@enverkeremavci
|
Renata, boş dükkânında, yapacak bir şey olmadan beklerken geçmiş ve bugün ile ilgili epey bir şey düşünmüştü. Ardından pizzacının kapısı açıldı. Derin düşüncelere dalmış olan Renata, kapı sesiyle irkilmişti bir anda. Kafasını çevirip baktığı zaman, neredeyse bir yıldır düzenli aralıklarla gelen müşterilerinin içeri girdiğini gördü. Kalkıp, güler yüzle karşıladı hemen onları ve siparişlerini alıp mutfağa girdi. Mutfakta geçirdiği anlar en sevdiği anlardı. Pizza yaparken sanki başka bir boyuta geçiyor, gözü hiçbir şey görmüyordu. İçeriden yeni bir kapı açılma sesi daha duymuştu aslında ama öyle bir odaklanmıştı ki işine; sadece sesini duymuştu, o da yarım yamalak. Bir müşteri daha geldiğini fark etmeyen Renata, mutfakta çalışmaya devam ediyordu. Ta ki gözü mutfak girişinin eşiğindeki gölgeyi fark edene kadar… Yine ürkmüştü Renata. Başını çevirip baktığı zaman gelen kişinin Bayan Beatrice olduğunu fark etti. Beatrice, pizzacının iki üst katında oturan, arada bir beraber köpeklerini gezdirmeye çıkardıkları, kendisinden yaklaşık yirmi yaş büyük olan komşusuydu. O da Renata gibi yalnız yaşıyordu; sadece bir köpeği ve bir de robotu vardı onun da. Beatrice, Renata’nın ürkek halini görünce söze girdi: – Ah! Af edersin Renata. Ben sadece, Stella ile arka sokaktan geçiyordum. Bilirsin, evde çok sıkılıyor yaramaz. – Evet? – dedi Renata, kısa kesmeye çalıştığını belli eden ama kibar bir tavırla. Kırmak istemiyordu Beatrice’yi aslında ama şu an çalışıyordu; işi bölünsün istemiyordu. – Dönerken, fazladan yürümeye üşendim ve ana caddeye dolaşarak ana kapısından girmek yerine; arka sokağa bakan ve artık kullanılmayan avlusundan girmeye karar verdim apartmana. – Anahtarı var mı ki sende? – Sadece bende var. Burada oturan en eski kişi benim, biliyorsun. Zaten kimse oradan geçmek bile istemiyor. Çok bakımsız ve pis bir alan… – Evet, maalesef. Şimdi olduğu gibi, yemek kokuları dağılsın diye arada bir arka kapıyı açıyorum ben de. – Evet, evet, işte ben de kapıyı açık görünce selam vermek istemiştim sadece. – Tamam. – dedi Renata, kelimeyi olabildiğince uzatarak; teşekkür eden bir yüz ifadesiyle. Şu an gerçekten uzun bir muhabbete girecek vakti yoktu. Beatrice’in de gideceğini düşünüyordu artık. Ama Beatrice garip bakışlarla kendisine doğru bakmaya devam ediyordu ve birkaç saniye sonra lafa girdi tekrar: – Seni daha fazla tutmayacağım. Sadece şunu söylemek istiyorum. – diye cümleyi uzatmaya başlayınca Beatrice; Renata içi sıkılmış bir şekilde kafasını hızlıca birkaç defa öne ve arkaya sallayarak hadi artık der gibi baktı. Diyeceği şeyi bir an önce desin ve gitsin istiyordu. – Bugün Stella’yı gezdirirken, 13. caddeye gittim. Bilirsin, artık neredeyse hiç kullanılmıyor orası. Sonra orada, eskiden çok sık gittiğim antikacı dükkânını gördüm. Artık kullanılmıyor tabii, ama artık iyice eskimiş ve çürümüş olan ahşap kapısı açık gibiydi. Girip bakmak istiyordum ama Stella huylanınca geri döndüm. Senin öyle yerleri sevdiğini biliyorum. – Bayan Beatrice…– dedi Renata iç geçirerek sanki “lütfen” der gibi; iyice sıkılmıştı artık. Ve ekledi “Gerçekten, çok teşekkür ediyorum. Vaktim olursa bir gün bakarım. Ama gördüğün gibi bu ara pek vaktim yok, konuşmaya bile.” Cümlesini tamamlarken, kırılıp kırılmayacağını artık düşünmeksizin Beatrice’in