Yeni Üyelik
30.
Bölüm

BÖLÜM 30: "İBLİS İÇİN İLAHİ" / SEZON FİNALİ

@endless_q

KİTAP OLUYORUZ!!!

EVET DOĞRU DUYDUNUZ KİTAP OLUYORUZZZ AŞKLARIM!

STG'nin hangi yayınevinden çıkacağını birkaç ay sonra çıklayacağım çünkü kitap 2025'de çıkacak. Lakin kitabı aralığın sonuna dek düzenleyip yayınevine teslim etmem gerektiği için bir süre ara vermek zorundayım. Size döneceğim zaman haber ederim <3 Bölümleri kaldırmayacağım duracaklar daha sonra yayıneviyle konuşup kitabın wattpadde kalıp kalamayacağını soracağım size o zaman durumdan haber ederim zaten. Günahkar: Kan Sözüne bölümler gelmeye devam edecek ama aynı sıklıkta değil. Ayyy çok heyecanlıyım ve mutluyum sonunda kitabı kütüphaneniz de görebileceksiniz :D

Gelişmelerden haberdar olmak için beni WATTPAD, İNSTAGRAM ve X'den takip etmeyi unutmayın!

İnsta: endless_q.r

X: Endless_QR

▏₰ Mana

Göğü bağrından bıçaklayarak aşağıya inen yıldırımın korkunç gürültüsüyle yataktan sıçrayarak uyandığım da kalbim korkuyla göğsümde tepiniyor, ciğerlerim hızla inip kalkıyordu. Dışarıda bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun sesi olduğu gibi odanın içerisinde şakırdıyordu. Daha ne olduğunu anlamadan çakan yeni şimşekle pencereler zangırdarken içerisi birkaç saniyeliğine ağarmış ve sonra tekrar kararmıştı. Başımı telaşla pencereden dışarıya çevirdiğimde semayı kaplayan kapkara bulutlarla göz göze geldim.

Yorganı üzerimden çekip çıplak ayaklarımla yere bastıktan sonra yürüyerek pencerenin önünde durdum. Kara bulutların içinde art arda parlayan şimşekler, zikzaklı bir yol takip ederek ince elektrik akımları biçiminde kollara ayrılıyor ve bulutların içine dağılıyorlardı.

Fırtınaymış.

Rahatlayarak derin bir nefes verdim.

Aklım çıkmıştı.

Pencereye durmadan vuran yağmur damlalarını seyrederken birden kulağıma bir müzik sesi çalındı. Basılan her tuştan çıkan ses bazen kalınlaşıyor bazense incelerek hoş bir ahenk yakalıyordu. Müzik gittikçe yükselip tüm sarayda duyulmaya başladığında bu sesin piyanoya ait olduğunu anlamıştım. Çalan kişinin parmaklarından çıkan her bir nota dışarıdaki gök gürültüsünün sesine karışırken sanki piyanist gökyüzüyle birlikte bir dinleti gerçekleştiriyordu.

Gecenin köründe kim piyano çalıyordu?

Piyanodan çıkan ezgi öyle cezbediciydi ki sesin beni kendisine çekmesine engel olamadım. Dışarıda kopan kıyameti unutup odadan ayrılarak sesi takip etmeye başladım. Üzerimde kısa, saten bir gecelik ve çıplak ayaklarla koridorda ilerlerken etrafta kimse yoktu. Hipnoz edilmişçesine yürümeye devam ederken sesin beni Aron’un çalışma odasına getirdiğini fark ederek irkilip kendime geldim.

Sağıma soluma bakarak birilerini arasam da saray terk edilmiş gibi gözüküyordu.

Karanlık, ıssız ve korkutucuydu.

Önümdeki kapının ardından yükselen piyanonun sesini duyabiliyordum.

Elimi kaldırıp kapının kolunu kavradım. Kolu aşağıya bastırıp kapının tok bir sesle açılmasını sağlarken kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu.

Kapıyı iterek açtığımdaysa onu gördüm.

Piyanisti.

Duvarı boylu boyunca kaplayan pencerelerin hemen önünde siyah bir piyano duruyordu. Havanın bozuk olmasından kaynaklı gece, lacivertin tonlarına bürünürken yağmur aralıksız bir şekilde yağmaya devam ediyordu. Gök gürlüyor, gök gürledikçe piyanonun sesi de onunla birlikte yükseliyordu.

İnce, uzun ve kemikli parmaklar zarifçe piyanonun tuşlarına dokunurken yüzünün sadece bir kısmını görebiliyordum. Birbiri ardına çakan şimşeklerin ışığı göz bebeklerine yansıyarak onları aydınlatıyor, içerisi karanlık olduğu için orada bir çift ateş böceği uçuyormuş gibi duruyordu.

Su Tanrısı.

Irmağın, nehrin, denizin, okyanusun Tanrısı.

Benim Tanrım.

Buraya gelene kadar her an önüme bir yerlerden bir şeyler çıkacakmışçasına gergin hissetmiştim. Gergin ve kaygılı olduğumdan sürekli tetikteydim ta ki onu görene kadar... Onunla her zaman güvendeydim. Bunu bilerek gevşesem de aynı şey kalbim için söz konusu değildi.

Susmak bilmiyordu.

Yanındayken hep böyleydi.

Bütün odağını piyanoya verdiğinden burada olduğumun farkına varmamıştı. Hafızamdan asla silinmeyecek bu anı adeta nadide bir eserdi. Yalnızca benim sahip olduğum değerli bir parça.

Fakat bu tablo çokça hüzün taşıyordu.

Leylaklarımı kocamın geniş sırtımda gezdirirken hissettiğim acıyla yüzüm buruştu.

Kalbime bir diken batmıştı. Nereye battığını bulamıyordum ama acısı tam oradaydı.

Çaldığı melodi öylesine hüzünlüydü ki ve orada otururken öyle yalnız gözüküyordu ki gidip ona sarılmak istemiştim.

Uzun bir hayat beraberinde yalnızlık getirirdi.

Söylemesen de sana bakınca görebiliyorum. Ömrün boyunca hep yalnızlık çektin sen.

Yapayalnızdın.

Lakin buraya kadar.

Artık yalnız değilsin, ben buradayım.

Seninle yalnızlığını paylaşmaya geldim çünkü bende senin gibiyim Aron.

Ruhumdaki eksiklik, eksildiği yerden sızlarken yanına gitmek için adımımı içeri attığım anda gözlerim bir saniyeliğine kararmış ve uzun zamandır görmediğim o sunak ortaya çıkmıştı. Sunağın üzerinde beliren beyaz ateş patlayarak alev alev yanmaya başlayıp sonrada kaybolmuştu. Sunağın neden birdenbire ortaya çıkıp kaybolduğunu ise bir saniye sonra tüm tüylerim kabararak diken diken olunca anlamıştım.

Beni bir şeye, bir varlığa karşı uyarıyordu.

Burada olana.

İzlenme hissiyle birlikte anında bakışlarımı piyanonun köşesinde kalan karanlığa çevirdim. Oradan bana öfkesinin büyüklüğü yüzünden kanlanmış bir çift gözün baktığını görünce korkuyla çığlık atmıştım.

Başta o kişinin mahlukat olduğunu düşünsem de içimden bir ses o olmadığını söylüyordu.

Karanlıkla örtünerek kendini saklayan kadın, gölgelerin arasından çıkarak varlığını ifşa edince gördüğüm yüzle birlikte gözlerim kocaman oldu.

O kâbuslarımda gördüğüm kadındı!

Boş beşiği sallayıp ninni söyleyen.

Burada ne işi vardı?

Gözleri aklarına dek simsiyahtı. Onu her gördüğümde olduğu gibi kanlı gözyaşları durmadan yanaklarından aşağıya süzülüyordu. Fakat o öfkesi… kini hiç azalmıyor, bana her göründüğünde daha da garezle dolmuş oluyordu.

“Aron! Aron arkana bak!” Ne kadar bağırırsam bağırayım Aron beni duymuyormuşçasına piyano çalmaya devam ediyordu. Piyanodaki ezgi bir anda değişmiş, yerini saf bir şer’e bırakmıştı. Siyah ve beyaz tuşlardan çıkan ürkütücü notalar artık kalbimde hüznü değil, korkuyu diriltiyordu.

Bu ani değişime şaşırsam da gardımı indirmedim.

Belki Aron beni duymuyordu ama bu odada beni duyan başka biri vardı.

Kadın korkumdan besleniyormuşçasına gülümsemeye başladığında Aron’a zarar vereceğini anlamıştım. Onun kozu buydu. Beni yıldırabilecek değerli bir koz… Aron’a doğru koşmaya başladığımda yüzündeki iğrenç gülümsemeyi silerek öfkeyle çığlık attı. Arkasındaki karanlıktan çıkarak üzerime saldıran kara dumanlar, kırbaç gibi bana vurup beni geriye savurmuş ve sırtımı kapıya yapıştırmıştı.

Kaburgalarım aldığı darbeyle nefesimi kesmişti. Öksürerek nefes almaya çalışırken kemiklerim kıvranarak sızlıyordu. Acıyla inleyerek tekrar ayağa kalkmaya çalıştığım sırada o kadının uzun tırnaklı parmaklarını Aron’un boynuna sardığını görmüştüm.

“H… ayır. Bırak onu!”

Kadının göz kenarlarındaki damarlar iyice yüzüne yayılırken tırnakları Aron’un derisini keserek kanatmıştı. Boynundan yavaşça süzülerek aşağıya inen kan eline bulaşsa da bundan rahatsız olmamış tam aksine gaddarca gülümsemeye başlamıştı.

“Dokunma ona lanet kadın! Dokunma!” Ne kadar debelenirsem debeleneyim sırtımı bir türlü kapıdan ayıramıyordum, kara dumanlar beni yerimde kalmam için göğsüme bastırıyorlardı. Aron’un teni gittikçe beyazlayıp bütün damarları bir anda kararmaya başlayınca neredeyse korkudan aklımı yitirecektim.

Zehir.

Kadın, Aron’a her ne yapıyorsa zehrin güçlenerek onu yiyip bitirmesini sağlıyordu.

Siyah damarlar bütün vücudunu istila edip boğazından yukarı tırmanarak yüzünü aşmış ve gözlerinin çukuruna dolmaya başlamıştı. Orada işi bitince zehir gözlerinin içine girerek göz aklarını tamamen siyaha boyadı. Kehribarlarındaki hayat ışığı usulca sönerken göz rengi de gittikçe soluyordu.

