@endless_q
|
▏₰ Mana Bir istiridyenin kıymetli incisi gibi saklanmıştı bu şehir. Göğün göğsüne ucu mora boyanmış bir fırça batırılmıştı sanki. Suyla buluşan fırça rengini bütün mehtaba dağıtarak ondan maviyi çalıp moru vermişti. Dışarıda güneş batmaya yakın olduğu için ufuk kızıl bir renge bürünmüştü buradaysa ufuk orkide rengindeydi. İnançsızlıkla batan kara güneşe baktım. Evet, buradaki güneş simsiyahtı. Leylaklarıma yansıyan manzara güzel bir tablodan çıkmış gibi dursa da hayal gerçekle karışınca insan ürkmeden edemiyordu. Korka korka başımı göğe kaldırdım. Güneş batmaya durduğu için Ay yavaşça mehtapta belirmeye başlamıştı. Normal boyutundan kat kat büyüklükteki dolunay arşa yükseliyordu. O da tıpkı güneş gibi zift karasıydı. Dolunay’ı yüzük gibi saran mor haleyi izlerken kalbim teklemiş ve bütün vücudumda yankılanmış gibi hissetmemin hemen ardından kuvvetli bir çekim gücü nefesimi sıkıştırmıştı. Mıknatısı çağrıştıran bu güç bedenimi değil ruhumu emiyor gibiydi. Baktıkça daha kötü oluyor, hipnotize ediyormuşum gibi başım dönmeye başlıyordu. İradem bu güce direniyor olsa da bir yanım aklımı çelerek kendimi çekime bırakmamı söylüyordu. Algım yavaşça kapanmaya başlarken parmaklarımı sıkan soğuk parmaklar beni şu ana çekti. Aron ters ters bana bakarak çenesiyle ‘Önüne bak.’ İşareti verdi. Bakışlarımı gökyüzünden gönülsüzce çekerek şehrin geri kalanında gezdirdim. Bir şey beni Dolunay’a bakmaya zorluyordu. Bu hissiyat bir şeylerin yanlış olduğunu düşündüren tarafımın hakimiyeti ele alarak beni gökyüzüne bakmaktan daha da çekindirdi. Büyü. Büyü şehre giren herkesi tesir altına alarak efsunluyordu. Demek bu yüzden Şhika bizi şehre sokmaktan çekinmemişti. Ayaklarımın içine giren kum taneleri ve yüzüme vuran kavurucu sıcaklık hala çölde olduğumuzun kanıtı olsa da az önceki değişimden sonra gerçekten çölde olduğumuzu söyleyemiyordum. Şehrin ortasına panayır kurulmuştu. Özel bir günü mü kutluyorlardı acaba? Akşam olmaya başladığı için sokak lambaları yanarak yolları aydınlatıyordu. Kahve rengindeki birçok açık çadırın içerisine tezgahlar dizilmişti. Tezgahlarda çeşitli yiyecekler pişiriliyor, meyve, sebze aklınıza gelecek her türlü yiyecek satılıyordu. Bazı tezgahlarda ise çöl insanlarının giydiği çeşitlikte kıyafetler, ziynet eşyaları ve daha ne olduğunu çıkaramadığım birçok şey yer alıyordu. Şehre yaprakları yere dokunan ağaçlardan dikilmişti. Gövdeleri tırtıklı olan bu ağaçların yanlarında genelde kaktüsler bulunuyordu. İnsanlar kaktüsleri bir bıçağın yardımıyla yararak içinde tuttuğu suyu kaplarının içine boşaltıyorlardı. Bu ağaçlar çöldeki susuzluğa dayanabilen cinsten olmalılar. Her şey olağanmış gibi erkekler çalışıyor, kadınlar alışveriş yapmaya devam ediyor, çocuklar insanın kulağına melodi gibi gelen gülüşmeleriyle etrafta koşuşturup oyun oynuyorlardı. Gökyüzündeki tuhaflığın farkında değilmiş gibi davranıyorlardı. Ya da gerçekten farkında değillerdi. Az evvel ki baş dönmemi hatırlayınca içime sıkıntı basmıştı. Dolunay’ın