başından gitmesini ima etmişti tam olarak. Bu cümleleri kurarken elindeki mutfak aletlerini pek de yumuşak olmayan bir şekilde tezgâha bırakan Renata; Beatrice gidene kadar gözlerinin içine ne arıyorsun burada der gibi bakmayı planlıyordu. Neyse ki Beatrice, Renata’nın son dediklerinden sonra oradan ayrıldı. Renata’nın sert bir tavırla kurduğu onca cümleye rağmen, arkasını dönüp gitmeden hemen önce, sıcak ve içten bir tavırla Renata’ya doğru gülümsemişti Beatrice. Bazen oldukça sıkıcı olabiliyordu ama ne olursa olsun iyi bir insandı diye düşündü Renata onun için. Ardından, geri önüne dönüp, pizzalarını hazırlamaya devam etti. Bu sırada, öğle molası bile vermeden çalışmaya devam etmiş olan Valentino, kapının açılma sesini duyduğu gibi “Dam!” diye bağırdı. – Tino! Nasıl gidiyor koca oğlan? – İyi. Yani sabah bana yaşattığın o saçmalık dışında gayet iyi her şey. Nereye kayboldun hem sen? 2 gündür yoktun zaten, onun hesabını ayrı vereceksin ağabeyine. Ama sabah buraya gelmene rağmen nereye gittin de bu saate kadar gelmedin? Anlat bakalım bir bir. – Tino, şimdi bunları mı konuşacağız gerçekten? Aldığın görevi kutlamak varken… – Aldığım görev? E sen nereden bili- – Heh. – diye bir ses çıkardı Damien. Sen beni boş mu sandın havalarında bir yüz ifadesi takınmıştı. Valentio, Damien’in ne kadar hırslı birisi olduğunu zaten biliyordu ama böyle bir yüz ifadesini küçük masum kardeşinde ilk defa görmüştü. Küçük çaplı şoku atlattıktan sonra az sonra Damien’in garip tepkisiyle yarıda kalan sorusunu tamamlayarak tekrarladı. – Hadi ama Dam... Nereden biliyorsun? – Ben, sabah ofise çok erken geldim Tino. Hatta gecenin ortasıydı belki. Bir ara ofiste durmaktan sıkılmıştım ve koridorlarda yürümeye başlamıştım. Sanırım mesaiye bir saat falan vardı. Sistem yetkilerinden birisiyle karşılaştık koridorda. Bana senden bahsetti. Biraz da benim hakkımda konuştu. Koskoca ofiste kalan son iki kişi olduğumuz için tebrik etti falan filan. Sonra da seninle telefonda konuştuk işte. – Tam olarak ne konuştunuz o ismini bile vermediğin kişiyle? – Özel görevlendirmeler yapılmaya başlandığından bahsetti. Sistem, düzeni daha sağlam bir hale getirmek için ipleri sıkılaştırıyormuş ve saire. – Ee? Benim görevim? Ne dedi? – Tamam Tino! Sen de zarf atmaya gelmiyorsun hiç. Sadece özel görevlendirmeler yapıldığından bahsetti. O kadar. Ben de sana da verilmiştir bir görev diye düşünerek laf attım; ki gerçekten verilmiş de. Ama ne olduğunu bilmiyordum, merak ettim, o yüzden uzattım lafı belki sen söylersin diye. – Bilgisayarımı da o yüzden karıştırdın? – Karıştırmadım Tino. Seni aradım zaten, biliyorsun. – dedi Damien endişeli bir yüz ifadesiyle. – Tamam. Tamam, pek ala, öyle olsun. – diyip çalışmasına döndü yine Valentino. Valentino hiçbir şey düşünmeksizin çalışırken saat epey ilerlemişti yine. Mesaisinin son bir saatine girmeden önce her zaman olduğu gibi kısa bir ara verdi Valentino. Sandalyesinden kalktı, ofis içinde bir tur attı; tur atarken kendi masasında oturan ama boş boş duvara doğru bakan Damien’in halini fark etmemişti bile. Turunu tamamlayıp yerine geri oturduğu zaman, bugün uygulamadan buluşma talebi gelmediğini fark etti Valentino. Sabretmeliydi belki de biraz… Son bir saatini de verimli bir çalışma ile geçirmek isteyen Valentino, hemen arka masasından