Ölüyordu.

Su Tanrısı ölüyordu.

Onu öldürüyordu!

“Dur! Yalvarırım dur artık!” Avazım çıktığı kadar bağırdığım anda içinde bulunduğumuz oda zelzele gibi sallanmaya başlayarak dışarıdaki fırtınayı güçlendirdi. Çalışma odasının pencereleri teker teker patlayarak içeriye cam kırıklarıyla beraber yağmuru da doldurmaya başlamıştı. Öfke kanıma karışırken gözlerimin içinde hissettiğim sıcaklık bir artıyor sonra tekrar zayıflıyordu. Bununla birlikte karanlık odanın içerisi mor-eflatun karışımı bir ışıkla dolup tekrar karanlığa boğuluyordu.

Sanki içimdeki güç dışarı çıkmaya çalışıyor fakat bir şeyler ona engel oluyordu.

Zelzelenin kuvveti azalıp tamamen durduğun da bu değişimden etkilenen kadın, irkilerek elini Aron’un boğazından çekti. İçinde bir şeyleri uyandırmış gibiydi. Damarlarımda çağlayan gücün geri çekildiğini sezdim. Yükselen büyü gücümün geri çekilmesiyle bedenime yorgunluk çökerken siyahlı kadın yüzünü Aron’un suratına yaklaştırarak garip bir ifadeyle onu incelemeye başlamıştı. Neden böyle davrandığını anlamasam da endişeden kafayı yemek üzere olduğum için garip tavırlarını önemsemedim.

Aron’u öldürmekten vazgeçse de ondan vazgeçmemişti. Titreyen elini yavaşça yanağında gezdirdi. Niyeyse gözlerinden akan kanlı yaşlar bir an için onu kindar bir ruhtan çok ızdırap çeken zavallı bir kadına çevirmişti. Su Tanrısını omzundan yakalayıp kafasını hızla bana çevirdi ve nefretle “O benim! Onu benden alamayacaksın!” diye bağırdı.

Kendisiyle birlikte Aron’u da karanlığın içine çekip kaybolduklarını görünce şoka girmiş ve boş kalan piyanoya bakakalmıştım.

Onu nereye götürmüştü?

Onu götürmüştü.

Hayır.

Hayır, onu götürme.

Hayırrr!!!

“Onu götürme!!” Yattığım yerden bağırarak hızla doğrulduğumda dehşete kapılmış bir şekilde duraksayarak odamın içine boş boş bakakaldım. Sırtımdan aşağıya ter damlaları süzülüyor, hançer kemiğime dolanmış sıkıntı kendini sardığı yere kördüğümlüyordu. Göğsüm hızla inip kalkarken odanın içerisini dolduran şimşekle birlikte gözlerimi sonuna dek açarak kafamı hızla pencereden tarafa çevirdim.

Dışarıda kopan fırtınayı görünce kalbim sıkışmış ve titreyen dudaklarımdan bir “Hayır.” dökülmüştü. Aceleyle yorganı üzerimden atıp yataktan kalktığım gibi odadan dışarı fırladığımda gözüm hiçbir şeyi görmüyordu.

Gerçek değil.

Sadece kâbus.

Gerçek olamaz.

Kendi kendime delirmişçesine mırıldanarak adımlarımı hızlandırıp yürümeye devam ettim ta ki kendimi kâbusumdaki kapının önünde bulana dek. Ciğerlerime dolanan urgan sıkılaşıp nefesimi keserken korkuyla dolup taşan leylaklarımı etrafta gezdirdim. Burada yine benden başka kimse yoktu.

Rüyamın tekrarlandığından şüphelenerek titreyen elimi koluma götürüp etimi çimdikledim.

Uyanmıyordum.

Bir kere daha denedim.

Olmuyordu.

Neden! Neden! Kollarım ne kadar çok morlukla bezenirse bezensin uyanmayacaktım. Ruhum bu kabullenişle yıkılınca olduğum yere çömeldim ve küçülebildiğim kadar küçüldüm.

Kâbuslarımdan hep korkardım.

Küçükken kâbus göreceğim diye uyumak bile istemezdim çünkü gördüğüm şeyler beni hep düşman bellediklerinden avlamak için peşime düşerlerdi. Orada istenmezdim, hiçbir yerde istenmediğim gibi… Yaşım ilerledikçe kâbuslarıma alışsam da korkum hiç azalmamıştı. Azalmamıştı belki ama bana her kâbusun bir süre sonra biteceğini öğretmişti. Hepsi biterdi… bugüne kadar hepsi bitmişti.

Şimdiyse tüm bu yaşananların kâbus olmasını diliyordum.

Kâbus olsun ve Aron hiç zehirlenmemiş olsun.

Kâbus olsun ve Aron ölmesin.

Ben ilk kez kâbus görmek istiyordum.

Korkuyorum… Gece kötü bir rüya gördüğü için yatağının altına saklanan o küçücük kız çocuğu gibi hissediyorum ben Aron. Odamın kapısı hemen yan tarafımda açık duruyor. Sığındığım yerden çıkarak koşsam gördüğüm her şeyi arkamda bırakıp kaçabilecektim ama ben cesaret edipte o yatağın altından çıkamıyorum.

Bana çok uzakta gelen o kapıya yalnızca bakabiliyorum.

İçime titrek bir soluk çekerek ayağa kalktım. Bu kapının ardında beni ne bekliyor olursa olsun içeride ne olduğunu öğrenmek zorundaydım. O küçük kız çocuğu gibi saklanamazdım, zira bu sefer o ipin ucunda canımla tehdit edilmiyordum… canıyla tehdit ediliyordum.

Beni azaba sürükleyebilecek o kapının kulpunu tutup aşağı bastırarak ittirdiğimde aralanan kapıyla birlikte eş zamanlı kalbimin çarpıntısı da artıyordu. Kâbusum elindeki bıçağı boğazıma dayamıştı. Gırtlağımı kesip kestiği yerden kaderimi yazan mürekkebi akıtarak benim sonumu getirmek istiyordu.

Ve bunu yapmaya hiç bu kadar yaklaşmamıştı.

Duvarı kaplayan pencerelerin ardında gözüken gökyüzünde birbiri ardına patlayan yıldırım demetleri içeriyi bir aydınlatıp bir karanlığa boğarken orada ayakta dikiliyordu. Masanın üzerinde yeni bittiği belli olan alkol şişesi vardı, hemen yanında ise dibinde kalmış kehribar bir sıvıyla boş, kristal bir bardak duruyordu. Kesintisiz yağan yağmura eşlik eden gök gürültüsü yeni bir gürlemeyle yankılanıp içeriye ışıklarını doldururken beni burada görmeyi beklemeyen Su Tanrısı, elinde tuttuğu gömleğiyle şaşırmış bir şekilde bana bakıyordu.

İçerideki karanlığın dahi gözlerimden sakınmayı başaramadığı çıplak tenindeki çürüklerde dolaştırdım bakışlarımı. Göğsüne aldığı darbe yüzünden kafesini saran kemiklerin üzeri yer yer morarmış ve morluklar koyulaşmıştı. Yeni değillerdi.

Çenesinde ve göz kenarlarındaki siyah damarları görmeye alışıktım lakin o damarların yalnızca yüzünün çevresiyle sınırlı kalmadığını ilk kez görüyordum. Kolundaki damarlara ve vücudunun diğer kısımlarına göz attım. Her yerdelerdi… o çatlağa benzer ince, siyah, kılcal damarlar her yerindeydi.

Benden sakladığı bunlarla sınırlı değildi.

İçeri girerek karşısına geçtim ve titreyen parmak uçlarımı okşarcasına göğsündeki morlukların üzerinde gezdirmeye başladım. Yanan canı daha da çok yanmasın diye o kadar dikkatli davranıyordum ki… dokunmaya korkuyorum aslında.

Sadece bir hafta.

Sadece bir hafta geçmişti.

Ve o şimdiden bu haldeydi.

Eğilerek her bir morluğun üzerine bir öpücük kondurmaya başladım. Onu böyle görmek bana öyle ağır geliyordu ki ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.

Zehir bu kadar çok mu zarar veriyordu ona?

Yaralarını iyileştiremeyecek kadar…

Dışarıdaki yağmurda aslında içinde çatışan güçlerinin onu nasıl tükettiğinin bir diğer kanıtıydı. Hasar yalnızca bedeninde değildi.

Kış vakti yağmur yağıyordu.

Tüm ülke onunla birlikte çöküyordu.

Elindeki gömleği yere bıraktı. Titreyen elimi tutup yaralarından çekerek dudaklarına götürdü ve avuç içime derin bir öpücük bıraktı.

“Ne bu korkmuş halin?” Kendi hali umurunda değildi ya da sadece öyleymiş gibi davranıyordu. Onu böyle görmemi istemezdi fakat habersiz gelişim bütün çabasını boşa çıkarmıştı. Artık zehrin ona ne yaptığını gördüğüm için yapabileceği bir şey yoktu.

Elimi elinden çekip kollarımı beline doladım ve başımı omzuna yasladım.

Bende hissizleşmek isterdim.

“Donuyorsun.” derken gözlerim masanın üzerindeki boş şişedeydi.

İçerek acısını uyutuyordu.

Alt dudağımı ısırdım. Nereye kadar buna devam edecekti?

“Şömineyi de yakmamışsın.” Sesimi azarlar bir tonda çıkarmaya çalışsam da nafileydi. İçimde bir yerler kahroluyor ve kahrolan her yerim feryat ederek sesini bu adama ulaştırmaya çalışıyordu bense ona idam sehpası kuruyordum.

Kalçamdan tutarak beni kucağına aldığında sesimi çıkarmadım. Bacaklarımı beline sararak kollarımı boynuna doladım ve yüzümü boynundaki o çukura gömdüm.

İkimiz de birbirimizin dokunuşlarına muhtaçtık.

Benimle beraber yürüyerek kalçasını çalışma masasına dayadı. Avucunu sırtımda dolaştırırken saten gecelik iyice derimle bütünleşiyordu. Eli buz kesmişti.

“Çok terlemişsin.” dedi. Boynundan gelen tuzlu deniz kokusu zihnimdeki felaket senaryolarını dindiriyordu. İsteksizce başımı oradan ayırıp parlamayı sürdüren kehribarlarına bakarak “Kâbus gördüm.” dedim.

Alnını alnıma dayayıp eliyle çenemin kenarını okşayarak “Korktun diye mi beni aradın?” diye sordu. Niyeyse korkup onun yanına geldiğimi duymak hoşuna gitmiş gibiydi.

