Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. BÖLÜM: "KOR ACI"

@ergnyusra

 

 

 

Burada Karia kurgumla beraber olacağımız için çok heyecanlıyım:)

 

 

Birlikte güzel bir yolculuğa çıkmaya hazır mıyız?

 

 

Hazırsak başlayalım o zaman:))

 

 

Lütfen oylamayı ve yorum yapmayı unutmayın:)

 

 

 

KEYİFLİ OKUMALAR

 

 

 

1.Bölüm: Kor Acı

 

3 Haziran, Perşembe

Bir bebek dokuz ay boyunca kaldığı ana rahminden çıktı. O bebeğin tiz ağlama sesi dünyada yankılandı. Evren birleşti. O bebeğin adını dünyaya kazıdı. Yeni bir hayat daha doğmuştu. Bir insanın ise aldığı son nefesler göğsünü parçaladı. Oluk oluk akan kanlar, ruhunun bedenden ayrılmasına neden oluyordu. Hayatı bitiyor, bu dünyadaki vaadi doluyordu. Evren parçalanıyor, adı dünyadan siliniyordu. Gök ikiye ayrıldı ve o insanın ruhu sonsuzluğa doğru uçtu. Bir insan doğdu, bir insan öldü.

Canım yanıyordu. Göğsümün ortasında dayanılmaz bir acı vardı. Bir zehir gibi usul usul tüm ruhuma yayılıyor ve beni her an ölüme biraz daha yaklaştırıyordu. Ruhuma işleyen zehri, yüreğimdeki acı besledi. Kalbimin kabul etmek istemediğini, mantığım kabul ederek yüreğime ateş düşürmüştü. Dermanı kalmamış bedenimi, koluma giren iki komşumla zor ayakta tutuyordum. Gözlerimin pınarları ağlamaktan kurumuştu. Etrafa boş ve ruh gibi bakan gözlerim, hiç kimseyi görmüyordu. Tek görebildiğim acımdı.

"Metanetli ol kızım!" diyen kolumdan tutan yan komşumuz Aynur ablaydı. O an metanetin benim için hiçbir anlamının ve gerekliliğinin olmadığını söylemek istedim ama bir mengene gibi birbirine kenetlenen dudaklarım aralanmadı. İmam duasını bitirince birkaç kişiyle beraber bana baş sağlığı dileyip, gitmişlerdi. Kollarımı Aynur abla ve Sevgi teyzeden kurtarıp, kara toprağa yaklaştım. Toprağın altında canımdan iki parça yatıyordu. Ecel onları benden zamansız almıştı. Olduğum yere çöktüm. Henüz sıcak olan toprağa dokundum. Altında anne ve babamın bedenleri vardı. Artık nefes alamıyorlardı. Bedenleri sıcak değil, buz gibi soğuktu. Gözümden düşen yaş dudağıma doğru yol aldı. Kolumun üstüne düşen o yaş, tüm bedenimi yaktı.

Cılız bir sesle, "Anne, baba…" diyebildim. Hastane koridorunda aldığım haberle çığlık çığlığa ağladığım için boğazım yanıyordu. Ancak boğazımı acıtan ses tellerimi yormam değildi; oraya oturan, acıyla kaplı sert yumruydu. İsyan etmek istiyordum, bağırmak, çağırmak, her şeyi yakıp, yıkmak istiyordum ama yapamazdım.

Omzuma dokunan elle bakışlarım arkama kaydı. "Hadi gidelim." diyen Mert'ti. Kafamı belli belirsiz salladım ve bedenimi yerden kaldırmasına izin verdim. Siyah elbiselerim annem ve babamın toprağına bulanmıştı. Mert beni kollarının arasına aldı ve beraberinde yürütmeye başladı. Babamın yakın arkadaşının oğluydu. Üstelik çocukluk arkadaşımdı. Ardımızdan Mert'in anne ve babası Handan teyze ve Oktay amca, bir de komşularımız Aynur abla ile Sevgi teyze geldi. Arabaya bindiğimizde, kendi evlerine gitmeyi teklif etseler de ben, kendi evime gitmekte diretmiştim. Yaşadığımız mahalleye gelince araba bir zamanlar sıcacık, huzur kokan, iki katlı, küçük ama şirin evimizin önünde durdu. Arabadan indiğimde, beni daha fazla taşıyamayan bacaklarım yüzünden Mert beni kucağına aldı. Handan teyze kapıyı açtı ve Mert'in beni odama kadar taşıması için kapıdan çekildi. Mert merdivenlerden çıkıp, odama girdi. Beni yatağıma yatırıp, "Ben buradayım, bir şey olursa söylersin." dedi.

