Yeni Üyelik
20.
Bölüm

BÖLÜM 20: "MEZARLIKTAKİ ÇOCUK"

@endless_q

▏₰ Mana

Dışarıda kopan fırtınanın çıkardığı uğultu bir saatin sonunda azalarak tamamen dinmişti. Ses kesilince Ragnar oturduğu yerden kalkarak dışarıyı kontrol etmek için mağaranın girişine gitti. Beş dakika sonra geri geldiğinde “Fırtına durmuş yola devam edebiliriz.” demişti. Vak’a şehrinden ayrılmamızın üzerinden dört saat geçmişti. Şehrin yeni reisi bu mevsimin kum fırtınalarıyla dolu geçtiğini söylemiş, çölü aşmanın ise normalden katbekat zor olacağı konusunda bizi uyarmıştı. Hatta çölün çıkışına dek bizimle gelmesi için birini ayarlamayı -çölde hayatta kalmayı başarabilen birini- teklif etmiş ancak Aron kabul etmemişti.

Bizim Vak’a şehrine gelirken yolda kum fırtınasıyla karşılaşmamamız tamamen şans eseriydi.

İç çektim. Aynı şans dönüş yolunda bize uğramamıştı.

Aron Su Tanrısı olduğu için onun gücü su ve suya dayalı her şeydi bu yüzden az da olsa gökyüzünde de kontrolü vardı. Fakat burada bahsi geçen fırtına tamamen kum ve rüzgârın birleşiminden meydana geliyordu. Haliyle çölde bu tarz doğaüstü olaylardan kaçınabilmek için yanınızda Hava Tanrısı ya da Toprak Tanrısının bulunması gerekirdi.

Bizse ikisine de sahip değildik.

Böyle bir durumun başımıza gelebileceğini tahmin eden Vak’a şehrinin reisi gideceğimiz yolun üzerindeki kum taşı mağaralarını gösteren haritayı bize vererek kum fırtınası dinene dek bu mağaralardan birine sığınmamızı söylemişti. Gelirken bu mağaraları görmemiştim bile. Gerçi elimizde harita olmasa asla yerlerini bulamazdım ya neyse. Çöl kumu resmen bu mağaralarının üzerini örterek uzaktan bakan birinin onları kum tepeleriyle karıştırmasına neden olmuştu.

Yola çıkana kadar her şey yolundaydı. Geçen üç saatin ardından ise önümüzden bize doğru gelen kum fırtınasını görmüş ve hızlıca en yakın mağarayı bularak içine girmiştik. Kum fırtınası uzaktan da yakından da korkunç duruyordu. Toplanan rüzgârın içine dağılan tanecikler sizi boğarak öldürebilecek güçteydi. Üstelik hızlı karar vermezseniz fırtınadan kaçışta mümkün değildi zira ilk bakışta çok uzakta duruyormuş gibi görünen fırtına biz mağara girer girmez tüm çölü etkisi altına almıştı.

Ucu ucuna yetişebilmiştik.

Mağara dışarıdaki çöl sıcağına nazaran buz gibiydi. Daha içeri girer girmez soğuktan ürpermiştim. Burada değil bir saat kalmak, beş dakika zor dayanılırdı. Bu duruma neyin sebep olduğunu hala çözebilmiş değilim. Çölün havası bir anda soğuyup bir anda yanıyordu. Asla ortası yoktu, bu sert geçişte insanı çarpılmış gibi hissettiriyordu.

Çölde yaşayan halk bizden daha deneyimli oldukları için her mağaraların içine yakacak odun istiflemişlerdi. Ragnar odunları fark ettiğinde direkt ortaya birkaç kütük atmış ve odunların yanında duran çakmak taşlarını birbirine sürterek kıvılcım çıkartıp kısa sürede ateş yakmıştı. Yanan ateşin başında oturarak bir saat boyunca kum fırtınasının uğultusunu dinleyip havanın düzelmesini beklemiştik.

Bu sayede dinlenmiştik de.

Ragnar fırtınanın dindiğini söyleyince ayağa kalkarak mağaradan dışarı çıkmıştık. Gözüme giren güneş ışığını engellemek için elimi kullanarak etrafa baktım. Her şey bıraktığımız gibiydi buna elli derecelik sıcaklıkta dahildi.

“Tam olarak nerede olduğumuzu biliyor musunuz?” Kum fırtınası yüzünden yolumuzdan sapmıştık bu da kaybolmamızı kolaylaştıracaktı. Gerçi yanımda bu ikisi oldukça kaybolsak da endişelenmezdim, yine de bu çölde bir gece daha geçirmek istediğim anlamına gelmiyordu. Ragnar elindeki haritayı incelerken “Yaklaşmış olmalıyız, Caster’in yaptığı büyünün dalgaları gittikçe güçleniyor.” demişti.

Demek Caster biz geçtikten sonra kapıyı kapatmamıştı.

Gerçekten çok güçlü bir büyücüydü.

Onun yerinde başkası olsaydı enerji akışından çoktan bayılmıştı.

