyordum. Eylemlerinin uygunsuz olduğunu düşünüyor olmalıydı ki öyleydi de.

"Tanrı gelinine gülmek bir tek senin yapacağın iş zaten."

Caster’in aksi yorumuna gözlerini devirdi.

Dışarıdan bakan birine sorsanız geçinemiyorlarmış gibi görünmelerine rağmen samimi olduklarını söylerdi. Atışmayı bir kenara bıraktılar. Towa etrafımda dönerek kazanı inceledi. Kurcalamak istiyor ama cesaret edemiyordu zira kazanın altında odunlar yanmayı sürdürüyordu. Çay kırmızı irislerindeki duygu hayret olarak tanımlanabilirdi.

Fokurdayarak kaynayan suya temkinli bir bakış attı.

"Sanırım oradan kendi başına çıksan daha iyi olacak, haşlanmak istemiyorum."

"Bu çok mantıksız. Su neden sadece beni yakmıyor?" Hala gerçekleştiğine inanamadığım olaya Towa bilmişçesine yanıt verdi. "Bu duruma Su Tanrısının gelini olmanın faydaları diyebiliriz. Sıcak olsun, dondurucu olsun, su sana asla zarar vermez Mana. Sen onun efendisinin eşisin."

"Böylelikle senin üçkağıtçı değil de gerçekten Su Tanrısının gelini olduğun doğrulandı."

Ne yani ben Tanrı geliniyim diyerek yalan söyleyenler mi vardı? Şaka gibi.

Castere ilgiyle baktığımı gören Towa "Ah, doğru ya daha sizi tanıştırmadım. Caster, Kalderanın baş büyücüsü, ilaveten Uniusexercitersin büyü birliğinden. Birden ortadan kaybolunca her yerde seni aradım. Bulamayınca da mecburen onu çağırmak zorunda kaldım." diyerek kadını tanıtıp aynı zamanda neden burada olduğunu açıkladı.

Caster selam vererek “Tanıştığımıza memnun oldum Su Tanrısının Gelini.” deyince böylesi bir saygı beklemediğimden “Bende memnun oldum Caster.” demekle yetindim. Towa hiç böyle yapmamıştı. Gerçi kimden ne bekliyorsam.

Towa yanan odunları söndürdükten sonra elimden tutarak kazandan çıkmama yardımcı oldu. Su bana zarar vermiyor olsa da aynı şey demir kazan için söz konusu değildi. Gömleğim kan ve suyla ıslandığından yeniden giysilerimi değiştirmem gerekti. Bu kez kıyafetlerini Caster ödünç vermişti. Ayrıca başka bir vakayla daha karşılaşmayalım diye giyinirken de eşlik etmişti.

Başım ağrıdığından tepemde topladığım saçlarımı özgür bıraktım. Gür saçlarım şelale gibi belime dökülürken parmaklarımla tarayarak dağınıklıklarını gidermeye çalıştım. Mor renkli elbiseyi üzerime geçirdikten sonra ipleri belime iki kez dolayıp arkadan kurdele yaptım. İşim bitince geniş yapraklı ağaçların arkasından çıkarak Towa’nın yanına döndük.

Yaprakların paravan görevi görmesine rağmen arkasını dönmeye tercih etmişti.

Caster Towa’yı uyararak "Acele etmeliyiz, gün doğumunda orada olmamız gerekiyor. Sabahın erken saatlerinde kıdemlilerin toplanacağını unuttun mu?" dedi.

“Unutmak ne mümkün! O kötürüm morukların saçmalıklarını dinlemek cidden beni çileden çıkartıyor. İçlerinden bazılarının düşmana çalıştığından adım kadar eminim.”

İkisi tekrar yola düştüğümüz gibi bilmediğim konular hakkında bilgi alışverişinde bulunmaya başlamıştı. Konuşmalarına karışmamak için –her ne kadar meraktan çatlasam da- ağzımı açmamaya özen gösterdim. Resmen başlarına püsküllü bela olup çıkmıştım.

En iyisi şu aralar uslu durmaktı.

"Kanıtın olmadan bu tarz ithamlar da bulunmamalısın. Onlar Tanrının yardımcıları ve saygı görmeliler."

"Bıla bıla bıla. Hadi ama güzelim, kimi kandırıyorsun? İtiraf et, sende benim kadar kıdemlilerden nefret ediyorsun."

Caster bu sözlerden sonra bir an için duraksasa da vakit kaybetmeden konuştu.

"Mevzu onları sevmek ya da sevmemek değil. Önemli olan Aron’un istekleri."

Aron da kim?

Towa’nın çay kırmızısı gözleri nefretle yoğrulduğundan kararmıştı.

"Gırtlaklarına yapışacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum."

Şu anki ifadesi casus olarak benden şüphelendiği zamandan daha beterdi. Yüz kasları gerilmiş, adeta kana susamıştı.

Kesinlikle bu adamın düşmanı olmak istemiyordum.

Kısa molalarla kaç saat yürüdük bilmiyorum. Ayaklarım artık isyan edecek raddeye gelse de bahsettikleri toplantıya yetişmek için bu zahmete katlanmalıydım. Kaçırıldığım için geç kalmalarının suçlusu bir nevi bendim.

Gün yavaş yavaş ağardı.

Bu süre zarfında onlardan beni kaçıran Goblin halkına dair bilgiler edinmiştim. Zaten yolda sohbet etmekten başka yapacak başka bir şeyimiz de yoktu. Güçsüz bir ırk olmalarına rağmen kalabalık gezdiklerinden insanlara tehdit oluşturabiliyorlarmış, insan etini yemeyi sevdiklerinden sık sık köylere baskın düzenlerlermiş. Onlarla uğraşmaktan usandıkları anlatış tarzlarından belli oluyordu.

Artık uykusuzluktan gözlerim kapanıp dururken engebeli yokuşu tırmanıyorduk. Yavaş yavaş ortaya çıkan şehri görmemle birlikte uykum anında açılmış ve gözlerim büyümüştü.

Tek kelimeyle büyüleyiciydi.

Sonunda gelmiştik. Uzaktan görünen sarayın içinde o vardı.

Su Tanrısı.

Towa elini manzaraya doğru uzatarak adak olarak verildiğim Tanrının inine gelişimi kutladı.

"Kaldera’nın başkenti Maar'a hoş geldin Mana. Burası artık senin yeni evin."

Ev...

 

Saraya geldikkkkk >_< neler olacak acabaaa hazır olun :D

Loading...
0%