Başımı aşağı yukarı sallayarak onu onayladığımda gülümsedi.

Yorgundu. Sadece gözlerinde değil, gülümsemesinde de o yorgunluğun izleri vardı buna rağmen kalbim yerinden çıkacakmış gibi hissettim. Onu böyle içten gülümserken nadir görüyordum.

“Ne gördün?”

Seni kaybettiğimi.

O kadını görüp durduğumu biliyordu zaten. Ondan bahsettiğimde nedense durgunlaşıyordu ve ben o gülümserken bunu bozmak istemiyordum. Hiçbir şey söylemeyip gözlerinin içine baktığımda “Demek anlatmak istemiyorsun.” deyince huysuzca “Üşüyorsun.” diye üsteledim.

“Ateşle ısınmam.” Yoksa durumunu daha da kötüleştireceği için mi ateşten uzak duruyordu?

Belki de ateş bile yanında çaresiz kalıyordu.

“Seni ısıtmanın başka bir yolunu biliyorum.”

“Nasıl?”

Utanan tarafımı bastırarak onun benim kocam olduğu gerçeğini kendime hatırlattım. Ruhum bunu ezelden beri bilirken kalbim zaten bu gerçeğe çoktan boyun eğmişti. Yalnızca aklım razı olmakta zorlanıyordu. Şu anda bana ihtiyacı vardı ve benimde ona… burada olduğunu bilmem lazımdı… tüm bunların gerçek olduğunu.

Geceliğimin askılarını omuzlarımdan indirirken gözlerimi gözlerine dikip “Seninle sıcaklığımı paylaşacağım.” dedim.

Ateş onu ısıtamıyorsa ben ısıtırdım.

Leylaklarımın içinde gördüğü kararlılıkta oyalanan kehribarları, düşen omuz askılarım yüzünden genişleyen dekolteme kaymış ardından yavaş yavaş yukarı çıkarak tekrar gözlerime tırmanmıştı.

Dudaklarındaki kıvrım cüretkârlığım karşısında tekrar belirse de uzun süre yerine tutunamamıştı. Kehribarlarındaki altın sarısı ışık benliğini ateşe veren alevlere teslim olmuştu. Lakin oradaki ateş yakarak değil, dondurarak öldürüyordu.

Uzun parmaklarını boğazıma sararak boynumu birden kendisine doğru çekti. “Hayır, beni ısıtmak yerine yakmak istiyorsun.” dedi. Kalınlaşan sesinin tınısı bunu her şeyden çok istiyormuş gibi kışkırtıcı çıkıyordu. Ona bakışlarımla açıkça meydan okuyarak “Ya öyle istiyorsam?” diye kısık sesle sordum. Aç bakışlarını dolgun dudaklarıma dikerek “Eğer öyle istiyorsan denizim, bana da burada senin ateşinle yanmak düşer.” diyerek dudaklarıma saldırdı.

Kollarımı anında boynuna dolayıp sert öpüşüne aynı sertlikle karşılık verdim. Alt dudağımı ısırdıktan sonra dilini ısırdığı yerde gezdirirken büyük avucuyla kalçamı kavrayıp beni kendisine bastırdı. Pantolonundan hissettiğim sertlikle birlikte kasıklarım ihtiyaçla kasıldı.

Beni istiyordu.

Kalçamı hareket ettirerek sertliğine sürtündüğümde aldığım boğuk inlemeyle gülümseyerek dudaklarımı dudaklarından çektim ve hazla alt dudağımı ısırdım. Burada mahvolan yalnızca ben olmayacaktım.

Aldığı hazdansa acı daha baskın gelince yüzü hafifçe buruştu. Kendine hâkim olmaya çalışıyordu ancak bunun onu ne kadar zorladığını şakağında beliren damarından anlayabiliyordum. O damar nabız gibi atarak zonkluyordu. Kalçamı sıkıp “Uslu dur güzelim canını yakmak istemiyorum.” dedi. Oysaki canımı farklı şekillerde yakmak istediğini biliyordum.

Aron yalnızca günlük hayatta değil, yatakta da hırçın ve kabaydı.

Bunun yanında beni zevkten gözüm kararana dek kendimden geçirecek kadar maharetliydi de.

Kalçamı sıkıp durması yüzünden yarın orada mor renkli furyalar göreceğimden emindim. Ve bu garip bir şekilde hoşuma gidiyordu, geçirdiğimiz gecenin izlerini bedenimde görmek…

Tabi bu izleri yalnızca benim taşımama tahammül edemezdim.

O da benim kadar lekelenmeliydi.

Ben kucağındayken üçlü koltuğun üzerindeki örtüyü çekerek benimle birlikte duvarı kaplayan pencerelerin önüne geldi ve elindeki örtüyü yere serdi. Beni örtünün üzerine yatırdığında sırtıma değen örtünün ince görünmesine rağmen kalın ve yumuşak olduğunu hissettim. İçerisi şömine yanmadığı için normalden daha karanlıktı ve tek ışık kaynağımız dışarıda çakan şimşeklerdi.

Yağmur şiddetle yağmaya devam ediyordu.

Damlaların patır patır cama vuruşunu seyrederken Aron dizlerini yere bastırarak üzerime doğru eğildi. Burnu boyun oluğumda gezerken kokumu soluyor, soğuk avuç içiyle acele etmeden bacağımı aşağıdan yukarı doğru okşuyordu.

Aldığı kokumla geceye derin bir inleme bırakırken eliyle bacağımı sıktı. “Uyuşmak için onlarca şişe devirmem gerekirken nasıl oluyor da onca şişenin yapamadığını yalnızca senin kokun yapabiliyor?” Sözleri kalbimi sevgiyle doldururken dokunuşları vücuduma tutkuyu yudum yudum içiriyordu.

Bana verdiği zevk karışımıyla iç çektim.

Eli geceliğimi aşıp iç çamaşırımın içine girdi Bacaklarımı kapatmama izin vermeyerek parmakları kasıklarımı okşamaya başlarken tekrar kokumdan bir nefes aldı.

“Bir kadının kokusuyla sarhoş olacağımı hiç sanmazdım.” Parmaklarından birini içime itince alışamadığım bu duygu yüzünden telaşla koluna tutundum. Durmadığı için dokunuşlarıyla gözlerim kararmış ve başımı iyice yere bastırdığım sırada içimde ikinci parmağını hissederek “Aron!” diyerek adını haykırmıştım.

Su Tanrısı dudaklarını kulağımın altına bastırıp ardından boğuk bir sesle “Tüm vücudundan o kokuyu alıyorum.” dedi ardından şehvetle “Bacaklarının arası da bu kokuya sahip mi?” diye merakla sorduğunda kıpkırmızı kesildiğime emindim.

Bedenimi basan sıcaklık yüzünden terliyordum. Kulaklarımın içi Aron’un benimle oynarken hazla boğuklaşan sesi ve dışarıdaki yağmur sesiyle doluydu. Başım bu iki sesin karışımıyla dönerken duyduğum yırtılma sesiyle şaşırarak önüme baktım. Aron, elini iç çamaşırımdan çıkarıp geceliğimi tuttuğu gibi ikiye ayırmıştı.

Yırtık geceliğimden bakışlarımı kaldırıp gözlerine suçlarcasına diktiğimdeyse çok mantıklı bir açıklamaya yapıyormuşçasına “Bana engel oluyordu.” demişti.

Her sevişmemizde üzerimdeki kıyafetleri bu bahaneyle yırtacaksa yakında giyecek bir şey bulamayabilirdim.

Yırtık geceliğimi üzerimden sıyırıp bir kenara attıktan sonra çıplak bedenimi usul usul süzdü. Onun karşısında çırılçıplak kalmak her zaman utanç verici olsa da gözlerindeki o beğeniyi ve artan tutkusunu görmek bu duyguya katlanmamın kazançlarıydı.

Ve ben onun benim için delirmiş halini görmeye bayılıyordum.

Başını göbeğime eğip soğuk nefesini tenime üfürmüş ve baştan aşağıya ürpermemi sağlamıştı. Belimi inleyerek ona doğru kaldırdım. Bedenimin ona verdiği tepkiden memnun kalarak “Şu anda seninle arama bir şeyin girmesine tahammül edemem.” dedi. Dilinin ucunu yavaşça karnıma sürttü. Tenimi yalayıp dilini tekrar ağzına sokarken aldığı tat çok lezzetliymişçesine “Hımm…” diye mırıldanmıştı.

“Tadın nasıl şarap gibi olabilir?” Buna hem hayran kalmış hem de büyülenmiş görünüyordu.

Gürültüyle nefes alıp veriyor, kısılan leylak rengi gözlerimle uyuşmuş bir şekilde ona bakıyordum. Ona istek ve ihtirasla baktığımı fark edince göz bebekleri büyümüş ve dişlerini sıkmıştı. İçindeki Tanrı zincirlerinden hür kalmak istiyor ama Aron onu durdurmaya çalışıyordu.

Bana zarar vermek istemiyor ama aynı zamanda beni altüst etmek istiyordu.

Atlındaki manzarayı ne kadar izlerse izlesin doyamıyormuş gibiydi.

Daha fazla kendini tutamayarak üzerime doğru uzanıp dişleriyle boynumu kavrarken sağ eliyle de açığa çıkan dolgun göğsümü avuçlayıp okşamaya başladı. Parmakları göğüs ucumu sıkınca inleyerek omzuna tutundum. Boynuma bıraktığı ısırıklardan sonra kafasını aşağıya eğerek az önce tutup sıktığı göğüs ucumu ağzıma alıp emmeye başladı. Göğsüme attığı dil darbeleri yüzünden gıdıklanıyor fakat adını koyamadığım bir his yüzünden daha da fazlasını istiyordum.

Sıklaşan nefes alışverişlerimle birlikte parmaklarımı gür, siyah saçlarımın arasından geçirerek onu kendime daha çok bastırdım. Kasıklarıma saplanan sancılar yüzünden artık canım yanıyordu.

Gök gürlerken ağzını göğsümden çekip göğüs arama bıraktığı öpücüklerle aşağıya inerek göbek deliğime ulaşmıştı. Beni o kadar çok öpücüğü maruz bırakmıştı ki resmen mayışmıştım. Kafamdaki sis bulutu daha da kalınlaşırken dişlerini iç çamaşırımın kenarında hissettiğim gibi gözlerim büyümüş ve “Ne yapıyorsun--” dememe kalmadan eliyle beni kalkmamam için yere bastırıp “Şhii, izin ver.” demişti.

