Yeni Üyelik
19.
Bölüm

BÖLÜM 19: "KANLI AY"

@endless_q

▏₰ Mana

Tavandaki taşlar açılarak gökteki Kanlı Dolunay’ı oyuğun içine davet etti. Daveti kabul eden Ay, aç gölgesini sedyede bağlı kızın üstüne iştahla düşürdü. Kostas delikten gözüken Ay’a bakarken kollarını yukarı kaldırmış, gelişini hürmetle karşılamıştı. Dudakları bir an olsun kıpırdamayı bırakmıyor, ritüel için gerekli olan büyülü sözleri hırsla okumayı sürdürüyordu. Tamamladığı her dizede kurban olarak seçilen kızın şuuru biraz daha kayboluyor, göz bebekleri arkaya doğru kayarak atak geçiren bir hasta gibi zangır zangır titriyordu.
Ağzından dışarıya çıkan köpükler kritik bir halde olduğunun habercisiydi. Ona bir an önce müdahale edilmesi gerekiyordu! Ritüelin sonuna yaklaştıklarını ilk önce yavaşlayan titremelerinden sonrada bedeninden yükselen duman silsilesinden anlamıştım.
Göğsümü talan eden çaresizlik gözlerimi derin bir sızının eşliğinde doldurmuştu.
Ruhu.
Ruhu bedeninden zorla ayrılıyordu.
“Hayır…” Başımı kabullenemeyerek iki yana sallayıp “Hayır, durdurun şu lanet olası büyüyü!” diye bağırsam da artık o kız için yapabileceğim bir şeyin kalmadığını içten içe biliyordum.
Onlar kazanmıştı.
Dumanlar kıvrılıp bükülerek kızın silüetine büründüler ve ruh bedeninden dışarıya çıktığında etrafına kafası karışmış bir şekilde bakmaya başladı.
Nerede olduğunu sorguluyor olmalıydı.
Dudaklarım bu hali karşısında hüzünle aşağı doğru bükülmüşlerdi.
Ben sadece ona yardım etmek istemiştim.
Neden bu kadar güçsüzüm? Neden tüm bunlar benim başıma gelmek zorunda? Eğer yardım edemeyeceksem olanlara şahit olmamın ne anlamı vardı? Hep mi böyle olacak? Hep mi böyle aciz kalacağım?
Biraz daha vicdan azabına ihtiyacım yoktu ki benim.
Gözlerimin önüne annemle babamın yatak odasında diri diri yanarken benim içeriyi saran alevlerin arasında donup kalışım, yanan kapıya bakıp çığlıklarını işitişim gelmişti. Neden kimseye yardımım dokunmuyordu benim?
Kendime en büyük dargınlığımdı belki de bu gerçek.
Ruh neler olduğunu sonunda kavradığında sedye de gözleri açık bir şekilde ölen bedenine bakakaldı ardından ellerini yüzüne kapatarak ağlamaya başladı. Ruh olduğu için çığlıkları, haykırışları kimse tarafından duyulmuyordu. Yine herkes biçareliğine sağır kesilmişti. Yasını bile kendi kendine tutuyordu, yapayalnızdı. Bileklerimi kesen prangaların arasından süzülen kanlar az önceki zorlamamdan dolayı yaralarımı iyice açmıştı. Kollarımdan aşağıya inen sıcak kan omuzlarıma ulaştığında çırpınmayı kesip kendimi yere bıraktım.
Beni duyup duyamayacağı hakkında kesin bir şey söyleyemesem de dudaklarım af dilemek için aralandı ama yapamadım. Ondan af bile dileyemedim.
"Kim var orada!?" Şhika’nın bağırmasıyla dolu gözlerimi ruhtan çekip neler olduğuna baktım. Oyuğun girişini gözlemliyordu. Aron’un gelmiş olma ihtimaliyle gözlerimi karanlığın içinde gezdirsem de herhangi bir kıpırtı yakalayamamıştım. Beni yakaladıktan sonra evhamlanmaya mı başlamıştı? Burnumu çektim. Ruha tekrar bakmak için kafamı çevirecekken havayı ıslık gibi kesen ses bunu yapmamı engelledi. Yuvarlak, kendi etrafında süratle döndüğü için sadece bronzdan dövülerek yapıldığını anlayabildiğim cisim, gözümü açıp kapatmamla yarışacak hızda mağaranın tavanındaki yarığa çarptı.
Gövdesiyle yarığı kapattığı için içeriye giren Ay ışığını kesmişti. Keskin kenarları tavandaki kayalara sürttükçe etrafa kıvılcımlar saçıyordu. Dönerek iyice deliğe yerleşince hızı da yavaşlayıp en sonunda orada takılı kaldı.
Tavana çarpan cisim kabartmalara sahip bir kalkandı.
Kimseden çıt çıkmıyordu.
Hazırlıksız yakalandıklarından şok olmuşlardı.
Oyuğun girişinden içeri giren karaltı buram buram alay kokan bir sesle “Fare yuvasını buldum!” dedi. Tanıdık gelen sesle heyecanla yerimde dikleştim. Burada olma olasılığı çok düşük olsa da umarım gelen kişi odur. Attığı sağlam ve güçlü adımlar içeride yankılanıyordu. Eh onunda gibi bir adamın ayak seslerinin yumuşak olması beklenemezdi zaten.
Karakterine tersti bir kere.
Ay ışığı kesildiğinden oyuğun içindeki meşaleler alev alarak yanmaya başladılar. Meşalelerin kızıl ışığının yüzüne vurmasıyla açığa çıkan karaltı gerçekten de beyaz şeytana aitti! Tanrım, bir gün Ragnarı görüp bu kadar sevineceğim aklımın ucundan geçmezdi. Üzerine şöyle bir göz attığımda saklanmak için Vak’a şehrinin insanları gibi giydiğini fark etmiştim. Ragnar oyuğun içinde gözlerini gezdirerek düşman sayısını hesaplarken, kara bulutları kopacak bir fırtınanın hazırlığına girişmiş grileri Şhika’nın bakışlarıyla kesişti.
