Yeni Üyelik
7.
Bölüm

BÖLÜM 7: "KEHRİBAR RENGİ BAKIŞLAR"

@endless_q

▏₰ Mana

Maar; uçsuz bucaksız bir okyanusun üzerine dikilmişti.

İnşa edilen dört iskeleden başka şehre giriş yolu yoktu. Kurulan köprüler uzaktan kocaman bir ‘X’ işaretini andırıyordu. Sarayda bu işaretin merkezinde yer alıyordu. Kuzey ve batı yönüne bakan iskeleler kıyıyla bağlantılıydı. Güney ve doğudakiler ise okyanus boyunca uzanıyordu. Biz batı tarafından geliyorduk. Sıradan bir şehirde maddi sıkıntılardan dolayı köprüler ahşaptan yapılırdı. Altın içinde yüzen Tanrı şehirlerinden birinde olduğumuz için iskeleler gri tuğlalardan örülmüştü.

Barınmak amaçlı yapılan evler, işletilmek için açılan dükkanlar, ihtiyaca göre kurulan mekânların hepsi birbirinden güzeldi. Bu sokak benim köyümden birinin alışveriş yapabileceği bir yer değildi.

Sabahın erken saatlerinde olmamıza rağmen insanlar işbaşı için hazırlığa koyulmuşlardı.

Etrafa meraklı bakışlar atarken tek tük insanların arasından sıyrılan yaşlı bir teyzenin meyve satan tezgâha yaklaştığını gördüm. Elindeki kâğıt torbaya seçtiği elmalardan koyuyordu. Parlak kırmızı rengindeki elmaların daldan yeni koparıldığı taze görünüşlerinden anlaşılıyordu. Midemden yükselen gurultuyla ellerimi karnıma bastırdım. Acele ettiğimizden bir şeyler yemek için durmamıştık. Birilerinin aksine Caster sesi duymamış gibi davranacak kadar görgülüydü. Towa’nın beni rezil edeceğini bildiğimden ağzını açmasına fırsat vermeden ters ters suratına baktım. Otuz iki diş sırıtsa da ağzını kapalı tutmayı becerebildi.

Bu sırada Caster yanımızdan ayrılarak elma satılan tezgâha gitti. Tombul, kel ve gür bıyıklı amcayla konuşuyordu.

“Bana üç elma ver.”

Satıcının gözleri bir süre Caster’in üzerinde oyalanırken sonunda kim olduğunu idrak etmiş olmalı ki irkildi. Anında eline aldığı torbaya istediği kadar elma koyup uzattı.

“Üç pari.”

Caster iç cebinden bakır olduğunu tahmin ettiğim bozuk parayı çıkarıp satıcının avucuna bıraktı. Başka bir şey söylemeden yanımıza geldi. Elmaları bana ikram ettiğinde şapşal şapsal eline bakmayı bırakıp torbayı alarak teşekkür ettim.

Caster sessizliğini korudu, konuşmayı pek sevmiyordu.

Elmalardan birini alıp keyifle ısırdım. Sulu elmanın tatlı tadı ağzıma yayıldı.

Kütür kütür ve çok lezzetliydi.

Hınzır bir el torbamın içine sinsice sızmaya çalışınca yediğim elmayı dişlerimin arasında sabitleyip üzerine bir tane yapıştırdım. Towa üstü kızaran elini hızlıca geri çekerek sallamaya başladı.

"Ne vuruyorsun ya!"

"Elmalarıma göz koymak senin hatandı."

"Cimri! Bir tanesini versen ne olur? İki tane daha var orada!"

"Bana ne! Caster bunları bana aldı bir kere."

Towa bana tuhaf bakışlar atıp tek kaşını kaldırdı.

"Çocuk musun sen?”

Kötü kötü bakıp "Elma almak için küçücük bir şansın olsa dahi bu sözlerden sonra onu da kaybettin." diyerek Towa’yı umursamadan kaldığım yerden elmamı yemeye devam ettim. Hangimizin çocuk olduğu barizdi. Ettiği onca alaydan sonra kolayca elma vereceğimi sanıyorsa yanılıyor.