Kum fırtınasından dolayı saptığımız yolu gerisin geri gitmek bize zaman kaybı yaşatsa da bu tarz ufak tefek aksaklıklar yolculuklar sırasında olağan kabul edilirdi. Kalan yolu fırtınadan korkup kaçmasınlar diye bağladığımız atlarla kazasız belasız tamamladık. Ragnar “Geldik.” diyerek atını dizginlerini çekince bizde durmuştuk. Merakla sağıma soluma bakmaya başladım. Gözlerimi etrafta özenle gezdirsem de her zamanki çöl manzarasından başka bir şey görememiştim. Kafam karışmış bir şekilde Caster’in büyüsünden iz arasam da bir şey bulamamıştım. Duvara çizdiği büyünün yansımasını burada bulamadan geçiş yapamazdık. Büyü dizisini yerde, kum tepelerinin üzerinde hatta düşük bir ihtimalde olsa havada görmeyi beklerken karşılaştığım şey bundan çok daha farklıydı. Ragnarın dediği geçiş kapısı bu muydu?

Gördüğüm şey bir yırtıktı.

Sanki Kalahari çölü ile Su sarayının arasında görünmez bir perde bulunuyordu ve bu perde yıldırımı andıran sarı bir yırtıkla yırtılmıştı. Yerden başlayan yırtığın uzunluğu iki metre ve zikzaklıydı. Çöl kumuna yakın bir renkte olduğu için geçiş kamufle olmuştu, ilk bakışta büyüyü göremememde bundan kaynaklanıyordu zaten. Yırtığın etrafında sarı bir aura dolanırken geçiş cızırdıyordu. Evrenin oluşturduğu yasalar yırtığı tamir etmek için uğraştığından Caster’in büyüsüyle çarpışıyordu.

Vay canına etraftaki elektrik akımı yüzünden tüylerim kabarıyordu.

Aron atından atlarken Ragnar’a “Sen önden git.” demişti. Atından çoktan inmiş olan Ragnar bize son kez bakıp yıldırımın üstüne -geçiş kapısına- tereddüt bile etmeden yürüyerek gidince neler olacağını izlemeye koyuldum. Yıldırımın içine girdiği anda görünmez olmuş ve arkasından küçük bir sarı ışık çakmıştı. Belimde hissettiğim ellerle irkilerek Aron’a baktığımda “Merakını giderdin mi?” diye sormuştu.

Hala büyüye ve büyüyle yapılan mucizelere alışamadığımdan bir yanım bu tarz şeylere temkinle yaklaşıyordu. Büyü yapıp başarısız olanların başlarına gelen korkunç hikayeleri duyunca bu konudaki güvensizliğimi kimse sorgulayamazdı. Örnek verecek olursam; Caster’in bizi ışınlamak için kanıyla çizdiği büyü dizisindeki en küçük bir hata geçişte bizi dönemeyeceğimiz tehlikeli bir yere veya eksik uzuvla doğru yere gönderebilirdi!

Büyü ilmi çok hassas dizilimlerden meydana geliyordu.

“Ragnar arkasında bir bacak, kol ya da parmak bırakmadığına göre Caster dizilimi doğru yapmış.” Aron kafasını sağa sola salladıktan sonra alt dudağını yalayıp gülmemek için kendini dizginlemişti. Komik bulduğu şey dediklerim değil de bizzat bendim! Halimle alay ediyordu. Belimi kavradığı gibi beni attan indirirken “Caster büyüsünü sorguladığını duyarsa senin için hiç iyi olmaz.” deyince bir an böyle bir şeyin hayaliyle duraksamış ve yutkunmuştum.

Beni canlı deneklerinden biri haline getirebilirdi.

“Geç kalıyoruz gitsek mi?” Onu beklemeden hızlı adımlarla önden önden giderken dediklerini hiç duymamış gibi davranıyordum. Kehribarların arkamdan bana muzip bir ifadeyle baktığını görmesem de biliyordum. Resmen beni eğlencesi haline getirmişti. Bir anlık gafletle hızlı hızlı geçiş kapısına yürüsem de yıldırımın bir adım ötesinde duraksamış ve daha fazla ilerleyememiştim.

Gelirken sağ salim gelmiştik şimdi niye geriyorum ki?

Bu düşünce az da olsa beni sakinleştirince cesaretimi toplayıp ayağımı yıldırımdan geçmek için atacakken yanağıma değen ılık nefes “Çok yavaşsın.” diyerek beni sırtımdan itelemişti. Gözlerim sonuna kadar açılırken tepki bile veremeden sarı ışığın içine düşmüştüm. Geçiş kapısından geçerken aynı tanıdık duygu bedenimi ele geçirmişti. Balçığın içinden geçiyormuşum gibi o tuhaf his… Gelmiş miydim? Sağlam mıydım? Korkudan gözlerimi sımsıkı kapattığım için gözlerimi açmayı ret ediyordum. Ya uzuvlarımdan biri eksikse? Alacağın olsun Su Tanrısı!

“Sonunda geldiniz.” Duyduğum sesle birlikte gözlerimi açtığımda bana otuz iki diş birden sırıtarak kollarını iki yana açmış bir şekilde bekleyen Towa’yı görmüştüm. Çaktırmadan kollarımla bacaklarım yerinde mi diye bakıp parmaklarımı sayarken o hala kollarını açmış vaziyette bana bakıyordu. Sarılmalı mıydım?

Bu sırada arkamdan gelen Su Tanrısı ilk Towa’ya sonra da indirmeyi düşünmediği kollarına bakarken gözlerini kıstı. “Birde kırık çıkıkla uğraşmak istiyorsun anladığım kadarıyla.” Deşilen böğrüne gönderme yapıyordu. Kaşları derinden çatılmıştı. Towa Aronun gözlerinden kaçırarak “Ahahaha sadece şakaydı canım.” derken anında kollarını aşağıya indirmiş ve sanki kollarını ondan saklayabilirmişçesine arkasına almıştı.