Kostas yarıda kesilen ritüel yüzünden telaşa kapılmışken Şhika’nın Ragnara bakan yüzü solarak gerilmişti. Ragnarı tanıyor olabilir mi? Beyaz şeytan lakabını hak edecek biçimde kaşlarını çatarak korkutucu bir tınıyla “Benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sordu. Sanki yanlış cevabı verirse onu orada parçalarına ayıracaktı. Vak’a şehrinin reisi temkinli hareket ederek “Hayır, bilmiyorum.” dediğinde Ragnarın yüzünde vahşi bir tebessüm belirdi.
"Ben bastığın toprakların sahibinin sefiriyim." Şhika Ragnarın sözlerinin altındaki gizli anlamı yakalayıp çıkardığında gözlerini dehşetle ardına dek açmıştı. Titreyen ellerini yumruk haline getirerek sakladı. Hem kurduğu tarikat hem de kullanıcı olmasının verdiği travma yüzünden korkusu katlanmıştı.
Ragnar bakışlarındaki yırtıcı ifadeyle “Nereye kadar Su Tanrısından kaçabileceğini sanıyordun ahmak kadın? Yaptıklarının bedelini ödemenin vaktin geldi.” Sakince konuşuyor olmasına rağmen her bir kelimesi insanı hakimiyet altına alır cinstendi. İskeletlerin ardında bekleyen diğer kullanıcılar Su Tanrısının adını duyunca kemiklerin üstüne basarak öne çıktılar. Aynı anda ezilen kemiklerin gürültüsü tehdit içerikliydi.
Ragnarı tehdit ediyorlardı.
Beyaz şeytan aşağılarcasına varlıklarını görmezden gelirken Şhika yalnız olmadığını hatırladı. Sayılarının Ragnardan fazla olmasına güvenmiş olmalı ki az önceki korkusunu yenerek kötülükle dolu bir kahkaha attı. “Ahahaha Tenebrisin köleleri benimle olduğu sürece Su Tanrısından da diğer Tanrılardan da korkmama gerek yok!”
Şhika gözlerini kızartan bir kindarlıkla “Onun kellesini bana getirin ki Su Tanrısına hediye olarak gönderebileyim!” dediğinde mor pelerinliler aynı anda harekete geçerek saldırdılar. Ragnar üstüne doğru gelen gruba bakarak hoşnutlukla gülümsedi. Savaş çanları kulaklarında çalarken elleri kaşınıyormuş gibi davranıyordu. Pozisyonunu alarak en yakınındaki pelerinliye yumruğunu savurdu. Pelerinli ayağını sertçe yere vurduğunda yerden yükselen duvar Ragnarın yumruğunu karşıladı.
“Ahahaha pis fareler bunca yıldır tek savaştığım kişilerin insanlar mı olduğunu sanmıştınız!”
Yumruğu duvara çarpsa da herhangi bir zarar görmüş gibi durmuyordu. Anında duruşunu değiştirerek toprak gücüne sahip pelerinin burnuna dirseğiyle vurdu. Pelerinli acıyla bağırıp burnunu tuttuğunda Ragnar eliyle boğazını kavradığı gibi boynunu kırdı. İçlerinden birini öldürmesi sadece otuz saniyesini almıştı.
Başını sağa sola doğru yatırarak boynunu kütürdetip “Hadi ama bu kadar mıydı? Gelin!” diyerek kışkırttığında Şhika “Ne yapıyorsunuz aptallar birlikte saldırın!” diye bağırdı. Pelerinliler yerdeki arkadaşlarını umursamayıp Şhika’nın emrine uydular. Dörtlü bir grup Ragnarı ortalarına alıp saldırdı. Arkasından püskürtülen ateşi aleyhine kullanışını şaşkınlıkla izledim. İlk önce ters takla atıp yanmaktan kurtuldu ancak ateş durmadığı için önündeki pelerinlinin yüzünü yakmıştı. Pelerinli ateşten kaçmak için çabalasa da yüzüne değen ateş pelerinine değmiş ve kıyafetlerini tutuşturmuştu. Yere yatıp yuvarlansa da cayır yanıyordu.
Diğerlerinin aksine büyüyle değil de kabzasını kavradığı bir hançerle saldırıya geçerek düşmanını gafil avlamaya çalışan pelerinlinin planı istediği gibi gitmemişti. Ragnar dövüştüğü pelerinliye tekme atarak onun duvara yapışmasını sağladıktan sonra arkasını dönerek hançeriyle sırtını hedefleyen pelerinlinin bileğinden kavrayıp ters çevirdi. Ardından hançeri ona doğru döndürüp karnına sapladı.
Pelerinli acıyla inleyerek yere yığındı.
Onlardan hala fazlasıyla olduğu için saldırmakta tereddüt etmiyorlardı. Şimdilik sıkıntı olmasa da Ragnar yorulmadan evvel işlerini bitirmeliydi. Eğlenmeyi bir kenara bıraksa iyi ederdi! Beyaz şeytan pelerinlilerle ilgilenirken oyuğun içinde ‘Tısssss’ diye bir ses yükseldi. Sesin geldiği yönü tahmin ederek endişeyle başımı çevirdiğimde tavandaki deliği kapatan kalkanın etrafından siyah dumanlar çıktığını gördüm. Hayır! Elinde büyü kitabını tutan Kostas kolunu kalkana doğru kaldırmış, elinin etrafında kalkandan çıkan dumanlar gibi siyah bir aura dolanıyordu. Kara büyüyle kalkanı eritiyordu!
“Ragnar kalkan!” Ragnar anında başını kaldırıp erimeye yüz tutmuş kalkana ardından da kitabı tutan Kostas’a baktı.