Kafamı olumsuz anlamda salladım. "Sen çık, biraz yalnız kalmak istiyorum." dedim.

"Melek..."

"Lütfen Mert." Pes ederek yanıma geldi ve saçlarıma küçük bir öpücük bıraktı.

"Biz aşağıdayız." dedi ve bana son kez bakıp, odadan çıktı. Yatağımda yan dönerek cenin pozisyonu aldım ve iki elimi bacaklarımın arasına sıkıştırdım. Benim artık bir annem ve babam yok muydu? Ben kimsesiz mi kalmıştım? İçimi yakan acı gerçek gözlerimde birikti. Yaşlar akmaya hazır bekliyordu. Acıyan gözlerimi kısa bir an yumdum. Geri açtığımdaysa yataktan doğruldum. Onların odasına gitmek için iki adım attım fakat bedenimi ayakta tutamayarak yere çakıldım. Yine de pes etmedim. Emekleyerek ve sürünerek de olsa odamdan çıkıp, onların odasına girdim. Yatağın ucuna kafamı yasladım.

"Neden beni yalnız bıraktınız? Hani hep yanımdaydın baba?" Gözümden düşen yaş zemine sertçe düştü ve dağıldı; tıpkı dağılan kalbim gibi. Yatağa tırmandım ve annemle babamın en son üzerlerinden dün çıkardıkları geceliklerini sineme koydum. Hala kokuları duruyordu. Derin bir nefes aldım. Daha fazla tutamadığım hıçkırıklarım boğazımdan firar etmeye başladı. Yüzümü bez parçalarına gömdüm ve onların sıcaklığını aradım fakat yoktu. Bez parçaları bile bedenleri gibi artık soğuktu. Sadece kokuları vardı ama o da zamanla kaybolup, gidecekti. Nefes almamı zorlaştıran kıyafetler, sesimin boğuk çıkmasına ve ciğerlerimin nefessizlikten yanmasına neden oluyordu. Gözlerimi yumdum ve sonsuz bir karanlığın beni alması için dua ettim.

"Anne! Baba!" diyerek uykumdan fırlayarak uyandım. Nefes nefese kalan göğsümü düzene sokmaya çalıştım. İki gündür olduğu gibi yine, rüyamda anne ve babamı görmüştüm. Onları evden son kez uğurladığım anı tekrar tekrar yaşadım. Arkadaşlarının doğum günü partisi için hazırlanıp evden çıkarken; ışıl ışıl parlayan gözlerini, sıcak gülümsemelerini ve hareket eden bedenlerini son kez görüşüm olduğunu bilmeden onlara sıkı sıkı sarılıp evden uğurlamış, gelmemi isteyen ısrarlı tekliflerini, araştırmam gereken davayı öne sürerek geri çevirmiştim. Ancak son iki gündür keşkelerin verdiği pişmanlık zihnimi ele geçirdi. Keşke ben de gitseydim. Onlarla, o arabada son nefesimi vermeyi isterdim. Tamamen ölü olmak, yaşarken bir ölüye dönüşmekten daha iyiydi.

Yataktan çıkacağım sırada yerdeki kıyafetleri fark ettim. Anne ve babamın gecelikleriydi. Onları hemen yerden alıp, güzelce katladım ve son kez koklayıp, yatağa bıraktım. İki gündür çıkmadığım yataktan bugün çıkma vaktiydi, bugün mahkeme vardı. O katilin ceza alacağı gündü, bunu kendi ellerimle sağlayacaktım. Katildi çünkü alkollü araba kullanarak benden bu hayattaki en değerli iki varlığımı almıştı. Keşke o kazada ölen anne ve babamın yerine, o katil olsaydı.