Caster’in büyüsü Aron geldikten sonra duvardan yavaşça silinerek kaybolmuştu.

Towa’nın bir sürü sorusu olduğu çay kırmızısı irislerinin bir bana bir Aron’a kayıp durmasından anlaşılıyordu. Sabırsız olsa da yorgun olduğumuzu düşündüğünden kendini geri çekiyordu. Vak’a şehrinde başımıza gelenleri merak ediyor olması doğaldı. Nihayetinde o da kullanıcılardan ve içerdikleri tehditten haberdardı. Başta onlar hakkındaki endişelerini yersiz bulmuşum. Hadi ama! Yerimde kim olsa dalga geçiyorlar sanırdı. Tanrı kanı bile taşımadan onların güçlerine sahip olmak mı? İnsanların bu gücü taşıyacak yaradılışları yoktu. Lakin bizzat neler yapabildiklerine şahit olduğumdan artık bende onlara karşı uyanık olacaktım.

Bakalım Şhika hanımın sorgusundan neler çıkacaktı.

Kapı muhafızlar tarafından açıldığında hangi ara gittiğini görmediğim Ragnar yanında Saya ile birlikte içeri girmişti. Yüzünde güller açarak bana doğru koşan Saya, ilk önce önündeki Towa engellini iterek aşarken böğrünü inleyerek tutan adamın acısına oralı bile olmamıştı.

Yüzünü buruşturarak itilmesi sonucunda koltuğun kolçağına tutunan Towa “Sanırım dikişlerim patladı.” dese de turp gibi olduğunu buradaki herkes biliyordu.

“Hanımım hoş geldiniz sizi çok merak ettim!” Saya bana sımsıkı sarılırken “Biraz daha dikkatli olmalısın.” diyen sesle ikimizde yerimizden sıçrayarak Caster’e bakmıştık. Ne zamandan beri odadaydı? Bir anda belirip bir anda ortadan kaybolma özelliği bir gün birinin kalbine indirecekti umarım o kişi ben olmazdım. Caster Towa’nın yanına giderek “Değneklerin nerede?” diye sormuş ve yükünü ona vermesi için kendisine tutunmasını sağlamıştı.

“Odada unuttum.” Caster’in pelerini yüzünün yarısını gizlediği için ifadesini göremesem de Towa’ya onaylamaz bakışlar attığına emindim zira büyücü başını kaldırarak Towa’nın bilerek onun yüzünü görmesini sağlamıştı. Towa bu hareketiyle afallayarak önceden de gördüğü bu yüzü garip bir duyguyla seyre dalmıştı.

Yoksa onlar da mı?

“Hanımım yaralanmadınız değil mi? Seyahatiniz nasıl geçti? Orada rahat edebildiniz mi? Sizinle iyi ilgilendiler mi?” Saya peş peşe sorularla sadece benim değil Casterle Towa’nın da dikkatini dağıtarak toparlanmalarını sağlamıştı. Towa geri çekilmek yerine kolunu Caster’in omzuna sararak ondan destek almaya devam ediyordu.

Saya’yı benimle gayet iyi ilgilendiklerine ikna etmeye çalışırken çalışma masasının kenarına yaslanarak kollarını birbirine dolamış vaziyette bizi izleyen Aronun bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Bir ara gözlerimiz buluşunca tip tip bana bakan ifadesinde yer alan soruyu okuyabilmiştim. Şöyle diyordu; Ne ara saraydaki herkesi etkin altına aldın?

Bundan memnun değilmiş gibi davranmasına rağmen rahatsız da görünmüyordu.

Odanın bir köşesinde birbirlerine çaktırmadan kur yapan ikili, bana canı gönülden hizmet etmeye kendini adamış Saya, Saya’ya laf anlatamadığım için onu dediklerime razı etmeye çalışan Ragnar ve son olarak beni buraya bağlayan yegâne Tanrının verdiği hissiyat; bağı andırıyordu, o bağ bizi birbirimize bağlıyordu.

Tıpkı bir aile gibi.

Her zaman hayalini kurduğum o aile gibi.

Bir melodi.

Uzak, çok uzaklardan gelen hüzünlü bir melodi.

Kapalı gözlerimin ardında hayali beliren uzun ve ince parmaklar kavalın deliklerini örtüp tekrar açarken her bir delikten eşsiz bir nota çıkartıyordu. Notalar, hafifçe kalın dudakların içine üfürdüğü nefesle birlikte hayat buluyordu.

Tanıdık aynı zamanda özlemini duyduğum bir şey ruhumu sıkıştırıyordu.

Gözlerim bir anda açılırken göğsüm hızlı inip kalkıyordu.

İçimde yer edinmiş o dürtü; korkuydu.

Kafamın içindeki ses avazı çıktığı kadar bağırıyor ve benzer cümleleri sayıklıyordu.

‘Burada olmamalıyım... burada olmamam gerekirdi... neden buradayım?’

Bütün vücudum elektrik akımına kapılmışçasına zangır zangır titriyordu. Görüşüm net değildi. Nerede olduğumu bilmiyordum lakin odamda olmadığımı biliyordum. Bulunduğum yeri bilmediğim halde niye burada olmamam gerektiğini hissediyordum? Odaklanmak, en son ne yaptığımı hatırlamaya çalışmak istesem de hafızam boş bir sayfadan ibaretti.