Aklıma takılan şeyle tekrar Towa’ya döndüm. “Satıcının dediği şu pari ne demek?"

Pis pis sırıtmaya başlayınca sorduğuma pişman olmuştum. Yine ne haylazlık peşinde bu?

"Bilmek istiyor musun? Söylesene Mana bilmek istiyorsun değil mi?"

Konuşmak yerine başımı aşağı yukarı salladım.

Omuz silkerek "Son zamanlarda kimse kimseye bedavadan bilgi vermiyor ama merak etme ufak bir rüşvetle her şey yoluna girecektir." dedi. İstediği şeyi anlayınca gözlerim kısıldı, pis fırsatçı elmalardan istiyordu.

"Pari; Kaldera sınırları içerisinde kullanılan bakır paranın adıdır." Caster konuşmanın ortasına dalarak öğrenmek istediğim bilgiyi verdiğinde Towa yaptığına ağzı beş karış açık bir şekilde bakakaldı. Şaşkınlığı kısa sürede yerini somurtkan bir velede bırakmıştı tabii.

"Neden söyledin? Bu haksızlık!"

"Ne zaman büyüyeceksin?" Towa büyücünün dediğine oflayıp puflamaya başladı. Ardından cebinden çıkardığı bozukluklardan bakır, gümüş ve altını ayırıp üçünü teker teker gösterdi.

Yuvarlak kesim paraların üstündeki üç dişli yabalar göz kamaştırıyordu.

"Su Tanrısının nesilden nesle aktırılan kudretli silahı Shiva." Yabanın ismini işitmemle birlikte hatırladım. Okuduğum kitapların birinde Su Tanrısının üç dişli mızrağıyla ilgili satırlara rastlamıştım. İlk Su Tanrısından itibaren bugüne dek ulaşan kutsal bir silahtı. Paraların üstünde dalgalara benzeyen kısımlar ise suyu temsil ediyor olmalı.

Böylesine önemli bir silahı paralarının üstüne bastırmaları doğaldı.

"Pari bakır, Vise gümüş, Kulta ise altın paranın adı olarak geçer. Her hâlükârda bunlar senin için faydasız bilgiler. Saray bütünüyle hizmetine sunulacak. Diyelim ki dışarı çıktın bakır, gümüş ve altın paranın isimlerini bilmenin yine de sana yardımı dokunacaktır.”

“Aklımda tutacağım.”

Yola devam ederken havadaki puslu mavilik yavaşça ortadan kayboldu.

Şimdi her yer günlük güneşlikti. Saraya giden yolla şehir birbirinden bağımsızdı. Evler gittikçe azalarak en sonunda yerini tamamen okyanusa bırakmıştı. Kilometrelerce ötedeki saray bir ada gibi küçük ve ihtişamlıydı. İskelenin genişliği yan yana yürüyen üç kişi için sıkıntı yaratmıyordu.

Nasıl yapmışlarsa okyanusun suyunda lotus çiçekleri yetiştirmişlerdi. Yapraklarını güzelce açmış bu çiçekler sarayın duvarlarına dek dal budak salmışlardı.

Ahh burası ünlü Lotus koyu olmalıydı.

Muhteşem görünüyordu.

Su sarayının eşsizliği bunlarla bitmiyordu. Boyları gökyüzüne meydan okuyan altı sütün, halka biçiminde sarayın etrafını sarıyordu. Yaklaştıkça üstlerine dikey bir şekilde kazınan rünleri seçebilmiştim. Bunlar insan alfabesi değildi, büyücülerin kelamlarıydı. Haliyle üstlerinde ne yazdıklarını okuyamıyordum.

İçeri girmemize ramak kaldığından kulaklarımda gümbürdeyen kalp atışlarımdan başka bir şeye odaklanamıyordum, bu yüzden etrafı çokta inceleyemedim.

Zaten girişi de varmıştık.