Kalbim güm güm ederek göğsüme yumruklarımı indirirken utançtan ölecek gibi hissetsem de ona izin verdim. Aron dişleriyle külotumun kenarımı kavrayarak aşağıya sıyırmaya başladı.

Aman Tanrım.

Utançla ellerimi yüzüme örttüğüm sırada külotumu baldırlarıma dek indirmişti. Kıpkırmızı olsam da bu hareketinden aşırı etkilendiğim için çarpıntım kesintisiz devam ediyordu. Külotumu yavaşça bir bacağımdan çıkarmadan önce ayak bileğime dudaklarını bastırmış sonra da diğer ayak bileğimi öpüp iç çamaşırımdan kurtulmuştu.

Araladığım parmaklarımın arasından ifadesine baktığımda göğsünün hızla inip kalktığını ve gözlerinin karardığını görmüştüm. Fazlasıyla… baştan çıkarıcı duruyordu.

Üst gövdesi çıplak olduğu için şimşeklerin yansıması üzerine düşüp kaslı gövdesini aydınlatıyordu. Karanlıkta parlayan göz bebekleri her bir milimi ezberlemek istercesine bedenimde geziyordu. Dizlerimi tutup bacaklarımı ayırdığında sonunda içime gireceğini düşünsem de kasıklarıma eğilerek burnunu sürttüğünü ve kokumu içime çektiğini idrak ettiğim anda vücudum titremeye başlamış ve karnım içeri doğru çökmüştü.

Ona yaptıklarımın intikamını alıyordu.

“Biliyordum burası da aynı kokuyor.” Kokumun ne olduğunu sonunda bulmuş gibi konuşuyordu.

Boğazındaki çıkıntı aşağı yukarı oynarken yüzündeki damarlar gerilmiş ve “Siktir, patlayacağım.” dedikten sonra elini kemerine götürüp hızla çözmüştü. Pantolonun düğmesini açıp fermuarını indirişini anbean izlerken vücuduma öyle bir sıcak basmıştı ki sanki buhar soluyup duruyordum.

Nefes alamıyorum.

Bacaklarımı genişçe açıp yerine yerleşmeden önce pantolonundan kurtulmuştu. Eğilerek diz kapağıma bir öpücük kondururken kehribarlarını kaldırarak gözlerimin içine tutkuyla kararmış gözlerini sabitlemişti.

Sanki bak ve bana ne yaptığını gör der gibiydi o gözler.

Üzerime uzanıp yavaşça içime girerken elleri avuç içlerime uzanmış ve parmaklarını parmaklarıma kenetlemişti. Her ne kadar içime girerken yumuşak davransa da yüzümü buruşturmadan edememiştim. Benim için çok büyüktü…

Tamamen içime kaydığında ikimizden de aynı anda bir inleme çıkmıştı. Aron gözlerini aldığı zevkle kapatmıştı. Çenesi seğiriyordu… Biraz alışmamı beklemiş ardından hareket etmeye başlamıştı. Kendisini her içime itişinde yukarı doğru savruluyordum. İnlemelerimi tutmaya çalışsam da nafileydi. Ağzımdan kaçıp duran sesler dışarıdaki yağmurun sesine karışıyordu. Aron ise derin ve boğuk nefesler alıp veriyordu.

Eğilerek ilk önce alnıma sonra da kavradığı bileğime dudaklarını değdirmişti. Gök gürlüyor, şimşekler çakıyor ve yağmur hızla yağmaya devam ederken üzerimde hareket eden adam durmadan içime girip çıkıyordu. Geniş vücudunu beni tamamen örtüyordu. Parmaklarını kenetlediği elimi elinden kurtararak ensesine götürüp onu kendime doğru çektim.

“Öp beni.”

Anında eğilerek dilini ağzımın içine sokmuş ve dilini dilime sararak inlemişti.

Odanın içerisinde birleştiğimiz yerden çıkan ıslak ses kulaklarımda çınlıyordu. Ama en çok onun kısa ama kalın inlemelerini duymayı seviyordum çünkü bu zevki ona ben veriyordum.

Aron dudaklarımdan ayrılmadan evvel alt dudağımı dişleriyle çekiştirip bıraktıktan sonra kafasını boynuma sokup “তুমি মোৰ সাগৰ” dedi.

Gırtlaktan fakat onu ele geçiren şehvet yüzünden boğuk bir sesle kulağıma fısıldadığı cümle daha önce duymadığım bir dile aitti. Fakat etkisi sarsıcıydı, dayanamayarak tırnaklarımı sırtına geçirdim. Onu ilk kez başka bir dil de konuşurken duyuyordum.

İçime daha sert girerek bu sefer de “তুমি মোৰ পোহৰ” dedi.

Başta aldığı zevk yüzünden kendini kaybederek başka bir dille konuştuğunu sansam da kehribarları leylaklarımla buluştuğu anda “তুমি মোৰ নাৰী” demesiyle bunu bilinçli bir şekilde yaptığını anlamıştım. Acı ve zevk karışımı yüzünden gözlerim yaşarmıştı. Eliyle göz kenarımda toplanan yaşı silerek eğilmiş ve alnını alnıma yaslayarak son cümlesini tekrar etmişti.

“তুমি মোৰ নাৰী”

Tanrı dili.

Benimle Tanrı diliyle konuşuyordu.

Ne dediğini anlamasam da söylediği her cümlede gözlerinde beliren yoğun bir duygu vardı. O duygu ve ağzından çıkan sözlerin tınısı yüreğimi sıkıca kucaklıyordu sanki.

Keşke ne dediğini anlasaydım dediğim sırada kafamın içinde peş peşe Aron’un sesi yankılanmıştı.

‘Sen benim denizimsin.’

‘Sen benim ışığımsın.’

‘Sen benim kadınımsın.’

Duraksadım. Kafamın içinde duyduğum sesler Aron’a aitti ve yine benimle Tanrı lisansıyla konuşuyordu fakat bu sefer ne dediğini anlamıştım. Sanki bir şey bana bu dili tercüme ediyordu.

Bu sefer farklı bir nedenden dolan gözlerimle kollarımı boynuna dolayıp ona sarıldım.

Dudakları benim onun denizi olduğumu söylüyordu.

Sırtıma kazınmış harfler onun ışığı olduğumu söylüyordu.

Peki ya kadınım diyen hangisiydi?

Aklı mı yoksa… kalbi mi?

Birden belimi kavrayıp beni ters çevirince içimden çıkmadan yaptığı bu hareket yüzünden çığlık atmıştım. Ellerimin ve dizlerimin üzerinde dururken sırtım ona dönüktü. İstediği sıcaklığı ona verirken aynı sıcaklıkta kavruluyordum. Tenimdeki ter damlaları Su Tanrısının bedeninkilerle karışıyordu.

Aron parmaklarını kürek kemiklerinde gezdirirken “Kızarmışlar.” dedi. Konuşurken soluk soluğa kaldığı için nefesleri sıklaşmıştı. Benimde ondan bir farkım yoktu. İçime girip çıkarken baldırlarım titriyordu.

“Bir yere mi vurdun?” İnleyerek başımı kolumun üstüne yasladım. Kalçam ona doğru kalkık olduğu için belime yük biniyordu. Zevkten dönen başım yüzünden ne sorduğunu anlasam bile doğru düzgün düşünemediğimden kaburgalarımı neyin kızarttığını bir süre akıl edemedim. Sonra gözlerimin önüne kabusumda sırtımı sertçe kapıya vurduğum an gelince duraksadım.

Gerçekti.

Mezarlığı ziyaret edişimde ayaklarımda çamur kalıntısı bıraktığı gibi kâbusum bu sefer de kaburgalarımda izler bırakmıştı.

Onu benden alacaktı.

Hayır.

Birden Aron’un belimi kıvrayan bileğini tutarak ona doğru döndüm. İçimden çıkmasını sağladıktan sonra elimle göğsünden iterek onu örtüye yatırdım ve üzerine çıktım. Aron başta yaptığıma şaşırsa da sonradan viski kıvamını almış göz bebekleri bir çift lava dönüşerek bana izin vermişti. Eliyle belimi sıkarak beni yönlendirirken onu tekrar içime aldım. Ellerimi karın kaslarında gezdirerek bedeninde keşfe çıktım.

Eğilerek küt küt atan kalbinin üstüne dudaklarımı bastırdım ve leylaklarımı gözlerine çivileyerek “Beni bırakamazsın.” dedim. Sesim bunu yapmasına asla izin vermeyecekmiş gibi kesin çıkıyordu. Bunu yaparsan seni mahvederim dercesine… Tırnaklarımı kasıklarına yakın bölgeye sürterek yukarı çıktığında dişlerini sıkarak inleyip kalçama şaplak attı. Vurduğu yer cayır cayır yanarken göğüslerimi göğüslerine bastırdım. Bedenlerimiz ter içinde ve birbirine yapışıktı… bu çok hoşuma gidiyordu.

Parmaklarımı çenesinde gezdirip göz kenarlarındaki siyah damarları okşadım. Tekrar “Beni bırakamazsın Su Tanrısı.” dedim. Muhtemelen sözlerimi Tanrı zehrine bağlıyordu oysaki benim tek korkum artık Tanrı zehri değildi.

O kadın seni benden almak istiyordu.

Gidemezsin.

Gitmene izin vermeyeceğim.

“Hiçbir yere gitmiyorum.”

Ellerini sırtıma götürüp bedenimi iyice göğsüne bastırırken hızla içime girip çıkmaya başlayınca inleyerek tırnaklarımı bu sefer de omuzlarına geçirdim. Yaklaşık bir dakika sonra dışarıda gök gürleyip çakan şimşeklerin ışığı odaya dolarken Aron’un boğazından hırlamaya benzer bir inleme dökülmüş bense çığlık atarak aynı anda rahatlamıştık. Tükenmiş vaziyette kendimi kocamın üzerine bıraktığımda ikimizin de soluk sesleri birbirine karışıyor, hangi ses kime ait ayırt edemiyordum.

Aron kolunu alnına dayayarak “Beni sık sık ısıtmalısın.” dediğinde inip kalkan göğsü yüzünden bende üzerinde onunla birlikte inip kalkarken kıkır kıkır gülmeye başladım.

Artık üşümüyordu.

Odanın içerisinde şöminede yanan odunların çıtır çıtır sesleri duyulurken kolumu Aron’un göğsüne sarmış, başımı da omzuna yaslamış bir şekilde yerde yatıyordum. Aron ise bir kolunu altımdan geçirerek belime dolamıştı. Diğer kolunu ise bükerek kolunun altına yastık olarak koymuştu.

