Yeni Üyelik
28.
Bölüm

BÖLÜM 28: "AŞK VE ÖLÜM"

@endless_q

▏₰ Aron

Ay eğri bir bıçak gibi gecenin göğsüne saplı dururken etraftaki karanlığı dağıtan ışığı tam ucunda oturduğum uçurumun üzerine vuruyordu. Karanlık ve kasvetli dalgalar birbiri ardına uçurumun sarp kayalarına çarpıyor, su havaya püskürerek tekrar denize dönüyordu. Hafifçe esen rüzgâr saçlarımı geriye doğru dalgalandırırken üzerimdeki zırha bağlanmış siyah pelerin geriye doğru uçuşuyordu.

Etrafta denizin çıkardığı sesten başka ses olmadığından bu yerde huzur bulabilirdim; ne var ki buraya kafamı dinlemek için değil, kan dökmek için gelmiştim.

Birilerinin ölümü olmak için.

Deniz

Uçurumdan onu izliyordum.

Eskiden… denize baktığımda mezar görürdüm.

Kendi mezarımı.

Çünkü sudan doğduğum gibi öldüğümde de suya dönüşecektim.

Tanrıların doğdukları yer ölecekleri yerdir.

Zulmetin rengine boyanmış kapkara dalgalar kabararak uçurumu daha sert döverken bana fısıldıyordu.

Su yanındayken sürekli bana fısıldar ve hep aynı şeyleri söylerdi; seni bekleyeceğim.

Öldüğün günü, bana geleceğin günü… bekleyeceğim.

Şimdiyse denize baktığım da aklıma gelen ilk şey ölümüm olmuyordu.

Bir kadın.

Elyel’e karışan siyah saçları, inci gibi beyaz teni ve çiçekleri andıran gözleriyle bir kadındı aklıma gelen. Bana denizi anımsatacak hiçbir özelliği olmamasına rağmen ona her bakışımda doğduğum ve öleceğim o yer aklıma geliyordu. Bu yüzden ona benim denizim diyordum.

Bir tek benim bildiğim, benim gördüğüm o denizdi.

Ölmesini emrettiğim kadının beni soktuğu bu hal cezam olmalıydı.

Ona yaşattığım tüm anlar şimdi benim katilim olmak istiyordu.

Hangi denizde öleceğimi bilemesem de eninde sonunda oraya döneceğimi biliyorum. Ve garip bir şekilde o kadına baktığımda gördüğüm denizin öleceğim deniz olmasını istiyordum.

“Umarım orası olur.” diye mırıldandım.

“Uçurumdan aşağıya atlarsan su halkına kalp krizi geçirtebilirsin.” Towa üstündeki zırhla yanıma oturarak ayaklarını benim gibi uçurumdan aşağıya sarkıttı. Çay kırmızı rengindeki gözlerini kıyıya yakın yerlerde şöyle bir gezerek sırıtmaya başladı.

“Ben atlaman taraftarıyım gerçi, eğlenceli olacaktır.”

Denizden gelen öfkeli seslerle Towa gülmeye başladı, duyacaklarını biliyordu.

Lazar, Mana’ya suyun yanında yalnız değilsin derken doğruyu söylüyordu.

Her zaman oradalardı; dinliyor, benim onları çağırmamı bekliyorlardı.

“Kışkırtma, denize düştüğün de acısını çıkartırlar.”

Güldü. “Köpekbalıklarıyla savaşmanın nasıl olacağını hep merak etmişimdir.”

Asla akıllanmıyordu.

“Hazırlıkları bitirdiniz mi?”

“Söylediğin her şeyi hallettik, saldırmak için emrini bekliyoruz.”

“Düşmanın tarafında durumlar nasıl?”

Boynunu sağa sola yatırarak eklemlerini kütürdetti. “Bizi gözetliyorlar.” İblislerin onları izlediklerini bildiği halde bu kadar umursamaz oluşunu bir başkası görseydi eğer Towa’nın akıl sağlığını sorgulayabilirdi.

Onu deli ilan edip korktukları canavarlarla bir tutarlardı.

Kimse arkamızda bıraktığımız ceset yığınlarının bu rahatlığı bize verdiğini akıl etmezdi.

Öldürdükçe ölüme alışırdın.

Canavarlara, ruhlara, iblislere, şeytanlara benzer ve onlarla aynı aurayı çevrene salardın.

Onlar gibi olurdun.

Towa kucağındaki kızıl mızrağı elleri kaşınıyormuşçasına okşarken düşman hakkında gözlemlerini aktarmaya devam etti. “Gözden çıkarılabilecek kadar zayıf olanları göndermişler. Nasıl bir boka bulaştıklarından haberleri dahi olmayan canlı cenazeleri.”

Gözlerimi neredeyse gözükmeyen Ay’dan ayırmadan “Ne kadar zayıf olurlarsa olsunlar hepsi içinde bir iblis barındırıyor.” dedim. Bu gece Ay istediğim enerjiyi bana verebilecek kadar karanlığa boğulmuştu.

Son hilaldeydi.

Yarın yeni ay doğacaktı.

“Orası öyle de asıl bizi uğraştıracak olanlar içeride. Öldürdüğümüz iblisler şimdiye kadar diğerlerini uyarmıştır.” Bu da uzun süredir bizi bekliyorlar demekti.

“Melezlerin yerini bulabildiniz mi?”

“Onlarında Yitiklerle birlikte mağara olduğunu tahmin ediyoruz. Yaklaşmaya çalışsak da giriş sıkı korunduğu için adamlara sadece gözetmelerini söyledim.”

Kafamı sallayarak anladığımı gösterdiğimde “Burası bölgedeki son sığınak olduğundan mıdır nedir içeride çok fazla iblisin varlığını seziyorum.” dedi. Temizlediğimiz mağaralarda geriye hayatta kalan birilerini bırakmadığımız halde sayıları fazlaydı. Üstelik içeride varlıklarını gizleyebilecek kadar güçlü birkaç ibliste vardı. Mağaraya yalnız gireceğimden bunu ona söyleme zahmetine girmedim zaten yeteri kadar çenesiyle söylenerek kulaklarımı sikmişti.

Ana karargahlarından biri burası olmalı.

Rahatsız bir ifadeyle “Mağaraya tek başına girmekte kararlı mısın? Normalde bunu önemsemem biliyorsun ama ellerinde şu siktiğimin Tanrı zehir var.” dedi. Ve bizim o zehri tedavi edecek panzehrimiz yoktu.

“Plana sadık kalacağız.”

“Aron--” Ona attığım bakışla söverek önüne döndü.

Daha fazla itirazı kabul etmeyecektim.

Diğer mağaralara da kimsenin girmesine izin vermeyip işlerini tek başıma bitirmiştim. Oralarda sorun çıkarmasa da bu mağarada çok fazla iblis sezdiğinden tek gitmememi söyleyip duruyordu.

Neredeyse yirmiden fazla melez bulmuştuk. Tutsak melezlerin hepsi yitiklerin deneylerine kurban giderek zehirlenmişti. Çok yaşamayacak halde olanların acısını sonlandırmış, hayatta kalanları incelemesi için Caster’e göndermiştim. Zehrin tedavisini bulmak için bir süre daha yaşamaları lazımdı.

Gizli odada yaptığımız toplantıdan sonra Caster ve Towa’ya Kaldera’nın haritasında Yitiklerin saklandıkları yerleri işaretlemelerini söylemiştim. Maar’a yakın beş şehirde kurdukları sığınakları tespit etseler de daha fazlasının olduğuna emindim. Diğer yerler hala araştırılıyordu. Karanlık Mürit, biz harekete geçtiklerini fark edene kadar Tanrıların topraklarına Yitikleri yerleştirmiş ve yerleştirmeye de devam ediyordu.

Benim halkımı yem olarak kullanıp iblisleri yeryüzüne çıkarıyorlardı.

Maar’a yakın yerlerde saklanmaları yakında bir saldırı gerçekleştireceklerinin işaretiydi.

Şeşe kuşlarının altında da eminim onların parmakları vardı.

O parmakları teker teker kıracaktım.

Aklıma Mana’nın şeşe kuşlarına baktıktan sonra neredeyse kör olacağı gerçeği gelince dişlerimi sıktım. Ne olursa olsun Karanlık Müridin saraya yaklaşmasına izin veremezdim. Aslında biraz daha durup onları gözlemlemek istiyordum fakat söz konusu yalnızca halkımın canı değildi artık.

Korumam gereken bir kadın vardı.

İşleri biraz hızlandırsam da sonuç değişmeyecekti; benim bölgeme izinsiz giren herkes azabımı tadacaktı.

Yerini bulduğumuz diğer dört mağarayı temizleyip yitikleri öldürerek iblisleri tekrar yeraltına göndermiştik. Neredeyse iki haftadır saraydan uzaktaydım. Son mağarayı da hallettikten sonra geri dönecektik.

‘Seni bekleyeceğim.’

Beni bekleyeceğini söylemişti tıpkı deniz gibi.

Leylaklarında saklayamadığı endişeyle beni uğurladığı hali gözlerimin önüne gelince dudağımın kenarı yukarı doğru büküldü. Zehir konusunun onu nasıl kaygılandırdığını biliyordum. Ve şu mahlukatta vardı tabi… karımı o şeyle yalnız bırakmak her ne kadar beni rahatsız etse de derdinin mana değil de Tanrılar olduğunu bilmek biraz da olsa endişemi azaltıyordu.

Öldürmek istediği bensem sorun yoktu.

“Siktir! Niye öyle gülümsüyorsun şimdi? Ulan mağaradakiler şu gülümsemeyi görse yemin ediyorum işi sana bırakmadan iblislerine ruhlarını yemeleri için yalvarırlar. Iyy tüylerim diken diken oldu.”

Kaşlarımı sinirle çatarak ensesine bir tane geçirdim. “O dilini bir gün koparacağım.”

Pezevenk.

Acıyla yüzünü buruşturarak vurduğum yeri ovalarken “Ne vuruyorsun be! Sanki yapmadıkları şey!” dediğinde bir yanım o çok istediği köpek balığı dövüşü için onu uçurumdan aşağı atmamı söylüyordu.

Towa’nın aksine Lazar ve sürüsünün bundan hoşlanacağı kesindi.

Birinin yaklaştığını hissettiğimde elit askerlere bu sene içinde katılmış çaylağı gördüm. Tek bir ayak sesi dahi çıkarmadan yanımıza gelip “Efendim böldüğüm için özür dilerim fakat bir sorun çıktı.” haberini verince ikimizde ona döndük.

