Yeni Üyelik
25.
Bölüm

BÖLÜM 25: "ÖRTÜLÜ AYNALAR"

@endless_q

▏₰ Mana

Parkenin üzerindeki çıplak ayaklarımı iyice kendime doğru çekerek yerimde küçülebildiğim kadar küçüldüm. Kollarımla bacaklarımı sararken başımı pencereye yaslamıştım.

Kalbimdeki korku ne kadar zaman geçerse geçsin yerini terk etmiyordu.

Kafamdaki sorulara susmak bilmiyordu.

Acı veriyorlardı.

Durmadan… durmadan bana zulmediyorlardı.

“Benden ne saklıyorsun Aron?” Dudaklarım kıpırdanarak günlerdir tekrar ettiği soruyu bir kez daha yineledi. Dilimde hayat bulan sözcükler dudaklarımdan dışarı çıktıkları anda ölüyorlardı. Yaşayabilmek için bir cevap almaları gerekiyordu… onlara cevap verebilecek tek kişiyse ölümlerinden memnundu.

Olanları yok saymamı istiyordu.

Böyle yaparak beni iyileştirmek yerine yaralarıma tuz bastığını göremiyor muydu? İçimdeki kesikleri açan kişi olmasa da yaralarımı derinleştiren oydu. Beni bu yangından kurtarmak yerine tam ortasına atmış yanışımı seyrediyordu.

Çenem titredi.

Gözlerime hücum eden yaşlar dünün, ondan önceki günün göz kenarlarımda bıraktığı kızarıklara değerek bıraktıkları izleri sızlattı.

O sızı asitten farksızdı.

Görüşüm yaşlarla bulansa da başımı kaldırıp odanın içindeki aynaları teker teker kontrol ettim; hepsinin üzerinin örtülü olduğunu görünce rahatlayarak yaşlı bakışlarımı dizlerime indirdim. Yaşadıklarım bende derin bir travma etkisi yarattığından yansımamdan kaçıyordum. Aynalara bakamıyorum… orada göreceğim şeyden ödüm koptuğu için. Uyuyamıyorum… bilincim beni yine oraya götüreceği için. Şu günlerde deliriyor muyum acaba diye düşünerek kaç kere akıl sağlığımdan şüphelendiğimi sayamamıştım.

Kafamın içindelerdi, aynı zamanda değillerdi de.

Delirmediğime dair tek inancım Aron’du. O da beni, benimle bırakmıştı.

Görmüştü.

Bende görmüştüm. Kehribarlarına yansıyan kirli, çentikli kırmızı gözleri görmüştüm. Küle dönmüş ten rengimi… alnımda kanayan damgayı. O şey içime mi girmişti? Beni neye çevirecekti? Tırnaklarımı kollarıma geçirerek derimden aşağıya kaydırdım.

Varlığını içimde hissedebiliyordum.

Derin kini usul usul sızarak kalbimi, ruhumu ve zihnimi işgal ediyordu.

Beni ele geçirmek istiyordu.

Sol gözümden düşen damla yanağıma süzüldü.

Odada yalnızdım ama yalnız hissetmiyordum.

Tepkisi bir türlü gözümün önünden gitmiyordu. Beni o şekilde gördüğü anda göz bebekleri küçülerek dona kalmıştı… Kendime bakmak istediğimdeyse beni durdurmaya çalışmıştı. Onun gördüğünü görmeyeyim diye odasındaki bütün aynaları kırmıştı ama görmüştüm… neye dönüştüğümü. Başta her insanın vereceği tepkiyi vererek şoka girmiştim. Kırık aynaların parçalarından bana bakan yansımama bakakalmıştım.

Orada gördüğüm kişi ben değildim, aynı zamanda bendim.

Mahlukatın beyaz alevle korlaştırdığı tırnağıyla alnıma çizdiği sembol kanamayı durdurmuş ve yara olarak kalmıştı. Kanama durduğunda sanki yaranın kesikleri tekrar yakılıyormuşçasına derimdeki yarıklar cızırdayarak kapanmıştı. Sembolün gitmesiyle birlikte çentikleşen irislerim düzelmiş ve göz bebeklerimdeki kirli kan geri çekilerek eski rengine kavuşmuştu. Küle bürünmüş tenim ise beyaz tenimle yer değiştirmişçesine grilik etimden içeriye girmiş, saklanmıştı… kaybolmamış ya da yok olmamıştı. Tenimin altında saklanıyordu.

Eski halime dönüşüm beni kendime getiren ve saldırganlaştıran faktör olmuştu.

Aronla orada kavga etmiştim.

Kehribarlarına bakınca benim hakkımda bir şeyler bildiğini sezmiştim çünkü.

Doğru ya da yanlış bir şeyler biliyordu ve ona defalarca sormama rağmen susmuştu.

Niye susmuştu ki? Tek istediğim benimle konuşmasıydı, yapmamıştı.

Benden… tiksinmiş miydi?

Çıplak ayaklarımın altındaki parkeler sıcak olsa da ayaklarım buz kesmişti. Farkına varmadan iyice duvarın köşesine sinmiştim. O görüntüyü kim görse tiksinirdi. Güzel değildim ki… çirkindim. Bir canavar, yaratık, insan derisi giymiş bir mahlukattım belki de. Öyle düşünüyor olmalı… diğer gözümden de yaş akarken hıçkırmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım.

Öyle düşünmesin.

Belki de bu gerçekle yüzleşemediğimden kaçmıştım. Suskunluğu aramızdaki sessizliği büyüttükçe büyütünce kötü düşünceler çığ gibi üzerime düşmüştü ve ben altında kalmıştım. Odayı terk edip kimseye görünmeden koşarak kendimi odama kilitlemiştim. Sonra aynaları görmüştüm… bana bakan yansımalarımı… Hızlıca dolabıma gidip bulduğum örtülerle aynaların üzerlerini örterek mahlukatın tekrar görünmesini engellemeye çalışmıştım.

Aynalar… onlar sayesinde beni görüyordu.

O şeyin bir daha ne zaman ortaya çıkacağını söyleyemiyordum. Bu bilinmezliğin bana işkence edeceğini bilerek saklanıyordu. Üstelik ne Aronun ne de diğerlerinin beni o şekilde görmesini istemiyordum. Birazda bu yüzden kimseyle görüşmek istememiştim aslında. Bir sebebi daha var… sus. Avuçlarımı kulaklarıma bastırarak alnımı diz kapaklarıma yasladım.

Sus!

Aklımı çelen en korkunç sebebi ne kadar görmezden gelmek istesem de kulağıma fısıldayıp duran vesvese her seferinde beni kör bir bıçakla kesip duruyordu. Varlığını hatırlatmak için sürekli gözlerimin içine bakıp beni kışkırtıyordu.

Ellerimi kulaklarımdan aşağıya kaydırarak dolu gözlerimi tavana kaldırdım.

Ya onlara zarar verirsem?

Ya bedenimin kontrolünü ele geçirip benim elimden sevdiklerimin canını yakarsa?

O şey çok güçlüydü… o şeyin kini çok derindi. O şey… öldürmek istiyordu.

Belki de bendeki sorunu çözene dek diğerlerinden uzak durmam en iyisiydi.

Kapının kolu aşağıya indirilince aklımdaki her şey tozla dumana dönüşerek korkuyla yerimden sıçramış ve hızla geri çekilmiştim. Kalbim, kulaklarımı sağır edecek bir gürültüyle göğsüme vururken gözlerimi kapının koluna kitlemiştim. Kol kıpırdamadan bir süre yerinde dursa da sonradan kapı bir kere daha zorlanarak açılmaya çalışınca çığlık atmamak için ellerimi hızlıca ağzıma kapatmıştım.

Kim? Kapının ardındaki kimdi? İyice paranoyaya bağladığımı bilsem de şu anda uyanık mı yoksa uykusuzluktan uyuya mı kalıp kalmadığımdan bile emin olamıyordum. Kabuslarım her zaman gerçekçi olduğundan rüya alemi ile gerçekliği çoğunlukla karıştırırdım. Kapının ardındaki kişi bebeğini kaybettiği için bana saldıran kadın da olabilirdi, uyanıkken gördüğüm mahlukatta.

El birliğiyle beni delirtmek istiyorlarsa çok yaklaşmışlardı.

Suya dönüşerek kapının içinden geçen adamı görmemle birlikte zihnimde tartışarak kaos yaratan sesler birden dinmişti. Boşalan zihnimdeki sessizliği yadırgarken boğazım düğümlenmişti. Sadece ben değil, en dibine kadar beni bağladığını düşündüğüm kargaşa bile bu adama yeniliyordu. Ellerimi yavaşça dudaklarımın üstünden çekerken ona bakmaya devam ettim. Uzak durmam lazımdı… burada olmaması lazımdı… buradaydı.

Kapının kilidinin ona engel olacağını düşünmekle ahmaklık etmişim. İstesem de istemesem de beni hep saklandığım yerde bulacaktı.

Şimdi olduğu gibi.

Bu düşünce beni öfkelendirdi.

Güçlerini kullandığı için suyla şeffaflaşan bedeni kapıdan içeri girdiği anda eski haline büründü. Beni arayan gözleri odada gezerken üstleri örtülmüş aynalara üstünkörü bir bakış atıp en sonunda üzerimde sabitlenmişti. Neden pencerenin köşesine sığındığımı sormadı. Saçım başım dağınıktı, kirpiklerim ıslak, gözlerim; ağlamaktan yer yer kızarmış, uykusuzluktan kan çanağına dönmüştü. Berbat haldeydim yine de hiçbir şey sormadı.