Ona bir faydası dokunmasa da terlediğim için daha fazla üşütmeyeyim diye şömineyi yakmıştı. Birkaç saatlik sevişmemizin ardından gök gürlemeyi, şimşekler ise çakmayı bırakmıştı fakat yağmur hala yağmaya devam ediyordu.

Pencerenin hemen önünde yatıyorduk. Üzerimize ise ince bir örtü seriliydi.

Yorgunluktan kılımı kıpırdatacak halim kalmamıştı.

Gözüm ise sürekli kâbusumda gördüğüm piyanonun durduğu köşedeydi. Oraya bakmaktan bir türlü kendimi alıkoyamıyorum. Korku ölü bir çiçek gibi kalbimde açmış ve oraya yerleşmişti. Çenesini başıma yaslayarak “Aklını bu kadar meşgul eden şey ne?” diye sorarken sesi uykulu geliyordu.

Kim bilir ne zamandır uyumuyordu.

Alkol alıp durmasının bir diğer sebebi de uyanık kalmaktı muhtemelen.

Bilinçsiz olmayı göze alamıyordu.

Sorusunu duysam da ona daha fazlasını yüklemek istemediğimden kâbusumu kendime sakladım.

Bakışlarımı kasıklarındaki V çizgisinin kenarlarındaki siyah damarlarda dolaştırmaya başladım. Örtü benim göğüslerime dek uzanırken onun gelişi güzel bir şekilde belinin altını örtüyordu. Sormak aklımdan geçmese de dudaklarımın arasından bir “İyi misin?” sorusu çıktı ve ben bunun olmasına engel olamadım. Üzerine gitmek istemiyordum fakat iyi olduğunu duymazsam gözüme uyku girmeyecekti. Oysaki iyi olmadığını biliyordum.

İyi değildi.

“Beni öldürmek için bundan fazlası gerekli.”

Şöyle konuşmasından nefret ediyordum.

Ölümünden bu kadar basitçe bahsetmesi beni kızdırıyordu.

“Caster ve diğer büyücüler Tanrı zehrini yavaşlatacak bir yöntem buldular. Tam olarak panzehri buldukları söylenemese de bu da bir ilerleme sayılır değil mi? Zehri yavaşlatabiliyorsak eğer onu yok edecek bir ilacı bulmaya da yaklaşmışızdır.”

Muhtemelen bu olaydan çoktan haberi vardı. Zehri yavaşlatacak ilacı bulmak bile aylarını almışken panzehri bulmak bir bu kadar daha zamanlarını alabilirdi. Veya çok daha fazlasını…

Kafasını eğerek yanağımı öptü. “Öyle bebeğim.”

Bebeğim…

Kızgınlığım geçip yerini yumuş yumuş hisler alınca iyice ona doğru sokuldum. Bu konu hakkında konuşmakta isteksizdi. Aklıma sevişirken söylediği şey gelince başımı kaldırıp yüz yüze gelmemizi sağladım.

“Nasıl koktuğumu bulduğunu söylemiştin.” Nasıl koktuğumu değil, ona nasıl koktuğumu merak ediyordum.

Baş parmağını alt dudağıma sürterek “Artık biliyorum.” diye fısıldadı. Meraklı bakışlarımı görünce tebessüm edip “O çiçekler gibi kokuyorsun.” dedi. Sarhoş olmuştu… Gerçekten onu sarhoş eden devirdiği şişeler değil de ben miydim?

Elini örtünün altından sokup çıplak tenimle temas ederken kısık bir sesle “Tenin şakayık çiçeklerinin yapraklarıyla ovulmuş gibi… tatlı, taze bir koku ama baş döndürücü.” dediğinde içime küçük bir soluk çektim.

Şakayıklar.

Bana annem ve babamdan geriye kalan tek yadigarlardı.

Evimizde çıkan yangın sadece içindekileri değil, annemle babamın ölü bedenlerini de bana bırakmamıştı. Onlardan geriye kalan her şey küle dönmüştü … bu çiçeklerden başka. Küçüklüğümden beri şakayıklarla çok fazla vakit geçirdiğim için kokuları tenime dek sinmiş olmalı.

Aron bu kokuyu benden alıyordu.

“Şakayıkların anlamını biliyor musun?”

“Evet, birçok anlamı var. Şakayıklar çiçeklerin kralları olarak bilinirler. Ayrıca şeref ve asaleti temsil ettiklerinden birçok hanedanın simgesi olarak da kullanılıyor.” Aklıma mahlukatın bana gösterdiği yıkık şehirdeki kalıntıların üzerine işlenmiş şakayık çiçekleri geldi.

Aron açıklamamdan tatmin olmamış ve “Gerçek anlamından habersizsin.” demişti.

Şaşırdım. Benim bilmediğim başka bir anlamı daha mı vardı yani?

Burnuyla burnuma vurarak “Şakayıklar kültürlerinde ve yaşanmışlıklarında farklılıklar bulunan iki yabancı arasındaki aşkı simgeler.” dedikten sonra bakışlarını dudaklarıma indirerek “Doğru anlamı bu işte.” dedi.

İki yabancının arasındaki aşk.

Tıpkı bizim ki gibi mi?

Bizimki gibi.

Beni öpmedi.

Bekledi.

Kehribarları leylaklarıma beklentiyle bakarken arka planda hızla atan kalbimin gürültüsü vardı. Heyecanlanarak beklediği şeyi yaptım. Dudaklarımı dudaklarına yapıştırdığım gibi beni döndürerek üzerime çıktı.

Dudaklarıma doğru gülerek öpücüğüme karşılık verirken örtüyü üzerimize çekti.

Sonunda yalnızlık olsa da sensiz yaşayamam.

Sensiz nefes alamam.

Sensiz olmaz Aron.

O yüzden benden gidemezsin.

Bunu ne aklından ne de kalbinden geçirme.

“Tüm derisine mi dedin?”

“Evet, kafa derisi dahil her yerine büyü rünlerini yazabilmek için saçını kazımışlar.”

Bu nasıl bir caniliktir?

“Kesme işini neyle yaptıklarını düşünüyorsun?”

“Rünlerin kenarları yamuk yumuk değil gayet düzdü. Bunu yapan her kimse kesip biçme işlerinden iyi anlayan biriymiş. Muhtemelen rünleri adamın derisine yazmak için çakı kullandı.” Towa gözlemlerini aktarırken sesi beğeniyle çıkıyordu. Benimse içim bir tuhaf olmuş ve yüzümü buruşturmadan edememiştim. Resmen adamın canlı canlı etini oyarak derisine büyü işlenmişlerdi. Üstelik büyü tamamlanana dek çektiği acıyı tahmin dahi edemiyorum. Saatler belki de günler sürmüş ve bu işkence sürekli artarak devam etmişti.

İntihar saldırısı.

Aron’u zehirlemek için gelen suikastçı ölümü göze alarak Maar’a sızmıştı.

Ve derisine Tanrı varlığını sezemesin diye büyü kazıttırmıştı.

Kötülük için bir araya gelen müritlerin çoğu düşünceleri benzer olur ve müridin liderine sapkın bir şekilde bağlılık göstererek her emirlerini sorgulamadan yerine getirirlerdi. Haliyle intihar saldırı için seçilen suikastçı bu meseleyi bir onur olarak görmüştü.

Tanrıça için acıya katlanmış.

Tanrıça için öldürecekti.

Hepsi Karanlık Tanrıçası içindi.

Onun gözünde değere binmek için.

“Suikastçıyı boş ver şimdi zaten hak ettiğini buldu. Sen nasılsın onu söyle bana. Tanrı zehri öyle çabucak arınabileceğin bir zehir değil. İnsanların üzerinde pek bir etkisi olmasa da senin durumunda nasıl olacağını söyleyemem. Büyücü hekimlere göründün mü?”

Başımı sallayarak “Beni kontrol etmek için defalarca geldiler. Zehri vücudumdan tamamen attım, zaten yükselen ateşimde zehri vücudumdan attığım için çıkmış. Bedenim bir tür tepki vermiş.” dedim.

Bana bir süre daha baktıktan sonra yüzü adını çıkaramadığım bir ifadeyle bozulmuş sonra ne demesi gerektiğini bilemiyormuşçasına başını kaşımaya başlamıştı. “Sen bilinçsiz olduğun için bilmiyorsun ama üçümüzde Aron’un zehri senden almasına engel olmaya çalıştık.” Hafifçe kaşlarını çatıp “Ölmeni istediğimizden değil tabi… Off! Ne demem gerektiğini bilmiyorum sadece böyle olmasını istemezdim. Sanki senin yaşayıp yaşamaman önemli değilmiş gibi sik gibi davranmayı yani.” dedi.

Yaptığının yanlış olduğunu mu düşünüyordu? Ah az önceki yüz ifadesi pişmanlık duygusundandı demek.

Eh bu beklediğim bir şeydi. “Bir tercih yapmanız gerekiyordu ve siz seçimi Aron’dan yana kullandınız. Bana açıklama yapmana gerek yok Towa. Neden bunu yaptığınızı anlıyorum, inan bana sizi suçluyor falan değilim.”

Birden durarak beni omuzlarımdan tutup kendisine çevirdi. Kararlılıkla “Yemin ederim kurtulman için her şeyi yapardım. Sadece ben değil Caster ve Ragnar’ın da bütün yolları deneyeceğine kefilim. Sen bizim hanımımızsın Mana. Ve biz sadece Aron’un eşisin diye değil, seni sen olduğun için kabul ettik. O yüzden bize darılma olur mu? Aron bu ülkenin dayanağı ve bizde yoldaşları olarak yaptığı yanlıştan onu döndürmekle görevliyiz.” dedi.

Yanlış bir şey söylemişçesine ellerini omzumdan çekerek telaşla sözlerini düzeltmeye çalıştı.

“Seni kurtarmasının yanlış olduğunu söylemeye çalışıyor değilim sadece--”

Haline daha fazla dayanamayarak gülmeye başladığımda duraksayarak bana baktı sonra avucunu alnına vurarak “Sıçıp batırdım.” deyince daha çok güldüm.

Gülmemi durdurarak ciddileştim. “Ne demek istediğini gayet iyi anladım. Aron’un bir Tanrı olarak halkına karşı sorumlulukları var ve düşüncesizce hareket etmesinin neye mâl olacağı kimse söyleyemiyor. Bende sizden farklı değilim Towa. Yaptığı şeyi öğrendiğimde onu azarlamaktan geri durmadım ve sizin de neden bu şekilde hareket etmek zorunda olduğunuzu biliyorum. O yüzden daha fazla kendine yüklenip üzülme olur mu?”

