Yeni Üyelik
8.
Bölüm

BÖLÜM 8: "NEDEN HAYATTA?"

@endless_q

▏₰ Mana

Buraya ne hayallerle geldiğimi bilemesem de beklediğim kesinlikle bu değildi. Hala karşımda duruyor oluşuna inanasım gelmiyordu. Bir defaya mahsus rüyama girmiş bu adamın yüzünü hatırlayamasam dahi kehribarını unutmam mümkün değildi. Gece denizinin ortasında bana bakan irisler ateş böceklerini anımsatmıştı.

Şimdiki kadar soğuk değillerdi.

Damarlarını istila eden nefretin derinliği korkunçtu.

Ağzından çıkacak bir sorgulama, en azından kim olduğumu merak etmesini umarken söylediği iki kelime kıvılcım olup tüm umutlarımı ateşe vermişti.

"Neden hayatta?"

Başımın üstünde patlayan hayalin kırıkları tepemden aşağıya dökülürken etimde açtığı yarıklar hakikati yüzüme tokat gibi çarpmıştı. Kesikler sızlıyor, acısı kalbime vuruyordu.

Burada da yerim yoktu.

Üstüme devirdiği enkaz ağırdı ve ben… altında kaldım.

O enkazın altından sürüklenerek çıkarken yaralanmıştım.

Towa’ya bakmak istiyor, beni buradan götür diye yalvarmak istiyordum. Gözlerimi bu adamın nefretinden çekebilsem yapacaktım da… yapamıyordum. Beni burada istememesini geçtim aldığım nefesin peşine düşmüştü.

"Bu beni aşardı."

Towa’nın ne demek istediğini anlamamış olmalı ki bakışları anlık ona kaydıktan sonra tekrar bana çevrildi. Gözlerindeki garezi açıkça görmemi istediğinden bakışlarını bilerek üstümden çekmiyordu.

"Emirlerim ne zamandan beri sizi aşar oldu? Üçünüze defalarca söyledim; eğer musibetli bu şeyler ortaya çıkarsa düşünmeden canlarını alın."

Musibet… bu bendim.

"Muhafızlar!" Girişte yankılanan çağrıyı duyan muhafızlar koşar adım içeri girerek kehribar gözlerin sahibine saygıyla selam verdiler. Ardından kazık yutmuş gibi dimdik durarak emirleri beklemeye koyuldular.

"Şu şeyi zindana atın."

Muhafızlar bana doğru gelmeye başladıkları sırada Towa öne çıktı. Kollarını beline yaslayarak tek kaşını kaldırdı. Muhafızlar verdiği gözdağını görünce tereddütle duraksadılar.

Duruşu sıkıysa beni geçin diyordu.

Beynim olanları algılamakta güçlük çekiyordu. Yaşadığım şoktan ötürü ne itiraz edebiliyor ne de tepki gösterebiliyordum. İstenmiyor olsam da öylece gitmeme izin vermeyecekti. Zira bir gelin her yönden ülke için tehdit içeriyordu. Towa’ya kızmak ve aldığı emre rağmen beni neden buraya getirdin diye hesap sormak istiyordum.

Beni istemeyeceğini biliyordu.

Üstelik o herifin zindanda çürümeme göz yumacak kadar kalbi taşlaşmıştı.

“Kalın yerinizde yoksa sizi pişman ederim!” Muhafızları bağırarak payladıktan sonra Su Tanrısına döndü. “Önce söyleyeceklerimi dinle sonra ne yapacağına karar verirsin."

Towa’nın sert çıkışı diğerlerini şaşkınlığa boğmuştu. Onların değil de benim tarafımı tutuyordu çünkü. Sağlıklı düşünebilseydim benim yüzümden Tanrısına isyan etmesini engellerdim. Böyle bir günahın bedelini ödemek kolay değildi. Gelin görün ki şu anda iç dünyamda kendimle çatışma yaşadığımdan neyin doğru, neyin yanlış olduğunu söyleyemiyordum.

Niye bana destek oluyordu?

Niye ölmemi istemişti?

Arkadan fısıltı şeklinde duyduğum soruyu görmezden geldim.

"Emrime bir süre önce tanıştığın bir kadın için karşı mı çıkıyorsun Towa?" Su Tanrısının sesindeki tehditkâr tını beni çekindirirken Towa’ya işlememişti. Sanki bildiği bir şey varmışçasına rahattı. Bense bembeyaz kesildiğime emindim.

"Mana’yı öldüremezsin Aron ya da zindana atarak ondan kurtulamazsın."