“Git.” Dedim ama gitmedi.

“Git!” Diye bağırsam da dinlemedi.

Git işte pislik herif! Gitsene!

Onu kovmama rağmen yanıma gelerek diz çöktü ve kollarını açarak benim aksime “Gel.” dedi.

Gel.

Direnmeye çalışsam da ne kadar kızgın ve kırgın olsam da sanki günlerdir ağzından bu kelimeyi duymayı bekliyormuşçasına hızlıca kollarının arasına girdim. Bu yaptığımda ne o beni yadırgamıştı ne de ben onu. Yanında küçücük kalan bedenimi göğsüne daha çok çekerken eli elime değince duraksamış ardından “Niye bu kadar soğuksun sen?” diye sorarken sesi aksi çıkmıştı.

Üşüdüğümü hiç hissetmemiştim ki… Benden bir cevap almayı beklemiyor olmalı ki elini şıklattığı gibi odanın içindeki şömine alev alarak yanmaya başlamıştı. Kolunu bacaklarımın altından geçirip sırtımı diğer eliyle destekleyerek beni kucağına alınca ona zorluk çıkarmadan kollarımı boynuna doladım. Şöminenin önüne gelerek yere bağdaş kurarak oturmuş, beni de bacaklarının arasına yerleştirmişti; daha çabuk ısınayım diye.

Sırtıma değen göğsü gergindi.

Üşüdüğüm için mi kızmıştı?

Yüzüme vuran ateş anında beni ısıtmaya başlarken mayışmamak için kendimi zorlamam gerekmişti. Uykusuz, aç ve yorgundum. Yalnızca fiziksel değil aynı zamanda ruhsal bir çöküntüde vardı üzerimde. Kendimle verdiğim savaş yine beni yıpratıyordu.

Düşen başımı daha fazla dik tutamayarak Aron’un göğsüne yasladım. Odunlardan gelen çıtırtı sesleri kulağıma tatlı bir ninni gibi geliyordu. Gözlerim kapanacak gibi olduğu anda karanlığın içinde gördüğüm mahlukatla irkilerek kendime gelmiştim.

“Uyuyamıyorsun.” Sesi canı sıkkın çıkıyordu… Bir şey demesem de gömleğini avucumun içine alarak sıktım, gerçekten burada olduğunu bilmeye ihtiyacım vardı. Bu halimden bende memnun değildim. Artık en ufak sesten irkiliyor, gözlerimi kapattığım anda o şeyi beni beklerken buluyordum. Elimde değildi…

“Aynaları örterek neyden kaçıyorsun?”

Kuruyan boğazımı konuşmama müsaade etsin diye yumuşatmaya çalışarak yutkundum. “Kendimden.” Diye mırıldanırken sesim çatırdamış ve boğazımdan aşağıya ince bir sızı yollamıştı.

“İnsan kendinden kaçamaz Mana.” Bu konuda tecrübeliymiş gibi konuşuyordu, kaçmış ama kendine yakalanmış biri gibi. Onun aksine ben sadece kendimden kaçmıyordum… yakalanırsam yakalandığım tek kişi kendim olmayacaktım çünkü.

“Bende sonsuza kadar bunu yapamayacağımı biliyorum.”

Alnını kafama yaslayarak “Sen Kaldera’nın hanımısın.” deyince bir parçam mahcup oldu. Gözlerimi kaçırdığım gibi sözlerinden de kaçmak istesem de yapamamıştım. “Sen benim kadınımsın, bir Tanrının kadını.” Kelimelerinin altına gizlenmiş bir mana vardı. Bana konumumu hatırlatıp, uyarıyordu.

Bu adam beni sarsarak kendime getirmeye çalışırken yıkabileceğinden hiç mi korkmuyordu?

“Sen söylemesen de kadının olmak için yetersiz olduğumu biliyorum.”

“Omuzlarına yüklenen yük herkesin kaldırabileceği türden bir ağırlık içermiyor, çok ağır… çok ağır olduğunu biliyorum Su Tanrısının gelini.” Burnunun ucunu saçlarımın arasına sokarak kulağımın arkasına sürtüp kokumu soludu. “Bu yükün ne kadar ağır olduğunu bildiğim gibi bu yükü kaldırabilecek kadar güçlü olduğunu da biliyorum. Yetersiz değilsin sadece… biraz büyümen gerekiyor denizim.”

Denizim mi? Kalbim bu iltifatla tekleyip yerine sığamadığı için göğsümü sıkıştırmaya başlamıştı. Söylediği bütün güzel şeylerin arasında en sevdiğim hitap bu olmuştu. Sanki bana denizim diyerek benim ondan bir parça olduğumu kabul ediyordu.

Burnu kulağımın arkasından kayarak boynuma inerken sırtımda kalp atışlarını hissedebiliyordum. Ritmi seyrinden çıkmıştı… o da benim kalbimin atışlarını hissedebiliyor muydu acaba? Peki ya benim kadar yüreğinde söz hakkımın olmasına kızıyor muydu?

“Seni büyüteceğim.”

Gözlerimi duyduğum istekle birlikte kapatınca kulaklarımın içini kalbimin gümbürtüsü doldurdu, yerinden çıkmak istiyor gibiydi. “Ya yapamazsam?” Ya seni hayal kırıklığına uğratırsam?

“Denemeye devam edeceğim.”

“Ya bıkarsan?”

“Bıkmam.”

Bana bunun için herhangi bir söz vermemesine rağmen ona inanmak benim için çok kolaydı zira bu adamın her sözü bir yemindi. Beni büyütmekten kastının yetiştirmek olduğunu biliyordum. Kahretsin, heveslenmeden edemiyordum. Hangi gelin bir Tanrı tarafından yetiştirilmeye hayır derdi ki? Bu lütuf herkese kısmet olmazdı. Üstelik Aron gerçek bir gelinin nasıl olduğunu bilen nadir kişilerdendi.

İstiyorum.

Aron’a yakışır bir gelin olmak istiyorum.

Yine de onun ağzından beni büyütmek istediğini duymak istemsizce utanmamı sağladığından kucağımdaki parmaklarımla oynayarak “Tamam öyleyse.” demiştim. Bazen cidden Aron’un yanında küçük bir kıza dönüşüyordum. İçimde yarım kalmış çocuğu büyütemediğimden miydi onun yanında çocuklaşıp durmam? Ya da bu zamana kadar kendi kendime yettiğimden miydi biri yardım eli uzatmak isteyince utanıp sıkılmam?

Hemen ikna olmama hoş bir tınıyla güldükten sonra uzanarak elimi tutup “Isındın mı?” diye sordu. Vereceğim cevap onu tatmin etmeyecekmişçesine bir yandan da ısımı kontrol ediyordu. Kafamı sallayarak “Evet.” dedim.

Dokunuşu da sözlerimi destekleyince oturduğu yerden kalkarak beni de kaldırmıştı.

“Nereye gidiyoruz?”

“Büyümen için atman gereken ilk adımı atmaya.”

Bakışlarını bize en yakın da duran aynaya çevirince ne yapacağını anlamıştım bu da günlerdir kuytusunda yaşadığım boğucu hissin geri dönmesini sağlamıştı. Elimi tutarak beni aynaya götürmek istese de ayaklarım hareket etmemeye yemin etmişçesine kıpırdamıyorlardı.

Durup bana baktı. “Yapamam.”

Bakmaya devam etti. Başımı iki yana sallayarak “Yapamam Aron.” dedim.

Kaşlarını çatınca kehribarlarında kıvılcımlar çakmıştı. “Bu dünyada benim kadınımı tehdit edebilecek kimse yok. Ben varım demeye cüret edeni de yok ederim.” Öfkeliydi ama öfkesiyle elini kana bulamak istediği kişi ben değildim. Farkındalıkla bocaladım. Başından beri korktuğum için asabiydi sanıyordum. Korkmamda sorun yoktu, korkabilirdim. Aronun öfkesini diri tutan şey beni korkutandı. Beni koruyordu…

Yaklaşarak “Korkması gereken kişi sen değilsin, o. Kim olduğunun farkına var Mana.” deyince düşüncelerimde haklı olduğumu bir kere daha anlamıştım. Elini kaldırarak yanağımı yumuşakça okşayıp korkumu dindirmeye çalıştı.

Öfkeliyken bile gözlerinde şefkatin filizleri açıyordu. Sanki öfkesi ve ben ayrı şeylerdik ve orada bana her zaman bir şekilde yer vardı. Bu adam… Bu Tanrı… beni sevmediği halde böyle davranıyorsa gerçekten birini sevdiğinde nasıl birine dönüşüyordu? O kadın kendini bu sevgiden mi mahrum etmişti yani? Aptal. Aptal. Hayatımda gördüğün en büyük aptal sensin Amor.

Bu adamın sevgisini alacak kadar şanslı ama ona ihanet edecek kadar aptalsın.

Dokunuşunu daha çok hissedebilmek için yanağımı avuç içine bastırdım. Her teması bana iyi hissettirmişti, şimdi de iyi hissettiriyordu ve ona teslim olmamı sağlıyordu.

Aron’un yaptığım hareketi izlerken boğazındaki çıkıntı yerinden oynamıştı. Kehribarları avucuna bastırdığım yüzüme sabitlenirken “Ona kim olduğunu göstermeni istiyorum.” deyince kararsızlıkla omzunun üstünden üzeri örtülü boy aynasına baktım.