“Ne oldu?”

“Mağaranın olduğu ormanda yaşayan Dryadlar sizinle konuşmakta ısrar ediyorlar.”

Demek burada yaşayan orman perileri vardı.

Uçurumdan kalkarak denize son bir bakış atıp askere döndüm.

“Yolu göster.”

Bakalım ne istiyorlarmış.

Saldıracağımız ormanın girişinden bir km ötede hazırda bekleyen elit birliğin arasında gerek kıyafetleri gerekse görünüşleriyle birlikte öne çıkan Dryadlar, benim gelişimi görür görmez ellerini göğüslerinin üzerlerine koyarak başlarını eğip selam verdiler.

“Orman ruhları Su Tanrısını selamlıyor.”

Doğdukları ağaçların yaprakları ve dallarıyla kendilerine yaptıkları kıyafetler yalnızca özel bölgelerini kapatıyordu. Dişi Dryadlar başlarına çiçeklerden taçlar takarken eril olanlar daha sade bir görünüme sahiplerdi. Vücutlarının açıkta kalan bölgelerinde yer yer yeşil pullar göze çarpıyordu. Doğayla bir oldukları için tenleri de hafiften yeşile çaldığından isteseler de insanların arasına karışamıyorlardı.

Yine de bu diğer türlerle birlikte olmak için onları durdurmuyordu. Birbirinden güzel/yakışıklı bir görünüşe sahip oldukları için genelde birçok türle çiftleşiyorlardı. Elit askerler suratlarındaki düz bir ifadeyle onlara bakıyordu, yerlerinde başkaları olsa çoktan perilerin güzelliği karşısında hayran kalmış olurlardı. Hepsinin yüzü bir mermer kadar sert ve düzdü. Bu duruşlarına vesile olan Ragnar ve acımasız eğitim yöntemleriydi. Sadece fiziksel değil, ruhsal bir eğitim de geçmişlerdi.

“Kaldırın kafalarınızı ve neden askerlerimi rahatsız ettiğinizi söyleyin.”

Konuşurken katı bir tutum sergilediğim için yüzlerindeki endişe ve korkuyu görebiliyordum. En öndeki dişi Dryad öne çıkarak “Niyetimiz yolunuza çıkmak değildi efendim. Yitikler için geldiğinizi görünce size yardım etmek için ağaçlarımızı terk edip buraya geldik. Kalanlarımızda ormanın içinde sizin emirlerinizi bekliyor.” dedi.

Dryadlar doğdukları ağaçlardan çok uzağa gidemezlerdi. Ağaçla ruhları birleştiğinden ağaç yaralanırsa hastalanır, ağaçları ölürse ölürlerdi.

Normalde de saldırgan olan bu ırk bugün ayrı bir vahşet sergiliyordu.

Bir başka Dryad “Yitikler uzun zamandır ormanımızı işgal etmiş durumdalar üstelik ağaçlarına zarar vererek bizden birçok kişiyi öldürmekten de çekinmediler. Birleşip onlara saldırdık lakin iblisleri tarafından korundukları için onları ormandan kovmayı başaramadık.” dedi.

“Ve çocuklarımız… onları kaçırdılar.” Dryadların bu bölgeyi mesken tuttuğunu fark edince burada melez bulma ihtimallerinin diğer bölgelere nazaran daha yüksek olduğunu düşünüp ormana yerleşme kararı almışlardı demek ki.

Onlarla birçok kez iletişime geçtiklerine göre yitikler ve iblisleri hakkında birçok bilgi sahibi olmalılar. Bakışlarımı Towa’ya çevirdiğimde onunda kafasından benimle aynı düşünceleri geçirdiğini it gibi sırıtmasından anlamıştım.

İşimize yarayacaklardı.

Dryadlar doğayı koruduklarından Toprak Tanrısına bağlı türlerdendi. Normalde bu savaşa katılmaz sadece ağaçlarının korunacağı sözünü almak için yanımıza gelirlerdi. Hades emretmediği sürece bize yardım etmeye pek gönüllü olmazlardı lakin yitikler tarafından görmezden gelinip bir de eğlencesine arkadaşları öldürülüp çocukları deneyler için kaçırılınca intikam almak istiyorlardı.

Onlarla ya da onlarsız burayı ezip geçecektim.

Dryadlara ihtiyacım olmasa da fazladan yardımın kimseye zararı dokunmazdı fakat hiç riskte yok değildi. İçlerinde yitiklerle anlaşıp bizi tuzağa çekmek isteyenler olabilirdi. Bir gözlerini hep üzerlerinde tutması için birilerini görevlendirecektim.

İhaneti affetmezdim.

“Yitiklerle savaşırken Dryadların ağaçlarını korumak önceliğiniz olsun.” Elit askerler emirlerimi dinleyerek hep bir ağızdan “Emredersiniz!” dediler.

Dryadlar onların bizimle savaşmalarına müsaade edeceğimi anladıklarında sevinerek gözlerindeki kararlılıklarını arttırmışlardı.

Benimle ilk konuşan dişiye bakarak “Biraz konuşalım.” dediğimde gülümseyerek “Elbette, efendim.” demiş ve Towayla birlikte beni takip etmeye başlamıştı.

Plan da değişikler yapmamız gerekecekti.

Ormanın içindeki küçük gölün yanına gelerek tek dizimin üzerine çöktüm. Avucumu suyun içine soktuğum anda kehribarlarım altın sarısı rengini alarak parlamaya başladı. Göldeki su emrim üzerine sise dönüşerek ormanın içine doğru yayılırken gittikçe kalınlaşıyor ve düşmanın gözlerine perde çekiyordu.

Sisin ormanı sarmasıyla birlikte huzursuzlaşan iblisler kükreyip hırıldayarak diğerlerine geldiğimizi haber verirken bir yandan da emrim altındaki askerleri çıkardıkları ürkütücü seslerle korkutmaya çalışıyorlardı. Bastığımız ilk mağaradan sonra iblislerin türlü türlü oyunlarına alışmış olan elit birliğini artık o kadar kolay kandıramayacaklarını yakında öğreneceklerdi.

Sisin yeteri kadar kalınlaştığını görerek elimi gölden çektim.

Ben tersini emredene kadar sis ormanı kaplamaya devam edecek ve zayıf iblislere kapan görevi görecekti.

Buradan çıkış yoktu.

“İstediğiniz sandığı getirdim efendim.”

Altın sarısı renginde parlayan gözlerimi gölü kaplayan sisten çıkarak elinde tuttuğu sandıkla birlikte yanıma gelen Nymph’e çevirdim. Nasıl kara perileri Toprak Tanrısının emri altında çalışıp doğayı koruyorsa su da yaşayan su perileri de benim emrim altındalardı.

Periler kendi aralarında dört türe ayrılsalar da hepsi bağlı olduğu bölgeyi korumakla yükümlüydü ve oradan ayrılmaları ölüm demekti.

Kara perileri:

Aldeid (Vadi), Napaea (Vadi), Auloniad (Yayla), Leimakid (Mera), Oread (Dağ), Minthe (Nane), Hesperid (Bahçe)

Su perileri:

Helead (Bataklık), Okeanid (Okyanus), Nereid (deniz), Naiad (Tatlı su)

Ağaç perileri:

Dryad (Meşe), Leuke (Kavak), Meliae (Dişbudak), Epimeliadlar (Elma)

Yeraltı dünyası perileri:

(Lampadeler)

Hafifçe mavi bir tene çalan dişi Nymphelerin tenlerinde deniz kızları gibi yer yer pullar vardı lakin deniz kızlarının aksine kuyrukları yoktu. İnsan bacaklarına sahip olduklarından karaya rahatlıkla çıkabiliyorlardı. Gelen dişi Nymphenin saçlarında deniz kabukları ve mercanlardan süsler takılıydı. Özel bölgeleri gölde yetişen yosun ve çiçeklerden dikişmiş kıyafetlerle kapatılmıştı.

Tatlı su da yaşadığı için o aslında bir Naiad’dı.

Saygıyla uzattığı sandığı alarak “Thetis diğerlerine gözlerini dört açmalarını söyle. Bu tarafa kaçan yitikler olursa su da boğmakta serbestler.” dediğimde Naiad gözlerindeki parlamayla “Emredersiniz.” diyerek gölün içine geri dönmüştü. Muhtemelen yitikler bu göle de zarar verdiklerinden Naiadlar da Dryadlar kadar öfkelilerdi. Yitikler perilerin varlıklarını umursamasa da içlerindeki iblisler Tanrılarla bağlantılı olan herkese kin güttüklerinden perilerin acı çektiklerini görmek istemişlerdi.

Köpek balıkları göldeki su yetersizliğinden bu tarafa gelemedikleri için benimle su perileri aracılığıyla iletişime geçiyorlardı. Onlar denizde olduklarından aslında pek yapabilecekleri bir şey yoktu. Deniz kızları -deniz adamları- da nadiren nehirler de yaşardı, sirenlerse denizi terk etmezlerdi. Gölge pek fazla su canlısı yaşamadığından en yararlı kişiler su perileriydi.

Sandığı yere bırakıp kapağını açtığımda içinden gelen tıslama sesiyle beklemeye başladım.

Beyaz pulları ve beyaz boynuzları olan büyük bir yılan sürünerek sandıktan dışarı çıktı. Derisinin üzerinde büyüyle birlikte doğduğunu gösteren kabarık rünler vardı. Kafasını kaldırıp kırmızı gözleriyle bana bakarken gözleriyle aynı renkteki çatallı dili ağzından çıkıp duruyordu.

“Git ve masum ruhları yemek için yeraltından kaçan o iblisi sürükleyerek geldiği çukura geri götür.”

Yılanın kimden bahsettiğimi anladığı gibi gözlerindeki ifade değişerek yırtıcı bir hal aldı ardından bana boyunu eğip selam verdikten sonra hızla sürünerek sisin içinde kayboldu.

Konuştuğumuz Dryad bize mağaradaki güçlü yitiklerden birinin içinde Yaka iblisinin olduğu bilgisini vermişti. Aç gözlü, doymak bilmeyen bu iblis sadece anlaşma yaptığı yitiğin ruhuyla yetinmez, belli aralıklarla anlaşmalısından yiyebilmesi için ona ruh getirme şartı koşardı.

Bu iblisin en büyük korkusu ise Yeg yılanıydı.