Demir parmaklıklardan yapılmış süslü kapının önünde iki muhafız nöbet tutuyordu. Towa’nın giydiği zırhın kopyaları üstlerindeydi. Sert bakışları, kusursuz duruşları insanlara aldıkları disiplinin ipuçlarını çıtlatıyordu. Bizi gördükleri anda yerlerinde dikleşerek -daha ne kadar dik durabilirlerse artık o kadar- selam verdiler. Sağdaki kapıyı sorgusuz sualsiz açarak içeri geçmemize izin verdi.

Üstüme sabitledikleri bakışları sırtımı deliyordu. Sert mizaçları, sorgulamadan edemeyen yapılarıyla uyumluydu. Korumak görevleri olduğundan en ufak bir şüpheye mahal veremezlerdi. Towa ve Caster gibi yüksek mertebedeki kişilerin yanında benim gibi sıradan birinin ne işi olur diye düşündüklerinden merakları da kabarmıştı. Saraydan talep edilecek bir istek veyahut suçluysam onlardan biri gelip beni alabilirdi sonuçta.

Towa huzursuzluğumu sezmişçesine arkasını döndü.

“Önünüze dönün.” Muhafızlar tırsarak önlerine dönüp yeniden heykel katılığını aldılar.

“Teşekkür ederim.”

“Onları kafana takma. Yabancılara alışık olsalar da bizim yanımızda pek görmediklerinden garipsediler.” Aslında ayak işi yapmanızın şokunu da yaşıyor olabilirler. “Kim olduğunu bilseler kafalarını yerden kaldırmaya cüret edemezlerdi.”

Kim olduğunu bilseler… demek. Düşüncelerimin gittiği noktayı beğenmediğimden sessiz kalarak geldiğimiz yere baktım. Sarayın bahçesi dış cephesi kadar mükemmeldi. Her yer titizlikle hesaplanıp inşa edilmişti sanki. Hayatımda hiç böyle güzel bir yer görmediğimden her yere alık alık bakmamak için kendime hâkim olmaya çalışıyordum.

"Lanet olsun, geç kaldık işte!" Caster’in sesindeki zehirli sarmaşıklar Towa’nın boynuna dolanmak ister gibiydi.

Muhatabıysa fazla gamsızdı.

Takip ettiğimiz yol ileriden sağa dönüyordu.

Birden kulağıma konuşma sesleri doldu.

Görüş alanıma girdiklerinde bize doğru yürüyen on kişi saydım. Giydikleri kaliteli zırhın üstüne gece mavisi renginde pelerinler atmışlardı. Kiminin yüzü açık, kiminin ki yarıya kadar örtülüydü. Aralarında gençler olsa da yaşlıların sayısı daha fazlaydı. Kırışık derili eller, beyazlaşmış uzun sakallar pelerinin altında saklananlarında yaşını ele veriyordu.

Kıdemliler.

Bizi fark edince konuşmayı kesip yaklaştılar.

Towa’nın gergin bedeni gerildikçe geriliyor, yüz hatları onlardan haz etmediğini bildirircesine soğuyordu. Caster’in yüzü, mavi pelerinliler gibi kapalı olduğundan Towayla aynı kine sahip olup olmadığını söyleyemiyordum.

Kıdemlilerin suratlarındaki gülümsemeler art niyetlerini inkâr edemeyecek kadar kibir doluydu ve bunu bilerek bize gösteriyorlardı. Daha ilk karşılaşmamızda Towa’nın neden onlardan nefret ettiğini anlamıştım.

"Kızıl mızrak seni görmek ne büyük şeref… geç olsa da. Toplantının saatlerini karıştırdın herhalde?" Geç kalışının altını bilerek çizmişti. Bir dakika... Kızıl mızrak? Towa’nın lakabı Kızıl mızrak mıydı?! Benimle dalga geçiyor olmalısın. Ünlü sol kol Towa mıydı? İnanamıyorum.

Kaldera’ya gelmeden önce dersime iyi çalıştığım için şanslıydım.

Kitapların yüzde sekseni uydurma hikayelerden mevcut olsa da hiç doğru bilgi de yazmıyor değildi.