“Onu ehlileştir.”

“Nasıl yapacağımı bilmiyorum.”

“Zamanı geldiğinde bunu da öğreneceksin ama ilk önce onun korkusundan sıyrılman gerekiyor.”

Düşününce mantıklıydı. Hem o yanımdaydı.

“Birlikte?” Bunu mırıldanmamla beraber şaşırsa da sonradan bırakmadığı elimi sıkarak “Birlikte.” deyince içime derin bir nefes çekerek bu sefer beni aynaya götürmesine izin verdim. Her adımımım geri geri gitse de tir tir titriyor olsam da yanımdaki varlığından güç aldım. Önümde yürürken ilk önce tutuşan ellerimize sonra sırtına baktım. Geniş omuzları öyle heybetli, öyle sağlam duruyordu ki… ona hayran olmamak elde değildi.

Ben bu adamın karısıyım.

Onun arkasında, önünde değil. Yanında yürümek istiyordum.

Dilerim ki; bir gün yanında durabilecek kadar güçlü bir gelin olabilirim Aron. O vakit geldiğinde kötü günlerde senin varlığına ihtiyaç duyduğum gibi sende benim varlığımı hatırlayarak daha dik durabilirsin. Yüreğim bu düşünceden hoşlanarak hızlanırken belimin başlangıcında toplanan sıcaklığı sezerek hafiften kaşlarımı çatmıştım.

Tanıdık gelen duygu korkumu yellerken nokta şeklinde büyüyen sıcaklık, omuriliğimden yukarı tırmanarak kaburgalarıma doğru dağılmaya başladığı sırada Aron bir şey sezmişçesine duraksayarak bana doğru döndü.

Bir şey demeden bana bakıp durduğu için “Ne oldu?” diye sordum.

“Ne diledin?” Kalbim, düşüncelerimi duyduğu çekincesiyle bu sefer de yerinden oynarken “Bu da nereden çıktı?” diyerek sorusunu anlamamazlığa verdim fakat kehribarları doğruyu söylemem için çoktan üzerimde baskı kurmaya başlamıştı bile.

Bir şeyler dileğimi biliyordu. Pes ederek bakışlarımı kaçırdım. “Sana söylemeyeceğim.”

Kızdı mı acaba diyerek çaktırmadan alttan alttan ona baktığımdaysa gördüğüm şeyle birlikte nefesim kesilmiş, gözlerim büyümüştü.

Dudakları küçük bir kıvrımla yukarı doğru kıvrılmışlardı.

Tebessüm ediyordu.

Yutkunup dursam da o tuhaf ağırlık göğsümden bir türlü kalkmıyordu.

Kehribarlar yoğunlaşarak kızıl korlara bürünmüşlerdi. İnsanda yanma isteği oluşturuyorlardı.

Neydi onun bana böyle bakmasını sağlayan? Tuttuğum dilek miydi?

“Hissetmedin mi?”

“Neyi?”

“Gelinin işareti tepki veriyor.” Aklıma az önce belimde ve sırtımda hissettiğim sıcaklık gelince şaşırmıştım. Aron bu sırada aramızdaki boşluğu attığı adımla kapatarak kulağıma doğru eğildi. Tuzlu deniz kokusu burum buram ciğerlerime nüfus ederken “Tuttuğun dilek gerçekleşecek.” dedi.

“Nasıl bu kadar kesin konuşabiliyorsun?”

“Çünkü gelinin işareti bunu gerçekleştireceğinin vaadini verdi.” Hissettiğim sıcaklık gelinin işaretinin dileğime verdiği yanıt mıydı yani? İyi de bu zamana kadar işaret varlığını hep alnımda belirtmişti. Şimdi neden aynı duyguyu sırtımda hissediyordum?

Hem niye bu kadar keyiflenmişti ki? Kahretsin, o mutlu oldu diye ben niye bu kadar seviniyordum peki? Bana son bir bakış atıp önüne dönünce kalbim bu kadar hızlı attığı için içimden söylenmeye devam ediyordum. Resmen Aronun tepkilerine göre hareket ediyordu. Ben kimdim ki zaten?

Gelinin işaretinin dileğimi nasıl gerçekleştireceğini merak etsem de aynanın önüne geldiğimiz için bu merakımı başka sefer düşünmek için arka plana attım.

Aron beni önüne geçirerek hemen arkamda beklemeye başladı.

“Yapabilirsin, orada hiçbir şey yok.” Gerçekten hiçbir şey yok muydu? Korkudan titreyen elimi örtüye doğru uzattım. Nabzım öyle hızlıydı ki nefes alışverişlerimi kontrol etmeye çalıştığım her seferde başarısız oluyordum. Gözlerimi kapatıp örtüyü hızlıca aynanın üstünden çektim. Yere düşen örtünün kumaşı hala avucumun içindeydi, bırakamamıştım.

Aron kollarını belime sararak çenesini şakağıma bastırıp “Gözlerini aç.” deyince benden bunu istediği için ağlamak üzereydim. Çenem duygu yoğunluğundan titrese de yeniden derin bir nefes alıp gözlerimi araladım. Korkuyorum… Gözlerim açıldığı gibi tuttuğum göz yaşlarım serbest kalmıştı. Yanaklarımı ıslatan yaşları kendime çok görmedim. Travmamla yüzleşebiliyor olmam bile büyük bir adımdı.

Leylaklarım sonunda aynadaki yansımamla çarpıştığında kaskatı kesilmiştim.

Beş saniye geçti.

On saniye, yirmi saniye, otuz saniye, kırk saniye hatta bir dakika.

Hiçbir şey olmuyordu.

Yansımam değişmiyor, mahlukat ortaya çıkmıyordu.

“Gördün mü? Sana demiştim, orada hiçbir şey yok.” Aynadan Aron’un yansımasına baktım. O da gözlerini ayırmadan bana bakıyordu. Dediği gibi orada hiçbir şey yoktu. Aron’a belli etmesem de kafa karışıklığım içimde korkunç bir ihtimali doğurdu.

Ya başından beri gördüğüm her şey benim uydurmamsa?

Aslında deliriyorsam?

Su Tanrısının ifadesi değişmese de gözlerindeki takdiri görebiliyordum.

“Yapabileceğini biliyordum.”

Bana inanmıştı.

Ben inanmıyordum.

Odadaki bütün aynaların örtülerini bana kaldırtıp hepsinin önünde bir dakika boyunca kalarak yansımamı izlettirdikten sonra orada kimsenin olmadığına dair ikna olmamı sağlarken aslında aklımdan daha çok şüphe ettirdiğini bilmiyordu. Aynalarla işimiz bitince olduğumdan daha yorgun, kafamdaki soru işaretleri yüzünden bitap düşmüş bir şekilde yatağa uzanmış ve diğer tarafa kayarak onu da davet etmiştim. Geleceğini düşünmesem de sessiz davetimi kabul ederek yanıma uzanmıştı.

Yüzlerimiz birbirine dönüktü.

Leylaklarım kehribarların içini talan ederken şu ana kadar nasıl gözümden kaçtığını bilmediğim şeyin farkındalığını yaşıyordum. İyi değildim, iyi olmadığım için dikkatim dağınıktı haliyle onunda iyi olmadığını görememiştim. Çekinerek elimi kaldırıp yüzüne uzattım ve parmaklarımın ucunu gözünün altında gezdirmeye başladım.

Gözleri kızarıktı.

Uzun zamandır uyumamış gibi duruyordu.

“Uyumadın mı?”

Parmaklarımın dokunuşunu ret etmeyerek gözlerini kapattı. “Uyumadım.”

“Hiç mi?”

“Hiç.”

Elimi yanağına indirip birkaç günlük olduğu belli olan sakallarında dolaştırdım.

“Niye uyumadın ki?”

Göz kapaklarındaki kızarıklık gözlerini kapattığı için daha da belli olurken “Sana bir cevap verebilmek için.” dediğinde yanağında dolaşan elim duraksamıştı. Aklıma ettiğimiz kavga gelmişti, benim hakkımda bir şeyler bildiği halde susması… Günlerdir içten içe gözüm kapıda onu bekleyişim ama onun gelmeyişi. Beni üstesinden gelemediğim şeylerle bir başıma koyuşu… kırgınlığım.

“Henüz sana verebileceğim bir cevap yok.” Gözlerini açarak gözlerimin içine bakarken düşüncelerini dökmeye devam etti. “Gerçekte bir insan mısın, gördüğün mahlukat sana musallat olan kindar bir ruh mu yoksa bundan çok daha fazlası mısın bilmiyorum ama bulacağım. Bulduğumda sana verecek bir cevabım olacak.”

Günlerdir uyumadan bana verebilecek bir cevap arıyordu.

Güven duygusu kalbimin etrafını bir koza gibi örerek daha önce oraya gömdüğü belirsizliği kazıp yerinden etti. Kırgınlığımda açılan çatlaklarda ise rengarenk çiçekler açmıştı.

Bu adamın kalbi buz dağlarıyla çevrelenmiş olsa da orada bir de uçsuz bucaksız okyanuslar vardı.

Dışarıya hep buz dağlarını gösteriyordu.

Bense okyanusu görmek istiyordum. Çünkü biliyordum ki o buz dağlarını yaratmadan önce Su Tanrısının kalbi sonsuz bir okyanustan ibaretti. O dağları geçip daha kıyıya bile ulaşamamıştım ama bir gün beni o suyun derinliklerine kabul etmesi için her şeyi yapacaktım.