Yeg yılanının soyundan gelen bu yılanlar insanların ruhlarını korur ve kötü ruhlardan arındırırdı. Suyun altında bile nefes alabildikleri için her yerde yuvaları vardı. Bu yüzden Thetis’e Lazar’a bu yılanlardan birini yakalayıp buraya getirmesi emrini vermiştim.

Beklediğim çığlık sisin içinden gelince yılanın iblisi yakaladığını anlayarak zevkle gülümsemiş ve ormanın içine doğru yürümeye başlamıştım.

Vakit gelmişti.

Saniyeler içerisinde etrafta bağırış çağırışlar ve savaş sesleri yükselmişti. Yeg yılanı tarafından gafil avlanan iblisin çığlığının bekledikleri işaret olduğunu bilen elit askerler Dryadlarla birlikte yitiklere saldırmaya başlamışlardı.

Can havliyle kaçan yitiklerden biri birden önüme atlayarak bana çarpıp kıçının üzerine düştü. Ormanın bu bölgesine kadar gelebildiğine göre Towa’nın bahsettiği gözcülerdendi herhalde. Bir yanağında ve ellerinin üzerinde kabarık yaralar vardı. Ya anlaşma yaptığı iblisi vücudu kaldıramıyordu ya da iblise çok fazla ruh parçacığı verdiğinden vücudu çökmek üzereydi. Boynunda lanetli kolyeler, parmaklarında yine lanetli yüzükler takıyordu. Üzerinde ise yüzünü saklayan kara bir pelerin vardı.

Başını kaldırıp kime çarptığına baktığında benimle göz göze gelmiş ve hayatının hatasını yaptığını anlayarak bağırıp geriye doğru kaçmaya çalışmıştı. Benimle karşılaşmaktansa savaş alanına dönmek doğru bir tercihti, tabii iblisinin kibri buna izin verseydi. Bedenine konuk ettiği kötü varlık sinirlenerek insanı sağır edecek tizlikte bir çığlık atıp ortaya çıkmıştı.

Kaçmaya nasıl cüret edersin aşağılık insan! İtibarımı zedelediğin için cezanı çekeceksin!

Yitik nefes alamıyormuşçasına yere doğru eğilip boğulma sesleri çıkarırken gözleri pörtlemişti. Ecel terleri döktüğü sırada yüzü kıpkırmızı kesilerek bütün damarları şişip kabarmıştı. İçinden dışarıya çıkmaya çalışan şey kemiklerini kırıyormuşçasına kütürtü sesleri geliyordu. Sonunda kara bir duman sırtından dışarı çıkarak havaya yükselmiş ve şekil değiştirerek boynuzlu, uzun tırnaklı, ağzından kalın ve sivri dişleri olan, gözleri iki boşluktan ibaret iblisin gölgesine bürünmüştü.

“Ne tesadüf bende senin gibi itaatsizlik edenlerden haz etmem iblis.”

Benim konuşmamla birlikte yitiğe işkence etmeye ara veren gölge, kafasını kaldırıp bana bakmıştı. İfadesi ilk önce şaşkınlığa ardından da kindar bir öfkeye bulanmıştı.

Lanet olası Tanrı beni yine o çukura gönderemeyeceksin!

Konuşma tarzı hoşuma gitmemişti.

“İşte bu yüzden zayıflarla ilgilenmek istemiyorum.”

Elimi iblisin boğazına sardığım gibi sıkarak nefesini kestiğimde yitikte aynı acıyla yerde kıvranmaya başladı. İblis tırnaklarını etime geçirerek bileğimi kanatırken bir yandan da ona dokunabilmemin şokunu yaşıyordu.

Buz gibi olmuş gözlerimin içine bakarkenN… Nasıl? diye sorguladı.

İblisler yitiklerle anlaşma yapsalar da bedenleri hala cehennemin çukurunda bir yerlerdeydi. Ruhları anlaşma sayesinde yeryüzünde görülebilir hale geliyordu haliyle gölgeden ibaret olan bir şeye Tanrı dahi olsa kimse dokunup zarar veremezdi.

İblislere zarar verebilecek iki şey vardı.

Biri ışık diğeri karanlıktı.

Benim ışıkla uzaktan yakından bir alakam yoktu.

Işık benim zehrimdi.

Yitikleri öldürerek iblislerin yeryüzünün işlerine müdahale etmesini engelliyorduk fakat iblise bir zararımız dokunmuyordu. Ancak işin içine ışık ve karanlık girdiğinde ölebilirlerdi.

Onu sağ bırakmayacağımı anlayan iblisin gözlerini ölüm korkusu sarmıştı.

İblise aşağılayıcı bakışlar atarak “Yerini bilmelisin.” dediğimde bir an için göz aklarımın siyaha boyanıp geri çekilmesiyle birlikte gözleri dehşetle açıldı.

Bunu nasıl yaptığımı anlamıştı.

Sen me--Cümlesini tamamlamasına izin vermeden elimi sıktığım gibi gölge dumana dönüşerek dağılmış ve iblis yer altına dönerken acıyla çığlık atmıştı.

Kara duman azalıp yok olurken beni hala duyabildiğini bildiğim için “Diğerlerine yitiklerle anlaşma yapan her iblisin peşine düşeceğimi söyle.” dedim.

Artık kim olduğumu biliyorlardı.

İblisin cehenneme geri dönmesiyle birlikte yitik yere serilmiş, gözleri geriye doğru kayarak titreyip ağzından köpükler çıkarmaya başlamıştı. Çırpınıp duran bedenini soğuk bakışlarla izlerken titremeleri sonunda vurmuş ve başı yana düşmüştü.

Ruhu hür kalmıştı.

Tabii ondan geriye pek bir şey kaldıysa.

Yitiklerle asıl savaşın yapıldığı yere yaklaştığımda yerdeki cesetlerin sayısında artış olmuştu. Elit askerler, iblislerini çağıran kara büyücüler yüzünden zor durumda kalsalar da gayet başarılı bir şekilde üstesinden geliyorlardı. Bazı iblisler vesveselerini kullanarak düşmanlarının aklını çelmeye çalışıyor veya bizzat saldırarak yitikleri koruyorlardı.

Burada kalmak istiyorlarsa onları kaybetmeyi göze alamazlardı.

 

Sisin içinde belirli aralıklarla patlayan ışıklar daha önce hazırlayıp elit birliğe verdiğimiz ışık parşömenlerinden geliyordu.

Bu parşömenler büyücü birliği tarafından üretilmişti.

İblisleri öldürmek için yeterli ışığa sahip olmasalar da en azından onları kısa süreliğine de olsa kaçırmayı başarıyordu. Bu aralık da yitiği etkisiz hale getirmek için askerlere değerli bir fırsat sunuyordu.

Cehenneme sürgün edilmeden evvel bütün iblisler ışıktan kurtulmak ve ışığın gücüne sahip olanların soyunu kurutmak için onların peşlerine düşmüş, ışığın sahiplerini öldürmeye çalışırken de birçoğu gebermişti. İki taraf arasındaki düşmanlık bugün bile devam ettiğinden ışık gittikçe zayıflamış, karanlık ise güçlenmişti.

Işığın karanlık karşısında bu kadar zayıflamasına tek bir soyun yok oluşu sebep olmuştu.

Wardensler.

Bundan iki yüz elli yıl önce bir gecede tüm ırk katledilmişti.

Onlarla birlikte haklarındaki bütün bilgiler, belgeler ve kalıntılar yok edilmişti.

Sanki biri ya da birileri sadece bu soyu yok etmekle kalmamış, bütün varlıklarını da geçmişten silmeye çalışmıştı.

Işık onlarla birlikte kaybolmuştu.

Towa’nın kan kırmızısı rengindeki mızrağı sisin bile örtemeyeceği güçte parlarken bir o yanda bir bu yanda belirerek adamlarına yardım ediyordu. Güçlü iblisleri üzerine çekerek diğerlerinden uzaklaştırıp işlerini hallediyor sonra gözüne bir diğerini kestiriyordu. Kızıl mızrak unvanını almasını sağlayan da gittiği yerde mızrağıyla kandan yağmurlar yağdırması yüzündendi.

Yitiklerin geneli zayıflardan oluşsa da aralarında orta seviyede iblislere sahip olanlarda çoktu. Bedenlerinin kaldırabileceğinden fazlasına göz diken kara büyücüler, başta yüksek seviyeli iblislerle anlaşma yapmak istemiş lakin aç gözlülükleri yüzünden çağırdıkları her iblis ölümlerine yol açarak ruhlarını çalmıştı. Gerçekleşen kazalardan sonra kimse yüksek seviyedeki iblisleri çağırmaya kolay kolay yanaşmıyordu.

Bu bir zayıflık gibi görünse de aslında orta seviye iblislerden kuracakları bir ordu da işlerine yarayacağından şimdi bunu yapmayı hedefliyorlardı.

Bir iblis ordusu kurmayı.

Bakışlarımı savaş alanında gezdirirken Dryadlarında elit birliğin altında kalmadıklarını gördüm. İblislerden bütün öfkelerini çıkartıyorlardı.

“Ağaçlar! Dryadların ağaçlarını hedef alın!”

“Ağaçlara dokunmaya çalışan herkesin kafalarını kesin!”

Sarmaşıkları kontrol ederek içlerinden birini yakalayan dişi Dryad, yitiği etrafında döndürüp üst üste yere vurarak düşmanı acımasızca öldürmüş ve vakit kaybetmeden sıradakine saldırmıştı. Arkasında bıraktığı cesedin bütün eklemleri ters dönerek kırılmıştı. Bakışlarımı az önceki Dryad’a ait olduğunu düşündüğüm meşe ağacına çevirdim. Meşe ağacının dallarında sarmaşıklarla asılmış dört yitik cesedi daha vardı.

İbret olsun diye asılmışlardı.

Eril Dryadlar dişilerin aksine daha çok dönüşüm geçirerek saldırmayı tercih ediyorlardı.

Doğayla bir olduklarından doğaya ait bütün canlıların formuna girebilirlerdi.

Bir ayı yitiğin üzerine oturarak onu ezerken, kurda dönüşmüş olanlardan biri canlı canlı yakaladığı yitiğin uzuvlarını dişleriyle parçalayıp koparıyordu. Bir aslan öfkeyle kükreyip önündeki yitiğin sırtını pençeleriyle yırtarken bazı eril Dryadların elit askerlerle ortak savaştığını da fark etmiştim.