Efsanelere göre Su Tanrısının emrinde namlarıyla anılan üç yardımcı komutan vardı. Bu komutanlar güçleriyle dağları sarsıp savaş alanında kandan seller akıtarak yeni bir tarih yazmışlardı. Kötülük edenler onların adını işittiğinde kaçacak delik arardı.

Su Tanrısının sol kolu; Mızrak ustalığıyla bilinirdi. Silahını yanından ayırmayıp gözü gibi baktığından şöhreti de onunla birlikte yürümüştü. Bu yüzden lakabı Kızıl mızrak olarak kalmıştı. Sağ kol; Stratejileri, çeşitli silahlarıyla meşhurdu. Pek ortalarda görünmez, gözükürse de orada aylarca konuşulacak bir hadise meydana getirirdi. Daha çok saray işleriyle uğraşır, Su Tanrısının özel askerlerini yetiştirirdi. Acımasız bir disiplinle ün saldığından askerler aralarında saçlarının renginden dolayı ona Beyaz şeytan derlerdi. Ve gruba katılan son üye; Dikenli mor gül. O Su Tanrısının gölgesiydi. Sağ ve sol kolun aksine büyüyle donatılmıştı. Doğuştan aldığı mükafatı en iyi şekilde yöneterek birçok başarıya ulaşmıştı. Takımın tek kadın üyesiydi.

Çaktırmadan Caster’e baktım. Bu mevkiye ondan başka kim yakışırdı? Üçlüden ikisi en başından beri yanımdaydı! Towa’ya yaptığım çemkirmeler, attığım tripler duyulsa taşlanırdım. Sakinleş Mana. Senin onları tanıdığını bilmiyorlar. Her şeyden habersiz birini oynaman yeterli.

Towa çarpık gülümsemesiyle mavi pelerinli adamdan farklı davranmıyordu.

"Kimleri görüyorum böyle; Bay George. Düşündüğünüzün aksine toplantı saatinin gayet farkındayım. Elimde olmayan sebeplerden ötürü toplantıda yüzümü gösteremedim lütfen katılamamamı maruz görün. Gordion ormanının canavarlarıyla uğraşıyordum. Hepinizin bildiği üzere halka zulüm ediyorlardı."

"Halktan insanlar bekleyebilirdi. Toplantının ne denli önemli olduğunu biliyorsun. Sadece sen değil, Caster de katılmadı." George denen adamın burun kıvırarak söylediği cümleler içimde büyük bir ateşin yanmasını sağlamıştı. Ne cüretle böyle konuşurdu?

Towa’nın bütün gücüyle sıktığı yumruğunun üstünde yeşil damarlar belirmişti. Bakışlarının öldürebilme yeteneği olsaydı kıdemlileri çoktan beş altı kez gebertmiş olurdu. Bu adam dolaylı yoldan insanlardansa toplantının daha mühim olduğunu vurguluyordu.

Diğerleri de George denen adamı desteklercesine sessiz kalmışlardı. Towa onlara bakarak "Görünen o ki hemfikirsiniz.” diyerek sinirle dudaklarını yaladı. “Yanlış anladıysam düzeltin. Bana diyorsunuz ki Su Tanrısının himayesi altındaki insanların bir değeri yok.” Birazdan içlerinden birini yumruklayacakmışçasına boğuk çıkıyordu sesi.

Konuşmalarına fırsat vermeden devam etti. Bu sefer kelimeleri daha sert çıkıyordu ağzından.

“Sorarım sana George Mkeal. Tapılmayan bir Tanrının değeri kalır mı? Oysaki siz çok iyi bilirsiniz ki Su Tanrısı kendi halkını her şeyden önce tutar. Küçük bir toplantıdan çok daha fazlasından bile."

Ağızlarının payını almışlardı.

Yüzleri duydukları yüzünden kâğıt gibi sararan adamları görünce az da olsa iyi hissetmiştim. Bende küçük bir köyden geldiğim için canavar saldırılarının nasıl bir hasara sebep olduklarını biliyordum. Eğer bizi de kurtaracak birileri olsaydı onca can vermezdik. Ölenler hala aileleriyle birlikte olur, çocuklar; yetim, öksüz olmaz, kadınlar dul damgasını ömürlerince boyunlarında taşımak zorunda kalmazlardı.