Su Tanrısı kaşlarını hafiften çattı. Ufakta olsa yüzünde meraklı bir ifade belirmişti. Towa’nın aleladede bir sebepten ayaklanmayacağını bilir gibiydi. Caster ve Ragnar da sırra vakıftı. Sessiz kalmayı tercih ederek bir nevi Towa’nın konuşmasına müsaade ediyorlardı.

"Kız işaretli."

Yarım ağız güldü. "Ne?"

"Kızın alnında sana ait olduğuna dair işaret var diyorum, bizzat gördüm."

Gözlerini kıstı, yalan söyleyip söylemediğini tartıyordu. Yanında duran ikilinin herhangi bir şaşırma belirtisi göstermemesi de şüphesine tuz, biber ekmişti. Katılığından bir şey kaybetmemiş bakışlar hızlıca üzerime daha doğrusu alnıma mıhlandı. Savunmamı delip geçen hiddeti istemsizce bir adım geri atmamı sağladı.

Korkmuş olmam umurunda değildi.

Towa’yı beni öldürmekten alıkoyan işaret şimdi de Su Tanrısına karşı çıkıyordu. Nasıl bir şey olduğunu göremediğim gibi harekete ne zaman geçeceğini de çözemiyordum. Towayla tanıştığımda beni korumak için belirmişti. Alnımda hissettiğim tanıdık sıcaklık şimdi de faaliyete geçiyordu.

Kehribarlar, altın sarısına bürünerek parladı. İşaretin uyanması için güçlerini kullanmış olmalıydı. Towa’nın iddiasını kendi gözleriyle doğrulayınca yüz hatları gerilmiş, yırtıcı bir ifade sergilemişti.

Beni gerçekten öldürmek istediğini o saniyede anladım.

Neden? Benim için yabancıdan farksız olması gereken bir adamın nefreti neden beni böylesine üzüyordu? Neden onun tarafından terk edilmiş gibi hissediyorum? Aptal mıyım neyim.

"Siktir! Bu nasıl olur? O lanet olasını işaretlemedim ben!" Çıldırmıştı. Sakin halinden eser kalmamış, içinden ne yapacağını bilemeyen bir adam çıkmıştı. Ortada dönen konudan bir haberdim ve bana ne olacağını hala anlamamıştım. İşaret bu denli mühim bir şey miydi?

"Bu kader olmalı. Sen sırtını yazgına çevirsen de o bir şekilde sana ulaşmayı başardı. Doğuştan işaretli bir gelin... Onu reddedemezsin. Bu kızın yaşayıp Kaldera’nın hanımı olması gerektiğinin kanıtı."

Tartışma boyunca izlemekle yetinen Ragnar sonunda ağzını açtığında Su Tanrısının işkence eden bakışlarının yeni hedefi olmuştu.

"Saçmalık!"

Kara bulutları çağrıştıran hareler Su Tanrısına bakarken aldırmazdı.

"Kabullenmek istemiyor olman kuralları yok sayabileceğin anlamına gelmez. Ataların buyrukları mutlak. Ezip geçmek isteyen kişi sen olsan da olmaz.”

Ragnar’ın bir kitaptan alıntı yaparcasına kurduğu cümleler Su Tanrısını pekte ikna etmiş gözükmüyordu. Yumruğunu tüm gücüyle sıkarak kanını parmak boğumlarından çekti.

"Bu konuşmayı onun karşısında yapmayacağım. Muhafızlar emrimi tekrarlattırmayın kızı götürün!"

"Lanet olsun! onu gerçekten zindana mı attıracaksın?"

"Kes sesini!" Su Tanrısının çığırından çıktığını gören Towa bu sefer tepkisiz kalamamıştı.

Bağırmasıyla birlikte bütün giriş deprem oluyormuşçasına sallandı. Camın içinde ki canlılar telaşla yüzerek kaçıştılar. Bir Tanrının gazabıyla yüzleşmek akıl kârı değildi. Çay kırmızılarına yayılan duygu korkuyla bitmiyordu. Korkunun üstüne serpiştirilmiş endişe kırıntıları da vardı. Su Tanrısının emirlerine bir kez daha karşı çıkamayacağını ben dahil bu oda da ki herkes biliyordu.

Direnmedim.

Muhafızlar kolumdan tutarak beni götürdüklerinde onlara uydum. Towa’nın beni kurtarmak istemesine minnettardım lakin ondan daha fazlasını yapmasını isteyemezdim. İşaretli olduğum açığa çıktığından serbest kalmamın hiçbir yolu kalmamıştı. Olanlar üstüme çok fazla gelmişti. Oturup düşünmeli ve bundan sonra ne yapmam gerektiğine karar vermeliydim.

Kendime gelecek, düştüğüm yerden kalkacaktım.

Ben güçlüyüm. Evet, güçlüyüm...

Gözlerim doldu.

Ağlama.