gelmeye başlayan garip sesler yüzünden işine bir türlü odaklanamıyordu. Dikkat dağıtıcı gereksiz şeyler yapmaması konusunda Damien’i kaç kere uyarmıştı oysaki. Ama durmuyordu küçük kardeşi; sürekli bir şekilde aynı ses tekrarlanıp duruyordu. Odağı tamamen dağıldıktan sonra derin bir nefes aldı Valentino ve arkasını dönüp Damien’i uyarmadan önce, bu aptal sesin ne olduğu anlamaya çalıştı. Ama sesin ne olduğunu anlayamadı. Bu sefer masaya vurarak ritim tutmuyordu Damien veya genelde olduğu gibi kontrolsüz şekilde bacaklarını titrettiği için yerden ses çıkartmıyordu. Gerçi dikkatini dağıtan sesin nasıl ortaya çıktığının bir önemi de yoktu. Yeter ki bu durum sona ersin diye düşünerek döner sandalyesini bir anda ve dehşet verici bir şekilde arkaya doğru çevirdi Valentino: – Ne halt yiyorsun yine Damien? – dedi ama Damien kafasını kaldırıp ona bakmamıştı bile. Valentino, “Hop! Kime diyorum ben? Dam!” diye sesini yükseltince ise kafasını kaldırıp Valentino’nun yüzüne bakmaya başladı Damien. Ama sanki boş bakıyordu, aklı orada değildi. Sadece oraya doğru bakıyordu. Gözlerinde ufacık dahi olsa mantık okunamıyordu. Bir yandan da o irite edici ses bir saniye bile kesilmemişti; devam ediyordu aralıksız şekilde. Valentino şaşkın bir şekilde kalktı ve Damien’in masasına, yanına doğru yürümeye başladı. O sırada Damien, Valentino’ya bakmıyordu hala; az evvel nasılsa şimdi de aynıydı duruşu. Valentino, Damien’in yanına geldiği zaman; kendisini rahatsız eden o sesin nereden geldiğini hemen anlayamadı. Sesin nereden geldiğini anlamak için, don gibi duran arkadaşının yanında, omuz hizasına kadar eğilmişti. Ses, sanki Damien’in masanın altında tuttuğu için gözükmeyen elinden geliyordu. Eğildiği yerden geri doğruldu Valentino ve Damien’i omzundan birkaç kere dürttü. Damien, çok derin bir uykudan uyanıp ayılmaya çalışır gibi kafasını sağa sola salladıktan sonra Valentino’ya döndü bir anda. Ama bir şey demeden kafasını önüne doğru geri çevirmişti; ses gelmeye de devam ediyordu ama biraz daha yavaşlamıştı. – Yarım saattir sana sesleniyorum Dam. Ne yapıyorsun? Yine olmayacak hayallerinin peşine mi düştün, ne bu dalgınlık? – Hayal mi? Çocukken, o masum kalplerimizle çokça isteyip kurduğumuz tek bir hayal bile gerçekleşmemişken; şimdi ne cesaretle hayal kurabiliriz ki Tino? – Gereksiz bir duygusallık var yine senin üstünde. – Duygularımı sildim attım ben artık. Tamamen… – Ne diyorsun? Ne oldu yine Dam? – Hiç. Hiçbir şey. Hiç, her şey… – Neyse Dam! Üzgünüm ama şimdi seninle uğraşamayacağım. Sadece şu aptal sesi durdurmanı söylemek için geldim. Hem o ses de ne? Damien, çıkardığı sesi bir anda durdurdu. Valentino’ya doğru bakmıyordu. Sadece avuçlarını sıkıyordu delicesine; öyle ki, kolları titriyordu. Omzu, trapez kası bile şişmişti. Birkaç saniye sonra, hiçbir şey olmamışçasına aynı ses yeniden duyulmaya başlayınca, Valentino “Yeter artık lan, sen laftan anlamaz mısın?” diye gergin bir şekilde seslenirken bir yandan da Damien’in üstündeki tişörtü ensesinin hemen altından eliyle topalak yapıp Damien’i olduğu yerden zorla kaldırmaya başlamıştı bile. Damien’i zorla ayağa kaldıran Valentino, gerginleştiği için bir anda yapmış olduğu bu hareketten dolayı pişman hissetti kendini. Damien’i ayağa kaldırırken ki vahşi bakışları kaybolmuştu çoktan; küçük kardeşine