"Orospu çocuğu!" Öfkeden delirse de şu anda başındaki beladan kurtulamadığı için onu durduramayacağını anlamıştım. Kalkan gitgide eriyerek sıvılaştı. Üstünden akan bronz renkli yapışkan sıvı yere damlayarak orada birikiyordu. Ay ışığı açılan delikle birlikte yeniden oyuğun içine girdi. Kızın ruhu havaya yükseldi. Kırmızı ışığın kanlı Dolunay’a doğru oluşturduğu köprüde uçmaya başladığını görünce kanım donmuştu.
Yenilecekti!
Aron! Neredesin? Aron!
Dolunay tarafından çekilen ruhu gören Şhika gülerek “Zafer bizim.” dediği sırada kanlı Ay’ın önünde beliren gölge gözüme çarptı. Gölge o kadar küçüktü ki doğru görüp görmediğimden bile emin değildim. Benim aksime Şhika ya da Kostas o gölgeyi fark etmiş gibi durmuyordu. İkisi de kazanmanın sarhoşluğuna kapılmıştı. Gölgeyi seçebilmek için o kadar konsantre olmuştum ki bir süre sonra oyuğun içindeki mücadelenin patırtısı uğultu halini aldı.
Alnıma yayılan ılık sıcaklık güçlenirken leylaklarım orada gördüğü şeyle birlikte büyümüştü.
Aron’du.
Dolunay’ın önünde kudretle dikiliyordu.
Dışarıda hafifçe esen meltem geceden daha kara olan saçlarını kıyafetleriyle birlikte yumuşakça dalgalandırıyordu. Ruh, Ay ışığı köprüsünde ilerleyerek önünde durduğunda Su Tanrısının dudakları kıpırdanarak bir şeyler söyledi; onunla konuşuyordu. Ruh ilk başta şaşkınlık geçirdi ardından dizlerinin üstüne çökerek Aron’un ayaklarına kapandı. Ağlıyor gibiydi fakat yüzünü tam olarak seçemediğimden düşünceme koşulsuz şartsız güvenemiyordum.
Aron kızın ellerini bacaklarından uzaklaştırdıktan sonra yanına çökerek saçını şefkatle okşadı ve ona tekrar bir şeyler söyledi. Kız başını aşağı yukarı sallayarak beyaz bir ışık saçıp gözden kayboldu. Nutkum tutulmuş bir şekilde Aron’u izlemeye devam ediyordum. Kız gittikten sonra Su Tanrısı kanlı Ay’a doğru döndü. Etrafı gürül gürül akan bir nehre benzeyen mavi renkli bir aurayla kuşatıldı. Elinde yoktan var olurcasına uzun bir kılıç belirdi. Kılıcın siyah kabzasını kavrayarak süratle Ay’a doğru uçtu ve kısa sürede görüş alanımdan çıktı.
Nereye gidiyordu?
Olanlara hala akıl erdiremiyordum.
Kirpiklerini kırpıştırarak kendime gelmeye çalışırken oyuğun içine geri döndüm. Ragnar hala kullanıcılarla savaşıyordu. Şhika hızlı adımlarla Kostas’ın yanına giderek “Neler oluyor? Büyü tamamlanmadı mı?” diye sordu. Elinde açık duran kitap hafifçe titriyor hala delikten kanlı Ay’a bakıyordu. Ritüel tamamlandığında gerçekleşen olaylar başlamadığı için neler olduğunu kavramakta zorlanıyorlardı. Kostas elindeki kitabı birden kapatarak Şhika’nın irkilmesine yol açtı.
"Gitmem gerek, buradan hemen gitmeliyim." Kendi kendine delirmişçesine sayıklayınca onun bir şeylerden şüphelendiğini anlamıştım. Şhika’yı iterek kaçmaya yeltendiğinde birdenbire yürümeyi bırakıp olduğu gibi yere yığıldı. Nereden geldiği meçhul bir ok boğazına saplanmış ve oracıkta canını almıştı.
"Beni bu kadar kızdırdıktan sonra kaçabileceğini mi sanıyordun pezevenk?" Cesetlerin üstünden atlayarak buraya doğru gelirken elinde tuttuğu yayı gördüm. Kostas’ın kaçacağını anladığı gibi onu okla vurmuştu. Bu adam kaç çeşit silah kullanabiliyordu böyle?
Ragnar Kostas’ın ölüp ölmediğini anlamak için cesedini omzundan tekmeleyerek yüz üstü döndürdü. Gözlerini ölü bedenden alıp Şhika’ya diktiğinde Vak’a şehrinin reisi geriye sadece kendisinin kaldığını idrak ederek tir tir titremeye başladı.
Ragnar kullanıcıları öldürürken üzerine sıçrayan kandan kaçınmadığı için azılı bir suçlu gibi görünüyordu.
“Hayır, uzaklaş! Uzak dur dedim sana! Kanlı Ay kızın ruhunu almıştı! Bizi güçlendirmeliydi! Neden? Neden büyü işe yaramadı!”
Ragnar canını sıkan bir böceğe bakar gibi kadına tip tip bakarak cıkladı. Elindeki yayla onu işaret ederek “Saldıracaksan saldır hadi!” dedi. Ardından çenesi kasılarak “Bana saldırmaya çalışabilirsin, tabii sonrasında olacaklara karışmam.” diyerek de ekledi. Şhika dişlerini sıkarak ona baksa da herhangi bir saldırı girişiminde bulunmadı.
Ragnar biliyordum dercesine omuzlarını silkti. “Senin cezana Su Tanrısı karar verecek o yüzden dır dır edip durma.” Kadınlarla konuşma şekline ne desem bilemedim. Umarım bunu sadece karşısındaki düşman olduğu için yapıyordur. Şhikanın bileklerine geçirdiği kelepçeye minik minik mavi taşların gömüldüğünü fark etmiştim. Yanında getirdiği kelepçeler yeraltındaki zindanda yetişen değerli taşlardan yapılmış olmalı. Vak’a şehrinin reisinin kelepçe ona takılır takılmaz hastalanmışçasına solması da bu düşüncemi destekliyordu.