‘Burada olamazsın!’ Diye bağıran duygunun esareti altında kıvranıyordum.

Biri beni uyuşturmuş lakin uyuşturduğu şey zihnim değil de bedenimmişçesine düşünebiliyor ama kıpırdayamıyordum.

Melodi çalmaya devam ediyordu.

Zaman yavaşça uçup giderken ne kadar öyle bekledim bilmiyorum. Görüşüm yavaşça netleşip bilincim bedenimin kontrolünü eline almaya başladığı sırada ilk gördüğüm görüntü çıplak ve toza toprağa bulanmış ayaklarım olmuştu.

Dışarıdaydım. Öyleyse neden ayağıma giymek için bir şeyler geçirmemiştim?

Başımı kaldırarak nerede olduğuma baktığımda gözlerim dehşetle açılmıştı. Dudaklarım çığlık atmak için aralansan da ağzımdan en ufak bir ses hatta inilti bile çıkmamıştı; lâl olmuştum. Buradan hemen gitmem lazımdı! Burada kalamazdım! Leylaklarım bir o yana, bir yana kayarken binlercesini görüyordum. Kalbim yerinden çıkmak istercesine göğsüme vuruyordu.

Mezarlıktaydım.

Gecenin köründe, nereye ait olduğunu bile bilmediğim bir mezarlıktaydım!

Onlarca, yüzlerce hatta binlerce ölüyle beraberdim. Nereye baksam gözüm üstünde adı, doğum ve ölüm tarihi yazan taşlarla kesişiyordu.

Ve hepsinin ölüm tarihi aynıydı.

Bu nasıl mümkün olabilirdi?

Sessizlik. Öyle bir sessizlik vardı ki burada sanki herkes, her şey susmak için yemin etmiş gibiydi. Sadece o melodi çalmaya devam ediyordu. Melodiyi çalan kişi korkumu sezmişçesine kavala üflerken daha derin ve yavaşça çalmaya başlamıştı ezgiyi. Garip… bu şekilde çalması gerçekten de işe yaramış ve kalbimi yatıştırmıştı.

Beni çağırıyordu.

Bedenimin kontrolünü ele aldığımı düşünerek yanılmıştım. Zira yürümeye başlamak ve mezarlığın derinlerine inmek kesinlikle benim fikrim değildi. Yürüdükçe mezarlığın büyüklüğüne şaşırıyor ve gittikçe genişlemesini korkuyla karışık bir hayretle izliyordum. Her mezarın yanında illaki kuru, kara ağaçlardan vardı. Etrafta tek bir hayvana rastlamamıştım.

Sonra gözüm ona çarptı.

Olmaması gereken bir şeye daha.

Bölüm bölüm ayrılan mezarlığın arasına yapılan bütün yolların kesiştiği yerde, yani mezarlığın tam göbeğinde büyük bir kaya ve o kayanın üzerinde oturan bir çocuk vardı. 14-15 yaşlarında duruyordu. Üzerinde ipekten, siyah bir giysi vardı.

Melodiyi çalanda oydu.

Kapalı göz kapaklarındaki uzun ve sık kirpikler bembeyaz olan tenine gölge düşürüyordu. Kapkara olan saçları hafiften uzun olduğu için esen meltem saçlarını dalgalandırıyordu. Onunda ayakları benimkiler gibi çıplaktı. Ağır adımlarla çocuğa doğru yürüdüm. Önüne geldiğimde durmuştum.

Çocuk kaval çalmayı bırakmıştı.

Varlığımı hissettiğini o dakikada anladım. Demek mezarlıkta hayalet gibi gezmiyordum, ölüler de diriler de benim burada olduğumun farkındalardı. Çocuğun kirpikleri yavaşça açılıp göz bebeklerini bana çevrildiğinde nutkum tutulmuştu. Aynaya bakıyormuşum hissiyatı veren leylak rengi irisler beni şoka uğratmış lakin bedenimi kontrol edemediğimden yüzümde tek bir mimik dahi oynamamıştı.

Nasıl? Annemden başka benim göz rengime sahip biri daha mı varmış? Göz rengim son derece nadirdi. Bu yüzden başıma birçok dertte açılmıştı. Benden korkanlar olmuş, gözlerim yüzünden tehlikeli insanların dikkatimi çekmiştim. Bu yaşıma kadar kimse de aynısını görmediğimden tekim sanıyordum.

Biri daha varmış.

İnce bir ayrımla.

Benimkilerin aksine bu çocuğun irislerinin içinde siyah bir çentik vardı.

İnsan değildi.

"Gecenin bu vaktinde ölülerimi ağlatıyorsun?"

Çocuğun görünüşünün aksine ses tonu bir yetişkine aitti. Hem ne demişti o? Ölüleri ağlatmak mı? Tüylerim diken diken olurken korkuyla ağlama sesleri duymayı beklemiş ancak her şey sessiz kalmaya devam etmişti.

Konuşmak istiyordum. Ona burasının neresi olduğunu, nasıl geldiğimi, kim olduğunu sormak istiyordum. Bir çuval soruya sahip olsam da dudaklarım hayali ipliklerle birbirine dikilmiş gibiydi. Çocuk gözlerimin içine uzun uzun bakmaya devam etti. Benim gözlerimde ne gördüğünü bilmesem de ben onun gözlerinde koca bir boşluk görüyordum.

O boşluk bana birini hatırlatmıştı. Uzun zamandır yaşayan birini, duygularının köreldiği birini, sevmek kadar sevilmeyi de unutan birini.