Anne ve babamın odasından çıkıp, kendi odama girdim. Kısa bir duş aldıktan sonra, resmi bir şekilde giyindim. Kumaş pantolonum ve beyaz gömleğimin üstüne ceketimi de alıp, aşağı indim. Artık soğuk ve ruhsuz olan evimizin dağınıklığı umurumda değildi. Kahvaltıdan birkaç lokma atıştırıp, evden çıktım. Ruhum gibi bedenim de güçlü olmalıydı. Arabaya atladım ve adliyeye doğru sürdüm. Kısa sürede vardığımda indim ve cübbemi giymek için adliyenin odalarından birine girdim. Bugün, ailemin ölümünden sorumlu olan o katilin davasını ben görecektim. En fazla cezayı almasını sağlayacaktım ve bu konuda asla acımayacaktım. Elime aldığım cübbemle burukça gülümsedim. Ben bunun için avukat olmayı seçmemiştim. Heyecan ve büyük bir istekle okuduğum bu bölümü, böyle kullanacağımı hiç düşünmemiştim. Ben bu mesleği haksızlığa uğrayan insanlar için yapacaktım, ailemin vefatının suçlusu olan katile ceza verdirmek için değil. Daha fazla düşünmeyi bıraktım ve cübbeyi üzerime geçirdim. Elime tüm gerekli belgeleri alıp, odadan çıktım. Adliye koridorlarında yürürken başım dik, bakışlarım ise buzdu.

Duruşmanın başlamasıyla mahkeme salonuna girdim. Karşımda başı önde duran adamı parçalamamak için tırnaklarımı avuç içime batırdım. Dişlerimi öfkeyle sıktım ve sık nefesler alıp, vermeye başladım. Öfke bedenimi kor bir alevin içindeymiş gibi yakıyordu. Gözlerimi yumdum ve derin bir nefes alarak daha sakin bir şekilde açtım. Sakin olmalı ve öfkemi kontrol etmeliydim. Hakim yerine geçerken, duruşmayı başlattı. Her şeyi baştan sona anlattım. Tüm avukatlık dilimi kullandım ve katilin kameralara yakalanan kaza anını, hastanedeki alkol aldığına dair gerekli rapor ve delilleri sundum. Kendimden emin ve sert duruşumla gereken her şeyi yaparak; on üç yıl, beş ay ceza almasını sağladım. Azdı. Ailemin ölümüne neden olan bu adamın ve onun gibilerin müebbet cezası alması gerekiyordu. Çünkü onun yaptığı, içki içerek bile bile birilerini öldürmeye teşebbüs etmekti. O kafasını alkol ile bulandırıp, o halde araba kullanırken; birilerini gözden çıkarmış, öldürmeye niyetlenmişti. Bu, eline silah alıp, birini öldürmekten farksızdı. Adamın bana attığı kısa, mahcup bakışlara küçümseyen bakışlarımla karşılık verdim. Eli kelepçelenerek götürülen katil zanlısıyla beraber, mahkeme salonundan çıktım.

Yanıma gelen Mert beni kollarının arasına aldı. "İyi misin?" diye sordu.

Benden ayrıldığında koyu kahverengi gözlerinin içine baktım. "İyi değilim ama içim rahat." diyebildim.

"Sen tanıdığım en güçlü kadınsın Melek." dedi. Tebessüm etmeye çalıştım ama yapamadım. Ben ailemin ölümünden sonra gülmeyi de unuttum. Şen kahkahalarım ailemle berber o toprağın altında kaldı.

"Bu gece bizde kal kızım." diyen Oktay amcaya kafamı olumsuz anlamda salladım.

"Teşekkür ederim Oktay amca ama ben evime gitmek ve biraz daha yalnız kalmak istiyorum."

Yanıma gelen ve elimi şefkatle tutan Handan teyze, "Sakın kendini yalnız hissetme güzelim. Biz hep buradayız, yanındayız." dedi.

Sadece, "Biliyorum." diyebildim

Eve geldiğimde kendimi külçe gibi koltuğa bıraktım. Kafamı geriye doğru yaslarken, gözlerimi yumdum. Hayat benim için akmaz, zaman geçmez olmuştu. İçimdeki acı ise asla dinecek gibi değildi. Bundan sonra ne yapacağımı bilmiyordum. Artık bu hayatta tek başımaydım. Kapının çalmasıyla yumduğum gözlerimi açtım. Gelen babamın işlettiği, kendi çapında küçük fabrikasının yıllarca avukatlığını yapan Rasim amcaydı. Aynı zamanda babamın kişisel avukatıydı. Babacan bir tavırla, "Merhaba kızım, nasılsın?" dedi.