Titreyen alt dudağımı dişledim.

Sorun değildi, istenmemeye alışıktım ben. Baş edemediğim tek şey kalbimdeki yaradan gelen zonklamaydı.

Kesik çok yeniydi.

Elimle kalbimin üstündeki kumaşı sıktım.

Lütfen… kapan.

Bir an önce kapan.

Dalgın bir şekilde yürümeye devam ederken demin olanları ölçüp biçiyordum. Düşüncelerim parçalanıp ikiye ayrılmıştı. Biri bir yandan, diğeri öteki yandan çekiştirerek beni doğru bildikleri istikamete götürmeye çalışıp durduklarından beynimi meşgul ediyorlardı.

Tanrıların hepsi mi böyleydi? Yoksa bu tutum yalnızca Su Tanrısına mı özeldi? Nasıl biri olduğumu bilmeden etmeden ön yargılı davranmıştı. İçimden bir ses yaklaşımının benden kaynaklanmadığını söylüyordu. İlk dakikadan nefretini kazanmak için ne yapmış olabilirim ki sonuçta? Gelin sıfatını taşıyan her türlü canlı ya da cansız şeye düşman kesilmişti.

İç geçirdim. Başımı kaldırarak nerede olduğumuza baktığımda merdivene varmak üzere olduğumuzu gördüm. Aşağıya ineceğimiz barizdi, zaten gidebileceğimiz başka bir yol da göremiyordum. Epeyce yürümüş olmalıydık. Girişteyken koridorun sonunu görememiştim. Şimdiyse o koridorun bitimindeki merdivenlere dek gelmiştik.

Yer altına inen döner merdiven üç kişinin yan yana durabilmesi için dardı. Muhafızlardan biri önden, ben ortadan, sonuncusu da arkadan gelecek şekilde inmeye başladık. Git gide kararan ortalık yüzünden tedirginleşirken duvarların içindeki turkuaz renkli kristallerin etrafı aydınlatmasıyla rahat bir nefes almıştım. Ne tuhaf yapıydı. Acaba girişteki duvarlarda bu özelliğe sahip miydi? Gerçi camın ardındaki su doğal bir ışık oluşturduğundan gerek duymazlardı.

Oldukça uzun olan merdivenin çıkışı devasa bir mağaraya bağlanıyordu. Sonuna kadar açılan gözlerimi ağzım izledi. Mağaranın her çıkıntısında, köşesinde, hatta yer yer zemininde kristaller yetişmişti. Mavinin her tonunda, küçüklü, büyüklü kristaller parlıyordu; büyüleyiciydi. Hesap edemeyeceğim genişlikteki bu yerde iki ordu rahatlıkla hareket edebilirdi. Sanırım saray komple bu mağaranın üstüne inşa edilmişti. Duvarın harcına katılan kristallerde belli ki buradan toplanmıştı.

Ana kayalar belirli boşluklarla delinmiş, yuvalar açılmıştı. Kapı niyetine konan demir parmaklıklarla mahkûmlar için hücreler yapılmıştı. Zindandan çok insanın kafasını dinleyebileceği bir ortam kurmuşlardı resmen. Eh en azından pis bir yere atılmamıştım.

Buradaki taşlardan çok güzel mücevherler yapılabilirdi aslında. Süs eşyası olarak yüksek meblağlara da satılabilirdi. Niye zindan yapılarak israf edilmişti ki?

“Burası önceden maden falan mıydı acaba?” Aklımdan geçirdiklerimi farkına varmadan sesli dile getirmiştim. Muhafızlardan biri onlara soru sorduğumu sanarak cevap verdi.

“Hanımım onlar basit taşlar değiller.”

Önümdeki muhafız saygılı bir şekilde açıklama yapınca şaşırmıştım doğrusu. Nihayetinde buraya sürgün edilmemin nedeni Tanrılarıydı. Efendilerinin aksine beni bu ülkenin hanımı olarak görmeye kalkışıyorlardı.

Bu ironi dilimde acı bir tat bıraktı.

Depreşen duygularımı göz ardı edip muhafızın dediğine odaklandım.

"Nasıl yani?"

"Taşlar, Su Tanrısının bizzat getirdiği Tiran kristalin filizlenmesiyle yetiştiler. Nereden geldiği sır olan bu kristali toprağa ektiğinde çoğalarak mağaranın birçok yerinde daha büyüdüler. Türleri garip bir şekilde bitkilerle ahbap." İyi de bu çok ender rastlanan bir hadiseydi! Hayır, bir taşın daha önce bu tarz yeteneklere sahip olduğunu hiç duymamıştım.