Kimdi? Adını hatırlayamıyorum.

Önemli biriydi. Benim için çok önemliydi.

"Buraya isteyerek gelmemişsin." Daha fazlasını sanki görebilecekmişçesine yüzüme gözlerini kısarak baktı. “O mu çağırdı seni? Vakit geldi mi? Burada o kadar çok yıl geçirdim ki artık zaman kavramını yitirmiş olmalıyım.” Kimden bahsediyordu?

Birdenbire kaşlarını sertçe çatıp başını karanlığa çevirerek sonu yokmuş gibi duran yolu dikizlemeye başladı. Yüzü gerilerek korkunç bir duyguyla kaplandı. Orada gördüğü şey her neyse onu öldürme arzusuyla dolmuştu. Bu ifadeyi bir çocuk yapamazdı…

“Hangi cüretle bölgeme girmeye kalkışırsın! Beni daha fazla kızdırmadan kaybol yeraltının kölesi yoksa seni kaçmaya çalıştığın delikte bulur lezanın ateşine atarım!” Arkamdaki yolu göremiyordum. Göremediğim içinde orada kimin olduğunu bilmiyordum. Sadece gözlerini sırtıma mıhlamış olan varlığı sezebiliyordum. Bu his sivri tırnaklarını omuriliğimden aşağıya indirircesine canımı yakıyordu. Tanrım, bu çok korkunçtu.

Kalbim korkudan deli gibi çarpıyor, ter sırtımdan aşağıya boşalıyordu.

Çocuğun tehditleri işe yaramış olmalı ki hissettiğim varlık ortadan kaybolmuştu.

Karanlığa bakmayı kesip bana döndüğünde ifadesinin yumuşadığını görmüştüm. “Korkma, o senin korkabileceğin biri değil.” Bu da ne demekti? Geldiğimden beri her şeyin bir sır perdesi olması yetmezmişçesine birde mezarlıkta tek başına kaval çalan bir çocuğun bilmece gibi konuşmasını dinliyordum.

"Fazla zamanın kalmadı. Elimden geleni yapıyorum. Akıllarını karıştırıyor, yönlerini saptırıyorum ama elinde sonunda onu bulacaklar. Gelecek çoktan okundu. Rahme düştüğünden beri kaderi kan ile yazıldı artık bunu kimse değiştiremez." Aklına ne geldiyse yüzünde çirkin bir ifade oluştu. Bir süre sessiz kalarak düşündü ardından parmağıyla sağımızda kalan karanlığı işaret etti.

Ben geldiğimde bütün yollar görünür haldeydi, karanlık yoktu. Ne zaman bu çocuğun yanına geldim o zaman yollar karardı, ilerisi görünmez olmuştu.

“Bak.” Bedenim onun emirlerine itaat ettiği için işaret ettiği karanlığa doğru döndüm. Hiç ışık olmamasına rağmen gözlerim karanlığı deldi ve bana göstermek istediği sahneyi görebilmemi sağladı. Başta mezarlığın devamı gibiydi görüntü. Yine her yerde kabirler ve yanlarına dikilmiş kuru, kara ağaçlar vardı. Sonra gözlerimin önünde çok hızlı bir karartı gelip geçince irkildim. Korku yine soğuk nefesini enseme üfürmeye başlamıştı.

Gölgelerin sayısı arttı. Bir o yana, bir bu yana gidip gelen gölgeler o kadar süratle gidip geliyorlardı ki asla bedenlerini tam olarak göremiyordum. Sonra çocuk elini şıklattı. Elinden çıkan ses tüm mezarlıkta yankılanmış gibiydi. Sesle birlikte gölgeler yavaşladılar ve ben onların tam suretlerinde ancak o zaman görebildim.

Aman Tanrım. Uzun, baştan aşağıya siyahlar içindeki pelerinliler ellerinde fenerlerle mezarlığın içinde geziyorlardı. Tıpkı çocuğunda dediği gibi bir şey arıyor gibiydiler. İçlerinden birinin elindeki feneri mezar taşlarından birinin üzerine doğru tutarak üzerindeki yazıya baktığını sonra aradığının o olmadığını anlayınca uzaklaştığını gördüm. Ağaçların yüzeylerini, taşların altını, toprağı her şeyi didik didik arıyorlardı.

“Umbralar onun köleleridir. Onun kendinden yarattığı parçalar, karanlığın atıkları.” Neden bahsettiği hakkında hiçbir fikrim olmasa da beynim kafamın içinde tehlike çanları çalıyordu. O şeylerin üzerinden siyah bir duman tüterek havaya yükseliyor ancak kaybolmuyorlardı çünkü o duman vücutlarına ait bir parça gibiydi. Pelerinin altında ete, kemiğe bürünmemişlerdi. Onlar kara dumanlardan ibaretti.

İçlerinden biri onları gözleyen biri olduğunu fark ederek bir anda bana doğru dönünce bedenimin kontrolünü sağlayamama rağmen yerimden sıçramıştım. Başını korkunç bir şekilde yavaşça sağa doğru yatırarak bana bakmaya başlamıştı.

Beni izliyordu.

Kabus görüyor olmalıyım. Bunun başka bir açıklaması olamaz.

Gelme. Buraya gelme.

Uyanmak istiyorum. Lütfen, uyanmalıyım.

Saçlarımın dipleri yaşadığım dehşetten sırılsıklam olmuştu. Göğsüm nefes almaya çalışmaktan artık ağrıyordu.