Kelepçeler büyü enerjisini sömürüyordu.
Şhika’yı kelepçeledikten sonra sonunda yanıma gelmeyi akıl edip hasar kontrolü yapmıştı.
“Görünenden başka yaran yok gibi. Sana değişik bir şey yaptılar mı?” Muhtemelen beni bir sonraki kurban ritüeli için saklayacaklardı o yüzden çok bir zarar vermemişlerdi. Tabii bu sadece benim düşüncemdi ritüelden sonra direkt öldürüle de bilirdim.
O kadar yorgun hissediyordum ki… Üstelik bu yorgunluk sadece fiziksel değildi.
Her şey bitmişti değil mi?
Oyuğun duvarlarına sıçrayıp katılaşan eski ve taze kan izlerine baktım. Meşalelerin ışıkları üzerlerine vurduğundan ayrım yapmak kolaydı. Yerdeki cesetlere göz atıp oradan da kemik yığınlarına geçtim. Sedyede yatan ölü bedene gözlerimi değdirmeden iç geçirdim.
“Yapmadılar.” Derken bile sesimden yorgunluk akıyordu.
“Güzel. Hım… Seni ben mi çözsem yoksa Aron’a mı bıraksam? Seni böyle görme fırsatını bir daha elde edemeyebilir.” Ne? Kanım ısınarak boynumdan yukarıya tırmanırken kıpkırmızı kesildim. Ciddi ciddi bunu düşüyordu, şaka falan yapmıyordu yani. Gerçekten aklından ne geçiriyorsa artık ne yeri ne de zamanıydı.
Onlar bu yaşadıklarımıza alışık olsalar da benim için her şey yeniydi.
Tam ağzımı açıp ona cırlayacakken oyuğun içi deprem oluyormuşçasına sallanamaya başlayınca Ragnar tavandaki delikten dışarıya baktı. Bende onunla birlikte baktığımda biri sanki kılıçla Kanlı Dolunay’ı kesmişçesine Ay’ın önünde büyük bir ‘+’ şeklinde parlayan iki ışık gördüm. Gökyüzünü saran kırmızı renkli perde o ışıklardan ikiye ayrılarak geri çekilince gerçek Dünya’daki gökyüzü özgür kalmıştı.
“Görünüşe göre Aron’un daha önemli bir işi çıktı. Eh ne yapalım burada olmaması onun suçu.” Sen hala orada mısın! "Lütfen artık beni çözer misin Ragnar? Daha fazla dayanacak gücüm kalmadı." Ragnar benimle dalga geçmekten zevk alırcasına gülerken uzay-boşluk yüzüğünden bu seferde sade bir kılıç çıkardı. O yüzüğe daha kaç çeşit silah depoladın?
Kılıcı savurup zorlanmadan zincirleri kesince ağrıyan kollarımı acı içinde ovalamaya başladım. Yaralı bileklerime prangalar değdikçe müthiş bir sızıyla sızlıyorlardı. Ragnar kılıcı yüzüğe gönderip yanıma gelerek bileklerimdeki prangaları çözmeme yardım etti.
“Bileklerine baktırsan iyi edersin.” Gerçekten de mahvolmuşlardı. Derim resmen soyulmuştu. Birçok ince kesikten de kan akmayı sürdürüyordu. Ayak sesleri işittiğimde bitkin bakışlarımı oyuğun girişine çevirdim. Üzerinde lacivert rengindeki tuniği dursa da başındaki örtüyü çıkarmış Su Tanrısı, elinde tuttuğu kılıçla öylece oyuğun girişince durmuş bana bakıyordu.
Onu baştan aşağıya inceledim, bunu neden yaptım bilmiyorum. Sanırım iyi olduğundan emin olmak istemiştim. O sırada ona attığım bakışların aynısını kehribarlarda görünce kalbim hızlanarak göğsümü dövmeye başladı. Onun aksine ben kirden, kandan, yaralardan geçilmiyordum. Perişan bir halde gözüktüğüm kesindi. Bir an karşısında böyle durduğum için utanmıştım.
Leylaklarım elindeki kılıca düşünce Aron kılıcı incelememe fırsat vermeden yüzüğüne geri göndermişti.
Benim kuruntum muydu bilmiyorum.
Sanki o kılıcı görmemi istememişti.

Kaldığımız odaya girdiğim gibi sırtımı kapıya yaslayarak kayıp yere oturdum. Kendime doğru çektiğim dizlerime kollarımı koyup alnımı da üzerine yaslamıştım. Tam göğsümün ortasında kara bir delik açılmıştı. Açılan delik öyle derindi ki içime akın eden boşluk duygusunun beni yutmak istediğini iliklerime dek seziyordum.
Vak’a şehrindeki insanlar büyünün etkisi altından çıkınca Ragnar onlarla konuşmaya gitmişti. Hala buraya neden geldiğini bilmiyordum. Şehirde yaşayan onlarca masum insanı kurtardığımız halde sevinemiyordum. O kızın yardım çığlıklarının peşine düşmüş ve onu bulmayı başarmış olsam da hayatta kalmasını sağlayamamıştım.
Kendimi suçlu hissediyordum.
Belki daha dikkatli hareket etseydim… hayır, yapma Mana.
Bunu kendine yapmayı bırak.
Bu şehirden bir an önce gitmek istiyordum.
Gitmek ve unutmak.
Ilık göz yaşlarım ben farkına varmadan yanaklarımdan sessizce süzülmeye başlamışlardı. Göğsümün ortasına koydukları koca taş ağırlaştıkça ağlamam artıyordu. Ses çıkarmamaya özen göstersem de vicdanımdaki yüklerle tek başıma baş edemiyordum artık.