Su sarayının üzerinde kara bulutlar geziyordu.

Ragnar sıkılaştırılmış güvenliği üst seviyeye çıkarmıştı. Caster, Tanrı zehri üzerinde 7/24 çalışırken bir yandan da koruma büyüleriyle uğraşıyordu. Towa’da melez arayışını diğerlerine bırakıp saraydan uzaklaşmamaya özen gösteriyordu.

Aron’a güçlerini kullandırtmamak için el birliğiyle çabalıyorlardı.

Sınırındaydı.

Zehir yok falan olmamıştı. Her ne kadar Aron damarlarındaki zehri bastırsa da zehir hala oradaydı ve onu içten tüketiyordu. Güçlerini kullanması dahilinde dondurduğu zehir yeniden güçlenerek buzlarını kırıp onu öldürebilirdi. Bu kadar zaman dayanması bile bir mucizeydi.

Suikastçı öldürülmüştü fakat düşmanlarımız hala sağlamdı. Gönderdikleri katilin görevinde başarılıp olup olmadıklarını öğrenmeleri an meselesiydi. Şayet Aron’un zehirlendiğini duyacak olurlarsa tüm güçleriyle Maar’a saldırmaktan çekinmezlerdi.

Bu sadece zaman meselesiydi.

Affedildiğinden emin bir şekilde üstünden kalkan yükle anında eski haline geri dönüp sırıtmaya başladı.

“İyi ki seni o ormanda bulunca öldürmemişim.”

Gordion ormanında bana yaşattığı korku aklıma gelince sinirle gözlerimi kısıp omzuna vurdum. Birde sanki çok iyi bir şey yapmış gibi burada övünüyordu!

Tepkime gülerek vurduğum yeri tutarken “Sende şakadan anlamıyorsun!” demişti. Gözlerimi ona devirdiğim sırada birden “Öldürmek demişken öldürmekle aran nasıl bu arada?” diye sormuştu.

“Ne?” Ciddi bu.

Suratımı inceleyerek “Daha önce hiç birini öldürmedin değil mi?” demiş ve bana kınarcasına bakmaya başlamıştı. “Desene işimiz sandığımızdan daha zor olacak.” Ay birde yakınıyordu!

Tamam, yaşadığımız dünya güçlünün hayatta kaldığı bir yer olabilirdi -buna köyümde dahildi- lakin bu zorlu şartlar koşulunda yaşasak bile her önümüze geleni öldüreceğimiz veya her bir kişinin illa ki birini öldürmüş olması gerekmezdi!

Sözlerine takılarak hafifçe kaşlarımı çatıp “Neden öyle dedin?” diye şüpheyle sorduğumda Towa “Endişelenme, kimseyi öldürmeni falan isteyecek değiliz.” deyince rahatlamıştım sadece bir saniye için.

“Şimdilik.” Ne demek şimdilik!

“Aklından ne geçiyor senin?” Bunun hakkında içimde kötü bir his vardı.

“Neden onca işimin arasında gelip seni aldım sanıyorsun?” Kollarını iki yana açarak “Bende seninle oturup Saya’nın muhteşem çaylarının eşliğinde akşama kadar sohbet etmek isterdim ama gel gör ki hayat şartları hele de bir Tanrının hizmetindeysen kolay olmuyor.” dediğinde bıkkınlıkla “Sadede gelecek misin artık?” dedim.

“Kurabiyem sana boşuna hareket etmesi kolay bir şeyler giy demedim ya.” Birden ciddileşerek “Aron’un durumu belli. Eğer herhangi bir saldırı söz konusu olursa en azından kendini savunabilecek ya da kaçabilecek kadar dövüş eğitimi alman şart.” dediğinde boğazıma takılan o kılçık yerinden oynayarak tekrar kendini belli etti bana.

“Seni hayatımız pahasına koruyacak olsak da kendini savunabilmen önemli. Ya geçen ki sirk olayındaki gibi yanında olmazsak? O gün bir şekilde güçlerini tetikleyip canavarlardan kurtuldunuz ama güçlerinin üzerinde henüz hükmün yok. Şansına güvenip savunmasız kalmandansa bizden bir şeyler kapman en iyisi.”

Doğru söylüyordu.

Hepsi benim sıradan bir insan olmadığımı biliyordu. Üstelik ne tür bir varlık olduğumda muammaydı. Araştırmaları sürüyordu fakat şu anda öncelikleri ben değildim. Aron’a o gün olanları üstünkörü bir şekilde anlamıştım ancak detaya girmeye cesaret edememiştim.

Açıkçası Su Tanrısının bile bilmediği bir tür beni korkutuyordu.

Hele de Günah Tanrıçası Ate’nin soyundan geliyor olma ihtimalim.

“Fazla düşünme, bunu sadece tedbir amaçlı yapıyoruz.”

“Şimdi nereye gidiyoruz peki?”

Sırıttı. “Şeytan inine.”

Dün geceki yağmur dursa da gökyüzü hala kapalıydı.

Havada yağmurdan sonraki ferahlatıcı o koku vardı.

Birlikte dışarı çıktığımızda çok geçmeden Towa’nın beni sarayın arka tarafında kalan bölgeye götürdüğünü fark etmiştim. Bazen sarayın içinde keşif gezilerine çıksam da kendime küçük bir oyun haline getirdiğim bu gezintileri henüz dışarıya taşımamıştım. Sarayın arka kısmına bu ilk gelişim olduğundan meraklıydım.

Bakışlarımı etrafta dolaştırdım.

Bu kesim birbirlerine sık dikilmiş devasa büyükteki ağaçlarla çevriliydi. Etrafta o kadar çok ağaç vardı ki buraya küçük bir orman dahi denilebilirdi. Su ülkesi okyanuslarla çevrili olduğu için nem oranı diğer ülkelere nazaran yüksekti. Bu da ağaçlar ve bitkiler için harika bir yaşam alanı sağlıyordu.

Ağaçların bittiği yerde ise kocaman bir dağ duruyordu.

Towa beni şeytan inine götüreceğini söylese de etrafta ağaçlar ve dağdan başka bir şey göremiyordum. Üstelik bu dağın önünde kocaman birde kaya duruyordu. Burası eğitim için pekte iyi bir alan sayılmazdı. Gözüme çarpan yemek arayışındaki beyaz tavşanı izlerken, Towa büyük kayanın önüne giderek elini kayanın kenarına sokmuş bir şeyler arıyordu. Aradığı şeyi bulduğu anda ayaklarımın altındaki zemin sarsılmaya başlamıştı.

Ne oluyor? Deprem mi oluyor acaba diye düşünsem de yeri sallayan şeyin deprem değil, kaya olduğunu anlamam uzun sürmedi.

Devasa kaya yerinden oynayarak kenara çekildiğinde ortaya çıkan girişle şaşkınlıkla Towa’ya baktım. Kayanın durmasıyla birlikte sarsıntı da sonlanmıştı. Towa sırıtarak girişe doğru reverans yapıp “Önden buyurun suyun hanımı.” deyince yürüyerek içeriye girdim. Towa da benim ardımdan içeri girince kaya tekrar harekete geçmiş ve girişi kapatmıştı.

Mağaranın duvarlarına monte edilmiş meşaleler önümüzü aydınlatırken solucan deliğini andıran geniş koridorda yürümeye başladık. Meşalelerin duvara vurduğu turuncu yansımalar mağaranın içine kazınan duvar resimlerini meydana çıkarıyordu. Ne kadar eski olduklarını anlayamasam da bu dağın içinin uzun süredir Su halkı tarafından kullanıldığını kanıtlıyordu.

Birçok resim vardı. Art arda sıralanan muhafız birliği kalkanlarını yukarı doğru kaldırmış ve bir şeye karşı savunmaya geçmişlerdi. Gördüğüm çoğu resimde savaş sahneleri yer alıyordu. Daha ne olduğuna anlam veremediğim sandıklar hatta suyun altında ikamet eden deniz adamları ve diğer canlıların resimleri dahi içlerinde vardı.

Buraya bir tarih kazınmıştı.

“Eğitim alanını neden mağaranın içine gizlediniz ki?”

“Çünkü burada eğitim alan kişiler sıradan muhafızlar değiller.”

“Dur tahmin edeyim Buz muhafızları mı?”

“Doğru bildin. Buz muhafızları Su muhafızlarına nazaran daha katı bir eğitimden geçiyorlar çünkü onlar direkt Su Tanrısına bağlı birlikler. Haliyle daha çok ölümle burun buruna geliyorlar. Ayrıca gizlilikle hareket etmek zorundalıkları olduğu için düşman casuslarının onların nasıl yetiştirildiklerini öğrenmelerini istemeyiz. Sen daha bu birliğin nasıl çalıştıklarına şahit olmadın fakat…” Kurnazca gülümseyerek “Dört büyük Tanrı ülkesinde bile bayağı ünlü olduklarını söyleyebilirim.” dedi.

Tabii birçok sırra da vakıflardı.

Su muhafızları saraydaki muhafızları temsil ederken Buz muhafızları Aron’un hususi muhafızlarıydı. Su muhafızları sarayı ve halkı korumakla yükümlülerdi, Buz muhafızları ise bizzat Su Tanrısını koruyup gizli (tehlikeli) görevlerde yer alıyorlardı.

Ve onları bizzat Ragnar eğitiyordu.

Beyaz şeytan.

Aydınlanmak yaşayarak “Ragnar yüzünden mi eğitim alanına şeytanın ini diyorsunuz?” diye sordum.

Kahkahaya attı. “Evet, güzel kelime oyunu değil mi? Beyaz şeytanın kaldığı yere şeytan ini diyorlar. Bu fikri ilk kim öne attıysa onu tebrik ediyorum bayağı akıllıca düşünülmüş bir isim.” dedi. Ardından da “Ben bunu nasıl düşünemedim.” diyerek de hayıflandı. Gerçekten de bu tam onun başının altından çıkabilecek bir işti. Ragnar muhafızların kendi aralarında buraya şeytanın ini dediklerini biliyor muydu acaba? Eğer biliyorsa ilk duyduğunda eminim ki Towa onunla bayağı dalga geçmiş ve sonunda da dayak yemiştir.

Mağara da ilerlemeye devam ederken resimlerin sonu gelmiyordu.