Onu içeriye davet ederken, "Teşekkür ederim Rasim amca. Sen nasılsın?" dedim.

Salona geçti ve oturdu. "Sağ ol kızım, iyi olmaya çalışıyoruz." dedi. O da babamın ölümüyle sarsılmıştı. Babama her zaman baba, bana da bir dede gibi olmuştu.

"Bir şey içer misin?"

"Hayır, kızım, gel şöyle otur." dedi ve evrak çantasını açtı. Geçip karşısına otururken bana iki tane zarf uzattı.

"Bunlar ne?" diye sordum. Soru dolu bakışlarımı zarflardan çekip, Rasim amcaya çevirdim.

"Şu sarı zarftaki babanın vasiyeti, diğeri ise babandan bir mektup." dediğinde şaşırdım. Babam bana mektup mu yazmıştı? Ama neden?

Rasim amca ayaklanırken, "Ben gideyim artık. Bir sorunun, sıkıntın olursa; bana gelmekten çekinme kızım." dedi. Ona minnetle bakıp, kafamı salladım. Rasim amcayı uğurladıktan sonra tekrar oturdum ve zarfları elime aldım. Vasiyetin olduğu zarfı es geçip, mektubu açtım. Beyaz kâğıdın üstünde, bir inci gibi duran babamın el yazısını görünce gözlerim doldu.

Fısıltıyla, "Babam…" dedim. Derin ve titrek bir nefes verip, mektubu okumaya başladım.

"Canım kızım, Ahu gözlüm,

Bu mektubu okuyorsan, demek ki bu dünyadaki vadem dolmuş, ben artık hayatta değilimdir. Biliyorum, sana neden böyle bir mektup bıraktığımı merak ediyorsun. Bunun nedenine geçmeden önce sana şunları söylemek istiyorum Ahu'm, üzülme. Ardımdan çok ağlayıp, o güzel gözlerini yorma. Her daim güçlü, dimdik ayakta dur. Yaşarken daima arkandaydım, ben olmasam da arkanda olduğumu ve seninle her zaman gurur duyduğumu bil. Sen bu hayatta başıma gelen en güzel şeylerden bir tanesisin. Benim özel ve güzel meleğimsin."

Acı bir hıçkırık dudaklarımdan koptu. Evin duvarlarına çarparak, kulağımda yankılandı. Elimi acılar içinde kıvranan kalbime götürdüm ve avucumla göğsüme bastırdım. Acı giderek dayanılmaz bir hal alıyordu. Sanki tüm bedenimi parçalara ayırıyor, beni yavaş yavaş yok ediyordu. Sonunda dinen hıçkırıklarımın ardından gözlerimi kuruladım ve tekrar mektubu okumaya koyuldum.

"Bu mektubu senden yıllarca gizlediğim bir şeyi söylemek için yazdım. Yaşarken yüzüne söyleyemedim, affet beni kızım. Lütfen öğrenince bana kızma, olur mu? Sen küçükken hep bana ‘Neden diğer çocuklar gibi bir dedem, babaannem veya anneannem yok? Olsalardı, ben de arkadaşlarım gibi onlarla parka giderdim’ derdin. Bunun eksikliğini hep yaşadın, biliyorum. Annenin kimsesi yoktu, o yetiştirme yurdunda büyümüştü ama benim bir ailem vardı..."

Duraksadım. Kaşlarım çatıldı. Babamın bir ailesi mi vardı? Ama bana kimsesinin olmadığını, ailesini uzun zaman önce kaybettiğini söylemişti. Gözlerimin önüne gelen anıyla, boğazıma acı bir yumru daha oturdu.

***

Küçük kız, koltukta oturan ve gazetesini okuyan babasının yanına gitti. "Baba!" diye seslendi.

Yakışıklı adam yüzündeki güzel tebessümüyle ahu gözlüsüne baktı. "Efendim Ahu'm," dedi.

Minik kız kaşlarını çatarak, küskün bir ifadeyle konuştu. "Benim neden bir dedem, babaannem ya da anneannem yok? Mert ve Deren'in var. Onları bazen okuldan almaya geliyorlar. Hem onları parka da götürüyorlar. Mert ve Deren tatillerde dedesinin evinde kalıyor, benim neden yok?"