Bana karşı acımasızlardı. Onlara ne kör olabiliyor ne de sağırlaşabiliyordum.
Kırılmamı istiyorlardı.
Kırmak istiyorlardı.
Ne kadar orada öylece oturup ağladım bilmiyorum. Gözlerim sızlıyor, göz yaşlarım kurumak nedir bilmiyordu. Leylaklarımı boşluğa dikip beni kuytusuna çeken düşüncelere dalmıştım. Zaman kavramı orada hükümsüzdü.
Kapının kolu ilk önce aşağıya bükülmüş açılmayınca zorlanmamıştı. Sanki kapının ardındaki kişi içeride neler olduğunun farkındaymışçasına “Neden oradasın?” diye sorarken beni ürkütmemek için sesini kısık tutmuştu.
Daldığım boşluktan çıksam da sesimi çıkarmadım. “Aç kapıyı Mana.” Adımı her söylediğinde kıpırdanan yüreğime ters ters bakmak yerine bu sefer yaptığını görmezden gelmiştim. Onu görmek istemiyordum, hayır. Beni bu halde görmesini istemiyordum demek daha doğru olurdu.
“Biraz yalnız kalmama izin ver…” Sesim çatırdayınca bunu bekleyen çenem de titremeye başlamıştı. Ağlamak istemiyordum, istemiyordum ama kendimi durduramıyordum da. Konuşmamın sonuna “Lütfen.” eklemem biraz zamanımı almıştı.
“Seni bir yere götürmek istiyorum, seveceğine eminim." Deyince merakım kabarsa da kararsız kalmıştım. Aronu öyle her gün gel seni bir yere götüreceğim derken göremiyordum, haliyle ondan beklemedik bu tavrı daha çok ilgimi çekmişti. Çenemi dizime yaslayarak “Nereye?” diye mırıldansam da duyduğunu biliyordum.
“Sürpriz.” Bakışlarımı ne yapacağımı bilemez bir şekilde sağda solda gezdirirken iyice sabırsızlanan adam “Bir Tanrıyı bu kadar beklettiğin için kendinden utanmalısın.” demesin mi? İstemsizce dudaklarımda küçük bir tebessüm belirmişti.
Elimle yerden destek alarak ayağa kalktım. Parmaklarım kapının kulpunu sıkınca kendimden güç almak için derin bir nefes aldım. Kapıyı kendime doğru çekip açtığımda görüş alanıma omzunu pervaza yaslayarak kollarını birbirine dolamış bir şekilde bekleyen Su Tanrısı girdi. Kehribarları kızarık olduğunda emin olduğum gözlerimin içinde gezse de ağlamama dair tek kelime etmemişti.
Elime uzanarak parmaklarını parmaklarımın arasından geçirince aldığım nefes göğsümle dudaklarım arasında sıkışmıştı. Beni böyle etkiliyor olmasına hala alışmamıştım. Yürümeye başladığında gözlerimi ondan kaçırdım.
Niye aklımı yıkan hisler onun yanındayken geldikleri yere kaçıyorlardı ki?
Bu haksızlık.

Beni getirdiği yere hayretler içerisinde bakmaya başladım.
Çölde gerçekten de vaha varmış.
Yeraltından çıkan sıcak suyun buharı havaya yükselirken suyun çıktığı çukurun etrafı kerpiçlerle örülmüştü.
Burası bir ılıcaydı! Ilıcanın çevresine geniş yapraklara sahip ağaçlar dikilerek gözden uzak hale getirilmişti. Daha da yakından bakmak için suya yaklaştığım sırada Aron bedenini arkamdan bana yasladı. Bu hareketi yerime mıhlanmamı sağlamıştı. Elleri ilk önce bileklerimi okşadı ardından kollarımdan yukarı doğru tüy kadar hafif dokunuşlarla tırmanıp omuzlarımı kavradı. Burnunu saçlarımın arasına daldırarak derin bir nefesle ciğerlerini kokumla doldurunca kalbim ağzımda atmaya başlamıştı.
Beni buraya ne için getirdiğini sorgulamakta geç kalmıştım.
“Soyun.” Dediğinde kaçıp gitmemek için cidden kendimi tutmam gerekmişti. Sakinleş Mana, en savunmasız anında senden böyle bir şey isteyecek bir adam değil o. Göğsüm körük gibi inip kalksa da aslında nefeslerim sık sık aksıyordu. Uçları karıncalanan parmaklarımı açıp kapatırken boynuma eğilip dudaklarını oradaki deriye sürttü. Kulağıma fısıldayan boğuk sesi geleceğe ait bir sırrı benimle paylaşıyormuşçasına vaat doluydu.
“Aklından geçen düşüncelerin zamanı gelmedi küçük kız. Sana istemediğin sürece dokunmayacağım, istediğin zaman ise aklının hayalinin almayacağı bir zevki tattıracağım. Öyle ki daha fazlası için bana yalvaracaksın.” Şehvete bulanmış sesi kasıklarıma bıçaklar saplarken vücudumdan bir ürpertinin geçip gitmesini sağladı.
İç çekercesine küçük bir nefes aldım.
Eli elbisemin düğmelerine gidince refleksle bileğini tuttum. “Şhii, uslu bir kız ol ve seni rahatlatmama izin ver.” Aklım hep müstehcen şeylere gittiği için sıcak sudan bahsettiğini iki saniye sonra anlayarak kıpkırmızı kesilmiştim.
Demek beni bu yüzden buraya getirdi. Kaynak suyunun stresten düğümlenen kaslarımı gevşetip bana iyi geleceğini düşündüğünden suya girmemi istiyordu. Sorun şu ki o suya beni yalnız göndermeyecekti! Titrek bir sesle “Aron…” dediğimde ne isteyeceğimi tahmin ederek “İç çamaşırları kalacak.” demişti. Hala bir yanım bu durumdan rahatsız olsa da beni soymasına izin verdim. Öyle ya da böyle bir gün tam anlamıyla karısı olacaktım.