Yıkılan yerlerin tamirine harcanan paralardan dolayı günde bir öğün yemekle yetinerek aç yattığımız zamanlardan bahsetmiyordum bile.

"B… Ben tabi ki de öyle bir şey ima etmedim. Yalnızca toplantıyı kaçırdığınızdan sizin için endişelendim." Lafı döndüre bildiği kadar döndürmeye çalışıyordu şimdi. Az önceki özgüveninin yerinde yeller estiği kesindi. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın buradaki herkes ne demek istediğini gayet net anlamıştı.

"Anlıyorum, endişeniz yersiz. Ragnar toplantıdaydı. Bize konuştuğunuz her şeyi eksiksiz aktaracaktır." Towa adamı terslemek yerine oyununa eşlik etti. Kıdemlilerin saraydaki pozisyonları sandığımdan daha kuvvetliydi.

“Anlaştığımıza göre size iyi günler dilerim kıdemliler, rapor vermem gereken biri var da." Towa adamın cevap vermesini beklemeden yanından geçip gitti. Biz de peşine takıldık.

Onlardan iyice uzaklaştığımızda Caster taktir edercesine "İyi dayandın." dedi. Towa’nın çay kırmızılarına kuru ayaz vurmuştu.

Belli ki öfkesini hala yutamamıştı.

Dışarı taşıramadığından içeride koparıyordu fırtınayı.

"Sikerim onun toplantısını! Pezevenge bak. Chimera yüzünden kaç insan hayatını kaybetmiş biliyor musun? Köye gittiğimde beni ağlayarak karşıladılar. Nasıl rezil hissettiğim hakkında en ufak fikirleri yok." Hışımla elini saçlarının arasından geçirdi. Çatacak yer arıyordu. "Bir boka yaramayan haberci bilerek mi yoksa bilmeyerek mi olanları saraya geç iletti emin olamasam da bunun hesabını verecek."

"Sakinleş. Şüphelerinden Ragnara bahset o gerekeni yapacaktır."

Towa çenesini sıkarak sadece bir baş sallamasıyla Caster’e cevap verdiğinde söylediklerini kabullenmeye çalışıyordum. Bir insan gerçekten ölümlerin olduğunu bildiği halde hiçbir şey yapmadan durabilir miydi? Bu nasıl bir vicdansızlık?

Sonunda saraya ulaşmıştık.

Geçtiğimiz girişlerin aksine burada muhafızlar yoktu. Az önceki pelerinlilere benzer kişilerle birlikte etrafta işlerini yetiştirmeye çalışan hizmetliler, görevliler olduğundan ortalık pek sakin sayılmazdı.

Eh düşmanda içeri girmek için ana avluyu kullanacak değildi.

Towa neredeyse üç metre olan sarayın kapısını zorlanmadan iterek açtığında devasa bir antreye ayak basmıştık. Açılan ağzımı utanç verici olsa da kapatamadım. İyice inceleyebilmek için etrafımda döndüm.

İçerisini tarif etmek için tek kelime kullansaydım şunu söylerdim; enfes.

Granit olduğunu düşündüğüm sütunların içlerindeki kristaller mavinin her tonunu içeren taneciklerden oluşuyordu. Ucu bucağı gözükmeyen duvarların yüzde sekseni suydu. Kalın camların ardındaki parlak su da bir sürü canlı yüzüyordu. Caster ve Towa’yı tanıdıklarından olsa gerek ilgileri onların değil, daha çok benim üzerimdeydi. Küçükten ortancaya, ortancadan büyüğe çeşit çeşitlerdi.

Aman Tanrım onlar deniz kızı mıydı?

Sarayın içi resmen denizin içindeymişim hissiyatı veriyordu. Camın ardındaki zeminde yetişen yosunlar, adlarını bilmediğim bin bir türde bitkiler ve çiçeklerde insanı hayrette bırakıyordu. Kenarları altın işlemeli lacivert bir halı yere serilmişti. Dar ama uzundu. Tam karşımızda tavandan aşağıya sarkan bayrak Su Tanrısının sembolünü taşıyordu.