Birbirlerine kısa sürede uyum sağlamışlardı.

Yitikleri geri püskürttüklerini görünce bana burada ihtiyaç duymadıklarını anlayıp mağaraya doğru yürümeye başladım. Sis yüzünden göz gözü görmese de benim yanından geçerken arkamdan bıraktığım soğuğu hisseden iblisler teker teker ürpererek etraflarını kolaçan ediyorlardı.

Savaş yoğun bir şekilde devam ettiğinden birbirine karışan gürültüler insanı sağır edecek cinstendi.

Ölüm uğulduyor.

Savaş nidaları atılıyor.

İblisler feryat ediyordu.

Ama hiçbir gürültünün onların sesini bastırmaya gücü yetmezdi.

Telleri parmak uçlarıyla çekip bırakarak çalmaya başladıkları lirin hemen ardından tüm ormanda bir şarkı duyulmaya başladı. Birçok ağızdan aynı anda ahenkle çıkan bu şarkı öylesine narin, öylesine güzel söyleniyordu ki bu ezgiden büyülenen yitiklerden bazıları savaşmayı bırakmış ve şarkının onları çağırdıkları yere doğru bakmaya başlamışlardı.

Hipnoz olmuş yitikler, göle doğru yürürlerken önlerindeki düşmanı unuttukları için bazıları öldürülmüş fakat bunun farkında bile olmamışlardı. Elit askerler ve Dryadlar başta düşmanlarının bir anda değişen tavırlarına şaşırsalar da buna sebep olan şeyden önceden haberdar oldukları için ormana doğru gidenlere dokunmadılar.

Yitiklerin işittikleri şarkıyı kulaklarındaki tıkaçlar yüzünden duymuyorlardı.

İblisleri bağırıp çağırarak yitikleri kendilerine getirmeye hatta acı yoluyla onları uyandırmaya çalışsalar da nafileydi.

Bir kez siren şarkısını duyarsan bütün duyularını kaybeder ve tek bir şeye odaklanırdın.

‘Gel.’ emrine.

Yaptığımız plana göre sirenler göle giremeseler de seslerini kullanarak yitikleri büyüleyip göle çekeceklerdi. Su perileri de şarkıyla büyülenen yitikleri gölde boğacaklardı tıpkı şu anda olduğu gibi.

“Bunlar Sirenler! Kulaklarınızı kapatın sakın şarkıyı dinlemeyin!”

Düşman tarafında yeni bir kargaşa çıkarken ben mağaradan içeri girmiş ve attığım ilk adımda ezdiğim kemik parçasını görüp ileriye bakmıştım. Yolu aydınlatsın diye duvarlara çaktıkları meşalelerin ateşi, uzun zamandır burada olduklarını gösteren iskeletlere vuruyordu. Köşelere istiflenmiş kafa tasları ve kemiklere bakarak yürümeye devam ettim.

Burada birçok türe ait kalıntılar vardı.

Cesetlerden geriye kalanlar.

Mağaranın içi karınca yuvasıyla aynı düzene sahipti. Her yer kazılmış, yollar çatallanarak içeri girecek davetsiz misafirlerin kafasını karıştırıp onları tuzaklara çekmek için yaratılmıştı.

Lakin beni kandıramazdı.

Buradaki yüksek seviyeli varlığın nerede olduğunu sezebiliyordum.

O şey beni davet ediyordu.

Girdiğim koridorun ilerisinde duyduğum kükreme sesleriyle birlikte elimi yana uzattım. Havadan çektiğim su anında emrime itaat ederek donmuş ardından şekillenip buzdan bir kılıca dönüşmüştü. Bu sırada bana doğru koşan onlarca iblis görüş alanıma girdi.

Kılıcı kaldırdığım gibi ilk iblisi kesip diğer iblisin pençesinden sıyrılarak kafasını tuttuğum gibi duvara yapıştırdım. Yitik acıyla bağırıp yere yığılırken iblisi güçlerini kullanarak baygın yitiğin bedenini kontrol etmeye başlayıp tekrar bana saldırınca bu sefer kılıcımla kafasını uçurmuştum.

Yüzüme sıçrayan kanı umursamayıp diğer iblislere yöneldim. Yitiklerden biri yayını gererek bulduğu açıklıktan bana ok fırlatınca oku çıplak elimle yakalayarak sıkıp ortadan ikiye ayırdım. Boğazıma birkaç cm kala durdurduğum okun ucuna siyah, balçık gibi bir şey sürmüştü.

Cızırdayarak okun demir başını aşındıracak denli asidik özelliğine sahipti.

Tanrı zehri.

Elimi yukarı doğru savurduğumda yeraltından çıkan buz sarkıtları bana ok atan yitiği delik deşik ederek öldürmüştü.

“Yapabileceklerinizin hepsi bu kadar mı?” Yanağımdaki kanı silerken onlara attığım bakışla korkarak bir adım geri çekildiklerini görünce alayla gülümsedim.

Hızlıca öne atılarak hepsini kılıcımla biçip geçerken koridor acı dolu haykırışların esiri olmuştu. Üstüm başım kan içinde kalsa da cesetleri arkamda bırakıp koridordaki ilerleyişimi sürdürdüm.

Çok fazla yürümeme gerek kalmadan yol beni geniş bir açıklığa çıkardığında duyduğum su sesiyle birlikte önümdeki dağdan akan şelaleye baktım. Şelale küçük bir göle akarak burada kollara ayrılıyordu. Etraf yeşilliklerle doluydu. Gölün ortasında ise yarısı suya gömülü bir kaya duruyordu. Kayanın üzerinde gözlerini kapatarak oturan bir kadın vardı.

Beni çağıran oydu.

Koç boynuzunu andıran kıvrık boynuzları kafasının üzerinde yükselirken uzun siyah saçları beline dökülüyordu. Ölü beyazı renginde bir teni vardı, gelişimi hisseder hissetmez açtığı gözleri ise aklarına dek kararmıştı. Üzerindeki siyah elbise yarı şeffaf olduğundan bütün kıvrımlarını ortaya döküyordu. Uçları hafiften sivri kulaklarına sallanan uzun küpeler takmıştı.

Buraya o kadar tezat bir görüntü sunmasına rağmen göz alıcı bir güzelliği vardı.

Fanilere göre o ulaşamayacakları tek kadındı çünkü onun yaşamla bir alakası yoktu.

Mağaranın içinde elliden fazla oyuk vardı. Oyuklar demir parmaklıklarla örtülmüş ve her birinin içine bir melez konulmuştu. Perişan haldeki melezler dizlerinin üzerinde dururken kolları arkadan zincirlere bağlanmıştı, zincirlerin başlarıysa mağara duvarlarına çakılmıştı. Bazıları uzun süre önce zehirlendikleri için benliklerini kaybetmişlerdi. Diğerlerinin bilinçleri yerinde ve ağızları ses çıkarmasından diye kumaşlarla bağlanmıştı. Zehirlenip zehirlenmedikleri meçhuldü.

“Seni bekliyordum.” Kadının şuhla çıkan sesi sirenlerin sesini kıskandıracak bir tona sahipti. Bir anda yanımda belirerek siyaha boyadığı dudaklarını kulağıma yaklaştırıp “Yeni taşıyor olmamız ne yazık.” dedi.

Hel.

Bu kadını yer altından kim çıkarmıştı?

O iblis falan değildi, ölülerin Tanrıçasıydı.

Bu yüzden kutsal bir aurayla değil, karanlıkla sarınmıştı.

“Burada olmaman gerekirdi.”

Güldü. “Ama buradayım.”

Topuklu ayakkabılarıyla çevremde dolaşıp önüme geçti.

“Dedikleri kadar varmışsın varis. Yeryüzü, gök ve yer altı seninle ilgili dedikodularla çalkalanıyor. Herkese korku saldığın ve mutlak bir güce sahip olduğuna dair söylentiler kulağıma geliyordu ama ben daha çok ne kadar yakışıklı olduğunla ilgileniyorum.” Diliyle dudağını şehvetle yalarken “Bu kadarını bende beklemiyordum doğrusu.” dedi.

Her dişi şeytan gibi gözüne kestirdiğini şehvetle kandırmaya çalışıyordu.

Yerimde başkası olsa baştan çıkarmasına tav olabilirdi. Çünkü onun her bir dokunuşu, bakışı ve sesi büyülüydü.

Bense dokunuşlarından haz almıyordum. Bu aralar istediğim sadece tek bir kadın vardı ve uzun sürede onu arzulamaktan bıkacak gibi değildim.

Kıkırdayarak ayak parmaklarının üzerinde yükselip kollarını boynuma doladı. “Ama en çok gözlerini beğendim.” İmayla gülümseyerek “Bana cehennemdeki ateşi hatırlatıyorlar.” dedi.

Kollarını boynumdan çekerek keskin bir dille “Benim hakkımda bir şeyler biliyorsan eğer bana ihanet edenlere ne yaptığımı da biliyorsundur.” dediğimde bakışları ciddileşse de şımarık tavrından ödün vermedi.

“Bu durumda bize ihanet eden sen olmuyor musun?”

“Ben sizden biri değilim.”

Şuh bir kahkaha atarak “Damarlarında bizim kanımız gezerken bunu söylemen ne komik.” dediğinde hissizce ona bakmaya devam ettim.

Suçlarcasına “Tanrılardan intikam alman gerekirdi sense onlarla iş birliği yaparak bize engel olmaya çalışıyorsun.” derken siyah gözlerinin içinde bir ateş püskürmüştü.

“Tanrıların sikimde olduğunu mu sanıyorsun? Siz benim bölgeme ayak basmaya cüret ettiniz. Benim halkımı öldürüp onları kirli deneylerinizde kullandınız.” Üzerine doğru yürüyerek yüzümü yüzüne yaklaştırıp “Bunu yanınıza bırakır mıyım sanıyorsun?” dediğimde ifadesi çirkinleşmişti.

“Yapmamız gerekeni yapıyoruz! Tanrıçayı tekrar yükselteceğiz ve sende bunun için bize yardım edeceksin.” Taşan öfkesi yüzünden yüzünün yarısı duvakla örtülmüş bir iskelete dönüşüp tekrar eski halini aldı.

Bu güzel yüzün altında yatan asıl görüntüsüydü.