Gerçekten karı koca olduğumuzda ikimizin de birbirimize karşı görevleri olacaktı. Küçük yakınlaşmalarla dokunuşlarına alışıp asıl olay için kendimi hazırlamam gerekiyordu.
O yapmazsa ben asla yanında soyunmaya cesaret edemezdim!
Elbisemin düğmelerini acele etmeden belime kadar açınca ince kumaş vücudumu yumuşakça yalayıp yere düştü. Bakışları bir kez olsun yukarı çıkmadan önümde eğilip ayakkabılarımı da teker teker çıkarınca çok şaşırmıştım. Çıkardığı her ayakkabıda ayak bileğime kondurduğu öpücükle irkilip durmuştum. Daha ne kadar üzerime gelmeyi planlıyordu bu adam? Öpücükleri bırak önümde eğilmesi bile başımı döndürmüştü. Bükülmez, kaba saba, hoşgörüsüz o adam nereye gitmişti?
Beni iç çamaşırlarıma kadar soyunca elini tuniğini çıkarmak için sırtına attı.
Anında bakışlarımı kaçırdım.
Aron’un kıyafetlerinden kurtulduğunu hışırtı seslerinden anlayabiliyordum. Leylaklarım o hariç her yerde dolansa da göz hapsinde olduğumu iliklerime dek bana hissettirmekten çekinmiyordu. Kehribarların kıvrımlarımda acele etmeden gezdiğini düşünmek bile elimi ayağımı birbirine sokuyordu.
"Devam et, suya gir." Tanrım, heyecandan dilim damağım kurumuştu. Ben ondan tarafa bakamazken o çekinmeden vücudumu süzüyordu. Acaba gördüklerinden memnun kalmış mıydı? Kahretsin, ne diyorum ben böyle!
Girmeden önce suya ayağımın ucunu sokarak sıcaklığını ölçtüm. Suyun bana efendisinden dolayı zarar vermeyeceği ise bir saniye sonra aklıma gelmişti. Su gerçekten yeterli sıcaklıkta mıydı yoksa bana zarar vermemek için istediğim sıcaklığı mı almıştı bilmiyorum. Daha fazla düşünmeyerek diğer ayağımı da içine sokup yavaş yavaş ilerleyerek derinlere gittim. Su göğüslerimin üzerine çıktığında kenara doğru yüzerek sırtımı sıcak kerpiçlere yasladım.
Gözlerimi kapatıp sıcak suyun tanıdı çıkardım.
Çok iyi gelmişti.
Gündüz vakitlerinde çöl nasıl sıcaktan insanı bunaltıyorsa geceleri de soğuktan insanın dişlerini takırdatıyordu. Buraya geceye doğru geldiğimiz için suyun sıcak olması harika hissettiriyordu. Yorgunluğuma ilaç gibi gelen sıcaklığın keyfine varırken ilk önce suyun dalgalanmaya başlaması sonra da bileğime sarılan elle irkilerek gözlerimi açmıştım.
Tanrım.
Bugün gerçekten sınanıyordum.
Ne ara suya girdiğini anlamadığım adam önümde heykel gibi dikilmişti. Islandığı için koyulaşıp eliyle arkaya doğru taradığı saçlarından kaçan bir, iki tutam alnına yapışmıştı. Titizlikle yontulmuş gibi duran belirgin kas çizgilerinin arasından arta kalan su damlaları kışkırtıcı bir şekilde kayıyor, aşağılara inip kasıklarındaki ‘V’ çizgisinde kayboluyordu. Burası kör noktada kaldığı için ışıklandırma yetersizdi. Hür kalan Dolunay ise bize teşekkür etmek istercesine bütün ışığını bu tarafa yansıtıyordu. Ay ışığıyla buluşan Su Tanrısının bronza yakın teni resmen parlıyordu.
Kaslı yapısı kaba bir görüntü oluşturmak yerine onu zarif gösteriyordu.
Kolunda ilk kez gördüğüm bir dövme vardı.
Bileğinden başlayıp yukarı doğru çıkan su dalgalarının üstünde üç dişli bir mızrak duruyordu.
Su Tanrısının nesilden nesle aktarılan silahı Shiva’nın kudretli bir resmiydi.
Bakışlarımın gayet farkında olan Su Tanrısının ukala bir gülümsemeyle kıvrılmış dudakları “Gördüklerinden memnun kalmış gibisin.” deyince arsızlığı karşısında dilimi yutmuştum. Açılan ağzımı kapatıp beni utandırdığı için kötü kötü baktım ona. Kim olsa etkilenirdi tamam mı!
“Mana…” Tuttuğu bileğimle beni kendine doğru çekerken sanki çok uzağımdaymışçasına iyice yaklaşarak dibime girmişti. Başı bana doğru eğik olduğundan burunlarımız bir an için çarpışıp ayrılmıştı, bu içimde bir yerlerde yanan ateşi daha da harlarken nefes alamadığımı hissediyordum. Islanmış kirpiklerinin altındaki kehribarlara bu kadar yakından bakmak kalbim için hiçte sağlıklı değildi.
“Efendim?” Benden böylesine uysal bir tını beklemediğinden olsa gerek bir saniyeliğine duraksamıştı. Kehribarları dudaklarımla gözlerim arasında gidip gelirken boştaki eliyle de diğer bileğimi tuttu. Geldiğim gibi odaya kapanıp ağladığım için yaralarıma bakmaya vaktim olmamıştı. Oyuktan nasıl çıktıysam öyle duruyorlardı. Hatta daha da berbat bir hal aldıklarını söyleyebilirim.
Suya girdiği için mi kehribarları bir ton açılmıştı? Gözlerimi ondan alamıyordum.