"Neden kristalin burada kök salmasına izin verdi ki?" Ülke bolluk ve refah içerisindeydi. Hazine odasını şahsen gidip görmesem de kuşkusuz tıka basa doluydu. Kötü günler için mi tedbir alıyordu?

"Kristal kasten buraya ekildi. Size sıradan olmadıklarını söylerken çoğalmalarından değil, esas güçlerinden bahsediyordum. Bu taşlar getirilen mahkûmların enerjisini emerek halsizleştirdiğinden başımıza bela olmuyorlar."

Bu da mahkumların kaçış oranlarını da azaltıyordu tabii.

Su Tanrısı zeki bir adamdı.

Boş hücrelerden birinin önüne gelince durduk. Parmaklıkların demirden değil de taştan yapıldığını görünce hayret etmiştim. Biraz zorlansalar da suçluların bunları kırıp kaçabileceğine emindim. İşlerini savsaklayarak yaptıklarını düşünecekken her yerde gördüğüm enerji çeken kristallerin taş parmakların içine de konulduğunu fark etmiştim.

Detaylar en küçük ayrıntılarda gizliydi.

Muhafızlar kapıyı açıp içeri geçmemi beklediler. İşkillenmeyi kesip yeni evime adım attım. Taş parmaklık arkamdan örtüldü. Benimle sohbet eden muhafız cebinden çıkardığı anahtarı kilide sokarak iki kere döndürdü. İşleri bittikten sonra ellerini sol göğüslerine koyup önümde hafifçe eğildiler.

Selam verip gitmişlerdi.

İçeriyi inceledim.

Pek fazla eşya yoktu. Yalnızca taştan bir yatak ve tuvalet vardı.

Duvara çakılmış kalın zincirlere temkinli bir bakış attım.

Prangaya vurulmamak için uslu durmalıydım sanırım.

Gözlerimi devirerek taş yatağa oturup sırtımı geriye yasladım.

Hücremdeki kısıtlı alanda pek bir şey yapamayacağımdan bende bugün olanları ele aldım. Zaten bol bol boş vaktim vardı. Su Tanrısına kurban verilmeyi kendim istemiştim. Evet, tereddütlerim vardı ancak korkum Su Tanrısının canavar görüntüsünde olmasıyla sınırlıydı. İstenmeyeceğim aklımın ucundan dahi geçmemişti.

Yirmi bir yaşındaydım. Ailemi kaybettiğimdeyse sekiz. Üzerinden on üç sene geçse de içimdeki kız çocuğu büyümemiş; o güne, o yaşa hapsolmuştu. Gözlerim tavandaydı. Baktığım yerle, gördüğüm şeyler aynı değildi tabii. Kimsesizliğimi yamalarla diksemde bir türlü eskisi gibi olamıyordum. Özlem durmadan kızgın bir demir gibi dağlıyordu kalbimi. Yakılan yere sürecek bir merhem bulmaya çalışırken yüreğimin ıssız sokaklarında kaybolmuştum.

Bir şey arıyordum.

Ne aradığımı bilmediğim için nereye gitmem gerektiğini de bilmiyordum.

Yıllar geçmişti, ben aramaktan yorulmuştum.

Artık birinin beni bulmasını istiyordum.

Titreyen çenemi durdurmak için dişlerimi sıktım. İstenmemeye alışıktım... bu cümle dilimi yaka yaka çıksa da ağzından doğrusu buydu. Ailemi yangında kaybettikten sonra köy halkının nezdinde hem yetim hem de yüktüm. Mithril hanımım beni himayesi altına almasa açlıktan ya da soğuktan donarak ölecektim. Aithra hanımımla yer değiştirip Su Tanrısının karısı olursam en azından sığınacak bir yuvam olur diye düşünmüştüm.

Beni sevmese de olurdu.

Aptalım.

Kendi kendime gelin güvey olup içimdeki kız çocuğuyla hayallerimi paylaşmayacaktım.

Göz yaşı ruhun kanıdır derler... Ruhum hurdahaştı.

Orada uzanıp ne kadar düşündüm bilmiyorum. Ağlayacak gibi olsam da ağlayamamıştım çünkü içimdeki kız çocuğu zaten ağlıyordu. Onun hıçkırıklarını dinliyordum… Saatler geçtikçe karanlık çöküyor, mağaranın içindeki kristaller daha da kuvvetli parlıyordu.

Kafese kapatılmış bir kuştan farksızdım.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, sessizliği bozan ayak seslerine dikkat kesildiğimde yattığım yerden doğruldum.

Biri geliyordu.

Gerilsem de tetikteydim. Zindana geldiğimizde etraftan ses seda gelmediği için burada yalnız olduğumu farz etmiştim. Yanılıyor muydum? Yoksa muhafızlardan biri mi geri dönmüştü? Taş yatağın kenarını sıkarak sabırla bekledim. O kimse mahkumlardan birinin olmaması için dua ediyordum. Sağa sola baksam da kendimi savunabileceğim hiçbir şey bulamamıştım.