Burada kaybolmamak imkansızdı.

Girişin ilerisinde geniş merdivenler yukarı kata çıkıyordu. Aynı halı merdivenlerde de seriliydi. Yan yana sohbet ederek yürüyen kadın hizmetliler ellerinde çamaşır sepetleri tutuyorlardı. Bizi, daha doğrusu Towa ve Caster’i gördükleri anda telaşa kapılıp susarak adımlarını hızlandırıp yanımızdan geçtiler. Başlarını arkaya çevirip bana baktıklarını fısır fısır konuşmalarından anlayabiliyordum. Buraya geldiğimden beri sık sık aynı muameleye maruz bırakıldığımdan garipseyen bakışlara eskisi kadar tepki vermiyordum.

Doğal olarak kim olduğumu merak ediyorlardı.

Her ne kadar durup her yeri saatlerce izlemek istesem de ben içeriye göz atarken aynı zamanda yürümeye devam etmiştik.

Dikkatlice dinlesem de su da ki canlıların sesini duyamamıştım.

Büyük ihtimalle camlar ses geçirmeyecek şekilde ayarlanmıştı.

Birden solda ki kapı açılıp dışarıya bir adam çıktı. Odalarda giriş kadar geniş olduğundan kapılar tek tüktü.

Adamın bizi gördüğü gibi yüzündeki ifade anında değişti.

Tedirgin olmuştum, çok kötü bakıyordu.

Towa’dan bir parmak daha uzun olduğunu düşündüğüm adam açık tenliydi. Üstünde; siyah dar bir pantolon, diz kapaklarına uzanan koyu kırmızı bir ceket vardı. Giydiği botlar diz kapaklarının hemen altında bitiyor, göz alıcı fiziği korkutucu olup olmamak arasında gidip geliyordu.

Kar beyazı rengindeki saçlarını geriye doğru taradığından kısa gelen tutamlar arkaya doğru kat kat uzanıyordu. Derinden çattığı kaşları, asabiyetini gösteren gri ve siyahın arasında kalmış gözleri bana yaklaşırken iki kere düşün diyerek gözdağı veriyordu sanki.

"Neredesiniz lan siz!"

Kükreyerek sorduğu soru karşısında istemsizce Towa’nın arkasına saklandım. Gür sesi bağırmasıyla daha da yıkıcı bir hal alarak tüm antrede yankılanmıştı. Benim arkasına saklanmama göz atan Towa adamın hiddetine alışıkmışçasına ona döndü.

"Bağırma, kızı korkutuyorsun Ragnar. Senin dellenmelerine biz alışık olsak da o değil."

Bu adam pelerinlilerle konuşurken adı geçen kişiydi. Zihnime yıldırımlar indiren düşünceyle kaskatı kesildim. O… Su Tanrısı olamazdı değil mi? Towa’nın arkasındayken çaktırmadan daha dikkatli baktım ona. Olabilir miydi? Towa’nın beni ifşa edişiyle insanı yerine mıhlayan gözler üzerime dikildi. İçimden Towa’ya saydırırken dışarıdan diken üstündeydim. Çatık kaşları bana bakarken gittikçe derinleşiyordu. Şuraya düşüp bayılmama ramak kalmıştı.

Bir anda çatık kaşları düzeldi, afallamıştı. "Bu kız?"

Towa kıs kıs gülerek Ragnar’a göz kırptı. "Sende fark ettin değil mi? Bende onu ilk gördüğümde dumura uğradım."

Keyifle bahsettiği şeyi anlamasam da Ragnar anlamış ama bundan pekte hoşlanmamış gibiydi. "Neden onu buraya getirdin? Bir gelin olması hayatta kalması için yeterli bir sebep değil." dedi. Evet! Evet! Hem de gözümün içine baka baka!

Omuz silkti. "Tabi ki de değil." Onaylamasana be!

“Yine de durumunun özel olduğunu görüyorsun. Direkt olarak geldiğinden saraya getirmekten başka bir şey yapamazdım.”

"Aron bundan hiç hoşlanmayacak."