insanlara bir şeyler yaptığına dair inancım kuvvetleniyordu. Su Tanrısının bütün bu olanlara karşı tepkisinin ne olduğunu merak ettiğimden çaktırmadan ifadesini inceledim. Kehribarlara inen sis tabakası ne düşündüğünü görmememi engellemekle kalmıyor ona donuk bir ifade de katıyordu. Aron içinde ne sakladığını belli etmeyen bir labirenti andırıyordu. Orada bir şey bulmak istiyorsanız kaybolmayı da göze almanız gerekiyordu. Ve kaybolmak ölüm demekti. Şhika dudaklarındaki geniş gülümsemeyle bize döndü. Şuna Arona döndü desek daha doğru olur. Hanımefendinin beni gördüğü yoktu çünkü. Tırnaklarımı avuç içlerime saplayarak sakinleşmeye çalıştım. Adım gibi eminim bilerek yapıyordu! Saçına yapışıp tavuk gibi tüylerini yolduğumda da beni görmezden gelmeye devam edebilecek miydi bakalım. “Gördüğünüz üzere kutlamalar için hazırlıklar yarına kadar devam edecek. Başınızdan geçen felaketten haberdarım, takatiniz tükenmiş olmalı. Sizi yürüterek daha fazla yorulmanızı istemem. En iyisi gezimizi burada sonlandıralım. Daha sonra lütfederseniz size şehri gezdirmekten memnuniyet duyarım. Ayrıca kalacak yer içinde endişelenmeyin sizi evimde ağırlayacağım.” Yapmacık bir şekilde tebessüm ederek “Çok naziksiniz.” dediğimde göz ucuyla bana bakıp aynı benim gibi gülümsedikten sonra tekrar Arona döndü. Gözlerini ondan alamadığını daha iyi anlatamazdı. Aron “Şehrin reisi sizsiniz nasıl uygun görüyorsanız öyle olsun.” deyince Şhika duyduklarından memnun bir şekilde otuz iki diş sırıttı. Kötü kötü Su Tanrısına baktım. Ne zamandan beri bu kadar kibarsın? Şhika bizi evine doğru götürürken yol boyunca Vak’a şehrinin insanları tarafından selam alarak ilerlemiştik. Şhika’yı sevdikleri ona yaklaşımlarından anlaşılıyordu. Görünüşe göre burada korkuyla değil, saygı ve sevgi çerçevesinde bir yönetim icra ediyordu. Oysaki üzerimde karısı yanındayken evli adamlara sarkmaktan çekinmeyen kötü bir reis izlenimi bırakmıştı! Diğerlerinden daha geniş ve uzağa yapılan eve yaklaştığımızda içeri girmeden evvel merdivenleri tırmanmamız gerekmişti. Kapıda bekleyen nöbetçiler Şhika’ya selam verdikten sonra göz ucuyla bize bakıp geçmemiz için izin verdiler. Eve girince içerisini üstünkörü inceledim. Evin zemini çöl kumunun sıkıştırılmasıyla yapılmıştı. İçi sade ve şık döşenmişti. Salona karşılıklı yerleştirilen hasır koltukların arasında dışarıdaki ağaçlardan yapıldığını tahmin ettiğim bir taht görünce kaşlarımı yukarı doğru kaldırdım. Tahtın gövdesine değerli mücevherler gömülmüştü. Hım… Birileri reislik işine kendisini fazlasıyla kaptırmış gibi görünüyor. Saray hanedanları bile evlerinde taht ya da tahtta benzeyen bir eşya bulundurmaya cesaret edemezlerdi. Taht hükmetmenin sembolüydü. Tanrılara bahşedilmişti. Aron buz kesen bakışlarıyla tahta bakıyordu. Her şeyden habersiz olan Şhika ise kıvıra kıvıra tahtına giderek oturup bacak bacak üstüne atmıştı. Tahta oturuşu başkaldırıydı. Oturduğu toprakların sahibine itaatsizlikti. Su Tanrısına meydan okuyordu. “Odanıza çekilmeden önce