doğru şefkatli bir şekilde bakıyor, bir eliyle de az evvel buruşturduğu tişörtünü düzeltmeye çalışıyordu. – Hep benden daha iyiydin Tino. Hep… Daha güçlü, daha havalı, insanlar tarafından hep daha çok sevilen ve daha çok ilgili duyulan. – Ne alaka Dam? Ne diyorsun, inan anlamıyorum. – Gerçekleri anlatıyorum sadece. – Biraz da sesin nereden geldiğini anlatsan? – dedi Valentino, gereksiz duygusal konuyu kapatmaya çalışarak, esprili bir dille, hafif tebessüm ederek. Damien, bu soruya karşılık tek bir kelime dahi kullanmadan; daha deminden beri sımsıkı tuttuğu elinin avucunu Valentino’nun karın hizasına kadar havaya kaldırdı. Yavaşça açtı yumruk yapmış olduğu parmaklarını. Valentino, şok olmuştu. O da neydi öyle? Normal zarlara göre birkaç kat daha büyük bir çift zar vardı küçük kardeşinin avucunun içinde. Önce zara baktı, sonra Damien’e baktı. İnanmak istemiyordu; kumara, zar oyununa mı başlamıştı küçük kardeşi gerçekten… – Sana ilk ve son kez söylüyorum Damien! Şimdi o salak şeyleri bırakıyorsun elinden ve bir daha da görmeyeceğim tamam mı…– dedikten sonra bir eliyle, Damien’in açık tuttuğu avucuna doğru tokat savurdu Valentino. Tokat, tam eline değecekti ki; Damien, “Düşmesine izin veremem!” diye gergin bir tavırla seslenerek; az önce, elini gevşetmeden önce yaptığı gibi bir anda yumruk yaptı elini. Valentino’nun hafifçe salladığı tokadı, Damien’in yumruk yaptığı eline çarptı. Gözleriyle, Valentino’ya doğru sert bir şekilde bakıyordu Damien. Bu sert bakış, normal bir sert bakış gibi gözükmüyordu. Sanki çok büyük bir acı yaşamış da dudakları titremesin, yüz kasları boşa çıkıp bir anda ağlamaya başlamasın diye kendisini sıkan ve sırf bu yüzden sert bakan birisinin bakışlarıydı bunlar. Valentino, onu ilk defa bu şekilde görmüştü. Şok içinde olanları izlerken Damien, Valentino’nun karın hizasına kadar kaldırmış olduğu elini geri indirdi ve yavaş bir şekilde avucunu oynatarak iki zarın birbiri üzerinde hafifçe sürtünmesini bazense ufak ufak çarpmasını sağlamaya başladı. Bu şekilde, daha deminki gibi bir beş, on saniye daha durdular karşılıklı. Sonra Damien, hiçbir şey olmamışçasına masasına doğru dönüp sandalyesine oturdu; karşısındaki duvara boş boş bakmaya başladı ve elindeki zarlarla oynamaya devam etti. Şok geçiriyordu Valentino, minik kardeşi neler yapıyordu böyle… Şimdilik üstüne gitmeme kararı aldı; nasıl olsa her zaman olduğu gibi birkaç güne yanına gelir özür diler ve derdini paylaşırdı küçük kardeşi onunla. Saate baktı, mesainin bitimine henüz kırk beş dakika vardı ve bu sese bir beş dakika bile dayanamayacak durumdaydı artık. Üst yöneticilerinin, kendisi kadar istikrarlı çalışan birisine, tek sefere mahsus kırk beş dakikalık az mesai için bir şey demeyeceklerini düşündü ve masasına geçip eşyalarını topladı hızlıca. Ardından, çıkmak üzere ofis kapısına doğru yürürken, yanından geçtiği Damien’e doğru baktı, az önce nasılsa şu anda da öyleydi; boş gözlerle duvarı doğru izliyordu. Ofisten çıktıktan sonra, kapıyı geri kapatmadan evvel: – Ben gidiyorum Dam. Yarın görüşürüz, yarın seni böyle görmek istemiyorum. – dedi. Belki Damien bir şeyler der diye beklediği birkaç saniye boyunca da zar sesinden başka bir ses gelmemişti ofisten. “Peki, öyle olsun.” diye mırıldandı ve evine gitmek üzere kapıyı kapattı Valentino.
|
0% |