Eski dargınlıklarımı bir kenara bırakacak ve bu adama bir şans daha verecektim.

“Bekleyeceğim.” Sana güveniyorum demenin bir başka yoluydu.

Aron’da bunu biliyordu.

Bakışlarını arkamda bir yere çevirerek “Dışarıya bak.” dediğinde merakla yatakta dönerek pencereden dışarıya baktım ama orada herhangi bir şey göremedim.

“Bekle, şimdi başlayacak.”

İlgiyle gökyüzünde bakışlarımı gezdirirken bulutlardan dökülerek gökten aşağıya inmeye başlayan kar tanelerini fark ettim, bir sürülerdi! Önümde gerçekleşen bu doğal güzellikten büyülenmişçesine gözlerimi alamıyordum. Pamuk tomurcuklarını andıracak kadar kalın olan tanelerin usulca yeryüzüyle buluşmasına tanıklık etmek muhteşem bir histi.

Kış gelmişti.

Bu Kaldera’da ki ilk kışımdı.

Hem manzaranın hayranlığıyla hem de karın yağacağını bilmesinin verdiği şaşkınlıkla “Nasıl karın yağacağını bildin?” diye sordum. Aron; Su Tanrısıydı, gökyüzü olayları ise Hava Tanrısının hakimiyeti altına giriyordu. Haliyle karın ne zaman yağmaya başlayacağını saniyesi saniyesine bilmesine şaşırmıştım.

“Hissettim.” Yatakta iyice bana doğru yaklaşarak göğsünü sırtıma yasladı, kaşık pozisyonu almıştık. Koca gövdesinin beni tamamen arkamdan sarıyor olmasına rağmen bu yakınlığımız ona yeterli gelmiyormuşçasına avucunu karnıma bastırıp beni iyice kendine doğru çekti.

“Gökyüzü, Hava Tanrısına itaat etse de özünde su barındıran her şey benim kontrolüm altında. Kâr da suyun donarak kristalleşmesinden meydana gelir.” Bu sayede kârın ne zaman yağıp yağmayacağını söyleyebiliyordu tıpkı yağmur gibi.

Bir süre daha sessizce karın yağışını izledim.

Kâr kısa sürede hızlanarak çoğalırken “Biraz uyumaya çalış.” deyince vücudum ben uyurken olabileceklerin karşısında istemsizce tepki vererek kasılmıştı. Aron anında bunu fark ederek kuşkulanıp “Bana anlatmadığın bir şey var.” demişti. Ben susmaya devam edince “Aynalarda kimsenin olmadığını gördün. Peki, gözlerindeki korku niye silinmedi?” deyince başından beri fark etmediğini sandığım her şeyin farkında olduğunu anlamıştım.

Ondan kaçamayacağımı biliyordum zira benden tatmin edici bir cevap almadan durmayacaktı. Israrcı bir adamdı.

“Sende onu gördün değil mi?” Ona direkt söylemesem de bir çengelle zihnime dikilen evhamımdan şu kadarcık bahsetmem tüm foyamı ortaya çıkarmasına yetmişti.

“Aklından mı şüphe ediyorsun?”

Titreyen sesimle “Etmeyeyim mi? Aynaları sen de gördün. Orada olması lazımdı ama yok! Hiçbir şey yok!” derken sinirden çırpınıp durduğum için Aron belimdeki kolunu sıkılaştırıp “Şhii, sakin ol.” diyerek beni yatıştırmaya çalıştı.

Günlerdir yaşadığım olumsuz duygu geçişlerini bünyem artık kaldıramıyordu.

Kötü her zaman kötüydü ama şimdi iyi de kötüydü.

“Sende hiçbir sorun yok, tamam mı? Onu bende gördüm.”

“Doğruyu söylüyorsun değil mi? Ben kandırmıyorsun?”

“Sana hiç yalan söyledim mi?”

“Hayır.”

“O zaman?” Doğru, mantıklı düşün Mana. Aron sana ne zaman yalan söyledi? Söylemez ki o sana yalan, hiç söylemez.

Ruhumu tutsak alan kuşkuların zincirleri kırılmasalar da eskisine nazaran gevşemişlerdi. Delirmediğine dair ondan başka şahidim yoktu bu yüzden ona inanmaktan başka çarem de yoktu. Yine de bu durum beni aynı kapıya çıkarıyordu; mahlukat vardı ve beni içimde bir yerde bekliyordu.

“Uyursam beni bulur.”

“Peki ya seni koruyacağımı söylersem?” Pozisyonumuzu bozmadan başımı çevirip ona baktığımda yakınlığımızdan dolayı bir an için kalbim teklemişti. Bakışlarım dudaklarına düşmüş ama anında gözlerine tırmanmıştı.

Beni öpmesini istiyordum.

“Nasıl yapacaksın?”

“Ben bir Tanrıyım, benim gücüme boyun eğmeyecek kimse yok. Onun sana nasıl bir bağla bağlandığını bilmediğimden müdahale edemiyorum çünkü ona vereceğim zararla sana da zarar verebilirim bu alabileceğim bir risk değil. Yine de bu üzerinde hiç hükmümün olmadığı anlamına gelmez. Uyuduğun süre boyunca seni ondan uzakta tutacağım.”

Yanımda kalacaktı.

“Şimdi uslu bir kız ol ve biraz uyumayı dene tamam mı?”

Başımı sallayarak “Tamam.” dediğimde dudakları yukarı doğru kıvrılmış ardından eğilerek alt dudağımı dudaklarının arasına alarak emmişti. Bu hareketi anında kasıklarıma bir darbe indirmişti. Öpücüğü uzatmadan geri çekilerek “İyi uykular öpücüğü, istiyordun değil mi?” deyince kızaran yanaklarımı fark etmesin diye hızlıca önüme dönmüştüm.

Anlamıştı.

Arkamdan gelen kıkırtısını duymazdan gelerek göğsümde çırpınan kalbimle birlikte gözlerimi yumdum.

“Uyandığında yemek yiyeceksin.” Beni düşünmesinin verdiği mutlulukla gülümsedim ve koynunda uyuyakaldım.

“Sikerim sizin yapacağınız işi! Ulan onca eğitim, onca tatbikat nereye gitti? Sarayın içerisine kadar şeşe atası giriyor, kapıya muhafız olarak diktiğimiz heriflerin ise bundan haberi olmuyor!”

Odama kadar ulaşan gür ses beni uykumun en tatlı yerinden sıçratarak uyandırmıştı. Hala uyku sersemi olduğumdan neler olduğunu kavrayamadığım için sağıma soluma bakıp beni uyandıran kişinin kim ya da ne olduğunu arıyordum.

“Kesin lan aval aval bakmayı da biriniz bu saçmalığın nasıl gerçekleşebildiğini bana açıklasın!” Sarayı inleten ses tekrar odaya dolarken bu sefer uykum tamamen açıldığı için kimin bağırıp çağırdığını net olarak algılamıştım.

Ragnardı.

Sabah sabah derdi neydi bu adamın?

Uyumaya geri dönmek için sızlayarak bana yalvaran bakışlarımı üst üste kapatıp açarak komodinin üzerindeki saate çevirdim.

12.16

Peki, çokta sabah sayılmazmış.

Leylaklarımı saatin üzerinden alıp tekrar yatağa çevirdiğimdeyse yalnız olduğumu fark etmiştim. Yatağın boş tarafı, uykusuz ve yorgun geçen günlerin ardından zar zor uyumaya fırsat bulup bölünen uykum kadar hazin hissettirmişti.

Halbuki ben uyanana dek yanımda kalacağını söylemişti.

Elimi yattığı tarafın üzerinde gezdirdim, çarşaf ılıktı. Demek ki gideli daha çok olmamıştı.

“Sizin ihmalkarlığınız yüzünden kaç kişi öldü biliyor musunuz? Verilen kayıpların sorumluluğunu nasıl almayı düşünüyorsunuz it herifler!”

Eh nereye gittiğini tahmin edebiliyordum.

Yataktan kalkarak kapıya gidip kolu indirince kolayca açılan kapıyla birlikte kaşlarım çatılmıştı. Kapının kilidini Aron çıkarken açmış olmalı. Kendimi odama kapattığımdan beri üzerimi değiştirmediğimden iki gün önce giydiğim kıyafetler üzerimdeydi. Elbisem biraz kırışsa da çok önemsemedim. Gidip neler olduğunu öğrendikten sonra gelip üzerimi değiştirirdim nasıl olsa.

Odadan çıkıp koridorda ilerlerken nerede olabileceklerini düşünüyordum. Aklıma ilk Aronun çalışma odasına bakma fikri gelmişti.

Genelde saray işleri orada tartışılıyordu.

Hazır bir şekilde nöbet bekleyen zırhlı muhafızların yanından geçip giderken hepsinin üzerindeki kara bulutları fark etmemek elde değildi. Ragnar muhafızları ağır sözlerle yerden yere vururken buna kulaklarıyla da olsa şahit olmak pek hoş bir deneyim olmasa gerekti.

Yolumu boşuna uzatmamak için içlerinden birinin yanına giderek “Neredeler?” diye sorduğumda “Taht odasındalar hanımım.” yanıtını almıştım. Daha önce taht odasına gitmediğimden kendi başıma ararsam kesinlikle kaybolurdum.

“Bana yolu gösterir misin?”