hikayenizi birde sizden duymak istiyorum.” Aron nöbetçilere anlattığı şeyleri eksiksiz bir şekilde Şhika’ya da anlattı. Karı koca olduğumuzu ilk elden öğrendiğinde bakışlarını gayet ayrıntılı bir şekilde üstümde gezdirmişti. Göz bebeklerinde saklayamadığı kıskançlık pençelerini çıkarınca zevkle sırıttım. “Başınıza gelenler için ne kadar üzüldüğümü tarif edemem. Maalesef diğer şehirlerden uzakta ve ıssız bir yerde yaşadığımız için eşkıyalar tüccarların malını yağmalayıp geçimlerini bu şekilde sağlıyorlar.” Hüzünlü bir ifade takınsa da içten içe çöl eşkıyalarına bizi ellerinden kaçırdıkları için lanet okuyor olabilirdi. Şehre giriş çıkışların tutulduğunu biliyorduk. Bu kadınla muhafızların istedikleri gibi dışarı çıkıp içeri girebilmeleri şüpheliydi. Ne yani dışarıdaki gökyüzü ile içerideki aynı mı gözüküyordu onlara? Beni buna kimse inandıramazdı. Ondan şüphelenecek hiçbir şeyimiz olmasa bile başlı başına taht olayı bile yeter de artardı. İlk zanlımız bu kadındı. “Sizin de izniniz olursa birkaç günü şehrinizde geçirmek istiyoruz. Daha sonra yük olmamak için Maar’a geri dönmenin bir yol bulacağız.” Aron komik bir şey söylemişçesine Şhika şuh bir kahkaha atarak “Gitmek için acele etmeyin şehrimizde herkese yetecek kadar yer var.” dedi. Ardından ifadesini ciddileştirerek “Benim esas merak ettiğim mesele çöl solucanını öldürürken kullandığın güç… Buz’un çocuklarından birisin değil mi?” diye sorduğunda Aronun dudakları düz bir çizgi halini aldı. Ateş’in çocuğu, Suyun çocuğu, Hava’nın çocuğu, Toprağın çocuğu… Aronun gücünü sorgularken Tanrılara ait söylevi kullanmıştı. Yine. Bu Tanrıları kendisiyle eşdeğer gördüğü anlamına gelirdi. Aron tüccar maskesini mükemmel bir şekilde takarak Şhika’nın sorusuna çekimser bir yaklaşım gösterdi. “Şhika hanımın gördüğü şey ne ise doğrudur.” Güçlerini bilerek herkesin önünde kullanarak ortaya yem atmış ve Vak’a şehrinin sakinlerinin bu yemi yutmasını beklemişti. Yemi yutan balık oltaya takılmıştı. Şhika gözlerindeki şeytani parıltılarla “Yanılmadığımı biliyordum! Bir kullanıcının kokusunu kilometrelerce öteden alabilirim.” dedi. Arona lezzetli bir yemekmiş gibi bakarken kendisini avını kesen bir avcı sanıyordu. Asıl av oydu. Avcı ise onunla oynuyordu. Ben konuşmalarından hiçbir şey anlamamış gibi davranarak “Kullanıcı derken ne demek istiyorsunuz? Kocamın başı dertte mi?” diyerek düzmece bir korkuyla sordum. Bana avam tabakasındanmışım gibi yeren bakışlar atsa da bir saniye sonra bakışlarını düzeltti. Aronun bizi izlediğini biliyordu. Eskiden onu sadece beğeniyordu şimdiyse kullanıcı olduğunu doğrulayınca beğenisi bambaşka bir şeye evrilmişti; ilgiye. “Sizin de bildiğiniz üzere yaşadığımız dünya sonsuz bir potansiyele sahip olduğu için türlü türlü mucizelere de gebe kalabiliyor. Hiç insanların çift yaratıldığı sözünü duymuş muydunuz? Ben bu düşünceye gönülden inanıyorum. Biz bunun kanıtı değiliz de neyiz? Dört büyük Tanrının sahip olduğu kadim güçler hiçbir kan bağına gerek duymadan özel insanlarda