Gelen kişinin kendisinden önce gölgesini gördüm. Heybetli gölgenin bir erkeğe ait olduğu barizdi. Aklıma gelen ihtimalle kalbim tekledi. İçimdeki kız çocuğu düşüncelerimi okuyup başını kaldırdı. Gözlerindeki donukluk bir an için beni irkiltse de görmemiş gibi davrandım.

Her zamanki ukala sırıtışıyla parmaklıkların önünde duran adamı görünce istemsizce yüzüm düşmüştü.

O değildi.

“Alınsam mı, alınmasam mı bilemedim doğrusu. Kahramanın teşrif ediyor ve sen somurtuyor musun?” Elini kalbinin üstüne koyup acı çekiyormuşçasına bir ifade takındı. Oyunculuğu berbattı. “Ah kalbim! Nasıl kırıldığına bir bak.”

Burukça gülümsemeden edemedim. Tahmin edin kim gelmişti?

"Bakıyorum da mütevaziliğin yine üstünde."

Göz kırptı. "Her zamanki halim güzelim."

Ne diye moralim bozuluyordu? Kaşlarımı çattım. Silkelen ve kendine gel Mana! Adam seni zindana attı! Zindana! Niye geleceğini düşündüm ki? Saçmalıyordum.

Ölmemi istemişti.

"Mana?” Haylazlığı bırakarak ciddileşti. “İyi misin?” Leylaklarımdaki çalkantıyı görünce aramızda düz bir bakışma geçmişti. Dudaklarım kıvrılacak gibi olsa da fazla yukarıda tutunamamışlardı.

Ben istemiştim olan her şeyi.

İsyan etmeye hakkım yoktu.

“Eh, zindanda olmaktan hallice!” Duygularıma bulaşan bunalımdan sıyrılarak sahte bir neşe sergiledim. Her şey yoluna girecek. Girmemekte diretirse de her türlü baskıya başvururdum. Bu vakte dek bir başıma hayatta kalmıştım. Bundan sonrada farklı olmayacaktı.

Kaldera’da benim için endişelenen tek kişiyi de üzmeyecektim. Otuz iki diş gülümsediğimden yüzündeki endişe kırışıkları azda olsa silinmişti.

“Öyle diyorsan. Neyse şu elimdekileri al da kapıyı açayım.” O diyene kadar elindekilere dikkat etmemiştim. Tuttuğu tepside bir kâse pirinç pilavı, içinde patates parçaları olduğunu düşündüğüm bir tas çorba ve biraz da ekmekle kavrulmuş et vardı. Bana yemek getirmişti, benim bile karnımı doyurmak aklıma gelmemişken.

Çok düşünceliydi. Öyle değilmiş gibi davransa da Towa’nın nazik bir yanı vardı.

Şimdi duygusallaşmanın sırası değil Mana! Boğazımı temizleyerek elimi belime koydum.

“Oradan bakınca hücrede olduğum görünmüyor mu? Tepsiyi parmaklıklardan geçiremeyeceğimi bilecek kadar zekisin sanıyordum.” Bilmiş bilmiş konuşup birde tek kaşımı kaldırınca tip tip bana bakmıştı. İçimden kıkırdadım. İnsanlarla neden uğraştığını anlıyor gibiydim.

Verdiği tepkiler komikti.

"Senin dilin iyice uzadı bakıyorum da. İlk tanışmamızda benden korkan küçük kızı nereye sakladın?" İmasına güldüm.

Yaklaşarak kollarımı parmaklıkların arasından uzattım. Tepsiyi elime tutuşturup cebinden çıkardığı anahtarla kilidi açıp kapıyı araladı. Tekrar yanıma gelip tepsiyi aldı. Taş yatağa oturdu. Yanına gittiğimde tepsiyi dizlerimin üstüne bıraktı.

“Bir elmayla karnın doymuş olamaz. Tabaktakiler bitecek.” Başımı sallayıp çorbadan bir kaşık aldım ağzıma. Son lokmama dek sessiz kalarak beni izledi. Başlarda önünde yemek yemeye çekinsem de sonrada ‘Yemekk!’ diye böğüren midem sayesinde çokta takmadım. Kısa sürede bütün tabakları silip süpürmüştüm.

"Doydun mu?"

"Evet, teşekkürler."

Bacaklarını açarak oturduğu yere iyice yayıldı. Kafasını duvara yaslayıp bana yandan bir bakış attı. “Kızgın olmalısın.” dediğinde duraksadım.