Gülmeye başladım. Attığım şer dolu kahkahalar mağaranın içinde yankılanırken Hel panikle bir adım geri çekilmişti. Meşalelerin ateşleri biri onlara üflüyormuşçasına dalgalanmaya başlayarak bir sönüp bir yanarak mağaranın içini karanlığa boğul tekrar aydınlatıyorlardı. Kahkahalarımı dindirip dudaklarım düz bir çizgi halini aldı. Yüzüme kapattığım parmaklarımın arasından Hel’e gözlerimde beliren kanlı halkalarla baktım.

“Sen kimsin ki bana emir verebileceğini mi sanıyorsun?”

Meşalelerin yanmaya devam etmesine rağmen mağaranın içindeki karanlık artıyor, karanlık arttıkça içerisi tekinsiz bir uğursuzlukla doluyordu. Bir Tanrının kudretiyle değil, varlığının iktidarıyla ağırlaşan mağara in haline gelmişti. Etrafıma yayılan kara aura yüzünden saçlarım diplerinden başlayarak uçlarına doğru griye dönmüş ve göz aklarım kararmıştı.

Karanlığın gözleriyle bakıyordum ona.

“Diz çök.” Verdiğim emre itaatsizlik edemeyen Hel anında dizlerinin üstüne çökerken önümde tir tir titriyor fakat bana düşmanca bakışlar atmaktan da geri durmuyordu. Elimle çenesini kavrayarak yüzünü yüzüme yaklaştırıp “Bir daha benim kim olduğumu unutma gibi bir gaflete düşersen seni yeraltının en dibine gönderirim.” dediğimde korkuyla boyun eğmişti.

Oranın azabının şiddeti hiçbir şeyle karşılaştırılamazdı.

Elimi çenesinden çekip doğrulduğumda üzgünce başını öne eğerek “Tek istediğimiz Tanrıçanın geri dönmesi.” dediğinde sırtım ona dönük durduğu için yüz ifademi göremiyordu.

“Geri dönüşü kaos çıkarmaktan başka işe yaramayacak.”

Delirmiş bir Tanrıça yalnızca yıkım getirirdi.

Deliliğin tedavisi yoktu.

“Tanrıçaya karşı bu tarz acımasız sözler sarf etmeyin efendim o sizin--”

“İblisleri çağırma yöntemini kara büyücülere sen mi öğrettin?”

“Hayır, ben yapmadım.”

“Peki ya zehir? Onunla bir alakan var mı?”

“Yok. Önümüze çıkmadıkları sürece yeryüzünün Tanrılarıyla savaşmak istemiyoruz. Amissalara yardım edenler biz değiliz, iblisler.”

“Yardımı yanlış yerde arıyorsunuz.”

“O halde başa geçin, yer altındaki boş taht uzun zamandır sizi bekliyor.”

Ona doğru döndüğüm sırada gözlerim altın sarısı renginde parlarken göz aklarım hala kararmış haldeydi. Mağarayı peş peşe gürleyen gök gürültülerinin sesleri doldurdu. Kara dumanlar Hel’in arkasında belirerek bir girdap oluşturmuş ve içinde turuncu şimşekler çakmaya başlayarak cehennemin girişini aralamıştı.

“Ayağa kalk.”

Hel dizlerinin üstünden kalkarak bana baktı.

“Yeraltına geri dön ve onlara şöyle söyle; o taht hiçbir zaman boş kalmadı.”

“Bir sahibinin olduğunu hiç unutmadık.”

“Zamanı gelene kadar yeraltında sizi çağırmamı bekleyin.”

Önümde saygıyla eğilerek “Öyle yapacağız.” dedi.

İçinde şimşeklerin çaktığı girdaba girerek gözden kaybolduğunda kara dumanlar onun gitmesiyle beraber dağılarak cehennemin girişini tekrar kapattı ve benim gözlerimdeki ışıkta aynı anda parlamayı bırakarak, göz aklarımdaki karanlık geri çekildi.

Acıyla inleyip elimi karnıma bastırdım. Siktir, mühür sızlıyordu.

Bakışlarımı titreyen elime çevirdim. Tırnaklarım sivrileşerek kararmış, zorlanmadan dolayı kabaran damarlar siyaha dönüşerek parmaklarımdan başlayıp kolumdan yukarıya tırmanıyorlardı. Derin derin nefesler alıp vererek gözlerimi kapatıp mühre yoğunlaştım. İçimde çarpışıp duran iki kan yüzünden organlarım zarar görmüştü.

Ağzımın kenarından akan kanı koluma silerek melezlerin olduğu tarafa baktım.

Elimde tuttuğum buz kılıcıyla birlikte yanlarına giderek içeridekilere göz atmaya başladım. Tanrı zehri yüzünden damarlarında ölen Tanrı kanı onları içten yiyerek helak ediyordu. Yanından geçtiğim melezlerden biri zar zor kafasını kaldırıp bana bakarken ölümünün yakın olduğunu hissettim.

Öleceğini hissettim.

Gözlerinde kalan son yaşam parıltısıyla “Dikkat et… ilk senin peşine düşecekler.” dediğinde durup gözlerinin içine bakmaya devam ettim.

Bunu zaten biliyorum.

▏₰ Yazar

Büyük bir kazığa bağladıkları kadın, ağzına soktukları bez parçası yüzünden konuşamadığı için garip garip sesler çıkararak bağırmaya çalışıyor ancak etrafındaki kalabalığa rağmen kimse ona yardım etmiyordu. Yüzünde ve elbisesinin çıplak kalan bölgelerinde yaralar olan sarışın kadının dudaklarında korkutucu bir gülümsemeyle birlikte ona doğru yaklaştığını görünce göz bebekleri dehşetle açılarak küçücük kalmış ve çırpınarak onu bağladıkları iplerden kurtulmaya çalışmıştı.

Ancak bu çabası onu hayatta tutmaya yetmemişti.

Yitiklerden biri olan sarışın kadın elindeki meşaleyle kazığın etrafına istiflenmiş odunların etrafında dönerken, geleceği görebilen yozlaşmış tanrı ve tanrıçaları sözleriyle yüceltiyor, onlara gelecek hakkındaki sorularını cevaplaması için bu kadını yaptığı ritüelle kurban ediyordu.

Üst üste yığılmış odunlar dört bir yandan yakılmış ateşle birlikte tutuşarak hızla yayıldı. Ateş büyüyerek sonunda kazığa bağlı kadına ulaştığındaysa etrafta diri diri yanmaya mahkûm edilen kadının ızdırap içerisindeki çığlıkları yankılanmaya başladı.

Kadın, dakikalarca feryat ederek en sonunda canını verdiğinde sarışın yitik kurban ettiği insan kömürleşene dek gözlerindeki heyecanla alevlerin onu yiyip bitirişini izledi.

Bu da ritüelin bir parçasıydı.

Tenebrisin köleleriyle birlikte vereceği haberleri bekleyen adamsa elindeki şarap bardağıyla kurulan tahttın da olanları izliyordu. Yüzü kadının yakılmasına şahit olurken buruşacak gibi olsa da çokta önemsemedi. Kâhin yeteneklerine sahip bütün ırkların gelecekten haber almak için kendi yöntemleri olduğunu bildiğinden önündeki bu çirkin manzaraya müsaade ediyordu.

Flauros soyu; yozlaşmış tanrı ve tanrıçalarına verdikleri kurbanları canlı canlı yakan türden iblislerdi.

Yanağını sıkılmış bir şekilde eline yaslarken yitiklerin anlaşma yaptıkları iblisler o kadar da işe yaramaz sayılmazlar diye düşünüyordu. Birden önünde beliren karaltı diz çökünce bakışlarını aşağıya indirdi. Gönderdiği casuslardan biriydi bu.

Yüzündeki telaşlı ifadeden canını sıkacak haberler alacağını anlamıştı.

“Konuş.”

“Efendim su sarayının çevresindeki şehirlere yerleşmelerini emrettiğiniz beş yitik bölüğü Su Tanrısı ve emrindekiler tarafından yok edildi.” Gördüklerinden dolayı korkuyla yutkunarak “Hepsini öldürdüler.” dediğinde bunu yapacağını tahmin etsem de direkt kendisinin olaylara karışıp açık açık savaş ilanı etmesini beklemiyordum.

Gerçi bu kadar bekleyebilmiş olmasını bile alkışlayabilirdim.

Genç Tanrı fazla hırçındı yine de Tanrıların arasında en tehlikelisi oydu.

Casus çekinerek “Bir de…” diye başlayıp sustuğunda kaşlarımı çatarak devam etmesi için çenemle işaret ettim. “Ölülerin Tanrıçası Hel bundan sonra bizimle iş birliği yapmayacağını söyledi.” Kaşlarımı çatarken elimdeki bardağı sıkıp parçalara ayırmıştım.

Hangi cüretle anlaşmamızı bozardı?

Dişlerimi sıkarak “Sürtük.” dediğimde ateş yüzünden buraya yaklaşamayan Umbralar öfkeme tepki vererek, baykuş seslerine benzeyen uğultular çıkarınca bize katılan bazı ırkların ürkerek onlara baktıklarını gördüm.

Canımı sıkan birkaç kişiyi gözlerinin önünde Umbralara verince iyiden iyide onlara karşı içlerindeki korkuyu büyütmüşlerdi. Korku güç demekti ve ben herkesin gözünde korkunun nesnesi olmak istediğimden bu hallerinden zevk alarak sırıttım.

Sarışın yitik ateşi izlerken girdiği transtan çıktığında içindeki iblisin sırıtışına benzer bir gülümsemeyle tahta dönerek “Bana tanrıçayı bulmaya çok yaklaştığınızı söylediler.” dediğinde sonunda iyi bir haber almanın verdiği gevşemeyle rahatladım.

Su Tanrısı veya öteki Tanrılar bana ne kadar zorluk çıkarmaya çalışırsa çalışsınlar benim olanı elde etmeme engel olamayacaklardı.

“Karanlık müride hazırladıkları şu sürprizi göndermelerini söyle.”

Bakalım bundan da kurtulabilecek misin Su Tanrısı?

▏₰ Mana

“Ha… Ha… Hapşuuu!!” Akan burnumu mendile silerken Saya yaptığı işe ara vererek bal rengindeki gözlerini endişeyle üzerime çevirdi. “Hanımım tahmin ettiğimden daha çok üşütmüşsünüz.” dedikten sonra kaşlarını kızgınlıkla çatarak bu sefer de söylenmeye başladı.

“Sizi kaç kere dışarı çıkarken sıkı giyinin diye tembihlemiştim.”