görülüyor...” Şhika elini açıp yukarı kaldırdığında avucunun içinden su taneleri yükseldi. Arona bakarak yarıda bıraktığı cümlesini tamamladı. “Senin ve benim gibi.” Havada süzülen su damlalarını avucunun içine alarak yok etti. “Bu sadece gücümün küçük bir kısmı. Görüyorsun ya ben suyu kontrol edebilirken sen buzu kontrol edebiliyorsun.” İnsanlar çift yaratılmıştır sözüyle iki şeye parmak basıyordu. Birincisiyle Tanrılarla Kullanıcıların bir elmanın iki yarısı olduğunu, ikincisiyle Aronla birlikte olmak için yaratıldığını kastediyordu. Göğüs kafesime ağır, karanlık bir his sızdı. Bakışmalarına tahammül edemiyordum. Bakma. Bakma ona. Su Tanrısına soylular, zenginler ya da benim gibi fakir bir köyden gelen sıradan insanlar gelin olarak kurban edilebilirdi, gelin olmak için herhangi bir sınırlama yoktu. Lakin… soylu bir kadın doğduğu andan itibaren gerçek bir hanımefendi gibi yetiştirilirdi, taşıdığı kanla ise öne çıkardı. Zengin bir kadın soy kanına sahip olamasa da aynı şekilde parasıyla hanımefendi dersleri alarak büyütülürdü. İki seçenekten birine sahiplerse bir Tanrıya yakışacak gelinler olabilirlerdi. Bense her yönden eksiktim. Ne soy kanına sahiptim ne de paraya. Görgü bilmeyen, hanımefendi kurallarından bihaber ve alt tabakadandım. İsteyerek bir Tanrı gelini olmasam da bazen gece geç saatlerde bu düşünceler beni yiyip bitirdiğinden uykusuz kalırdım. Hanımefendi dersleri için elimden geleni yapıyor olsam da hala yeterli olmadığını biliyordum. Şölende de hanedan üyelerinin attığı aşağılayıcı bakışlar aslında beni Arona yakıştırmadıkları içindi. Ne yaparsam yapayım geldiğim yeri değiştiremezdim. Beni asla kabul etmeyeceklerdi. Şhika’nın üstü kapalı bir şekilde Aronun diğer yarısı olduğunu ima etmesi eksikliklerimi yüzüme vurmuştu. Bu kadın benden daha donanımlıydı. Vak’a şehrinin reisi olduğu gibi Aronun güçlerine de sahipti. Söylediklerinden sonra ikisi bakışınca hayali bir el yüreğimi tutup bütün gücüyle sıkmıştı. Ona bakma. Bana bak. Aron üzerindeki bakışlarımın ağırlığını hissedince kehribarlarını bana çevirdi. Ona nasıl bakıyordum bilmiyorum sadece bakışlarımız buluşunca oradaki afallamayı gördüm. Yüzü ifadesizdi o benimle hep gözleriyle konuşuyordu. Kehribarları beni görmeye başladığı için olsa gerek kalbimdeki hayali el az da olsa parmaklarını gevşetmişti. “Bizim gibi özel insanlar Tanrıların güçlerini kullandığı için kendimizi de bu şekilde adlandırdık.” Şhika aramızdaki bakışmanın farkında değişmişçesine konuşmayı sürdürdü. “Saklanmak ve uzun süre hayatta kalmaya çalışmak zorlu bir süreçti ancak artık saklanmamıza gerek kalmadı. Burada, şehrimde, benim emrim altında özgürlük sadece bir hayal değil. Yerlerini alabileceğimiz korkusuyla bizi avlamak isteyen Tanrılar burada bize dokunamazlar. Sadece sözlere bakarak inanmanın ne kadar zor olduğunu biliyorum fakat şunu bil ki bizim gibi olanları korumaya ant içtim. O yüzden dilediğince burada kalabilir hatta yeni bir hayata başlayabilirsin. Zaman geçtikçe haklı olduğumu