Muhafız görev yerini kafasına göre terk edemeyeceği için diğer muhafıza bakarak onay aldıktan sonra “Önden buyurun.” diyerek geçmem için beklemişti. Yürürken her zaman benden bir adım geri de durmaya özen gösteriyordu. Taht odasına doğru giderken ara ara öfkeden ateş püsküren Ragnar’ın bağırtılarını işitiyorduk. Sadece muhafızlar değil, saraydaki görevliler ve hizmetçilerde tedirgindi. Ne yapmışlardı da Ragnarı bu kadar çileden çıkarmışlardı acaba? Normalde de agresif bir adamdı ama ilk kez bu denli sinirlendiğini görüyordum.

“Derdi ne bunun?” İstemeden düşüncemi sesli dile getirdiğimde bana kılavuzluk eden muhafız “Hak ettiler hanımım.” diyerek Ragnar’ın tarafını tutunca ilgim ona kaymıştı.

Muhafızda ondan açıklama yapmasını beklediğimi anlayarak hızlıca olanları anlatmaya başladı. “Şeşe kuşlarının saldırısının arkasındaki fail ölü bir şekilde ele geçirildi. Halktan birileri cesedi bulduğundan bizden biri sanarak şifahaneye götürmüş. Cesetler ailelerine teslim edilmeden önce hekimlerin kontrolünden geçerek Su Tanrısına verilecek rapor için isimleri defterlere kaydedilir. Oradaki hekimler cesedi incelerken bunun şeşe kuşları yüzünden gerçekleşen bir ölüm olmadığını fark etmişler.”

Kendi sorunuma o kadar derinlemesine dalmışım ki şeşe kuşlarının saldırısını tamamen unutmuştum.

Muhafızdan daha çok bilgi edinebilmek amacıyla “Nasıl ölmüş ki?” diye sordum.

“Şeşe atasının ruhu yenilmiş.”

Ruhu mu yenilmiş? Tüylerim adamın ölüm şekli yüzünden kaparsa da dışarıya sadece çatılan kaşlarım yansımıştı.

“Bir insanın ruhunun yenildiği nasıl anlaşılır?”

“Gözlerden hanımım. Bir insanın ruhu yenilirse göz bebeklerinde bedenden zorla çekilen ruhun kalıntıları birikir. Bu da irisin üzerinde perdeye benzer bir beyazlık yaratır tıpkı katarak gibi.”

Tarif ettiği tarzdaki görüntüyü gözümde canlandırabilmiştim. “Ruhu çekildiği için mi cesedin şeşe atasına ait olduğuna karar verdiniz?”

“Bulunan deliller yalnızca bundan ibaret değil hanımım. Asıl karar cesedin gözleri incelendiğinde verildi. Şeşe anası veya şeşe atası olan kişilerin göz bebeklerinde tıpkı o kuşların gözlerindeki gibi siyah benekler bulunur. Bu benekler şeşe kuşlarının gözlerini büyüleyen lanetin özleridir. Bu yüzdendir ki şeşe anası ya da atası diğerleri tarafından fark edilmemek için gözlerine bağlı bir tülbentle gezerler. Bulunan cesedin gözlerindeki kalıntı temizlendiğinde irislerinde bu benekler bulunmuş.”

Duyduklarıma inanamamıştım. “Cesedin gözlerinde biriken ruh kalıntısı nasıl temizlenmiş olabilir ki?” Ruh ne zamandır elle dokunulabilen bir şeydi?

“Bunu ne hekimler ne de bizden biri yapabilir. Efendi Aron cesedi detaylıca incelemesi için büyü birliğinden birilerini gönderdi. Onlar genelde bu tür olaylarla ilgilendiklerinden birikintiyi temizleyip cesedin asıl gözlerini ortaya çıkarabilmişler.”

Aron onca işinin arasında birde benim için uğraşmıştı.

Uykusuz olduğu halde uyuyabilmem için kendi uykusundan feragat ederek başımda beklemişti.

Acaba hiç dinlenebilmiş miydi? Azıcıkta olsa uyuyabilmiştir umarım.

“Komutan Ragnar olanları duyunca çıldırdı tabii. Şeşe atası kimseye fark ettirmeden ilk önce saraya sızmış sonra da yine kimseye gözükmeden kaçmıştı. Öldürülmesinin ardındaki kişiyse cesedini bizimle alay edermişçesine göze çarpacak bir yere attırmış. İhlaller yapılırken sınır muhafızlarının, geçiş kapılarından sorumlu muhafızların ruhu bile duymamış.”

Benim aklım Aron’a giderken muhafız olanlar yüzünden canı sıkılmış bir halde duyduklarını aktarmaya devam ediyordu. Söylediklerinin arasında aklımı kurcalayan bir yer vardı. “Şeşe atasının dışarıda öldürüldüğüne nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?” Şehirde de öldürülmüş olabilirdi fakat muhafız kesin olarak burada öldürülmediğini söylüyordu.

“Burada öldürülmüş olamaz çünkü ruh yiyen hiçbir tür Su Tanrısının topraklarında yaşamıyor. Üstelik içeriye bu türden birini sokmaktansa öldürülecek kişinin sınır dışına çıkarılması daha kolay.” İşte şimdi her şey yerli yerine oturmuştu.

“Ölü sayısı çok mu?” Muhafız üzgün bir şekilde başını olumlu anlamda sallayarak “Efendi Aron hemen müdahale etse de kuşların sayısı çok fazlaydı. Saraya yakın şehirlerde ölü sayısı üç basamaklı sayılara erişmedi lakin sınır şehirlerinde sayı umduğumuzdan fazla çıktı. Komutan Ragnar getirilen rapordaki toplam sayıyı görünce çok kızdı.”

Hak ettiler demesinin sebebi de buydu.

Muhafızın yaşanan hadiseler hakkında anlatacaklarını bitirmesiyle taht odasına varışımız aynı ana denk gelmişti. Taht odasına giden koridorun diğer koridorlardan daha geniş bir alana sahip olmasına rağmen burada sadece tek bir kapı vardı. Yolun bitimindeki devasa kapı iki kanatlıydı. Yüzeyine ise sarayın diğer kapılarında olduğu gibi lotus çiçeği işlenmişti.

Üzerinde hizmetçi kıyafetleri olan kadının, kapının bir kanadını hafifçe aralamış gizlice içeriyi gözetlediğini görerek şaşırmıştım. Daha da absürt olanı kapı nöbetçilerinin kadının uygunsuz davranışına ters bakışlar atmasına rağmen ona engel olmayışlarıydı. Eh hizmetçilerin arasında bu gibi bir toleransa sahip tek kişi vardı; Saya. Nedeninin ne olduğunu bilmesem de saraydaki konumu üç yardımcı komutandan aşağı değildi.

Muhafızlar beni fark ettikleri anda önlerine dönerek daha dik bir duruş sergilediler. Saya ise endişeden tırnaklarını yiyecek raddeye geldiği için çevresinde olup bitenden haberi dahi yoktu. Omzunu dürtüklediğim gibi irkilerek bana dönmüş ardından gözlerini pörtleterek “Hanımım--” diye bağıracakken son anda avucumu ağzına kapatmıştım.

Parmağımı dudağımın üstüne götürerek “Şhii, sessiz ol. Yakalatacaksın bizi!” diyerek onu uyardığımda konuşamadığından anladığını göstermek için hızlıca başını aşağı yukarı sallamıştı. Elimi ağzının üzerinden çektiğim gibi neredeyse soluk almadan beni soru yağmuruna tuttu.

“Hanımım kaç gündür neden odanızdan çıkmıyorsunuz? Ne kadar endişelendiğimden haberiniz var mı? Yanınıza gelmek istesem de her seferinde efendi Aron tarafından durduruldum! Ondan izin almadığım müddetçe kendi başıma hareket edemeyeceğimden günlerce gözüme uyku girmedi! Hasta mı oldunuz? Size iyi bakamadım diye mi--”

Elimle tekrar ağzını kapatsam da susmak yerine homurdanmaya devam etti.

“Hasta falan değildim tamam mı? Olanlarda senin bir suçun yok. Söz veriyorum daha sonra sana neler olduğunu anlatacağım ama şu anda mühim olan ben değilim. İçeride neler oluyor?”

Saya bileğimi tutarak elimi aşağıya indirdi. Bal rengi gözlerindeki endişe o kadar yoğundu ki herhalde Ragnar çoktan kafa kesmeye başladı diye aklımdan geçirmiştim.

Panikle fısıldayarak “Hanımım çok öfkeli.” dedi.

“Taht odasına gelişini görmeliydiniz. Normalde sabırlı birisi ama bugün kan dökeceğini gözlerinde gördüm. Tamam, kızmakta sonuna kadar haklı lakin biri onu durdurmazsa muhafızlar ciddi anlamda zarar görebilir.” Bana resmen yavru köpek bakışları atarak lütfen yardım edin diyordu. Bir, iki kırık çıkıktan bir şey olmaz desem de söz konusu olan kişi beyaz şeytan lakaplı adam olunca bu işin yalnızca bir, iki kırık çıkıkla kalmayacağını biliyordum.

Aklımda ne yapabileceğimi tartarken “Aron nerede?” diye sordum.

“O da içeride.”