İçinde olduğumuz sıcak suyun aksine bileklerimde serinlik hissedince başımı eğip baktım. Aron’un ellerinden yine mavi ışıklar çıkıyordu. Yaralarımın üzerinde gezen serin suyu hissedebilsem de Su Tanrısı bileklerimi tuttuğu için göremiyordum. Su kesiklerden içeri girerek yaralarımı iyileştiriyordu.
Su; şifaydı.
Su birçok şey olabilirdi.
Ölümde, yaşamda.
Yaralarım yavaşça kapanırken bileklerimi saran mor halkalarda siliniyordu.
“İstediğin zaman bana kafa tutabilecek kadar cesursun.” Sözlerinin nereye uzanacağını duyabilmek için bekledim. “Bu izlerde senin yeri geldiğinde ne kadar gözü kara olabileceğinin kanıtı.” Dudağının kenarını yaladı. “Bundan memnun muyum peki? Hayır, kesinlikle değilim. Hatta bana haber vermeden düşmanın inene girdiğin için seni cezalandırmak istiyorum ama yapmayacağım.” Elini çeneme götürerek okşadı. “Seni duydum; bana dua edişini, duanın içinde yatan dileği sezdim. O kızı kurtarmamı istiyordun.” Demek gerçekten dua etmek işe yarıyordu. Anında bakışlarımı yere indirdim. Şimdi onu dinleyip, dinlemek istemediğimden pek emin değildim.
Başarısızlığımı yüzüme vurur muydu? Ya da beceriksiz olduğumu söyleyip bu tarz bir şeye tekrar kalkışmamı mı söylerdi? İkisi de birbirinden beterdi. İkisini de ondan duymak istemiyordum.
“O kız için canını tehlikeye atsan da ölümün elinden alamazdın Mana.”
Şaşırarak ona baktım. “Nasıl yani?”
“Sadece bil diye söylüyorum; ölümünde senin bir payın yoktu. O kızın ecel günü gelmişti.”
Bir Tanrı olduğu için mi böyle konuşuyordu? Yoksa beni vicdanımdan kurtarmak için teselli mi etmeye çalışıyordu? İçime ılık ılık bir şeyler aktı. Acımı görmezden gelmemişti…
“Daha fazlasını yapabilirdim.”
“İnsanların bir sınırı var ve sen o sınırın eşiğinden geçemezsin.”
“Bu sözler kulağa çok acımasızca geliyor.”
“Hakikat bu olduğundandır.” Doğru, hakikat acıtırdı.
Beni ilerleterek sırtımı iyice kerpiçlere dayandırdı. Elini suyun içine sokup baldırımı kavrayarak bacaklarımı birbirinden ayırdı ve kendisini araladığı boşluğa yerleştirdi. Kasıklarıma dayanan kasıklarını hissedince kaskatı kesilsem de onu itmedim. Kollarından destek alıp diğer bacağımı da beline sardım. Kehribarların çekim kuvvetine karşı koyamayan leylaklarım gözlerinden ayrılamıyordu.
Baktıkça bakası gelir miydi insanın? Geliyormuş.
“Yasını tut… daha fazlasını değil.”
Gözlerim doldu. Dolan gözlerime bakarak “Yine ağlayacak mısın?” diye sordu. Başımı iki yana sallasam da omuzlarındaki tutuşum güçlenmişti. Burnunun ucunu bu sefer kasıtlı bir şekilde burnuma sürterek “Daha yirmi bir yaşındaki bir kız çocuğu için özünde çetin gedikler var.” dedi. Beni tanıyalı ne kadar olmuştu ki ruhumu görebildiğini söylemeye cüret ediyordu? Ve ben de aptal gibi ona inanıyordum.
Çünkü öyle bakıyordu, görüyormuş gibi.
Yüzümden okuyormuş gibi… bir ihtimal kalbim ona fısıldıyormuş gibi.
Alnını alnıma yaslayarak daha da yaklaştı. Sudan çıkan buhar fazla olduğundan nefes alıp vermek güçtü. Su Tanrısı da ağzından nefes alıp verdiği için kızarmış dudaklarına kaydı bakışlarım. Sıcakla arası pek iyi gibi durmuyordu.
"Kaderinin sana oynadığı oyunlar yetmezmiş gibi üstüne birde bana karım olmak için gönderildin." Eğilerek köprücük kemiğimin ortasındaki çukura dudaklarını bastırınca kasılıp dişlerimi sıkarak ağzımdan kaçacak herhangi bir inlemeyi engelledim. Bir eli bel boşluğumu aralıklarla sıkıp bırakırken öpücükleri aşağılara doğru kayarak sütyenimin üstünden göğüslerimin üstünü buldu. Çenesini göğüslerimin arasına bastırıp bana alttan yoğun bir bakış atarak "Buna dayana bilir misin?" diye sordu. Cevabımı beklemeden erkeksi bir sesle yeniden "Bunu bitirebilir misin?" dedi. Tırnaklarımı sorduğu soruların ağırlığıyla kollarına geçirdiğimde koltuk altlarımdan tuttuğu gibi beni sudan çıkararak çöl kumuna yatırdı. Ardından kolunu başımın kenarına yaslayıp üstümde yükseldi.
Tüm heybetiyle üzerimdeyken ona titreyen göz bebeklerimle birlikte bakıyordum. Sorularının cevabının bende olmadığını söylersem hayal kırıklığına uğrar mıydı?
“Taşıması zor değil mi?” Dolmuş gözlerimdeki yaşlar göz kenarlarımdan kayınca elini kaldırıp akan yaşları okşarcasına sildi. Başımı aşağı yukarı salladığımda bana kızmadı tam aksine anlayışla karşıladı. Dudaklarıma yaklaşarak “Artık taşıyamadığında sana söylediklerimi hatırla.” diyerek alt dudağımı kavradı. Bu sefer yalnızca hissettirmekle kalmamıştı bana gerçek bir öpücük vermişti. Belki de bu gecenin sabahında kendime hakim olamadığım için iradesizliğime çok kızacaktım ama şu anda tek istediğim şey ona karşılık vermekti.