anlayacaksın.” Aron son dakika bakışlarını benden çekip Şhika’ya dikti. Daha demin söylediklerini duymakta güçlük çekmiş gibiydi. Kafasının burada olmadığını o anda anladım. Ne düşünüyordu? Şhika’nın gülümsemesi Aron ona kesin bir cevap vermediği için sekteye uğrasa da moralinin bozulduğunu bize belli etmek istemedi. Ellerini birbirine vurarak “Hemen cevap vermene gerek yok, biraz daha düşün. Bugün başınıza bir sürü iş geldi, yorgunluğun yanında aç da olmalısınız. İyi bir istirahati hak ediyorsunuz. Yemek akşam sekiz de. Birkaç gün burada kalıp şehrimi gezin burayı seveceğinize eminim.” dedi. Tamda o sırada koridordan çıkıp gelen hizmetçiler elleri önlerinde bağlı, başları yere eğik bir vaziyette emirleri beklemeye başladılar. Şhika tahtından kalkarak “Hizmetçiler size kalacağınız odayı göstersin daha sonra yemekte buluşuruz.” deyip gözden kayboldu. • “Bir ihtiyacınız olursa kapı nöbetçilerine bana seslenmelerini söyleyin. İyi istirahatler.” Hizmetçiler bizim yanımıza geldiklerinden beri başlarını bir kez olsun yerden kaldırmamışlardı. Bilerek bizimle göz teması kurmaktan kaçınıyorlardı. Çöl insanları yabancılara karşı yabani miydi yoksa bunu yapmaları mı emredilmişti? Ateş sarayında da böyleydi. Hizmetçiler doğru düzgün birbirleriyle bile konuşmuyordu. Hadi onlar Loki’nin korkusundan böyle davranıyorlardı Vak’a şehrinin hizmetçilerinin derdi neydi peki? Reislerinin evine doğru yürürken sokaktaki insanlar onu görünce sevgiyle karşılamıştı. Her neyse. Bu şekilde rahat ediyorlarsa diyecek bir şey yoktu zaten. Hizmetçiler yanımızdan ayrılınca gözlerimi kısaca oda da gezdirdim. Dışarısı gibi içerisi de taştan örme duvarlardan oluşuyordu. Mobilyalar oldukça eskimişti. Kapının hemen yanında gömme bir dolap vardı. Sağ tarafa kahvenin tonlarında cibinliği olan çift kişilik bir yatak konulmuştu. İçeriyi, duvara çivilerle sabitlenmiş iki yağ lambası aydınlatıyordu. Şehri dolaşmamızdan sonra reisin evinde uzun soluklu bir konuşma yapınca zaman hızla geçmişti. Yorulduğumdan yatağın ucuna oturdum. Aron soğuk kahve tonlarındaki kalın perdeyi aralayarak pencereden dışarıyı izliyordu. Bakmasam bile içeriye vuran renkten dolayı gökyüzünün tamamen kararmadığını, yalnızca morun koyu bir tonuna büründüğünü biliyordum. Yorgunluktan kaslarım ağrısa da burada uyuyabilir miydim bilmiyorum. Şehre casus olarak girdiğimiz için sanki her an bir yerden birileri çıkıp bize saldıracakmış gibi hissetmekten alıkoyamıyordum kendimi. İyice psikolojim bozulmuştu. Arona baktım. Bir anda gözlerimin önüne kalbini söktüğü adamın yüzü gelince elimin altındaki tüyleri keçeleşmiş battaniyeyi sıkarak görüntüyü hafızamdan silebilmek için gözlerimi sıkıca kapattım. Uyuyamayacak olmamın tek nedeni yorgunluk değildi. Öldürdüğü adamların hayaletlerini kabuslarıma konuk etmek istemiyordum. "Ne düşünüyorsun?" Zorla susturduğum her şeyin kafamda çığlık attığını söylesem beni anlar mıydı acaba? Hepsinin icabına bir başıma bakamadığımı… Gözlerimi açmadan alışagelmiş bir şekilde “Hiçbir şey.” dedim, bana bakıyordu. İki kor parçasını andıran gözlerinin yüzümü yakmasından bunu anlayabilir hale gelmiştim. Geçiştirircesine verdiğim cevaba karşılık “Demek hiçbir şey.” derken sesinin tınısında inançsızlık kol geziyordu. Pencereden ayrılarak yanıma geldiğini odada yükselen ayak seslerinden kestirdiğim için gerilmiştim. Çaktırmamaya çalışsam da o gözlerin göremeyeceği hiçbir şey yoktu. Eğilerek ellerini yatağa bastırdığından karyola içe doğru çökmüştü. Sıcak nefesi yüzümü yaladığı için göğsüm körük gibi inip kalkmaya başladı. “Çok kötü bir yalancısın.” Bu adamın nefesi bile tuzlu deniz kokusuyla bütünleşmişti. Yakınlığımızdan dolayı verdiği nefesleri içime çektiğimden ciğerlerim tuzdan dolayı yanmaya başladı. “Şimdi uslu bir kız ol ve bana aklından neler geçirdiğini söyle.” Düşündüğüm şeyler onu ne ilgilendirirdi ki? Israrcı davranmasına anlam veremeyerek gözlerimi açtığımda bunu yaptığıma anında pişman olmuştum. Ağzımın içine girecek kadar yakınımda durduğu için görebildiğim tek şey kehribarlarıydı. Ona yalan söylediğim için kızgındı. Kızgın olduğu için kehribarlarında kızıl çatlaklar belirmişti. Kalbimin ritmi yakınlığımızdan dolayı değişirken onunda bulunduğumuz duruma tepkisiz kalamadığına şahit oldum. Gözleri gözlerimle buluşunca kızıl çatlaklar birleşerek kapanmıştı. Leylaklarımı kehribarlarında tutmaya özen göstererek “Sadece bugün olanları düşünüyordum.” dedim. Bakışları bir süre gözlerimin içini talan ederek her bir noktaya fütursuzca dokundu. Ellerini yataktan çekerek beni kıstırdığı kollarından kurtardı. “Hayır, bugün olanları değil çöldeki cesetleri düşünüyorsun.” Beni kolayca okuyabilmesi bugünün daha ne kadar beter olabileceğini ciddi ciddi düşünmemi sağladı. “O da var elbette.” “Korktun.” “Ne?” “Olanlar seni korkuttu.” Yüzüme dik dik bakarak “Ne olmasını bekliyordun ki? Bir Tanrı’nın gelinisin Mana. Benim hayatım bu! Benim hayatım kandan seller, cesetlerden dağlar, ölümlerden ibaret. Çölde gördüklerinin geçmişte yaptıklarımın yanında lafı bile olmaz. Daha fazlasını yapacağım, daha fazlasını göreceksin. Aldanma Mana. Bu halime sakın aldanayım deme!” dedi. Bağırmamasına rağmen zıvanadan çıkmış gibi duruyordu. Korktuğumu düşünmesi mi onu tetiklemişti? Bu halime aldanma derken daha asıl yüzümü görmedin demeye getiriyordu. Sana izin verdiğim kadarını görüyorsun demenin bir başka yoluydu. Yutkundum. “Korktum.” Duraksadı, bana döndü. “Korktum ama yemin ederim korkum ölümlerden kaynaklı değildi.” Bana anlamamış bir ifadeyle baktı. “Sen benim hayatımı toz pembe mi sanıyorsun? El bebek gül bebek yetiştiği mi, ne bileyim pamuklara sarılarak büyütüldüğümü mü sanıyorsun? Çok ölüm gördüm Aron. Tahmin edemeyeceğin kadar hem de ama hiçbiri senin öldürme çeşidine benzemiyordu. Yalan değil, orada sen, sen değil gibiydin. Şimdi bana diyeceksin ki beni daha ne kadar tanıyorsun ki bunu söyleyebiliyorsun. Haklısın, seni tanımıyorum ama… açıklayamıyorum işte. Beni farklı bir yönünle tanıştırdın, bende tökezledim.” Ne