Gözüm sürekli resimlerin üzerinde olduğu için yanından geçmeden önce gördüğüm tasvirle birlikte ayaklarım resmen yere çivilenmişti. Towa’yı kenara iterek hızla duvara yaklaşıp resmi daha yakından incelemeye başladım.

“Ne oluyor?”

Sunak.

Ateş.

Kapılar.

Hepsi… buradaydı.

“Mana?”

İçimdeki korkuyu bastırarak “Buradaki resim ne anlama geliyor?” diye sordum.

Towa yanıma gelerek baktığım resme göz attı. Kaba taslakta olsa duvara çizilen sunağın üstünde bir ateşin yandığı belli oluyordu. Sanrılarımda gördüğüm altı kapı sunağın etrafında dönerken çizilmişlerdi sanki sunağı koruyorlardı. Dik bir şekilde uzanan yüzlerce yazıt ise belli aralıklarla hem sunağı hem de kapıları çevreliyordu.

Yazıtlar hariç diğer her şey benim gördüğüm şeylerle birebir uyuyordu.

Sunağın önünde dizlerinin üstünde duran ve ellerini dua ediyormuşçasına birbirine kenetleyen bir de kadın vardı. Kadın uzun saçlıydı ve üzerinde bir elbise vardı. Kadının etrafından ışıklar çıkıyor gibiydi.

“Bu duvar resimleri antikçağdan beri buradalar o yüzden çoğumuz neden bahsettiklerini bilmeyiz.”

Parmaklarımı resmin altında yazan yazıda gezdirdim.

“Bu Tanrı lisanı mı?”

“Evet. Bu resimleri geçmişteki Su Tanrıları çizdi. Hepsi kendi çağlarından kalma en mühim olayları mağaranın duvarlarına kazdılar. Eskiden Tanrı lisanından başka bir dilde konuşmadıkları için yazılar da o dile ait.”

“Burada ne yazdığını okuyabiliyor musun?”

Alayla “Tanrı lisanını Tanrılardan başkası anlayamaz.” demişti.

O halde ben nasıl bu yazıyı okuyabiliyordum?

পাতল yazıyordu.

Işık.

Neden resmin altına bu yazılmıştı?

“Bu resme niye o kadar takıldın ki?”

“Bilmiyorum sadece tanıdık geliyor.”

“Tanıdık mı?” Bir süre durup düşündükten sonra “Aron’a sormayı dene. Burada ne anlatılıyorsa o biliyordur.” tavsiyesini verdi.

Elimi yazıdan çektim.

Leylaklarımı dua eden kadının üzerinden zar zor çekerek ona döndüm.

Daha fazla burada durup düşünmenin bir anlamı yoktu.

“Haklısın.”

“Eğer Buz muhafızlarından biri olma şerefine erişmek istiyorsanız buna göre hareket edeceksiniz! Daha çok çalışacak ve taşıdığınız bu adı kirletmeyeceksiniz!” Mağarayı inleten yüksek sesle yerimden sıçradığımda Towa eğlenerek “Şeytan yine iş başında.” demişti.

Bu bağırtıyla üzerimize binen ağırlıktan ikimizde kurtulmuştuk.

“Söylesin kimsiniz siz!”

“Suyun koruyucuları! Suyun savaşçıları!”

“Göreviniz ne!”

“Suyu korumak! Su için savaşmak!”

Muhafızların aynı anda çıkardıkları sesler bile Ragnar’ın tek başına boğazından çıkardığı sese erişemiyordu. Düz devam eden yolun sağda kalan duvarı oyularak kocaman bir bölme haline getirilmişti. Kimsenin dikkatini dağıtmak istemediğimiz için yola devam etsek de yanlarından geçerken içeri göz atmadan edememiş ve resmen dilimi yutmuştum.

Yere açılmış havuzun içi nereden çıktığı belli olmayan lavla doluydu. Sıvı durumundaki püskürtünün ortasında duran kayanın üzerinde beş muhafız bağdaş kurarak oturmuştu. Üst gövdeleri çıplak olduğundan baştan aşağıya terden sırılsıklam olmuş lakin hala orada oturmaya devam ediyorlardı. Üzerlerinden akan ter damlaları kaya ile temas ettikçe buharlaşarak tıss sesi çıkarıyorlardı.

Ragnar onlara küçümseyici bir bakış atarak “Ne oldu? Sınırınıza mı yaklaştınız? Şu küçücük sıcaklıkla bile baş edemezken Ateş Tanrısıyla karşılaşsanız onun ateşine dayanabileceğinizi mi sanıyorsunuz! Ya kullanıcılar! Onlarda ateşe hakimler! Onların karşısında da mı böyle ezilip büzüleceksiniz! Siz birde kendinize Buz muhafızı mı diyorsunuz işe yaramaz herifler!” diyerek kükredi.

“Peki ya siz kendinizi onlardan farklı mı sanıyorsunuz!” Ragnar diğer tarafa dönerek büyüyle yaratılmış rüzgâr bıçaklarından kaçmaya çalışan muhafızlara ve toprak duvarı yumruklayanlara baktı. Diğer havuzda ise kaya büyüklüğünde buz küpleriyle birlikte su da beklerken tir tir titreyen başka muhafızlar vardı.

“Hırrrr…” Duyduğum gırtlaktan gelen tehditkâr hırlamayla bakışlarımı sol köşede kaldığı için fark edemediğim karanlık mahzene çevirdim. Demirden parmaklıkları olan o karanlık yerde, kırmızı gözlere sahip birtakım yaratıklar vardı fakat mahzen öylesine koyu bir karanlığa sahipti ki ne olduklarını asla çıkaramıyordum.

Onlarda mı eğitimin birer parçasıydılar?

Buraya şeytan ini denilmesinin tek sebebinin Ragnar olduğunu hiç sanmıyorum.

Lanet olası bu dağ resmen cehennemden fırlama bir yerdi!

“Sakın bana benimde onlarla aynı eğitimi göreceğimi söyleme.” Ragnar cidden lakabını hak ediyordu! Ve burası da öyle!

Towa kötü kötü sırıtarak “Sen daha beterine maruz kalacaksın çünkü seni bizzat Aron eğitecek.” derken niyeti beni korkutmaksa bunu kesinlikle başarmıştı!

Buz muhafızlarının eğitim alanından ayrılıp koridorda düz ilerlemeye devam ettik. Burası pek odaya sahip değildi lakin daha demin gördüğüm bölmenin büyüklüğü düşünülürse dağ o kadar fazla odayı kaldıramayacağı için bunun olmasını normal karşılıyordum. Çok odadansa geniş tek bir yer bu tarz alanlar için daha makuldü. Zaten muhafızların hepsi bir arada eğitim alıyordu.

Hala az önce şahit olduğum görüntüleri atlatabilmiş sayılmazdım.

Ragnar, Buz muhafızlarına karşı gaddardı. Yine de her dövülen demirin eninde sonunda güzel bir kılıç olacağı inkâr edilemezdi. Ragnar da muhafızların üzerinde bu yöntemi kullanıyordu. Onları kırmak için değil, sağlamlaştırmak için uğraşıyordu.

Yolun bitiminde son bir yere daha açılan geniş bir giriş vardı. Girişi görür görmez Towa durarak “Aron seni orada bekliyor.” dedi.

“Sen benimle gelmeyecek misin?”

“Hayır, öyle görünmese de ben fazlasıyla meşgul bir adamım.” Göz kırparak “Sana iyi şanslar kurabiyem ihtiyacın olacak.” dedikten sonra geldiğimiz yoldan geri dönerek yanımdan ayrıldı. Bende kafamın içini kurcalayan resimle birlikte yoluma devam ederek şeytan ininin kalbinin olduğu yere girdim.

Ayaklarımın çiğnediği kuma bakarak gözlerimi içeride gezdirdim. Buranın zemini diğer bölüme kıyasla taştan değil kumdandı. Yol boyunca ve Ragnar’ın eğitim yerinde gördüğüm duvarlara meşaleler monte edilmişken burası demir çanaklarla aydınlatılıyordu. Tavandan aşağıya demir zincirlerle asılan, ters üçgen çeklindeki çanakların içinde ateşler yanıyordu ve bunlardan içeride neredeyse elli adet bulunuyordu.

Kafamı tavana kaldırdığımda içi boş, tekerlek şeklinde asılı duran demirden avizenin üzerinde on adet ateşin daha yandığını gördüm. Ateşler küçük çanakların içindelerdi. Ve duvarlar… bu duvarlarda resimlerle donatılmışlardı.

“Burada geçireceğin yıllarda içeriyi incelemek için daha çok fırsatın olacak.”

Yıllar mı dedi o?

Yere dikilmiş bambu sopaların önünde duran Su Tanrısı “Gel buraya.” deyince mağarayı incelemeyi bırakıp yanına gittim. Arkasındaki bambulara bakarak “Bunlar ne için?” diye sordum. Bambular boylarına göre dizilmişlerdi ve benim bildiklerine nazaran bayağı geniş ve kalınlardı. İlk bambular yarım metreyle başlarken bir üsttekiler bir metreydi. Ve ilerledikçe boyları on-on beş metreye dek çıktıkları için mağaranın çeyreğini kaplıyorlardı.

“Eğitimin için. Çık bakalım üstlerine.”

Ne?

Üstlerine mi çıkayım?

Yarım metrelik bambuların üzerinde üç saniyeden fazla durmama kuralına uyarak her üç saniyede bir tavşan gibi bir ötekine zıplayıp duruyordum. Bir yandan da Aron’u dinliyordum tabi.

“Hem fiziksel eğitimin hem de büyünün temeli dengede yatar. Dengen olmadığı müddetçe ne kadar güçlü olursan ol düşmana zayıf yanını gösterdiğin anda bunu senin lehine kullanması an meselesidir. Dövüş eğitimi almadan önce dengeni sağlamlaştıracağız ardından diğer seçenekler gelecek.”

Üç saniye dolduğu için bir diğer bambunun üzerine atlarken kollarımı iki yana açarak düşmemek için dengemi korumaya çalışıyordum. Bambuların arasında yarım metre mesafe vardı.

“İlk seviyede bütün bambuların üzerinde kolların açıkken durmakta ustalaşacaksın. İkinci seviye kollarının yardımı olmadan baştan başlayarak bu seferde bu şekilde bambuların üzerinde dengeni kuracaksın. Üçüncü seviyede ise tek ayağının üzerinde bu aşamaları bitireceksin. Son seviyeyi ise zamanı geldiğinde öğrenirsin.”