“Buradaki vaktin doldu. Varlığın ölüleri ağlatıyor artık gitmelisin.” İlk geldiğimde de aynı şeyleri söylemişti ama ne kadar dikkat kesilirsem kesileyim bir türlü ağlama seslerini duyamıyordum. Aklımdan geçenleri okuyormuşçasına “Dinle.” demesinin hemen ardından işaret parmağını alnıma dokundurdu. Dokunduğu nokta garip bir his yaymıştı içime. Sanki durgun bir suya taş atılmış, o taş suya titreşimler yayarak su halkaları oluşturmuştu.

Sessizlik bu sefer daha güçlü bir şekilde mezarlıkta hüküm sürerken kulağımın içine dolan rüzgâr sesi ağaç yapraklarının hışırtısını andırıyordu fakat burada yaprak namına hiçbir şey yoktu. Ağaçlar ölüydü tıpkı buradaki herkes gibi. Sonra o seste kesildi ve bir uğultu baş gösterdi. Uğultunun içinde ilk hıçkırık sesini duyduğum anda peşi sıra ikincisini, üçüncüsünü de duydum. Birkaç saniye içerisinde kaç kişiden çıktığını hesaplayamayacağım kadar çok kişi kafamın içinde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Ölüler ağlıyordu.

“Varlığın onlara yaşamı hatırlatıyor, kalbinin atışları ızdırabın sesi gibi geliyor. Aldığın nefesi açgözlülükle izliyor bazıları bu yüzden bir an önce uyanmalısın.” Parmağını tekrar şıklatarak “Uyan!” diye bağırdı. Ben bilincimi kaybederek karanlığa düşerken mezarlıkta duyduğum melodi tekrar çalmaya başlamıştı.

O melodi.

Çok, çok uzaklardan gelen hüzünlü bir melodiydi.

Kendimi yataktan atarcasına doğrulduğumda elimle canımı yakan sol göğsümü tutup sıktım. Dakikalardır nefesimi tutuyormuşçasına inip kalkan göğsümle birlikte kalbim aynı anda bana işkence ediyordu. Biri rahat nefes almama izin vermiyor, diğeri göğsümü sıkıştırıyordu. Odadaki tek gürültü kaynağı benim soluk alışverişlerimden ibaretti. Kuruyan boğazımı nemlendirmek amaçlı üst üste yutkundum.

Yine kâbus görmüştüm.

Bıkkınlıkla gözlerimi kapattım. Kalderaya geldikten sonra tek bir iyi rüya görmemiştim. Üstelik kabuslarım şekil değiştirmeye başlamıştı. Sarayda geçirdiğim süre boyunca yaşadığım stres yüzünden bilinçaltım bana oyun oynuyor olmalı. Kaşlarımı çatarak az önceki kabusu düşünürken terden su olmuş saçlarımı geriye doğru atıp elimi ıslak ensemde dolaştırdım.

Eğer öyleyse… bunlar sadece bilinçaltımın bir oyunu ise niye bu kadar gerçekçi hissettiriyorlardı? Düşünmekle bir yere varamayacağımı bildiğimden başımı kaldırıp duvardaki saate baktım.

5.45

Kalkıp yıkanmam lazımdı.

Yarım saate güneş doğacak ve sabah 08.00’de de kahvaltıya inmem gerekiyordu. Üzerimdeki örtüyü kaldırıp ayaklarımı yataktan aşağıya sarkıtırken baldırlarıma değen saten geceliğin yumuşak dokunuşu tenimi okşamıştı. Yataktan inerek pencereye doğru gidip perdeyi çektim. Şafak sökerken gökyüzü mavinin bin bir tonuna bulanmıştı. Sürgülü pencereyi yukarı kaydırıp açarak sabahın soğuk ve ferah havanın içeriye girmesini sağladım. Hala terli olduğum için fazla soğuğa maruz kalmak beni hasta edebilirdi yine de birkaç dakikayı daha serinleyerek geçirdim.

Her odada banyo bulunsa da buraya ilk geldiğim zaman Saya’nın beni götürdüğü yer kadar geniş bir alanı kaplamıyordu. Yine de benim köyde kaldığım odadan daha büyük olduğu aşikardı. Yerdeki küvet her zaman kemiklerinizi ısıtacak sıcaklıkta suyla dolu olurdu, şimdi de öyleydi. Ben banyodan içeri girdiğimde hava sudan çıkan buharla dolmuştu. Çabucak üzerimdeki kıyafetleri çıkarmış, ayağımı suyun içine sokacakken gözüme çarpan ayrıntıyla kanım damarlarımdan tamamen çekilmişti.

Ayaklarım toz toprak içerisindeydi.

Küçük bir şüphe yarığı yavaşça kalbimde belirdi.

Aldığım her nefes bir öncekinden daha çok boğdu beni.

Tanrı aşkına dün gece gerçekten ne olmuştu?

Kabustu. Kâbus olmalıydı. O halde ayaklarım neden dışarıda saatlerce çıplak ayakla dolaşmışçasına kir içerisindeydi?

Kafayı yiyeceğim.

Cidden delireceğim.

Önceki kabusumda da benzer şeyler yaşamıştım. O bardak elimden düşmüştü ve ben kaçarken camlara bastığım için kırık parçalar ayaklarımın altına gömülmüşlerdi. Aron söyleyene kadar fark etmemiştim bile. Şimdide bu… Ne oluyor?

Bana ne oluyordu?