diyorum ben? Cidden ne anlatmaya çalışıyorum? Saçmalamaktan başka bir şey yapmıyordum. Utanç verici. Söyleyemem. Ölümlerden değil, senin öldürürken aşinalığın beni korkuttu diyemem. Ben abuk sabuk ne konuşuyorsun demesini beklerken o beni anlamış gibi bakıyordu ya da bana öyle geliyordu. Kehribarlarında toplanan öfke dağılarak “Benden korkuyor musun Mana?” diye sordu. Sanki her şeyi elinin tersiyle itebilirdi bu hariç, bu sorunun cevabı hariç. “Senden korkmuyorum.” Desem de dudakları alayla yukarı doğru kıvrılmıştı. İnanmıyordu. Niyeyse bana inanmaması içimde bir yerlere dokunmuştu. Bu sefer öfkelenme sırası bendeydi. Kaşlarımı çattım. “Beni gördüğün anda söylediğin ilk şey neden yaşıyor olduğumdu. Beni zindana attırdın, oradan çıksam da beni kabul etmeyi reddettin. Tüm yaptıklarına rağmen bir kez olsun geri adım attım mı Su Tanrısı? Her seferinde üzerine gelip karın olduğumu sana hatırlatmaktan çekindim mi? Şimdi sana senden korkmadığımı söylüyorsam senden korkmuyorumdur.” Bir saniye öncesine nazaran bana daha dikkatli bakıyordu. Kim bilir, benim onu çözemediğim gibi belki o da beni çözmekte güçlük çekiyordur? “Korkusuzsun.” Bunu söylerken neden memnun görünüyordu? Hafifçe gülüp alt dudağını yaladı. Başını iki yana sallayarak “Başıma bela olacağına dair inancım kuvvetleniyor.” deyince gözlerimi devirdim. Bunu görmesini sağlasam da aslında onun bakmadığı bir anda benimde dudaklarımda minik bir tebessüm oluşmuştu. Aramızdaki gerilimin son bulmasına sevinmiştim. Konuyu değiştirmek ve birazda aklından geçenleri öğrenmek amacıyla “Sence burada neler oluyor?” diye sordum. Elde ettiğimiz bilgileri toparlayıp bir sıraya soktum. Kuşkulandıkları gibi kullanıcılar bu şehirde bir araya geliyorlardı. Şu anda şehirdeki kullanıcıların sayısını bilmesek de Şhika’nın onlardan biri olduğunu kesinleştirmiştik. Büyücü olabilecek biri veyahut birileriyle karşılaşmamıştık. Şehirdeki insanların gökyüzündeki garip olaylara sakin kalabilmesinin nedenini büyüye bağlıyordum fakat bunu kesinleştirememiştik. Eh ilk güne göre çokta kötü sayılmazdık. "Bilmiyorum ama öğreneceğim." “Gökyüzünü o hale nasıl sokmuşlar ki? Yani büyü bu kadarını yapabilir mi?” “Kara büyüyse mümkün.” Korkuyla nefesimi tuttum. Doğru ya bunca zararı verebilen şey sıradan bir büyü olamazdı. Bunca hazırlığın altından çıkacak gerçekler beni ürkütüyordu. Aron tekrar pencereye giderek perdeyi araladı. "Hadi uyu biraz daha katılmamız gereken bir yemek var." “Sen uyumayacak mısın?” “Ben iyiyim.” Yorgun olmamasının imkânı yoktu. Dudaklarım uyumasını söylemek için aralansa da bir şey beni durdurdu. Aramızdaki sınırı korumamı söyleyen o ses kafamın içinde unutma diyerek yankılanmıştı. • Zar zor iki saat uyuyabilmiştim. Yatak beton gibi sert olduğundan uyandığımda birde bel ağrısıyla uğraşmıştım. Dinlemeyi bırak daha çok halsiz hissediyordum. Dudak büktüm, Maar’daki odamı özlemiştim. Elimle tutulan boynumu ovarken bizi akşam yemeğine çağırmak için gelen hizmetçiyi takip ediyorduk. Yol boyunca