“Doğru.” Kötü kötü sırıttı. “Yüzündeki ifadeyi görmek için sabırsızlanıyorum."

Ragnar’ın düz duvar ifadesine rağmen Towa baya baya eğleniyordu. Aralarında geçen konuşmadan hoşlanmasam da en ufak bir şey anlamamıştım. Tek çıkarabildiğim sonuç Ragnar’ın Su Tanrısı olmadığıydı. Rahatlamıştım.

İkili susup bakışlarıyla anlaşmaya başladıkları sırada merdivenlerden gelen ayak sesleri kulağıma çalındı. Ne kalın ne de ince bir erkek sesi baskın bir şekilde konuşmaya başladığında ortamın hakimiyetini anında ele geçirmişti.

İçim titredi.

Bu ses… bir insana ait olamayacak kadar etkileyici aynı zamanda korkutucuydu.

"Ragnar hala Towa ve Caster’den haber yok mu?"

Nedense cesaret edip de sesin sahibine bakamıyordum. Avuç içlerim saniyesinde terlemişti. Kalbim düşmanımmışçasına göğsüme indiriyordu acımasız darbelerini. Mutlak kudretin gücü… bir Tanrının varlığı bu şekilde tesir altına alırdı insanları.

Bir Tanrı yakınlardaysa bilirdiniz. Tıpkı şu anda benim bildiğim gibi.

Oydu.

Onun için adanmış, onun için gelmiştim.

Sıkışan nefesimi düzene sokmak için yavaşça soluk alıp verdim. Acele etmeden leylaklarımı merdivenlere doğru çevirdim. İlk kez bir Tanrının aurasıyla çarpıldığımdan sersemlemiştim.

Ragnarın giydiklerinden daha pahalı olduğu belli olan botlar bacaklarını sıkıca sarmıştı. Derisine tek bir toz tanesi dahi konmamıştı, pırıl pırıldılar. Baldırlarına doğru dökülen uzun, siyah bir ceket giyiyordu. Ceketin düğmeleri gümüştendi, iliklenmemişti. Mat, siyah bir gömleğin üstüne geçirilmişti. Yakasında gömleğinin uçlarını tutan gümüş bir zincir takıyordu.

Büyük bir beğeniyle incelediğim kıyafeti giyen adamın vücut yapısı karnıma krampların girmesini sağlayacak derecede kusursuzdu. Beyaz tene; geniş omuzlar, kaslı kollar, ince bir bel eşlik ediyordu. Gözlerimi bir tık daha yukarı kaldırdığımda kemikli bir çene hattı karşıladı beni. Leylaklarım dudaklarını incelemek için üstlerinde gezerken elmacık kemiklerimdeki ısının arttığını hissetim.

Alt dudağı, üst dudağından bir tık daha kalın... çok hoş bir ayrıntıydı.

Burnu da dört dörtlük kıvrımlara ihanet etmiyordu.

Yutkundum.

Kurum siyahı renginde saçlara sahip olan bu adamın asi bir görüntüsü vardı. Ensesindeki saçlar kısaltılmış olsa da üsttekiler bir parmaktan biraz daha uzundu. Saçlarının bir kısmı sola doğru atışmıştı.

Artık onu tamamen görebiliyordum.

Göz göze geldiğimiz anda aramızda cızırdayan elektrik omuriliğimden yukarıya tırmandı.

Kuzguni kirpiklerin altından kehribar rengi ışıklar sızıyordu.

Kalbim garip bir sızının eşliğinde hızlandı.

Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

O… rüyamda gördüğüm adamdı.

Fırtınadan önceki sessizlik büyüyordu. Duygulardan arındırılmış irisler ifadesizliğini bende gördüğü bir şeyle yitirmişti. Gitgide koyulaşan gözler viski kıvamını almış, nefrete bürünmüştü.

Durmuş kaderin çarkındaki dişliler göz göze geldiğimiz anda dönmeye başladı.

 

Evettt Su Tanrısı da geldiğine göre kitap şimdi başlıyor :D

Seviliyorsunuz <3

Loading...
0%