Adam hüzün dolu gözlerini kızından kaçırdı. İçindeki acı yine gün yüzüne çıkmıştı. Ondan bir cevap bekleyen kızını kucakladı ve bir dizinin üzerine oturttu. "Annenin kimsesi yoktu kızım. O, yetiştirme yurdunda büyüdü ve ailesini hiç tanımadı." diyen adam güzel gözlü kızını saçlarından öptü.

Bu sefer, "Peki ya senin anne ve baban nerde?" diye sordu.

Adamın dudaklarında da gözlerini aratamayacak acı bir tebessüm vardı. "Onlar da uzun zaman önce öldüler," dedi. Sarf ettiği sözler adamın ağzını ve dilini yaktı ama başka çaresi yoktu. Kızına gerçekleri şu an anlatamazdı. Melek babasının üzüldüğünü görünce minik elini yanağına koydu ve babasının pürüzsüz tenini okşadı. "Ama istersen sen de tatillerde, Mert ya da Deren ile birlikte dedesinin evine gidebilirsin. Hem onlar da seni çok seviyor." Kızına bu eksikliği yaşattığı için ne kendisini ne de babasını affetmeyecekti.

Yüzü aydınlanan Ahu Melek çocuksu bir coşkuyla, “Gerçekten mi?" dedi. Tarık kızının küçük burnunu hafifçe sıktı ve kendi gözleriyle aynı renkte olan kurşuni gözlerinin içine baktı.

"Gerçekten."

***

O gün babamın gözlerinde beliren acıyı anlayamadım fakat bugün daha net anlıyordum. Nedenini ise az sonra öğrenecektim. Elimdeki mektubu okumaya devam ettim.

"Evet, benim bir ailem var. Senin bir babaannen, deden, iki amcan ve bir de halan var kızım. Daha önce sana söylemememin ve bunca sene onlarla neden görüşmediğimin nedeni, annenle evlenmek istememdi. Ben annenle, İzmir'de okuduğum dönemlerde tanıştım, biliyorsun. Okul bittikten sonra onunla, ailemin karşısına geçtim ve onunla evlenmek istediğimi söyledim. Babam buna karşı çıktı. Kendi topraklarından olan bir kızla beni evlendirmek istiyordu. Anneni hiçbir zaman istemedi ama ben ondan vazgeçemezdim. Babama rağmen annenle gizlice evlendim. Deden kabullenmese bile sesini çıkarmadı fakat bir süre sonra annenin görmezden gelinmesine, dışlanmasına dayanamadım ve sevdiğim kadını da alıp, o toprakları terk ettim. Babam beni reddetti ama bu benim umurumda olmadı. Beni anlamayan ve kararıma saygı duymayan babamı ben de sildim. Annenle İzmir'e yerleşip, yavaş yavaş burada bir düzen kurmaya çalıştık.

Birkaç ay sonra da annenin sana hamile olduğunu öğrendik. O an dünyalar benim oldu. Evlat duygusunu ilk defa o gün hissediyordum. Bununla beraber belki yumuşar ve barışırız diye babamlarla konuşup, arayı düzeltme kararı aldım. Ama bir gün eve geldiğimde, anneni yerde kanlar içinde yatarken buldum. Babamın gönderdiği iki adamın anneni korkutması sonucu kanaması oldu. Hayatımda ilk defa bu kadar korktum.

Anneni hastaneye götürdüğümde, şükür ki sana bir şey olmadığını öğrendim. Hayata tutunmuş, dünyaya gelmeyi bekliyordun. O gün babamla barışma kararımdan vazgeçtim ve onları tamamen sildim. İzimizi kaybettirmek için Düzce'ye yerleştik, burada yeni bir hayat kurduk. Sonra sen doğdun ve hayatımız daha da güzelleşti ama gözü yaşlı annemi ardımda bıraktığım için asla içim rahat etmedi. Üstelik seni sürekli görmek, annemi bana hiçbir zaman unutturmuyordu. Çünkü sen gözlerin hariç, her şeyinle babaannene benziyorsun.