Sakinleşmeye çalışarak sıcak suyun içerisine girip seri hareketlerle vücudumu ve saçlarımı yıkayarak sudan çıktım. Düşünmemek ve kucağıma koyulan sorulardan kaçmak için hızlı hareket ediyordum. Burada işim bitince havluyu bedenime sarıp saçımda kalan suyu sıkarak odama geçtim. Odaya girdiğimde Saya’yı yatağımı toplarken bulmuştum. Kapı sesinden olsa gerek bana dönerek gülümsemiş ama yüzümü görünce gülümsemesi yok olmuştu.

Yanıma yaklaşarak endişeyle “Hanımım bir şey mi oldu? Bembeyaz kesilmişsiniz?” diye sorduğumda bir an ne diyeceğimi bilemedim. Kâbusun etkisinden sıyrılamıyordum bir türlü.

“Hanımım beni korkutuyorsunuz.”

Üzerimde tuttuğum havluyu avucumun içine alıp sıkarken “Kaldera’da rüyalarla ilgili bana ne söyleyebilirsin Saya?” diye sordum. Tanrı ülkesinde rüyalar hafife alınacak çeşitten konulardan değildi. Eminim ki burada rüyaları okuyabilen birileri illaki vardır. Sadece Su sarayının içinde olup olmadıklarından emin olamıyordum. Saya anlamamış bir şekilde bana bakıyordu. Ona da hak veriyordum tabii, kim durduk yere rüyalardan bahsedip az sonra bayılacakmış gibi dururdu ki?

“Uyumakta sıkıntı mı çekiyorsunuz?”

Olanları en başından anlatmadan bir şey anlamayacağını kabullenince yanından geçerek kıyafet dolabıma gittim.

“Bana yarım saat ver, üzerimi değiştirip sana bütün olup biteni anlatacağım.”

Öğrendiklerimden sonra yalnız kalıp kendimi dinlemeye ihtiyacım vardı. Sarayda işleri yetiştirmek için oradan oraya koşuşturan hizmetçiler, Aron’a rapor vermek için sıraya giren muhafızlar, sarayın işlerini halletmeye çalışan diğer görevliler ve daha nicesi ortalıkta dolanırken böyle bir şey mümkün değildi tabii. Bende sorunumu bahçeye çıkarak temiz hava alarak çözmekte bulmuştum.

Saya’ya kabuslarımdan ve kabuslarımın arkalarında bıraktıkları izlerden bahsetmiştim. Konuşmaktan neredeyse kahvaltıyı kaçırıyorduk. Ondan aldığım bilgilerin bana bir cevap vereceğini sanırken daha çok sarsılmama neden olmuşlardı.

Söyledikleri hala kafamın içinde dönüp dolanıyordu.

-----------------------------------------

Saya anlattıklarımdan sonra bir süre bana sessiz kalarak bakmıştı. Bal rengi gözleri bir şeylerden şüphelendiğini söylercesine endişeyle titriyorlardı.

“Hanımım Kaldera’nın temellerinde büyü adeta çatıyı tutan sütunlar gibidir. Hiç büyü gücüne sahip olmayan kişiler bile büyü yapabilmek için güce ihtiyaç duymuyor, tanıdık birilerinden büyü yapabilen birini bulmaları kâfi. Hatta bu yüzden mağdur olan insanlar sık sık Su Tanrısına şikâyette bulunurlar, çünkü yapılan büyüler genelde kötülük barındırır. Su Tanrısı bunun önlemini almak için halkın hatta soylu kesimin bile büyü yapmaya, yaptırtmaya teşebbüs etmesini yasakladı. Yapanında, yaptıranında cezası çok ağır. Bu yasak suların biraz durulmasını sağlasa da cezaya rağmen hala bu işlerle uğraşan ve gizliden gizliye büyü yaptıran kişi sayısı çok fazla.”

Başta konunun neden büyüye geldiğini sorgulasam da sonradan aklıma gelen ihtimalle “Yani sen şimdi bana birinin büyü yaptığını ya da yaptırttığını mı ima etmeye çalışıyorsun?” diye sormuştum. Bu yüzünden mi kabuslar yakamı bırakmıyordu? Belki de kırık camları görememem, ayaklarımda çamurla uyanmam hep büyüden kaynaklanıyordu. Kahretsin, düşündükçe Saya’nın söyledikleri daha da mantıklı geliyordu.

İyide kim böyle bir şey yapar ki? Bir yanım sorguluyor olmama dahi alayla gülmüştü. Ben Kalderanın tek hanımı, Su Tanrısının geliniydim. Yerimde olmak isteyen, bir şey yapmadığım halde bana saf nefret besleyen bir sürü kişi olmalıydı.

Benden kurtulmak istiyorlardı.

Varlığımdan rahatsızlardı.

“Size kesin bir şey söyleyemem. Büyü ile ilgili hiç bilgim yok ancak…” Saya susup gözlerini benden kaçırınca hafiften kaşlarımı çatmıştım.

“Senin başka bir fikrin daha var sanki?” Saya ne diyeceğini, nasıl diyeceğini bilemediği için huzursuzca kıpırdanıyordu. “Çıkar ağzındaki baklayı.” Dediğimde pes etmişti. “Sizi korkutmak istemem ama… Hanımım gördüğünüz kabusların gerçekten kâbus olduğundan emin misiniz?”

Böyle bir şeyi duymayı beklemediğimden şaşırmıştım. “Bu da ne demek şimdi? Kabustan başka ne olabilir ki?”