Öyleyse Ragnar taht odasında kırmızı rengini görmüş bir boğa gibi pervasız davranışlar sergiliyor olduğu halde Aron duruma müdahale etmemiş. Eğer durum Saya’nın dediği kadar tehlikeli bir hal almış olsaydı Aron sessiz kalmazdı. Muhakkak bir şey planlıyor olmalı. Belki de Ragnarın muhafızların üzerinde öfkesini atmasına müsaade ederek onlara göz dağı vermeye de çalışıyordu. Gerçi mevzu bahis Su Tanrısıyla ne düşündüğünü ondan başkası bilemezdi.

“İlk önce sakin kalıp durumu gözlemleyelim. Eğer işler çığırından çıkarsa olaya el atarız.”

Saya minnettar bir biçimde “Teşekkür ederim hanımım.” derken biraz daha rahatlamış görünüyordu. Muhtemelen burada dört dönerken hiçbir şey yapamadığı için kendine epey yüklenmişti.

“Çok fazla endişeleniyorsun. Ragnarın öfkesinden gözü dönse de kontrolü kaybetmeyeceğini biliyorsun Saya.” O basit bir adam değildi. Kaldera’nın yardımcı komutanıydı. Bu rütbeye yükselebilen kişi her yönden kendini eğitmiş, demir gibi bir iradeye sahip olmalıydı.

Saya hüzünle bakışlarını aşağıya indirerek dudağının kenarını ısırdı. Sanki Ragnar hakkında konuşmak onun için zordu. “Çünkü pişman olacak. Ragnar herkese despot tarafını gösterse de aslında merhametli bir adam. Bazen eğitim çıkışlarında karşılaştığımız olurdu. Bir, iki sefer sinirine yenik düşüp adamlarına vurduğunu gördüm ama bunu yaptıktan hemen sonra daha çok sinirlendiğini fark ettim. Çaylaklara değil kendine sinirlenmişti, vurduğu için. Bunu yaptığı her seferde pişman olmuştu. Şimdi de öfkesi yüzünden tekrar pişman olmasını istemiyorum çünkü pişman olacağını biliyorum hanımım.”

Ragnar’a karşı olan duygularını basit bir hoşlantı sanmıştım ama bundan çok daha fazlasıydı. Ragnar çocuk değildi, koskoca adamdı haliyle kendi başının çaresine de bakabilirdi ama Saya hisleri yüzünden bunu göremiyordu.

Yine de sevdiği adamın iyiliğini düşünen bu hali çok tatlıydı.

Tam bu meselenin onun korktuğu kadar büyümeyeceğini dile getirecekken içeriden gelen kemik kırılma sesinin hemen ardından biri acıyla inlemişti. Saya ile birlikte telaşla önceden araladığı kapıdan içeriye baktığımızda muhafızlardan birinin yere düşmüş, kan fışkıran burnunu tuttuğunu görmüştüm.

İçeri girmek için ileriye atılacakken yerin altındaki devasa karaltının canlanarak hareket etmesiyle birlikte donakalmıştım. Girdiğim şok yüzünden gerçekleşmek üzere olan kıyamet tamamen aklımdan uçup gitmişti. Gözlerimle devasa karaltıyı takip ettiğimde bunun bir kuyruk olduğunu seçerek afallamıştım. Karaltı kuyruğunu oynatarak suyun içerisinde yüzüp duruyor arada etrafında dönüyordu.

Bu şey bir balinaydı.

Aman Tanrım. Taht odasının altında bir balina yüzüyordu!

O şey gerçek miydi?

Taht odası Ragnarın gazabından daha çok ilgimi çekince kapıya biraz daha yaklaşarak içeriyi incelemeye başladım. Gördüğüm her bir ayrıntı nefesimi kesecek cinstendi. Zemin, tavan, duvarların hepsi camdı. Sanki su sarayında değil de denizin dibinde gibiydik. Su halkı burada olanları merak ettiğinden cam duvarların önünde durup içeriyi izliyorlardı. Ne kadar dalgın olursam olayım başından beri burada oldukları halde onları fark edemediğime inanamıyordum.

Deniz atları, deniz adamları, deniz kızları, sirenler, Typhonlar, dev ahtapotlar, su iyeleri ve daha adını bilmediğim nice canlı vardı. Deniz anaları ise sürü halinde tavanda geziyorlardı. Taht odası gündüz vakti olduğundan ışıklandırılmaya ihtiyaç duymasa da parlak mercan ve bitki türleri rengarenk ışıklarını içeriye yansıtıyordu.

Dilim tutulmuştu.

Antik kültler suyun bir ruhu olduğuna inanırlardı. Yüzyıllar boyunca kutsal sayılan birçok unsur olmuştu ancak su neredeyse her inançta kutsal olarak kabul edilmişti. Çünkü su varoluşun kaynağıydı.

Bütün bu varoluşa hükmeden kişi ise Su Tanrısıydı.

Tüm azametiyle orada oturuyordu; tahtında.

Kaç basamak olduğunu sayamadığım geniş merdivenlerin üzerine yine camdan bir platform inşa etmişlerdi. Platformun kenarları ön kısım hariç korkuluklarla çevrelenmişti. Korkuluklara işlenmiş mavi tüller asılmıştı. Aynı tüller taht odasını ayakta tutan sütunlara da dolanmıştı. Buzdan oyularak yapılmış gibi duran görkemli tahtının arkasında lacivert bir bayrak asılıydı. Bayrağın üzerinde ise Su Tanrıları arasında nesilden nesle aktarılan üç dişli yabanın resmi vardı.

Tahtın iki kenarına boyları üç metreyi aşan iki heykel yerleştirilmişti. Belden yukarısı insanken belden aşağısında kuyrukları vardı ancak kuyrukları deniz kızları ya da sirenlerinki gibi pullu değildi. Yüzgeçleri vardı; onlar köpek balığıydı.

Suyun Gardiyanları.

Bu ırk su da yaşayan canlıları korumakla yükümlülerdi.

Aron’un tahtının arkasına bakan camda da yalnızca onlar duruyordu.

Suyu korudukları gibi Aronu da koruyorlardı.

Taht odası olarak adlandırılan yerler fiilen Tanrıyı yansıtır. Buraya gelirken içeride Su Tanrısını temsil edecek eşyalar, nesneler, semboller görmeyi elbette bekliyordum ama bu yer… beklentilerimi aşmıştı.

Ragnar burnunu kırdığı herifin hemen önünde dikilerek ona aşağılayacağı bakışlar atarken aynı bakışları diğerlerinin üzerine de çevirdi. “Ben burada sizi evire çevire dövüp kemiklerinizi kırsam da en fazla üç ay yatalak kalırsınız. Siz iyileşmesine iyileşirsiniz de ölenlerin aileleri sizin kadar şanslı olmayacak! Yaptığınız ihmalkarlık yüzünden kalplerine düşürdüğünüz ateş sonsuza kadar onları yakacak, bunun sorumlusu sizsiniz! Koruyamadınız! Siz, size emanet edilen halkı korumakta başarısız oldunuz!”

Karşılıklı olarak dizilmiş iki yüzden fazla muhafız vicdan azabından belki de utançtan önlerine eğdikleri başlarını bir an olsun yerden kaldırmıyorlardı. Ragnar az bile söylemişti. Dünya acımasız bir yerdi. Evdeki kayıp evin temelini ayakta tutan kişiyse sonuçları bütün aileyi etkilerdi. Aron’un saldırıda hayatlarını kaybeden kişilerin ailelerine yardım edeceğine itimadım tamdı lakin ya başlarındaki Tanrı gaddar biri olsaydı? O zaman onların elinden kim tutacaktı?

Küçük yaşta öksüzlüğün ne olduğunu, bir başına kalmanın nasıl çaresiz hissettirdiğini deneyimlediğimden muhafızların yaptıkları ihmalkarlığı affedemiyordum. Belki benim durumum farkıydı ancak sonuçları aynıydı. Eğer köyümün reisinin hanımı acıyıp beni evlatlık olarak almasaydı bir yerde açlıktan ölebilir ya da karnımı doyurmak için çalarken bir köşede öldürülebilirdim. Bunlar en hafifiydi, başıma gelebilecek kötülükleri saya saya bitiremezdim.

“Bu kadar yeter.” Aronun buz üfüren sesi taht odasını silip süpüren bir rüzgâr dalgası yarattı. Kükreyen rüzgâr saniyeler içerisinde tüm odayı arşınlayıp araladığımız kapının açıklığından dışarı taşarak benim ve Saya’nın saçlarını geriye doğru savurmuştu. Yüzüme çarpıp geçen soğuk rüzgârın beyaz bir buhar olarak gözükmesinin sebebi içinde buz kristalleri barındırmasındandı. Sıcak nefesim dışarıya duman şeklinde çıkarken Saya soğuk yüzünden kollarını birbirine dolamış tir tir titriyordu.

Kimse kılını kıpırdatamamıştı.

Muhafızlar deminden beri kendilerine sürekli bağırıp çağıran Ragnarın sözlerinin altında kalarak mahcup dursalar da Aronun sesini duydukları gibi bu mahcupluk yerini derin bir korkuya bırakmıştı.

Hepsinin beti benzi atmıştı.

Bakışlarımı dışarıda olanları izleyen su halkının üzerinde gezdirdim. Çoğu Su Tanrısına çekinerek baksa da büyük bir kesim efendilerini kızdırdıkları için muhafızları parçalamak istercesine bakıyorlardı. Özellikle de köpek balığı soyu… Tahtın arkasından muhafızlara attıkları bakışlar bir katilin bakışlarıyla kapışabilirdi.

Zaten ırkları gaddarlıklarıyla ünlüydü.