Babaannen çok yufka yürekli ve merhametli bir kadındı. Seni tanısaydı, eminim ki çok severdi. Bir de Mehmet amcan var; çok yürekli bir adamdır ve onun da seni çok seveceğinden şüphem yok. Amcanın bir de Demir adında bir oğlu vardı. Sonra evin küçük erkeği Sadık amcan… Biraz asabiydi ama o da iyi bir insandır. Halan Narin ise tam bir cimcimeydi. Asla benim ve Mehmet abimin peşinden ayrılmazdı. Hepimiz dedenin hırsının ve inatçılığının kurbanı olduk. Hani sana hep huylarını dedenden almışsın derdim ya, işte inatçı yapın da onunla aynı.

Bunları sana daha önce anlatamadım ama kimsesiz olmadığını, Urfa'da büyük bir ailenin olduğunu bilmeni istiyorum. Git kızım! Benim doğup büyüdüğüm, oynadığım o topraklara, o konağa git. Babam, nam-ı diğer Haşim Ağa’nın da seni çok seveceğine eminim. Babam serttir, inatçıdır ama iyi bir yüreğe sahiptir. Sadece ona karşı gelmemi hazmedemediği için benimle inatlaştı. Bizim oralarda babaya, büyüğe asla karşı gelinmez ve benim bunu yapmam onu öfkelendirdi. Bense aşkıma sahip çıktım. Keşke deden beni anlasaydı, bana karşı çıkmak yerine arkamda olsaydı; şu an ne ben onlardan uzak yaşardım ne de sen aileni tanımadan büyürdün. Eğer onların yanına gidersen, onları çok sevdiğimi söyle. Anneme hakkını helal etmesini ve beni affetmesini söyle kızım. Umarım beni bir gün affederler.

Seni çok seven baban, Tarık ASİLKAN."

Okuduğum her bir satırda biraz daha şaşırdı. Babamın bir ailesi vardı. Bunca sene benden gizlemişti. Ben onların yokluğuyla büyümüştüm. Ancak babama kızamadım. O, sadece sevdiği kadınla evlenmek istemişti ama dedem, Haşim Ağa her şeyi mahvetmişti. İçimin öfkeyle dolduğunu hissettim. Bunu yapmaya hakkı yoktu. Ani bir kararla ayaklandım ve odama çıktım. Kendime küçük bir valiz hazırladıktan sonra arabamı garaja koyup, bir taksiye atlayıp otogarın yolunu tuttum. Madem onlarla tanışmamı istiyordu, o zaman Haşim Ağa’yla tanışacaktım! Mektupta bir dipnot olarak bırakılan adresle, gideceğim yol belliydi.

Otobüs ile önce Zonguldak'a geldim. Düzce'de havaalanı yoktu, bu nedenle Zonguldak havaalanından ilk uçakla Urfa'ya gitmek için biletimi aldım. Uçağın kalkış saatinin yaklaşmasıyla bindim ve yerime geçip, oturdum.

***

Bastığım bu topraklar bir zamanlar babamın gülüp, oynadığı yerlerdi. İçimi derin bir özlem sardı. Aynı zamanda içimde oluşan aitlik hissini tuhaf karşıladım. Ben hep buraya aitmişim gibi hissettiren o duyguyu anında yok ettim. Taksiden inip, o büyük konağa yürüdüm. Burayı bulmak zor olmamıştı. İnsanların çoğu babamın ailesini tanıyordu. Taksiciye Asilkan Konağı dediğimde, başka bir şey söylememe gerek kalmadan kendimi burada bulmuştum. Konağa yaklaştıkça kalp atışlarım hızlandı, adımlarım ise yavaşladı. İçeride beni neyin beklediğini bilmiyordum.

Akşam güneşinin ateş kızılı, tüm Urfa'ya yayılmıştı. Tıpkı patlayan bir bombanın ardında bıraktığı alevlerin rengi gibi... Birazdan bu alevler karşımdaki konağı saracaktı. Çünkü ben dudaklarımın arasında bir bomba tutuyordum ve az sonra bu bombanın pimini çekecek, karşımdaki büyük konağın ortasına atacaktım. Kapıda duran iki adam vardı.

Beni fark edince içlerinden biri, "Buyur bacım." dedi.

Çenemi havaya diktim ve "Ben Haşim Ağayla görüşmek istiyorum." dedim.