Tamamen ciddileşerek “Ya sizin kâbus sandığınız şeyler gerçekten olan şeylerse ve siz bunları sadece sıradan bir kâbus olarak hatırlıyorsanız?” dediğinde alt dudağımı ısırarak “Uyur gezer mi oldum yani?” diye sormuştum. Saya başını iki yana sallayarak “Eğer öyle bir şey olsaydı odanızdan çıktığınız anda muhafızlar Su Tanrısına haber ederlerdi.” dedi.

Dediklerine hak versem de başka ne olabilirdi ki?

“Hanımım bazı büyücülerin doğuştan gelen kudretli güçleri vardır tıpkı Caster gibi. Bu güç bir nevi soydan yani kan bağından geçtiği için bu kişiler sıradan büyücülerden öne çıkarlar. Size bahsettiğim tarzdaki büyücüler yaptıkları büyülerle hedef gördükleri kişiyi bulundukları yere çağırabilirler. Kabuslarınızda hiç gördüklerinizin fazla gerçekçi olduğunu düşündüğünüz bir an oldu mu? İlk kabusunuzda yaralandığınızı görmediniz fakat bardağın kırıldığını söylediniz ve kendinize geldiğinizde yaralanmıştınız. Dün de bir yere gittiğinizi ve uyandığınızda ayaklarınızı çamur içinde bulduğunuzu söylediniz. Bunlar normal kabuslarda olacak şeyler değil.” Korkuyla ellerimi tutup “Lütfen, kabuslarınız size ciddi bir zarar vermeden önce Su Tanrısından yardım isteyin.” dedi.

-----------------------------------------

Bahçeye doğru ilerlerken burnuma gelen hoş çiçek kokuları dahi beni düşüncelerimden azat edememişti. Saya ile konuştuğum şeyler sürekli zihnimi meşgul ediyor ve beni inanılmaz rahatsız ediyordu. Muhafızlar yaklaştığımı gördüklerinde bahçenin kapısını açarak geçmem için beklediler. İçeri girdiğim anda sarmaşıkların üzerindeki kuşlar cıvıl cıvıl öterek sanki bana hoş geldin demişlerdi. Daldan dala konarak geziniyor, bazıları gagalarıyla çiçeklerdeki özleri içiyordu. Sarayda denizin altına bağlanan duvardan sonra saray bahçesi ikinci favori mekanım olmuştu.

Annem çiçekleri çok sevdiğinden bende küçüklüğümden beri çiçeklerle uğraşmaktan hoşlanırdım. Köyde kaldığım ev benim olmadığı için bahçe de istediğim gibi bir alan oluşturup çiçek dikememiştim ama her zaman bana ait bir yer olsun istemişimdir. Su sarayının her yerinde çeşit çeşit çiçek görebilseniz de en güzel çiçekler kesinlikle bahçede yetişiyordu.

Bende boş vakitlerimde buraya gelip çiçeklerle haşır neşir olmaya başlamıştım.

Belki benim değillerdi ama en azından bakımlarıyla uğraşırken kafamı dağıtabiliyordum.

‘Buraya isteyerek gelmemişsin… o mu çağırdı seni?’ Mezarlıkta gördüğüm çocukta aynı şeyleri söylemişti. Başta kimden bahsettiğini anlamasam da şimdi her şey yerine oturmuştu.

Biri beni lanet olası bir mezarlığa sokmuştu.

Gördüklerim kâbus falan değildi hepsi gerçekti!

En azından ikinci kâbusum öyleydi.

Fazla düşünmekten ağrıyan başımı ovarak ağrının azda olsa dağılmasını medet umdum. Kahvaltıda da doğru düzgün bir şey yiyememiştim zaten. Şimdi ne yapacaktım? Saya’nın da dediği gibi kabuslarım devam ederse bu işin sonucunda ciddi manada zarar görebilirdim. Aron’a söylemeli miydim? Tüm yaptıklarından sonra bile ona güveniyor olmam tuhaf gelse de bu hissi içimden atamıyordum. Hem beni koruyacağını söyleyen de oydu.

Kararsız bir şekilde ayakta dikilsem de eninde sonunda ayaklarım beni ona götürmek için harekete geçmişti. Bahçeden çıkmak için döndüğüm sırada süratle omzuma çarpan biriyle çığlık atıp dengemi kaybetmiştim. Yüz üstü yere kapaklanacakken bileğimi kavrayan güçlü bir el beni kendine doğru çekerek kolunu belime dolamıştı. Şaşkınlıkla kirpiklerimi hızla kırpıştırarak düşmeyeyim diye beni tutan adama bakakaldım.

Kat kat kesilmiş sarı saçları esen meltemin etkisiyle yumuşakça sallanıyordu. Gökyüzü bugün tamamen bulutsuz olduğundan güneş bütün ışıklarıyla yeryüzünü aydınlatıyordu. Sarışın adamın arkasından vuran güneş ışıkları ise saçlarını daha da parlak hale getirmişti. Gözleri iri, göz bebekleri su yeşiliydi. Yakışıklı bir yüzü vardı. Ve ifadesi benimkiyle benzer bir şaşkınlıkla taçlanmıştı.

Onu daha önce sarayda görmemiştim.

Kimdi bu adam?

 

Sizce mezarlıktaki o çocuk kim?

Sondaki adam kim? :D

Bir sonraki bölümde görüşmek üzereeee <3

Loading...
0%