“Yerimde olsaydın kızgın olmaz mıydın?”

Dudaklarını ıslatıp hızlıca başını salladı. “Bak haksızsın demiyorum ama...”

“Ama?” Bacağını sallayıp duruyordu. Aklında ne varsa söyleyip söylememek konusunda ikilemde kalmıştı. “Aron’un da kendince mazeretleri var.” Su Tanrısının emrinde çalışıyor olmasına rağmen aramızdaki probleme adil yaklaşıyordu. Kabalık etmek istemesem de ikimizi birden haklı bulmasını normal karşılayamazdım.

Towa da ne düşündüğümü kestiriyor olmalıydı ki “Kulağa abes geldiğinin farkındayım. İnan bana, Aron suçsuz birini zindana atacak kadar adaletsiz bir Tanrı değil.” dedi.

İç sesim ‘Ama beni attı!’ diye bağırsa da dışarıdan suskunluğumu korudum.

“O senin efendin elbette önceliğin olacak.” Bunu söylerken dürüst olsam da Su Tanrısını savunduğu için onu bir kaşık su da boğmak istiyordum.

Anlaşılmamanın verdiği sıkıntıyla parmaklarını saçlarına daldırıp ofladı. “Başlayacağım şimdi sövmeye! Bir şeyleri yüzeysel anlatma kabiliyeti bende yok ki anasını satayım!” Maskelemeye çalıştığı şeyi ortaya dökmemek için gayret ediyordu. Gürültüyle nefes alarak gövdesini tamamen bana döndürdü.

“Sende anlamışsındır, anlatmamam gereken şeyler var. Sana şerefim üstüne yemin ederim ki Aron kötü bir Tanrı değil.” Gelmiş Su Tanrısını önümde aklamaya çalışıyordu. Aklamak için didinip durduğu Tanrı yaptıklarını doğru ya da yanlış bulup bulmamamı önemsemiyordu bile.

“Anlamıyorum.” Anlamayacaktım da. Bahanesi ne olursa olsun kabahatliydi.

“Keçisin! Keçi!” Öfkeyle söylendiğinde omuz silktim. Sırf gelin olarak ona geldim diye beni zindana atan adama birde hak mı verecektim? Daha neler! “Pes ediyorum!” İyice yanıma yaklaşarak “İkimizin arasında kalacaksa söylememde bir sıkıntı olmaz herhalde.” deyince gülmemek için yanağımın içini dişledim. Bir yandan da diyecekleri umurumda değişmiş gibi davranıyordum. Deminden beri kıvranarak saklamaya çalıştığı şeyi içten içe merak ediyordum.

Sonunda eteğindeki taşları dökecekti.

“Su Tanrısına adak adanan ilk gelin sen değilsin Mana. Olanları detaylandıramasam da bilmen gereken nokta şu: Geçmişte Aron gelinlerinden birine güvenerek ona hak ettiği gibi muamele etti. Gelin bunun karşılığını nasıl ödedi dersin peki? İhanetle.” Eksik parçalar nihayet yerine oturmuştu.

Güven sorunu yaşıyordu.

"O ihanetten sonra Aron kurban edilen hiçbir geline yanında yer vermedi. Bir gün belki neler olduğunu onun ağzından dinleyebilirsin. Sana kızma demiyorum. Hatta mümkünse yaptığının bedelini burnundan fitil fitil getir ama bunun için ondan nefret etme." Bütün gelinlerin ölmesini isteyecek kadar mı o kadının ihanetini yediremiyor?

Tüm gelinlere beslediği kin aslında ihanet eden geline verdiği değerden türemişti.

Söylemeye dilim varmıyor ama… seviyordu değil mi? O kadını sevmişti.

Sevginin olmadığı yerde nefrette olmazdı çünkü.

Karnımdaki şeyin kızgınlığın değil, kırgınlığın tohumları olduğunu Towa’ya söyleyemezdim. Tıpkı Su Tanrısını buraya gelmeden evvel rüyamda gördüğümü söyleyemeyeceğim gibi. Anlamsızdı çünkü. Neden böyle olduğunu, neden böyle hissettiğimi kendime açıklayamazken Towa’dan anlamasını bekleyemezdim.

Onu cevapsız bırakmak istemediğimden gelişigüzel bir yanıt verdim. Aklım başka yerdeydi.

"Dediklerini yapabilmem için ilk önce buradan çıkmam gerekiyor."

Çay kırmızılarındaki parlaklık geri gelerek sinsi sinsi sırıttı. “Orasını bana bırak. Seni buradan çıkaracak bir planım var.” Ses tonunda şeytani bir şeyler vardı. Umarım başıma bundan daha büyük bir bela açmazdı.

“Nasıl yapacaksın?”