Aron tahtında otururken görkemli bir duruş sergilese de taht odasına gelişimden bu yana elini alnına götürmüş sertçe sıkıp duruyordu. Uzun zamandır uyumadığı için başının ağrıdığı aşikardı. Uykusuzluk yüzünden kafasının patlaması yetmiyormuşçasına birde bunlarla uğraşıyordu.

Elini alnından çekerek donuklaşan bakışlarını muhafızların üzerine çevirdi. “Size verilen emir neydi?” Aronun bakışlarıyla üzerlerinde hissettikleri baskının arttığı acıyla yüzlerini buruşturmalarından anlaşılıyordu. Biz taht odasının dışında kaldığımız için bu baskıyı hissedemiyorduk. Muhafızlar zorlanarak hep bir ağızdan “Sınırı koru! Geçiş kapılarını koru! Halkı koru!” diye bağırdılar.

Duygulardan arınmış kehribarlar düz bir ifadeyle muhafızları izlemeye devam ederken “Sınırı koru ki halkı koruyabilesin, geçiş kapılarını koru ki halkı koruyabilesin, halkı koru ki gülümsemeleri koruyabilesin. Sonuç olarak hepsi aynı yere çıkıyor; halkı koru. Tek bir emir… Siz size verilen tek bir emiri yerine getirmekten acizsiniz.” dediğinde muhafızlar bir anda dizlerinin üstüne çökerek Arona doğru yere kapaklanmışlardı. Alınlarını öyle sert yere vurmuşlardı ki bazılarının başlarına aldıkları darbe yüzünden kafaları yarılmıştı.

İki grubun liderleri sırasıyla emirleri altındaki muhafızlar adına konuşmaya başladılar.

“Merhametinize sığınıyoruz efendim! Yaptığımız gafın hiçbir telafisi olamaz!”

“Yalvarırız cezalandırın bizi!”

Rütbelilerin sesleri muhtemelen Aron’u hayal kırıklığına uğrattıkları için konuşurken azaptan kıvranıyorlardı.

Su Tanrısının gözlerindeki deniz çalkanarak şaha kalkarken gözleri altın sarısı renginde parlamaya başladı. “Siz benim halkımı tehlikeye attınız.” Gözlerinin içindeki dev dalgaların birbirleriyle çarpışarak çatışmalarını izlerken deminden beri halkı için konuştuğunu fark etmiştim.

Onun korunmaya ihtiyacı yoktu.

Onun isteği halkının korunmasıydı.

Gözlerimi görkeminden alamıyordum.

Su Tanrısı… bu şekilde anılmaya öyle layıktı ki.

Su halkı Aronun içinde kopan deniz fırtınası yüzünden etraflarına tedirgin bakışlar atıyordu. Muhtemelen Su Tanrısı öfkelendiği için su ona tepki veriyordu ve su halkı da bunu hissediyordu. Muhafızlar cezalarının ölüm olsa dahi kesilmesini beklerken büyük bir teslimiyet içerisindelerdi. Kısasa kısas olarak ölümü hak etseler de işler bu şekilde ilerlerse Aron halkı tarafından korkunun varlığı olarak görülmeye başlanabilirdi.

Onun bu şekilde görülmek istemeyeceğini bildiğimden dudaklarımı kıpırdatarak “Onlarda senin halkından.” dediğimde Saya şaşırarak bana baktı. Kapı muhafızlarının da gözlerini üzerimde hissediyordum.

Fısıldadığım halde beni duymasını istediğim kişiye sesimi duyurabilmiştim. Aron altın sarısı renginde parlamaya devam eden gözlerini direkt gözlerimde buluşturdu. Kapı aralığından birbirimize bakarken gözlerini kapatarak derin bir nefes alıp verdi. Onun gözlerini kapatmasıyla içerideki kargaşa anında dinmişti.

Denizde sakinleşmişti.

Kaşlarını çattı. “Görevlerinizden alındınız. Emirlerimi yerine getirecek kapasiteye ulaşana dek bir daha gözüme gözükmeyin.”

Muhafızlar hayatta kalmalarının şaşkınlığıyla hala yere kapaklanmış vaziyette beklerlerken Ragnar’ın “Kalkın ayağı!” diye bağırmasıyla anında yerlerinden kalkarak telaşla hizaya geçtiler. Beyaz şeytan onlara çeşitli işkenceler vaat eden bir gülümsemeyle bakarak parmaklarını kütürdeyip “Siktirin gidin eğitim alanına sizi şöyle güzel bir elden geçirmemin vakti gelmiş!” dedi.

Saya yutkunarak “Ölümün kulağa daha güzel geldiğini önümüzdeki şu birkaç günde öğrenecekler.” deyince kendimi tutamayarak gülmüştüm.

Leylaklarımı kapı aralığından içeriye çevirdiğimde Aronun beni izlediğini gördüm. İlk şaşırsam da sonradan ona gülümsedim. Benim gülümsememle birlikte bakışları dudaklarıma düştü. Ve öylece gülümsememi izledi…

Sarayın ana kapısına giden su yolunda şahane bir lotus koyu vardı. Koy boyunca açan lotus çiçekleri o kadar güzel bir manzara oluşturuyorlardı ki ressam olsaydım saatlerimi orada geçirerek bu görüntüyü tabloya dökerdim. Kaldera’nın hanımı olarak saraydan sık sık dışarı çıkma iznim yoktu. Sarayda elbette tutsak değildim, sadece Aronun o kadar çok düşmanı vardı ki uzun süre ortalıktan kaybolursam ülke genelinde kriz çıkabilirdi.

İçimizdeki hainlere vereceğim fırsattan bahsetmiyordum bile.

Bilhassa Hanedan üyeleri. Şu sıralar sessiz olsalar da bu sessizliğin fırtına önceki sessizlik olmasından endişeleniyordum.

İç çekerek çatalımı ağzıma götürdüm. Lotus koyuna gidemediğimden bende saray bahçesinin içindeki küçük göle gelmiştim. Bu göl çiçek bahçesinin biraz daha uzağında kalıyordu. Gölün içi lotus çiçekleriyle dolu olduğu için bana koyu hatırlatmıştı. Bende yemeğimi burada yemeye karar vermiştim.

Sabahın erken saatlerinde yağan kar durmuştu. Çimenlerin üzeri hafiften karla örtülmüş olsa da pek tutmamıştı. Bakışlarımı gökyüzündeki grimsi bulutlara çevirdim artık kış geldiği için sık sık kar görecektik. Her ne kadar kar görmeyi sevsem de kış geldiği için göldeki lotuslar solarlarsa üzülürdüm.

Aronun muhafızlara verdiği cezadan sonra Saya beni çekiştirerek odama sokmuştu. İlk önce sıcak bir banyo yapmış sonra da kıyafetlerimi değiştirmiştim. Olanları üstün körü de olsa Saya’ya anlatmayı unutmamıştım tabii. Duydukları yüzünden ne diyeceğini bilemese de beni teselli ederek bu konu hakkında Arona güvenmemi söylemişti.

Ettiğimiz sohbetin ardından iyiden iyiye acıktığım için artık bir şeyler yemem gerekmişti. Bende Saya’dan gördüğüm gölün kenarına masa kurulmasını istemiştim. Başta soğuk olduğu için mırın kırın etse de sonradan bana kalın kıyafetler giydirerek bir de omuzlarına kürk atınca söylenmeyi bırakmıştı.

Mahlukatın varlığını uyuduğum andan beri çevremde hissetmiyordum. Bunun iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey olduğunu bilmesem de en azından 7/24 gözetlenmediğim için seviniyordum. O şeyin varlığını sezmek bizzat görmekten daha beter beni geriyordu.

Düşüncelerim yüzünden çatalımla yemeğimi didiklerken birden yanağımda hissettiğim dokunuşla irkilerek üzerime gölgesi düşen adama baktım.

Elinin tersini yanağıma sürterken “Üşümüşsün.” dedi. Kalbimin bir saniye içinde olsa durduğunu o kadar net hissetmiştim ki… O bir saniye bana tarifi imkânsız bir acı vermişti.

Ne ara gelmişti?

Benim bir şey dememe kalmadan karşımdaki sandalyeyi çekerek oturdu. Masadaki yemekleri incelerken “Seni ısıtamam biliyorsun değil mi?” deyince nefesim soluk boruma kaçmışçasına tıkandım, boğulduğumu hissediyordum. Bu adam bugün beni öldürmeye ant falan mı içmişti?

Yemeklerde gezen bakışlarını gözlerime çevirerek “Sabahta ayakların soğuktu. Taht odasına gelirken çıplak ayaklarına ayakkabı geçirmeyecek kadar aklının nerede olduğunu bilmesem de niyetinin ateşli hastalığa kapılmak olmadığını umuyorum.” deyince görmüş olmasının verdiği utanç yüzünden bakışlarımı ondan kaçırıp su bardağına uzandım.

Saya fark etmese ben fark etmezdim bile. Birde bu yüzden iki saat başımda dırdır etmesini dinlemiştim.

Sorusundan kaçındığım için dudağının bir köşesi yukarı doğru kavis çizmişti.

“Ne oldu dilini mi yuttun?” Resmen benimle uğraşıyordu. Üstelik günlerdir ne halde olduğumu bilirken. Bakışlarımı kızarık gözlerinde gezdirerek “Ne zaman uyuyacaksın?” diye sorunca bu sefer şaşırma sırası ona geçmişti.