Saya’ya hastalanmamın asıl sebebinin her gece üzerime aldığım örtüyle sabaha kadar balkonda oturup Aron’un gelişini beklediğim için olduğunu asla söyleyemezdim.

İki hafta önce birlikte kahvaltı yaparken yitiklerin daha fazla güç kazanmasına müsaade ederse başımıza bela olacaklarını bu yüzden de casusların yerlerini tespit ettiği sığınaklarına saldırarak güçlerini kıracaklarını söylediği anda inme inmişçesine bir süre hiçbir şey diyemeden yüzüne bakakalmıştım.

İçimde korkuya bürünmüş bir yılan kalbimin etrafına dolanmış ve dişlerini acımadan yüreğime geçirmişti. Çatallı diliyle bana fısıldadıkları yüreğime sapladığı dişlerden daha çok yakmıştı canımı çünkü söylediğinde haklıydı.

‘Senden uzaktayken daha iyi olacak.’ demişti bana.

En azından kimse gece uyurken boğazını kesmeye kalkışmayacaktı.

Sonra aklımdan tonlarca soru geçmişti.

Ne kadar sürecek? Bana ne zaman geri döneceksin? Ya Tanrı zehriyle sana saldırırlarsa? Seni öldürmeye çalışsam bile gitmesen olmaz mı?

Cevapları belirsiz tüm bu soruları sormak için kıvranıp dursam da dudaklarımdan yalnızca seni bekleyeceğim kelimeleri çıkmıştı.

Ve beklemiştim de.

İki hafta boyunca hem gece hem de gündüz.

İki gün önce soğuk algınlığı belirtileri göstermeye başlasam da inatla o balkonda oturmuş, dün gecede ateşlenmiştim.

Bedenim iki haftanın endişesi ve stresi altında yaşarken üstüne birde üşütmemi kaldıramamıştım tabii. Sahi dün gece gördüğüm şeyde neydi öyle? Yüksek ateşten halüsinasyon falan mı görmüştüm acaba?

Yatakta yatarken ateşim çıktığı için uykuyla uyanıklık arasında gidip gelirken balkonun pencerelerinin açıldığını ve içeri dolan rüzgâr yüzünden perdelerin içeri doğru uçuştuğunu gördüğümü anımsıyorum. Soğuk hava beraberinde tuzlu bir deniz kokusu taşırken o kokuya karışmış yoğun bir kan kokusu da almıştım.

Aralık kirpiklerimin arasından bulanık bir silüetin başımda durduğunu görmüştüm lakin kim olduğunu çıkaramamıştım. Elini anlıma yaslamış ve bana “Hasta olmuşsun.” demişti. Avucunun için soğuk olduğundan azda olsa ferahlamış ve bana daha çok dokunsun istemiştim. Elini alnımdan çekecek gibi olunca da itiraz edercesine mızmızlanmıştım. Bunun üzerine avucunu alnımda tutmaya devam etmiş hatta eli daha da soğuyarak beni derin bir uykunun kollarına yollamıştı.

Uykuya dalmadan hemen önce “Ben yanında yokken hastalanma.” dediğini hayal meyal hatırlıyordum.

Sabah uyandığımda ise ateşim düşmüş ama yanımda kimseyi bulamamıştım.

O silüet Aron olabilir miydi? Yoksa gerçekten yüksek ateş yüzünden onu yanımda mı hayal etmiştim?

Saya elinde tuttuğu tepsiyle yanıma gelip yatağın kenarına oturunca burnuma dolan garip kokuyla birlikte dizlerine koyduğu tepsiye baktım. Cam demliğin içinde süzüldüğü belli olan turuncu renkli bir bitki çayı vardı. Saya demliği alarak cam fincana bitki çayını boşaltmış ardından içine bir dilim limon ve bal katmıştı. Çay kaşığı ile bardağı karıştırırken “Bunu içince hiçbir şeyiniz kalmayacak.” diyerek bardağı uzatmıştı.

“Soğumadan için hanımım.” Gözlerini kısarak “Hepsi bitecek.” deyince gülerek bardağı alıp dudaklarıma götürerek çaydan ilk yudumu içmiştim.

Baharatın yanında balın tatlı tadı ve limonun ekşiliğini de alabiliyordum.

“Ne çayı bu?”

“Kekik çayı hanımım. Öksürüğünüze iyi gelip boğazınızı yumuşatması için hazırladım.”

Daha önce hiç kekik çayı içmemiştim. Tadı biraz tuhaftı ama güzeldi de.

“Çaydan sonra size yemeniz için meyve tabağı hazırlamamı ister misiniz?”

Midem bir süre yağlı yemek kabul edecek gibi olmadığından “Olur.” demiştim.

Çaydan ikinci yudumu alırken Saya’ya “Aron’dan bir haber var mı?” diye sordum. Saray da olup biten her şeyden haberi olduğu için Aron’un gelişini ilk o işitirdi.

Şaşırdı. “Efendi Aron’un bu sabah döndüğünü biliyorsunuz sanıyordum.”

Duraksayarak “Döndü mü?” diye sorduğumda tepkimden dolayı haberimin olmadığını anlayınca “Sabah sizi uyandırmak için yanınıza geldiğimde odanızdan çıkıyordu. Hasta olduğunuzu bana söyleyen de oydu.” dediğinde moralim bozulduğu için fincanı kucağıma koydum.

Geldiyse niye haber vermiyordu ki? Ve bu saat olmuş hala yanıma uğramamıştı.

Hasta olduğumu da biliyordu üstelik.

“Nereye gittiğini biliyor musun?”

“En son çalışma odasında kara büyücülerle yaptıkları çatışmanın değerlendirmesini yapmak için toplanacaklardı.”

Elimdeki fincanı sıktım, işi benden daha mı mühimdi yani?

Hasta olduğumdan mıdır nedir bugün fazlasıyla alıngandım sanırım.

Böyle düşünerek kendime haksızlık mı ediyorum acaba? İki haftadır ne yaşadığımı, nasıl endişelendiğimi bilmiyordu. En azından yanıma gelip bir iyiyim diyebilirdi. Saya birden niye yüzümün düştüğünü anlamıştı.

“İyi miydi?” Neden durumunu başkalarından öğrenmek zorundayım? Karısı değil miyim ben onun?

“Görünürde herhangi bir yarası yoktu.”

İç çektiğim sırada kapı açılarak içeriye Aron girince şaşırarak iki haftadır yüzünü görmediğim kocama baktım. Saya Aron gelir gelmez “Ben meyve tabağını hazırlamak için mutfağa gideyim.” diyerek ayağa kalktı. Kucağımdaki bardağı kaptığı gibi resmen bizi baş başa bırakmak için odadan kaçmıştı.

Su Tanrısı yanıma gelerek yatağın kenarına oturup avucunu alnıma yasladı.

“Ateşin düşmüş.”

Kalbim dokunuşuyla birlikte hızlanırken ben dalmışçasına yüzünü izliyordum. Hala burada olduğuna inanamıyor gibiydim.

Şu iki haftada onu o kadar çok özlemiştim ki…

“Ne zaman geldin?”

“Gün doğumuna birkaç saat kalmıştı.”

Bakışlarımı özellikle görünmeyecek noktalarda gezdirerek bedeninde herhangi bir yaraya dair iz aramış olsam da bulamamıştım. Bu düşüncenin yalnızca evhamlarımdan kaynaklandığını bilsem de o şüpheyi engelleyemiyordum işte. Ya yaralanmışta kıyafetlerinin altında bunu saklıyorsa?

“Daha iyi kontrol edebilmen için soyunayım mı?”

Mırıldanarak “İyi olurdu aslında” dediğim sırada ne söylediğimin farkında vararak gözlerimi büyütmüştüm. Anında kafamı kaldırarak “Öyle demek iste--” demeye çalışsam da o sanki bu hiçte garip bir istek değilmiş gibi elini gömleğinin düğmelerine atarak teker teker çözmeye başlamıştı.

Tek eliyle acele etmeden karnına doğru düğmelerini açışını izlerken görüş açıma ilk önce kaslı göğsü ardından da karın kasları girmişti. Başka hiçbir yerinde tüy olmamasına rağmen sadece göbek deliğinden kasıklarına inen hizada hafif tüyleri vardı.

Düğmeleri açmayı bitirince gömleği omuzlarından iterek üzerinden çıkardı, yutkundum. Tekrar ateşim yükseliyormuş gibi hissediyordum, sıcak basmıştı. Kalbim göğsümde küt küt ederken onu izlemekten alıkoyamıyordum kendimi. Pürüzsüz, beyaz tenine dokunmak istiyor ve sıcaklığını parmaklarımın altında hissetmek istiyordum.

Eli pantolonunun düğmesine gidince tamamen soyunmayı kafasına koyduğunu anlayıp bileğini tuttum. “Tamam, dur! İnandım!” dediğimde viski rengini alarak koyulaşmış kehribarlarını gözlerimden ayırmadı.

Onu soyunurken izlemem gözlerindeki bakışı değiştirmişti.

Elini kızardığında emin olduğum elmacık kemiğime götürüp parmaklarının tersini yanağıma sürterken kulağıma yaklaşıp “Sana iyi olduğumu söylemiştim.” demişti. Hafiften kalınlaşan sesiyle kulağıma bu şekilde fısıldaması kasıklarıma bir ağrı soktu.

Burnunu boynuma gömüp kokumu içine çekti. Belimin kıvrımından kavrayarak “Kucağıma gel.” dedi. Ardından beni kolayca kaldırıp bacaklarına oturtmuştu.

Yerime yerleşirken minik minik öpücükleri boynuma sıralayıp kokumu içine çekmesi yüzünden bayılacak gibi hissediyordum.

O da benim gibi özlemiş miydi? Özlemiş gibiydi.

“Geldiysen neden yanımda değildin?” Boynumu geriye atarak ona daha çok alan sağlarken “Yanındaydım.” dedi. Dudak bükerek “Seni görmedim ama.” derken sesim mızmızlanıyormuşum gibi çıktığı için tenime bastırdığı dudakları duraksadı. Elleri bel kıvrımımı dayanamıyormuşçasına sıkarken “Hiçbir yere uğramadan ilk senin yanına geldim ama sen uyuyordun.” dediğinde hayal meyal hatırladığım anının gerçek olduğunu anlayarak gülümsedim.

İlk benim yanıma gelmişti.

“Aron öpme, hastalığım sana da bulaşacak.”