Ellerimi ensesindeki saçlara atarak çekiştirip onu üzerime daha çok çektim. Öpüşüne istekle karşılık verince Aron daha da hırslanarak dudaklarımı parçalarcasına öpmeye başladı. Dudaklarımı önce ısırıyor sonra ısırdığı yerleri diliyle geçerek karnıma kramplar sokuyordu. Dediği gibi ileri gitmiyordu çünkü daha vaktinin olduğunu biliyordu.
Soruları kafamda bozuk plak gibi tekrarlıyordu.
Bana ‘Dayanabilir misin?’ diye sorarken bir Tanrının gelini olmanın yükümlülüğünden bahsediyordu. Dökülen kan, gördüğüm cesetler buradakiyle sınırlı kalmayacaktı. Onun gelini olarak kalmaya devam edersem bundan çok daha kötülerine maruz kalacaktım. Ardından ‘Bunu bitirebilir misin?’ diye sormuştu. Gördüklerime tahammül edemeyeceğim o noktaya gelirsem bana gidebilirsin diyordu.
Sana bunu yapmaya hakkım yok dercesine…
İncinmemi görmek onu incitecekmişçesine…
Kapalı gözlerimi aralayarak sıcak ve ıslak dilini dilimle buluşturan adamın boynuna doladım kollarımı. Gözlerimi yüz hatlarında acele etmeden gezdirdim… ezberlemek istercesine. Bileklerimi tutup kollarımı boynumdan çekerek başımın üstüne uzandırdı ve parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdi.
Elini sıkarak tutuşuna daha güçlü bir şekilde karşılık verdim.
Bir gün gerçekten seni arkamda bırakıp gidebilir miydim?
Kalbim bu düşüncenin ihtimaliyle bile böylesine sıkışırken mi?
En büyük korkum gerçek oldu Aron.
Omzunun üzerinden gördüğüm dolunay baştan çıkarıcı bir şekilde gökte bize eşlik ederken, birbirine giren kirpikleri açılarak koyulaşan kehribarları leylaklarımdaki yasak dileğe nail oldu.
Ben orada kalbimi beni hiç sevmeyecek bir adama bıraktım.

Sabah olduğunda reislerinin esrarengiz bir şekilde kaybolması -Ragnar onu kim bilir nereye götürmüştü- ve Su Tanrısının Vak’a şehrinde bulunması hakkında karmaşık duygular içerisinde olan insanlar, üstüne birde kendilerine büyü yapıldığını öğrenince beyinleri iyice bulamaç haline gelmişti. Her hâlükârda Tanrıları tarafından kaderlerine terk edilmediklerini anlamış ve bizzat onları kurtarmak için şehirlerine geldiğini idrak edince ortalık bir anda şenlik havasına bürünmüştü. Tüm gün Aron’un etrafında dört dönmüşlerdi. Ellerindeki en iyi yiyecekleri, kıyafetleri ve mücevherleri teşekkür niyetine hediye etmek isteseler de Su Tanrısı kabul etmemişti.
Alçakgönüllülüğü Tanrılarını gözlerinde daha da yüceltmişti tabii.
Aron genelde soğuk bir adam olsa da şehir halkıyla olması gerektiği gibi ilgilenmiş ve kısa sürede şehre yeni bir reis atamıştı. Kısa sürede şehirdeki düzen yeniden inşa edilmişti. Büyü yüzünden acı hissetmedikleri için insanların toparlanması daha kolay olmuştu. Ertesi sabah şafak sökerken çoktan hazırlanmış bir şekilde şehrin yeni reisi ile vedalaşıp yola koyulmuştuk. Adamın Aron’u övmesi dakikalarca sürmüştü, hem de bizi elli dereceyi gösteren güneşin altında bekleterek! Hanım hanımcık davranmaya özen göstersem de bayılacak gibi olduğumdan içimden söylenip durmuştum.
Şehrin yeni reisi yürümeyelim diye bize üç at hediye etmişti. Elbette yürümektense bir şeylere binerek seyahat etmeyi tercih ederdim fakat bu şeyler at olunca işin rengi değişiyordu. Bir kere daha ata binmeye çalışırken rezil olmak istemiyordum! Dün geceden sonra yüzüne asla bakamadığım adam ata binemediği bildiği için tekrar bana yardım etmişti. En azından bu sefer üzerine düşmemiştim bu da bir şeydir. Atlarla bir süre ilerleyip Caster’in büyüsüyle geldiğimiz gibi geri dönecektik.
Sonunda eve gidiyorduk!
Herkesi çok özlemiştim.
Atımın dizginlerini tutan adama çaktırmadan baktım.
Benim aksime onun pekte çekinen bir hali yoktu.
Yanağımın içini sinir olmuş bir şekilde dişleyerek önüme döndüm.
Dün geceki yakınlaşmamızdan sonra yarım saat kadar daha su da kalmış, dinlenmiştik. O sırada utançtan yerin dibine girmek istediğim için saçma sapan konuşup konudan konuya atlamıştım. Ortam sessizleşince yaptığımız şeyleri düşünüp fenalık geçirecek gibi oluyordum çünkü! Laf arasında Aron ölen kız için daha fazla endişelenmemi, ruhunun iyi bir yerde olduğunu söyleyerek birazda olsa iyi hissetmemi sağlamıştı.
Daha fazla acı çekmeyeceği bir yerde olduğuna sevinmiştim.

 

Aronun Manayı teselli ediş şekli? Ağlamasına kıyamaması peki??

Bölümde en çok neresi sevdiniz?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere <3

 

Loading...
0%