Garipti. İkimizde birbirimiz için kaygılanıyorduk tıpkı… karı koca gibi.

İçimi kıpır kıpır eden bu düşünceye ters ters baktım.

Aronla böyle olmayı sevdiğimi itiraf etmek istemiyordum çünkü böyle hisseden tek kişi olduğumu biliyordum.

“Fırsat bulur bulmaz.” Niyeyse bir süre daha o fırsatı bulamayacak gibisin. Kehribarlar yeniden yemeklere düşünce “Aç mısın?” diye sordum.

“Dayanabilirim.” Kaşlarımı çattım, ne demek dayanabilirim? Sarayda onca hizmetçi vardı yemek söylemek bu kadar zor olmamalı. Bu adam cidden hiç kendi canını düşünmüyordu. Sinirlendiğim için bu kadar cüretkâr olduğumu biliyordum. Elime çatalımı alıp yemeğe daldırdım. Ardından boştaki elimi yemek düşmesin diye çatalın altına tutarak yemesi için ona uzattığımda hiç yadırgamadan ağzını açarak yemeği yemişti.

Yemeği çiğnemesini izlerken ne yaptığım aklıma dank edince afallamıştım.

Benim çatalımdan yiyordu, tiksinmemişti.

Aptal mıyım neyim nesi bu kadar hoşuma gidiyordu?

Göğsüm aldığı darbelerle uyuşurken bozuntuya vermeden onu yedirmeye devam ettim. Bu sırada daha fazla etkilenmemek için uzun zamandır merak ettiğim soruyu sordum. “Neden sarayın her yerinde Lotuslar var? Çiçek olarak bakılmasını anlıyorum elbette ama sence de biraz abartılmamış mı? Kapıların üzerlerine bile oyulmuşlar.”

Dilimi ısırdım, keşke sormasaydım. Belli etmemeye çalışsa da keyfi kaçtığından durgunlaşmıştı. Bakışlarını gölde süzülen lotusların üzerinde gezdirerek kısaca “Onları görmeyi seviyorum.” dedi. Bunu demesiyle birlikte Lotusları önceki Su Tanrılarının değil de onun benimsediğini anlamıştım.

“Lotuslar genel olarak duruluk ve saflığın simgesi olarak görülürler.”

“Başka anlamları da mı var?”

“Evet, renklerine göre de anlamları değişiyor. Beyaz lotuslar zihin saflığı ve huzur anlamını taşır, pembe olanları aydınlık; kırmızıları sevgi ve merhamet, mavileri bilgelik, mor lotuslar ise öğretici anlamı taşır. Buraya sık sık gelmelisin.”

“Neden?”

“Etraflarına yaydıkları koku zihnini yatıştırır.” Buraya geldiğimden beri ferahlamış hissetmemin çiçeklerin kokusuyla bir alakası vardı demek. Ağzını arayarak “Peki ya senin için hangi anlamı ifade ediyorlar?” diye sorduğumda niyeyse cevabını beklerken gerilmiştim.

Bir şey demeden lotuslara bakmaya devam etti. Baktıkça kehribarlarındaki ışık sönüyor gibi olduğundan kalbim boğazımda atmaya başlamıştı.

Sanki o çiçeklere bakarken acı çekiyor gibiydi.

Sandalyesinden kalkarken “Hiçbiri.” deyince ona inanmadım.

Lotus çiçeklerinin gizli bir anlamı daha olmalı.

Bana söylemek istememişti.

“Artık gitmeliyim, Saya’ya sana biraz daha yemek getirmesini söylerim.”

“Aç değilim.” Sesim sinirli çıkmıştı. Neye bu kadar sinirlenmiştim? Bana boş bakışlarıyla baktığı için mi? Az önceki bakışlarını istiyordum. Bana hep öyle bakmalıydı aksi kabul edilemezdi.

Bana aldırmayarak “Nasıl istersen.” deyip gitti.

Somurtarak saraydan içeriye girdim.

Lotuslarla ilgili konuşmamız yüzüme Aronla ilgili doğru düzgün hiçbir şey bilmediğim gerçeğini vurmuştu. Benim aksime diğerleri onun hakkında iyi kötü bir şeyler biliyordu. Bunun nedenini uzun zamandır Aronun yanında olmalarına bağlıyordum yine de içimdeki bu kıskançlık hissine engel olamıyordum. Aron onlara gidip geçmişini anlatmamıştı, onlar şahit olmuşlardı fakat bu benim için yeterli bir bahane değildi.

Ragnardan pek emin olamasam da gidip Towa ya da Saya’ya Aronun geçmişi hakkında sorular sorsam bana bir şeyler çıtlatırlardı kesin ama ben bunu istemiyorum.

O anlatsın istiyordum.

Belki de artık onun içinde bir yere sahip olmak istiyordum.

Gölün oradaki yakınlığımız Aronun tekrar duvarlarının arkasına çekilmesiyle yerle yeksan olmuştu. Ofladım. Bu adamla nasıl iletişime geçmem gerektiğini hala çözememiştim.

“Siktir gelmiş bana kötü ruhlu, kışkırtıcı, günaha ve suça teşvik eden Atenin soyundan bahsediyorsun! Delirdin mi sen?”

“Bunun sadece bir olasılık olduğunu söylüyorum. Aron bize o şeyin asla iyi olduğunu söylemedi. Tam tersine kin ve nefretle dolu olduğundan emindi. Laneti hissetmiş Towa, o şey nasıl bir günah işlemişse lanetlenmiş. Bana bağırıp çağırmadan önce ilk dinle.”

Towa ve Caster yine neyin kavgasını ediyorlardı? Beraber çay içmek için Saya’yı ararken onlarla karşılaşmayı beklemiyordum. Salona girmek için elimi kapının koluna atmışken adımın geçmesiyle duraksamıştım.

“Anlamıyor musun Caster! Mana o kadının soyundan geliyor olamaz!” Ne? Hangi soydan bahsediyor bunlar? Benim yüzümden mi kavga ediyorlardı?

Caster bıkkın çıkan sesiyle “Bunun olmayacağına dair kanıt sunabilir misin?” diye sorduğunda Towanın verecek bir cevabı olmadığından sesi kesilmişti.

“Bak ben Mana Ate’nin soyundan geliyor demiyorum. O kadının ölmeden önce Tanrı ve Tanrıçalara nasıl lanetler okuduğunu ve ruhu hapsedilse bile soyunun intikamını alacağına dair yeminler ettiğini biliyorsun. Her olasılığı hesaplamamız ve gözden geçirmemiz gerekiyor.” İçime ekilen kuşku tohumu filizlenerek pençe şeklindeki köklerini ruhuma sapladı.

Az çok burada neler döndüğünü anlamıştım.

Aron araştırmayı tek başına yapmıyordu. Bende Towa ile Casterin taht odasındaki kargaşaya rağmen neden ortalıkta görünmediklerini sorguluyordum, bunun içinmiş.

“Tamam, lanet olsun! Bunu asla kabul etmeyeceğim ama en azından diyeceklerini dinleyeceğim. Bir ihtimal Mana Ate’nin soyundan geliyor diyelim. Ate yerin altına diri diri gömülse de hala hayatta. Sen onun bir şekilde soyuyla bağlantı kurup Mana’yı etkilediğini mi söylüyorsun?”

“Olabilir. Ate güçleri zayıflasa da savunmasız değil ve senin de dediğin gibi bir şekilde soyundan gelenlerle bağ kuruyor olabilir.”

“Peki onu nasıl engelleyeceğiz? Elindeki kitapta bununla ilgili bir şeyler yazmıyor mu?”

“Ateyi hapsedenler kız kardeşleriydi; Litai’ler. Söz konusu kişi direkt Ate olmadığından Mana’nın durumuna bizzat karışamazlar lakin Ate’nin ki gibi Litailerinde soyu devam ediyor. Tek yapmamız gereken onlardan birini bulmak.”

Towa sinirle iç çekerek “Sanki onları bulmak çok kolay bir şeymiş gibi konuşuyorsun.” dedi.

“Dediğim gibi bu yalnızca bir olasılık. Diğer kitaplara da bakıp Mana’nın durumuyla uyan türleri bularak bir araya getirdikten sonra Aronla konuşmamız lazım.”

“Caster bana dürüst ol, Mana gerçekten Ate’nin soyundan geliyor olabilir mi?”

“Bulduğumuz türler arasında en yüksek ihtimal dahilindeki seçenek Ate.”

“Sikeyim! Sikeyim! Sikeyim!” İçeride her neye tekme attıysa o şey düşerek büyük bir gürültü yapmıştı.

Her duyduğum bilgi bileklerime kesikler atıyordu. Acıyor, acıdığını biliyor ama hissedemiyordum. Kesiklerin sayısı hızlıca artarken Towa’nın son sözleriyle attığı kesik içlerinde en derine inerek damarlarıma ulaşmayı başarmıştı.

Kesilen damarlarım yüzünden kan kaybediyordum.

“Eğer Mana Ate’nin soyundan geliyorsa… direnemezse… en eski çağlardan bu yana biriken o nefrete kapılırsa…” Towa söyleyemediğinden cümlesini Caster tamamladı. “Yıkım getirir. Tüm alemleri yok edecek bir yıkımın şaheseri olur ve onu bir daha Aron bile geri getiremez.”

 

Sizce Mana gerçekten kötü bir soydan geliyor olabilir mi?

Bölümde en sevdiğiniz yer neresi oldu?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere :D

 

Loading...
0%