“Ben hasta olmam.”

Nasıl yani? “Hiç mi?”

“Hiç.” Bazen onun gerçekten bir Tanrı olduğunu unutuyordum. İnsandan tek farkları kullandıkları güçler gibi dursa da aslında tamamen ayrı ırklardık. Gerçi ben daha ne olduğumu bile bilmiyordum ki…

“Nasıl hissediyorsun?”

“Daha iyiyim, ufak bir soğuk algınlığı zaten. Saya bana çok iyi baktığından kısa sürede toparlanırım.” Elimi ensesindeki saçlara götürüp okşarken “Siz ne yaptınız?” diye sordum.

“Yitiklerin sığınaklarını yok ettik, deney için kaçırdıkları melezlerle Caster ilgileniyor.”

Aron onları kendi hallerine bırakmanın ileride başımıza iş açacağı konusunda haklı olsa da Yitiklerin sığınaklarını yok ederek aslında arı kovanına çomak sokmuşlardı. Bir şekilde bunun karşılığını vereceklerdir.

“Towa ve diğerleri de iyi mi?”

“Ufak tefek yaraları var sadece.”

Parmaklarını geceliğimin üzerinden omuriliğime sürterek orada belirmiş yazının üzerini okşuyordu. Her şey üst üste geldiğinden ona sırtımda beliren dövmenin ne olduğunu sorma fırsatı bulamamıştım.

“Bana aynada gösterdiğin şu dövme ne anlama geliyor?”

Güldü. “Şimdiye ne olduğunu anlamışsındır diyordum.”

Anlamamıştım…

“Alnındaki gelinin işaretini hatırlıyor musun?”

“Evet.” Nasıl unuturum? Beni kabul etmenin nedeni ona sahip olmamdı.

“Tanrıların gelinin işareti karşısında hükmü yoktur bu yüzden gelin bir kez işaretlendiğinde bunun geri dönüşü olmaz. Gelinin işaretinin bu kadar değerli olmasının bir sebebi var. İşaret; gelini ve Tanrıyı görünmez bir bağla sonsuza dek birbirine bağlar ve bununla da kalmaz. Gelinin işareti bağlandığı Tanrının güçlerinden yararlanmanı da sağlar.”

Aklıma Loki tarafından kaçırıldıktan sonra başıma gelenler gelmişti. Gelinin işareti beni ondan korumak için sudan oluşan bir kalkan meydana getirmiş ve Aron gelene kadar Ateş Tanrısına direnmişti.

Tanrının güçlerini kullanabilmek… bunu kim istemezdi ki? Hanedan üyeleri Tanrı gelininin kendi çocuklarından seçilmesini bu yüzden istiyorlardı. Ayrıca Aron beni istemediği halde başka yere gönderememesinin sebeplerinden biri de buydu. Düşmanlarıyla iş birliği yaparsam ya da kötülerin eline geçersem benden sonuna kadar faydalanırlardı.

“Tanrıyla gelinin arasında ki bağ her güçlendiğinde gelinin işareti evrim geçirerek seni daha güçlü kılacak. Sırtında beliren dövme gelinin işaretinin ilk evrimini geçirdiğini gösteriyor.”

Gelinin işareti Aronla aramızdaki bağın güçlendiğini mi söylüyordu yani?

Duygulardan besleniyordu.

Bizim duygularımızdan.

İşaret artık alnımda değil, sırtımdaydı.

“Gelinlerin büyük bir kısmı bu güce hükmetmekte başarısız oldu. Üstelik sen işareti evrim geçiren nadir gelinlerdensin. İşaret seni her zaman koruyacak lakin onu kontrol edip edememek sana kalmış.”

“Oradaki yazı hangi dilde?”

“Antik bir dil bu, Tanrıların dili. Zaman geçtikçe bu dili de okuyabilir hale geleceksin.”

Başımı çıplak omzuna yatırarak “Orada ne yazıyor peki?” diye sorduğumda kolunu belime dolayarak bana sarıldı.

“Tanrının ışığı.”

Ben Aron’un ışığı mıydım? Neden suyla ilgili bir şey değil de ışık?

Onun ışığıydım.

“Bende geleceğim.”

“Ama hanımım daha yeni yeni düzeliyorsunuz.”

Gelmemem için elimdeki elbiseyi almaya çalışan Saya’ya “Ragnar ve Towa’nın yapacağı gösteriyi nasıl kaçırmamı istersin!” dediğimde onunda gitmek için can attığını gözlerinden okuyabiliyordum.

Kararsızlıkla yanağının içini dişleyerek “O halde çok durmadan geri döneceğimize söz verin.” dediğinde hınzırca gülümseyerek elbiseyi elinden çektim.

“Tamam, bitince döneriz.”

Arkamdan “Hanımım!” deyince gülmeye başladım.

“Geç kalacağız!” Söylene söylene giyinmem için bana yardım etmeye başlayınca kısa sürede hazır olarak gösterinin yapılacağı arenaya gittik.

Saya’dan aldığım bilgilere göre paslanmamak için arada sırada sözleşerek antrenman yapan Towa ve Ragnar’ın becerilerini sergiledikleri bu günler, elit birlik ve saray muhafızları tarafından vazgeçilmez bir gösteri haline gelmiş. Onların gücünü gördükçe savaş hevesleri artıp daha da çalıştıkları için anlaşılan bu durumu avantaja çevirmişlerdi.

Bende ilk kez Towa ve Ragnar’ın güçlerine şahit olacağım için heyecanlıydım.

Arenada bizden başka kimse olmayacağı için çokta kalabalık olmayız diye düşünmek tamamen benim hatamdı. Su sarayının tüm askeri gücü burada toplanmış gibiydi.

Fazlasıyla sabırsız oldukları yerlerinde duramayıp birbirlerine sataşmaları ve aralarında kimin kazanacağına dair atışmalarından anlaşılıyordu. Hepsinin yardımcı komutanlarının dövüşünü iple çektiğini görebiliyordum.

Büyük heykellerin yanından geçerken bizi fark edip birbirlerini dürterek oturdukları yerden kalkıp selam vermişlerdi. İçlerinde Aronla birlikte yitiklerin sığınaklarını basmaya gidenlerin de olduğunu fark etmiştim. Bu kişilerin yer yer morlukları, ezikleri ve sargıları vardı. Onlara gülümseyip yürümeye devam ederek platforma yaklaştık.

Aron tahtında otururken Towa ve Ragnar ayakta dikiliyordu.

Kavga mı ediyordu bunlar?

“Kendini hazırlasan iyi edersin bu sefer sana yenilmek gibi bir niyetim yok.”

Ragnar Towa’nın sözlerini kale almayarak sırıttı.

“1552 kez mücadele ettik, 1547’si berabere bitse de seni beş kez yendiğimi unutuyorsun.” Açıkça alay ederek “Beş kez yenilen biri için sence de fazla büyük laflar etmiyor musun Kızıl Mızrak?” dediğinde Towa’nın ağzı duyduklarıyla birlikte beş karış açık kalmıştı.

“Lan sadece beş kez sana yenildim! Niye rakamların arasında uçurum varmış gibi davranıyorsun!”

“Ha beş kez ha beş yüz kez değişen bir şey olmayacak.”

“Çık lan arenaya! O lafları sana yedirmezsem beni şuraya yatırım si--”

Ragnar bizim geldiğimizi gördüğü anda avucunu Towa’nın ağzına kapatarak edeceği küfrü boğsa da Towa’nın gözü dönmüştü. Bir yandan yumruklarını havaya savuruyor bir yandan da Ragnar’ın bütün soyuna methiyeler dizdiği anlaşılıyordu.

Aron göz ucuyla bana baksa da dikkati kavga eden ikilideydi.

“Kesin tartışmayı da gidin hıncınızı arenada çıkartın.”

Ragnar Towa’yı iterek “Yürü lan!” dediğinde Towa ters ters ona bakıp merdivenleri inerek arenaya gitti, bayağı hırslanmıştı. Ragnar’ın peşinden gitmeden evvel bir saniyeliğine de olsa Saya’ya bakışını yakalamıştım.

Hadi canım!

Ayy inanılır gibi değil.

“Senin ne işin var burada? Hastasın.”

Çaktırmamaya çalışarak kesişen ikiliyi düşünmeyi sonraya bırakıp tatlı tatlı kocama döndüm. “Ölüm döşeğinde değilim alt tarafı birazcık üşüttüm.” Bana onaylamaz bakışlar atsa da yanına gidip tahtıma oturduğumda sesini çıkarmadı.

Bu sırada arenaya ulaşan yardımcı komutanlar askerler tarafından tezahüratlarla karşılanmışlardı. İkisi aralarına biraz mesafe koyarak duruşlarını aldıklarında arenayı inleten sesler o dakika da kesilmişti; herkes Aron’a bakıyordu.

“Başlayın.”

Towa ciddileşerek elindeki mızrağı ustaca etrafında döndürüp ucunu Ragnar’a çevirdi.

Ragnar silahsız mı dövüşecekti?

Gordion ormanındayken Towa’nın Chimera’ya neler yaptığını gözlerimle görmüştüm. Ragnar’ın gerçekten ona karşı beş galibiyeti olduğuna inanmak bu yüzden zordu fakat imkânsız değildi. Çünkü daha önce beyaz şeytanı savaşırken hiç görmemiştim.

Towa sırıtarak birden gözden kayboldu, yeniden belirdiğindeyse tam olarak Ragnar’ın üzerindeydi. Havayı keserek direkt başına inen mızrak yüzünden Ragnar için endişelensem de bir saniye sonra işlerin nasıl değiştiğini görerek şaşırmıştım.

Kırmızı bir ışık çakıp söndüğünde Ragnar’ın elinde kocaman bir pala belirmişti. Beyaz şeytan elindeki palayı mızrağa doğru savurarak iki silahın çarpışmasını sağlamıştı. Çınlama sesinin hemen ardından iki gücün birbirine uyguladığı baskıdan dolayı arenadaki bütün tozlar havaya kalkmış, arkasından gelen şok dalgası yüzündense herkes kolunu önüne siper ederek kırbaç gibi üzerlerine çarpan rüzgârdan korunmak zorunda kalmıştı.

Aman Tanrım.

Yetişkin bir insanı uçuracak güçteki şok dalgası bizim tarafımıza da gelmişti ancak Aron’un oluşturduğu su bariyeri tarafından korunduğumuz için askerler kadar sert darbe almamıştık.