hizmetçinin ağzını yoklayarak burasıyla ilgili bir şeyler öğrenmeye çalışsam da beni kısa cevaplarla geçiştirip durmuştu. Bir kapının önünde durarak geçmemiz için açtı. “Yemek burada yenilecek, lütfen geçin.” Açtığı kapıdan içeri girdiğimizde Şhika’yı oval bir masanın başında oturmuş bizi beklerken bulmuştuk. Başını bize – Aron’a- çevirerek genişçe gülümsedi. “Tam zamanında.” Eliyle masayı göstererek “Lütfen, oturun.” dedi. Cevap vermeye gerek duymadan sağındaki sandalyeye Aron, yanındakine de ben geçtim. Saçmalamayın lütfen tabi ki de Aron nezaket gösterip sandalyemi oturayım diye çekmedi. Masaya şöyle bir göz atınca akşam yemeğinde çeşit çeşit yiyeceğin olduğunu gördüm. Bazılarını ilk kez tadacaktım. Ortaya konulan sepetteki envaiçeşit meyve dikkatimden kaçmamıştı. Çölde bu kadar farklı renk ve dokuda meyve yetişmesi mümkün müydü? Acaba seraları falan mı vardı? Uzun zamandır tüccarların şehre girmediği düşünülürse oldukça şüpheliydi. Yiyecekleri başka bir yolla temin ediyor olabilirler mi? Harika, iyice takıntılı olmaya başlamıştım. "Umarım dinlenebilmişsinizdir." Bu kadına ağzının payını vermenin zamanı gelmişti. Elimi masanın üzerinde duran Aron’un elinin üstüne koyarak yavaşça okşadım. Şhika’nın bakışları anında masadaki elimize düşmüştü. Utanıyormuş gibi davransam da sesime cilve katmayı ihmal etmedim. “Gayet dinlendirici saatler oldu.” Ne kastettiğim gayet açık olduğundan Şhika’nın suratı beş karış oldu. Normalde yaptığım şey patavatsızlık olsa da gözlerimin önünde kocama sarkan bu kadına pabuç bırakacak değildim! Aron bana sahip olduğunu söyleyebiliyorsa bunu bende yapabilirdim. Zaten o da yaptığım şeyden rahatsız olmuş gibi görünmüyordu, tam aksine bana ayak uyduruyordu. Şhika’nın yüzündeki çirkin ifade içimin yağlarını eritmişti. “Ne güzel.” Diye mırıldanıp “Açıkmış olmalısınız başlayın lütfen.” dedi. Odanın içindeki hizmetçiler Şhika’nın sözlerinden sonra yanımıza gelerek masadaki yiyecekleri tabaklarımıza doldurmaya başladılar. Bir müddet oda da çıkan tek ses çatal ve bıçağın sesi oldu. Genelde yemek seçmediğim için Vak’a şehrinin geleneksel yemekleri de damak zevkime uymuştu. Yarım günden fazladır mideme bir şey girmediği için tabağımı silip süpürmüştüm. “Siz gelmeden önce panayır hazırlıklarının tamamlandığı haberini aldım. Şanslısınız, tam zamanına denk geldiniz. Yarın akşam eğlenceler başlayacak sizi de orada görmekten mutluluk duyarım.” Uzun zamandır bir şenliğe gitmediğim için içim kıpır kıpır olsa da heyecanlanmayı bir kenara bırakıp Aron’a baktım. Buraya oyun oynamak için gelmemiştik. Muhtemelen Şhika’nın teklifini reddedecekti. Leylaklarımı üstüne dikerek hevesle cevabını beklediğimi görünce dudağının bir kenarı hafifçe yukarı doğru kıvrıldı. Çocuksu heyecanımı ondan saklayamadığımı anlayınca kalbim hızlandı yine de gözlerimi kaçırmadan konuşmasını bekledim. “Yaşadığımız kötü olaylardan sonra eğlenmek kalan moralimizi yerine getirecektir. Orada olacağız.” Yaşasın! Panayıra gidiyorduk!
<3 <3 <3 <3 |
0% |