“Orası da sürpriz olsun.” Ayağa kalktı. "Neyse ben gideyim artık. Şimdi yokluğumu fark etmeleri iyi olmaz, planımda aksaklık istemiyorum."

Ne yapacağını söylememekte ısrarcı olması şüphelerimi arttırsa da bir şey demedim. “Tamam.” Bende onunla birlikte ayaklanınca acıyla inledim. Anında eğilip bacağımı tuttum, yarayı açacak yanlış bir hareket yapmış olmalıyım.

“Ne oldu?!”

“Bir şey olmadı. Sadece bacağım--” Endişelenmemesi için açıklama yapacakken sözümü tamamlamama izin vermeden önümde diz çöktü, dinlemiyordu. Bacağımı tutan elimi iterek elbisemin eteğini yarayı görecek şekilde kaldırdı. Tepeye tırmanmaya çalışırken ayağım kaymış, bacağımı kayaya sürtmüştüm. Derim soyulmuş, bacağımda ince kesiklerden yaralar oluşmuştu. Aslında abartılacak bir yanı yoktu. Bir anlık yarayı zorladığımdan canım yanmıştı.

Towa ise yaraya bacağım kopmuş gibi bakıyordu. Sinirden koyulaşan harelerini bana çevirdi.

"Kim yaptı? Kim yaptı dedim Mana! Muhafızlar mı? Seni buraya getirirken ters bir şey mi yaptılar? Geberteceğim onları!" Verdiği alakasız sonuca o kadar şaşırmıştım ki konuşmayı unutmuştum. Benim söyleyeceklerimi es geçmiş, kendi kendine uydurduğu hikâyeye inanarak delirmişti. Kalkıp hışımla kapıdan çıkmadan önce kolunu yakalamayı başarabilmiştim. Manyak, resmen anlayıp dinlemeden muhafızları linç etmeye gidiyordu.

"Towa dur!"

"Nasıl dokunmaya cüret ederler lan sana! Aron’un seni zindana attırması Kaldera’nın hanımı olduğun gerçeğini değiştirmiyor!" Kükreyerek bana doğru bağırdığında kaşlarımı çattım.

"Bir dinle ya! Muhafızlar bana zarar vermedi!" Bende sinirime yenik düşüp bağırmıştım. Söylediklerimden sonra saniyeler önce köpüren o değilmiş gibi sakinleşti.

"Kim yaptı o zaman?"

"Ben!"

Kaşlarını yukarı kaldırdı. "Sen mi?"

"Seni bulmadan önce bir tepeye tırmanmam gerekmişti. O sırada ayağımın altındaki taş kayınca oldu." Yarayı göstererek devam ettim. "Bak, yeni yaraya benzemiyor değil mi? kabuk bağlamaya başlamış bile."

Kabuklanmayı görünce ikna olmuştu.

"Bir daha ki gelişimde yaran için merhem getiririm."

Gerek olmadığı için itiraz edecekken bakışlarını görünce uysalca başımı salladım.

Towa’nın zindandan gitmesinden bir süre sonra günlerin yorgunluğu üzerime çökmüştü. Kurban edilmiş, ölümden dönmüş, kaçırılmış ve bir Tanrı tarafından zindana atılmıştım. Yaşadığım stres yüzünden bedensel ve ruhsal olarak perişan haldeydim. Bu kadarını kaldırabilmem bile mucizeydi. Kapanan göz kapaklarıma adapte olarak taş yatağa uzandım. Yattığım yerin rahatsızlığı uyumama izin vermez diyordum, öyle olmadı. Gözlerimi kapattığım gibi derin bir uykunun kollarına atladım.

"Eğer bu işin altında senin olduğunu öğrenirse üzerinde çeşit çeşit işkenceler dener."

Kalın bir erkek sesi duyuyordum. Kulağıma aşina gelen sesi bir yerlerden tanıyordum ama bir türlü sahibinin görüntüsünü zihnimde canlandıramıyordum.

Uyku ile uyanıklık arasında gidip geldim.

"Bu umurumda olan son şey bile değil."

Biri daha vardı.

"Bu kız canından daha mı değerli yani?"

Üstümde hissettiğim bakışların ağırlığını göremesem de hissedebiliyordum.

Tartışıyorlardı.

"Mevzu bu değil."

"Bu işin sonu iyi bitmeyecek!” Asabi adamın kısık tutmaya çalıştığı sesi mağarayı inletiyordu. Diğeriyse kayıtsızdı. Huyları zıttı.

"Sesini yükseltme, kızı uyandıracaksın."

Asabi adam bıkkınlıkla iç çekti. Gamsız olan konuşmayı sürdürdü.