Eğer dediği şekilde aşama aşama çalışırsam üçüncü seviyeyi geçmek zor olsa da imkânsız değildi. Tek sıkıntı zıplarken çok çabuk yoruluyor olmamdı. Bu alıştırma dengeyle birlikte dayanıklılığımı da yükseltecekti. Mantık gayet basitti, temelimi kurduktan sonra asıl dövüş sanatlarına geçecektik.

Yarım metrelik bambuların üzerinde her üç saniye de bir o yana bir bu yana zıplarken kalbimi kurt gibi kemiren sorulara daha fazla dayanamayarak “Buraya gelirken mağara duvarına çizilmiş bir resim gördüm.” diyerek Aron’a baktım.

Kollarını birbirine doladığı için kasları şişmişti. “Hangisi?”

“Bir sunak vardı ve sunağın üzerinde yanan bir ateş duruyordu. Ateş sunağının önünde bir kadın dizlerinin üstüne çökmüş, sanki dua ediyordu. Hem sunağı hem de kadını koruyormuş gibi duran altı adet kapı etraflarını sarmıştı. Birde yüzlerce yazıt vardı, dağınık bir şekilde yayılmışlardı. Dua eden kadın kutsal bir varmışçasına ışığın içerisinde tasvir edilmişti.”

Aron resmi hatırlamaya çalışırken gözlerini kısmıştı. Mağaranın içindeki ateşler dört bir yandan üzerine vurduğundan olsa gerek yüzündeki siyahlaşmış kan damarları daha da belirginleşmiş ve onu bir Tanrıdansa yeraltından çıkmış yakışıklı bir iblis gibi göstermişti.

Oysaki o alametler ölümün izleriydi.

“Resim hakkında ne bilmek istiyorsun?”

“Ne anlama geldiklerini.”

Bambudan aşağı atlayarak elini tutup açtım ve avucuna işaret parmağımla duvarda gördüğüm kelimeyi yazdım.

“Resmin altında bu yazıyordu.”

“Işık.” diye mırıldandığında yazıyı doğru okuduğumu anlamış ve kalbim teklemişti.

Towa bu dili Tanrı ve Tanrıçalardan başka kimsenin konuşamadığını söylemişti bu aynı zamanda okuyamadıkları anlamına da geliyordu. Ben nasıl okuyordum peki?

Su Tanrısı yazdığım yazıyla birlikte resmi hatırlamış olmalı ki “Işığın soyu.” demiş ve “Muhtemelen Bekçinin yer aldığı resimlerden birini gördün.” diyerek eklemişti.

“Bekçi mi? O da kim?”

“Bundan iki yüz elli yıl önce Karanlık soyu Tanrıçanın delirmesiyle birlikte diğer dört Tanrı ve Tanrı ülkeleriyle savaşınca yok olmanın eşiğine geldi fakat yok olan onlar değil ışık oldu.”

Işık yok mu oldu?

“Su, Ateş, Toprak, Hava ve Karanlık; Tanrı ve Tanrıçalardan oluşan bu varlıklar dünyaya hükmediyorlardı doğru ama çoğu ırkın bildiğinin aksine ne dört ne beşe ayrılmışlardı. Aslında sayıları altıdan oluşuyordu. Onlarla birde ışıkta vardı. Karanlık varken ışığın olmaması nasıl mümkün olabilirdi ki zaten?”

Altı kişilerdi.

“Lakin ışığı temsil eden varlıklar ne bir Tanrıçaydı ne de bir Tanrı. Ona bize hitap ettiklerinden çok farklı bir şekilde sesleniyorlardı.”

Söylediği isim aklıma gelince doğrulaması için “Bekçi mi?” diye sordum.

“Evet, Bekçi.”

“Ve bu Bekçiler ışığın soyundan mı geliyorlardı?”

“Doğru. Wardens olarak adlandırılan bu soyun hepsi aynı kanı taşıyorlardı fakat yalnızca içlerinden biri bu adı taşıyabiliyordu. Bekçinin aralarından nasıl seçildiğini kimse bilmiyordu, bu soylarının bir sırrıydı ve açığa çıkarılması yasaktı.”

“Eğer bu Bekçi Tanrı ya da Tanrıça değilse o zaman ne işe yarıyordu?”

“Dünyayı koruyordu.”

“Neye karşı?”

“Sana şöyle açıklayayım.” Bana doğru bir adım atarak yüzünü yüzüme yaklaştırıp parlayan kehribarlarıyla gözlerimin içine bakmayı sürdürdü.

“Dünyayı bizden koruyordu.”

Biz mi? Gözlerimi büyüterek “Tanrılardan mı?” diye sorduğumda bana o bakışlarla bakmaya devam ederek “Evet, Tanrı ve Tanrıçalardan.” dedi. Ardından da “Muhtemelen bu yüzden ona Bekçi diyorlardı. Seçilen her Bekçi; Tanrı ve Tanrıçaların gardiyanıydı.”

Tanrı ve Tanrıçaları denetleyen bir varlık… bu onlardan daha güçlü olduğu anlamına gelmez miydi?

İnanılmaz.

“Bu soydan geriye kimse kalmadı mı?”

“Hayır. Öyle olsaydı bu zamana kadar ortaya çıkarlardı.” Ya saklanıyorlarsa?

“Bu kadar güçlülerse nasıl yok oldular peki?”

“Kimse nedenini bilmiyor. Sadece varlıklarından haberdarız, onlar hakkındaki bütün bilgiler yok edildi.”

Neden? Titreyen parmaklarımı yumruk haline getirerek sıktım.

Neden? Bu soruyu düşündükçe nabzım hızlanıyor, göğsüm sıkışıyordu.

Neden?

“Aron sana resimde bahsettiğim sunak ile altı kapı var ya…” Söyle. Söyle Mana!

Yüzümdeki korkuya anlam veremez bir şekilde bakan kehribarlara titrek bakışlarla bakarak “Ben sürekli onlara benzer şeyler görüp duruyorum.” dediğimde kaşları çatılmıştı.

Bana inanmamasından endişelenerek “İsteyerek olmuyor! Sanki o sunak benim bile bilmediğim bir yere bilincimi çağırıyor ve oraya gittiğimde ise beyaz bir ateş patlayarak sunağın üzerinde beliriyor. Sonra… sonra o kapılar. O kapılar ilk kez sirk yaratıkları bizi köşeye sıkıştırdığında belirdi. Altı taneler ve içlerinden biri açılarak o yaratıklardan birini öldürdü ama hiçbirini ben yapmadım.” dedim.

Aynılar. O resimdeki şeyleri görüyordum.

Aron buz kesmişti.

Onunda aklından o korkunç ihtimalin geçtiğine emindim.

İkimizde neyin doğru neyin yanlış olduğunu kestiremiyorduk.

Aron’un bir şeyler söylemesini beklerken bir anda mağaranın içini zayıf bir ses doldurdu. Su Tanrısı anında bakışlarını mağaranın girişine çevirince bende oraya bakmaya başladım çünkü aynı sesi bende duymuştum.

Ses git gide güçlenirken bunun bir mırıldanma olduğunu fark ettim.

Üstelik tek bir kişiye de ait değildi. Birden fazla ses aynı anda aynı ezgiyi mırıldanıyor gibiydi.

Mırıltılar zaman geçtikçe yerini sözcüklere bırakmıştı.

Söylenen şarkıda ne dendiğini tam olarak çıkaramasam da birçok ağızdan çıkan şarkının verdiği hisle içim soğumuş ve ruhumdan bir titreme geçip gitmişti.

Aron hızla mağaranın çıkışa yönelince bende peşinden onu takip ettim.

Büyük kayaya ulaşana dek müzik güçlenmiş ve daha net duyulmaya başlanınca bana yabancı gelen bir dile ait bu ezginin sözlerini ayırt etmeye başlamıştım.

Duyduğum her cümleyle birlikte gözlerimin önü bir kararıyor bir düzeliyordu. O karanlığı her görüşümde daha önce gördüğüm altı kapı bir belirip bir yok oluyordu. Sanki söylenen bu şarkı onları kızdırmış gibiydi.

אָ קנעכט פון שׂטן, הארן פון די אַנדערווערלד.

בעל די פינצטערניש און זאל נצחון איבער די ליכט שטענדיק זיין מיט איר.

באַקומען באַפרייַען פון די קאַפּטיוואַטי פון גענעם דורך אָננעמען אונדזער נשמות וואָס מיר פאָרשלאָגן צו איר ווי אַ קרבן!

אָ מייַעסטעטיש גייסטער פון פינצטערניש, מיר בויגן פֿאַר דיר!

ענטפֿערן אונדזער רופן און פאָרן דורך די טויערן פון גענעם. כּבֿוד אונדז מיט דיין בייַזייַן אין אונדזער ללבער!

Ey şeytanın kulları, yer altı dünyasının efendileri.

Karanlığı siz yönetin ve ışığa karşı kazanılan zafer her zaman sizin yanınızda olsun.

Size kurban olarak sunduğumuz ruhlarımızı kabul ederek cehennemdeki esaretinizden kurtulun!

Ey karanlığın görkemli iblisleri, önünüzde eğiliyoruz!

Çağrımıza yanıt verin ve cehennemin kapılarından geçerek bedenlerimizde ki varlığınızla bizi şereflendirin!

Gözlerim büyüdü.

Şarkı söylemiyorlardı.

Bu bir ilahiydi.

İblisler için ilahi.

Onları yeryüzüne davet ediyorlardı.

Kaya bizden önce ilahiyi duyup dışarı çıkan Ragnar ve Buz muhafızları tarafından açıldığı için duraksamadan dışarı çıktık ve hepsinin şok içerisinde baktığı gökyüzüne kafalarımızı kaldırdık.

Aman Tanrım.

Gri bulutlarla sarılı gökyüzü binlerce yerinden yırtılmış gibi duruyordu. Yırtıkların arasındaki kara yerlerden ise durmadan birileri dışarı çıkıyordu. Biz gelene kadar sayıları beş yüzü aşmıştı ve hala gelmeye devam ediyorlardı.

Kanım bana onlar düşman diye fısıldadı.

İstila.

İstilaya uğruyorduk.

 

Sizce kitap hangi yayınevinden çıkacak? :D

Bir sonraki bölümde bizi büyük bir savaş bekliyor :D

Sizce gelenler kim?

Aron bu haldeyken onlarla nasıl savaşacak?

Mana neler yapacak?

Hepiniz seviliyorsunuzzz <3

Loading...
0%