Ragnar, kızıl mızrağı palasıyla geri püskürttükten sonra Towa’ya sağdan bir tekme atarak onu arenanın diğer tarafına savurmuştu. Towa saniyeler içerisinde kendine gelerek yere ayak basmış, birkaç metre sürüklendikten sonra ancak durabilmişti. Hızını göz önünde bulundurursak küçük bir denge hatasında yerde yuvarlanıp ağır yaralar alması işten bile değildi.

Dişlerini sıkarak Ragnar’ın vurduğu yere elini bastırdı.

“Sikeyim.”

Biri gülerek, diğeri sinirle birbirine bakıyordu.

Ragnar’ın sağında, solunda ve başının yukarısındaki hava sanki içeri doğru çöküyormuşçasına bükülüp kara delikler meydana getirdiğinde merakla neler olacağını beklemeye başladım.

Kara deliklerin etrafında kırmızı bir aura dolaşıyordu.

“Bunu da karşıla bakalım.”

Elini şıklattığı gibi kara deliklerin içinden yüzlerce ok fırlayarak Towa’ya doğru saldırıya geçti. Towa anında duruşunu düzelterek oklara doğru koşmaya başladı. Az önce durduğu yere on ok saplanırken havada takla atarak mızrağını savurup okları bertaraf etti. Oklardan kaçıyor, sıyrılıyor ve mızrağıyla kendini korurken o kadar hızlı hareket ediyordu ki bir baktığım yerde ikinci saniye olmuyordu.

 

Oklardan birinin yanağına ince bir kesik açıp geçtiğini görünce yüreğim ağzıma gelmişti.

Mızraklar sürekli kara deliklerden çıkıp duruyordu. Towa’nın adım adım Ragnar’a yaklaşıp onun bir açığını kolladığını anlamıştım. Ragnar ise kullandığı bu taktiğe karşı elindeki palayla hazırda bekliyordu. Sonunda Towa istediği açıklığı bulduğunda mızrağıyla Ragnar’ın dikkatini dağıtıp dizinin arkasına tekme attı. Ragnar acıyla yüzünü buruşturup tek dizinin üstüne düştüğünde Towa tek bir an bile tereddüt etmeden mızrağı geriye doğru çekip Ragnar’a saplamaya çalıştığında Ragnar son anda takla atarak şişlenmekten kurtulmuştu.

Kızıl mızrak hedefini kaçırıp arenaya saplandığındaysa zemin öyle bir sarsılmıştı ki yeraltındaki titreşimi ayaklarımın altında hissedebilmiştim. Büyük bir gürültü koptuğunda mızrağın etrafındaki betonun zikzaklar şeklinde dört bir yerden çatladığına şahit oldum.

Tüm arena nefesini tutmuş bir şekilde bu müthiş mücadeleyi seyrediyordu.

Beyaz şeytan az evvelki saldırıyı ucuz atlatmasına rağmen gayet rahat görünse de alnında beliren ter damlaları ne kadar zorlandığının deliliydi, keza Towa’da öyle.

İkisi de nefes nefese kalmıştı fakat gözlerine bakan biri asla pes etmeyeceklerini anlayabilirdi.

“Bir dahaki sefere kaçamayacaksın.”

Ragnar elini kara deliklerden birine sokup içinden Towa’nın kullandığına benzer bir mızrak çıkararak “Ancak rüyanda” dedi. Bir daha saldırması için rakibine eliyle gel işareti yaptığında Towa mızrağı zeminden çıkarıp bir kez savurarak üzerindeki topraktan kurtuldu.

İkisi tekrar birbirine saldırdıklarında artık hızları yüzünden hareketlerini gözlerimde takip edemiyordum. Arenanın bir yerinde belirip kayboluyor sonra bir daha beliriyorlardı ve her belirdikleri yeri yıkıp geçiyorlardı. Zeminde yer yer göçükler oluşmuş, arenayı saran demir korkulukların bir kısmı kesilerek havaya uçmuş, bir diğer belirip kaybolmalarında ise başka bir yeri içeri doğru eğrilmişti.

Askerler arenanın aldığı her hasarda daha da galeyana gelerek ıslık çalıp bağırıp çağırıyorlardı. Hepsi kaynayan kanları yüzünden kendilerini kaybettiği için biraz daha bu şekilde devam ederlerse ortalığı başımıza yıkacaklarını göremeyecek kadar körleşmişlerdi!

“Arenanın ağzına sıçtılar.”

Saya gülmemek için dudaklarını birbirine bastırırken ben hala gözlerimin önünde gerçekleşen kapışmanın etkisinden çıkamamıştım.

İki Tanrının kavgasını izliyor gibiyim.

Ragnar’ın gücü silah çağırmakla ilgiliydi. Üstelik çağırdığı bütün silahları da ustaca kullanabilecek kabiliyeti vardı. Hepsinde gelişmek için kaç yıl uğramıştı acaba?

“Biraz daha böyle devam ederlerse arena uzun süre kullanılmaz hale gelecek efendim.”

Aron Saya’nın söylediklerine iç çekerek “Kendilerini kaybettiler.” dediğinde ona hak verdim zira iş askerleri heveslendirmeyi geçmişti. İkisi de savaşın adrenaline kapılmış, tamamen birbirlerini yenmeye odaklandıklarından çevrelerinde olup bitenleri göremiyorlardı.

“Efendim onları durdursanız iyi olacak.”

Yeni bir patlama gerçekleştiğinde Ragnar arenanın dört köşesini çevreleyen heykellerden birine meteor gibi çarpmıştı. Heykel karnında açılan çukur yüzünden devrilerek yere düşerken Ragnar son anda girdiği çukurdan çıkıp ağzındaki kanı tükürerek Towa’ya akın etti.

Aron kaşlarını çatarak parçalarına ayrılan heykele korkutucu bakışlar atarken tahtından kalkıp ikiliye müdahale etmek için arenaya yönelmişti. Saya’nın gözlerindeki acıya tanık oldum. Az önce Ragnar’ın kesinlikle kaburga kemiklerinden birkaçı kırılmıştı.

“Şimdi ne olacak?”

“Berabere sayılacaklar.”

Ahh demek o yüzden tuttukları skorda beraberlik sayısı zaferin yüzlerce katıydı. Bende oranda neden bu kadar fark var diyordum.

Bu ne ilk ne de son çıldırışlarıydı.

Aron arenaya girerken etrafta hala silahların birbirine çarparken çıkardıkları sesler yükseliyor fakat ikili asla görünmüyordu. Bizim aksimize onları net bir şekilde gören Su Tanrısı, arenanın ortasına geldiğinde bir eliyle Ragnar’ın mızrağını diğer eliyle de Towa’nın mızrağını tutunca ikili birden görünür hale gelmişlerdi.

Tek bir çarpışmayla yeri inletip şok dalgaları oluşturan darbelerini Aron’un çıplak elleriyle tutarak kolayca durdurabilmesi ise ayrı bir hayret vericiydi. Mızrakları tutarken kollarında en ufak bir titreme dahi olmamıştı.

Kan ter içinde kalmış ikili hızla soluk alıp verirken ne olduğunu kavrayamadıkları için birbirlerine bakıyorlardı.

“Yeter bu kadar.” İkisi de abarttıklarını anlamış olmalı ki geri çekilmişlerdi. Mücadele berabere bitse de askerler eğlendikleri için yerlerinden zıplayarak yardımcı komutanlarına övgüler yağdırıyorlardı. Sesleri yüzünden bir süre kimse kimseyi duymadı.

Arena harabeye dönmüş olsa da şahane bir gösteri sunduklarından bende onlarla birlikte gülüyordum. Gidip ikisini de tebrik etmek isterken tanıdık bir duygu bedenimi esir alıp dudaklarımdaki gülümsemeyi yok etmiş ve kaskatı kesilmemi sağlamıştı.

Yüksek ses kulaklarımda uğultuya dönüşüp gittikçe kısılmış, omuriliğimden yukarı sürünerek çıkıp tüylerimi ürperten duygu sezgilerimi kuvvetlendirmişti. Bakışlarımı hızlıca askerin içinde gezdirmeye başladım ve onu gördüm.

Hemen önlerinde dikiliyordu.

Kanlı gözlerini benden ayırmadan kolunu kaldırıp bir yeri işaret etti.

Metrelerce uzakta olmasına rağmen sesini zihnimde net duyabilmiştim.

“Orada.”

Kim orada?

Beş dakika önce birbirlerini öldürmeye çalışmamışlar gibi gülerek sohbet edip bu tarafa doğru gelen Ragnar ve Towa’yı biraz gerisinden Aron takip ediyordu. Leylaklarımı onların arkasına çevirerek mahlukatın gösterdiği köşeye baktığımda başta hiçbir şey göremedim, yalnızca karanlık vardı.

Ve karanlık bir şeyler saklamakta çok iyiydi.

Gözlerimi karanlıktan ayırmadan oraya bakmayı sürdürürken kalbim göğsümde korkuyla çarpıyordu. Neyi görme mi istiyordu? Niye oradaki şeyi görmem gerektiğini hissediyordum? Sonunda bir kıpırtı yakalayabildiğimde nefesim kesildi. Gördüğüm şeyin ne olduğunu çözdüğümdeyse yerimde duramadım. Kalbime kor gibi düşen panikle tahttan kalkıp koşmaya başladığımda Saya’nın arkamdan şaşkınlıkla “Hanımım? Nereye gidiyorsunuz?” dediğini duydum.

Sarsak adımlar atarken nefesim aksıyordu.

Onlara doğru koştuğumu gören üçlünün gülen yüzleri düşmüştü. Nasıl bir ifade takındığımı ben göremesem de onlar görebiliyordu çünkü. Bana kaşlarını çatarak baktıkları sırada karanlıktaki o şeyin koluna taktığı arbeleti ateşlediğini görerek çığlık attım.

“Aron dikkat et!”

Hayır!

Kendimi hiç düşünmeden önüne attığım gibi arbeletten ateşlenen okun karnıma girip sırtımın sertçe Aron’un göğsüne çarpması bir oldu. Bütün damarlarımı dağlayıp geçen bir acı zihnime saplanırken ılık bir sıvı karnıma yayılarak büyüyordu.

Gözlerim kararmadan evvel beni tutan soğuk ellerin titrediğini hissettim.

“Mana?”

Tıpkı sesi gibi.

 

Aronun sesi titredi...

Mana vuruldu...

:(

 

Loading...
0%