"Bende yaptıklarımı izah edemiyorum. Yine de küplere binmeden önce bir dinle. Kız adeta Aron’a gelin olmak için müjdelenmiş. İşaretli gelmiş olması bizim için şans sayılmaz mı? Diğer gelinlere benzemiyor da. Nedense Mana’nın Aron’a iyi geleceğini düşünüyorum. Kim bilir belki de geçmişin izlerini ondan silebilir.”

"Nafile yere umut bağlıyorsun."

"Pes mi edelim yani? Bütün seçenekleri tükettik... bu kız dışında."

Daha fazlasını işitmek istesem de bilincim enerjimi toparlamayı bitiremediğinden uyku ağır basmıştı. Öyle ki yeniden daldığım zamanı anımsamıyordum bile. Dinlenip gücümü geri kazandığımda ancak o zaman göz kapaklarım aralandı.

"Uyandın mı uyuyan güzel?” İrkilerek yattığım yerden hızla doğruldum. Daha ayılmadan seslendiği için gafil avlanmıştım. Üstüme örtülmüş ceket benim kalkmamla yeri boyladı.

"Lan o ceket ipektendi. Almak için ceplerimi boşalttım ben kız yere atıyor!"

Homurdana homurdana yerdeki ceketi alarak üzerindeki tozu silkeleyip üstüne geçirdi tekrar. Zırhını çıkarmıştı. Uyurken üşümeyeyim diye üzerime örtmüş olmalı.

"Ne zaman geldin?" Towa’dan karşılık alamadan izlenme hissiyatıyla tüylerim ürperdi. Başımı parmaklıklara çevirdiğim de kollarını birbirine dolamış Ragnar’ı gördüm.

"Az önce geldik bizde."

Ragnar’ın ruhsuz irislerinde yaşayan kurt dişlerini boğazıma geçirmek istiyor gibiydi, benden kesinlikle hoşlanmıyordu. O da önyargılıydı. Bana gözdağı vererek söz geçireceğini sanıyorsa yanılıyordu. Kaşlarımı çatıp taviz vermeyeceğimi bakışlarıma yansıttım. Meydan okuduğumu fark etse de tavrını değiştirmedi lakin yaptığımın hoşuna gittiğini anlamıştım.

Towa ellerini birbirine vurarak ikimizin de dikkatini üzerine çekti.

“Birbirinizi bakışlarınızla yemeyi bitirdiyseniz yarana bakabilir miyim?”

İzin alma gereği bile duymadan bileğimden tutup bacağımı kendine çekti. Eteğimi kaldırarak yarayı açığa çıkardı. Cebinden çıkardığı küçük kutunun yuvarlak kapağını döndürerek açtı. Pembemsi kremi parmağının yardımıyla alarak yaraya sürüp güzelce yerdirdi. İnce kesikler hafif hafif sızlıyordu. Sargı bezini dikkatlice bacağıma sarıp ucunu dişiyle yırtarak ikiye böldü ardından da düğüm atarak işini bitirdi.

Eteğimi indirdim.

"Teşekkür ederim."

“Ne zaman yaralanırsanız çağırmanız yeterli hanımım." İşi gücü benimle dalga geçmekti.

"Daha oyalanacak mısın? Gidelim." Ragnar usanmış bir şekilde konuşunca Towa gitmek için ayaklandı. Hücreden çıkmak yerine bana bakmaya devam edince bende ona baktım.

"Kalkmayı düşünüyor musun Mana?"

"Ne?"

"Zindan da kalmaya alıştın herhalde çıkmak için pek bir isteksizsin. Üzgünüm, vedalaşma vakti." Alık alık bakmayı kesip ne demeye çalıştığını anladığım gibi yerimden fırladım.

"Şaka yapmıyorsun değil mi?" Tereddütle sorunca kahkahayı bastı.

"Sürpriz! Hapis günlerin şu dakika bitti." Sevinçten yerimde zıplamak üzereyken felaket tellalı görevini benimseyen Ragnar yaptı yine yapacağını.

"Dua edin de buradan çıktıktan sonra Aron cinnet geçirip bize zindanı aratmasın." Yaptığı kinaye bana Towa’nın ilk gelişinde bir planı olduğunu söylediği anı hatırlatmıştı.

"TOWAAA!!!!"

Mağarayı zelzele misali sallayan bağırışla birlikte korkuyla yutkundum. Sesin beni buraya atan Tanrıya ait olduğunu fark ettiğim anda sırtımdan ter boşaldı. Kükremenin altında yatan nedeni bilen Ragnarla Towa göz göze geldiler.

Tanrı aşkına, ne halt yemişti?

 

Manacığım en başından Towaya güvenmemen lazımdı :D

Hadi bakalım :D

Loading...
0%