"Kimsin?" diye sordu. Gözleriyle beni tartıyordu.

Kararlılıkla, "Kim olduğumu Haşim Ağa’ya söylerim." dedim.

"Haşim Ağa’yla şu an görüşemezsin. Şimdi git, daha sonra gel." diyen adama sertçe baktım.

"Haşim Ağa’yla görüşmek istiyorum!" diye direttim. İçeri gireceğim sırada diğer adam kolumdan tuttu.

"Bırak beni!" diye bağırdım. Adam beni savurarak bırakınca ona öfkeyle baktım.

"Sana şimdi git, daha sonra gel dedik! Haşim Ağa şu an ailesiyle yemek yiyor ve rahatsız edilmek istemez." O sırada içerden gelen kahkaha sesleri dikkatimi çekti. Bu adam ne derse desin, içeri girecektim ve belki de bu kahkahaların sonunu getirecektim. Konağın büyük ve yüksek kapısı açılınca içerden genç bir adam çıktı.

"Ne oluyor Mahsun? Bu bağrış sesleri de ne?"

Mahsun, adamın önünde saygılı bir pozisyona geçip, ellerini birleştirdi. "Demir Ağam bu kadın Haşim Ağa’yı görmek istiyormuş." dedi.

Demek Demir buydu. Keskin bakışları bana döndü ve beni baştan aşağı süzdü. Rahatsız olsam da belli etmedim ve kendimden emin duruşumu korudum. Kuzenim olacak Demir ağa koyu kahverengi gözlerini gözlerime sabitledi.

"Kimsin sen?" gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. Bunu sormak yerine beni içeri alsalar sorun çıkmayacaktı.

"Kim olduğumu bir tek Haşim Ağa’ya söyleyeceğim.”

Tek kaşını kaldırıp alayla, "Bak sen!" dedi. Öfkeyle yanan gözlerimi sert ve delici bakışlarına yönelttim. Tam ağzımı açıp, konuşacağım esnada, içerden gelen sesle susmak zorunda kaldım.

"Demir, ne oluyor oğlum?"

Bana son bir bakış atan Demir, kapıyı aralık bırakıp, içeri girdi. Sesleri net duyabiliyordum. "Bir kız gelmiş, seni görmek istiyor dede."

"Kimmiş?" diyen yaşlı adamın sesiyle daha da öfkelendim. Bu adam anneme eziyet etmiş, babamın yıllarca aile hasretiyle yaşamasına neden olmuştu.

Demir, "Bilmiyorum, söylemiyor. Kim olduğunu bir tek sana söyleyecekmiş." dedi.

"Al içeri oğul. Kimmiş bu kız, öğrenelim."

Birkaç saniye sonra, kapıda görünen keskin bakışların sahibi Demir Ağa kabaca, "Geç!" dedi.

Onun bu sert ve kaba tavrına içimden sabır çekerek girdim. Girerken ona alayla bakmayı da ihmal etmedim. Yüzü öfkeyle gölgelendi. Büyük bir avlu beni karşılayınca bakışlarımı etrafta gezdirdim. Sanki babamdan bir iz, bir parça bulabilecekmişim gibi, konağın taşlarına gözlerimle dokunmaya devam ettim.

"De hele kızım, kimsin sen?" diyen yaşlı adamla gözlerim, avluda duran büyük yemek masasına kaydı. Bakışlarım hemen, benimle aynı gözlere sahip olan adamı buldu. Gördüklerimle gözlerim doldu. Karşımda duran yaşlı adam, adeta babamın kopyasıydı. Yaşlı olmasına rağmen, dağ gibi dik bir duruşu vardı. Gözlerimi gören Haşim Ağa’nın yüzü bir an sarsıldı. Anladı mı, bilmiyorum ama sessizce cevap vermemi bekledi. İnatçı, sert ve hırçın bakışlarımı aldığım adam karşımdaydı! Ben de ondan aldığım bakışlarımı, öteki aile fertlerinde dolaştırdım. Yaşlı adamın yanında oturan ve benim yaşlanmış halim gibi gözüken kadın, babaannemdi. Babamın da dediği gibi, ona gerçekten çok benziyordum. Ensesinde topladığı kırlaşan saçlarının kıvırcıklığı bile benimkilerle aynıydı. Daha sonra babamdan birkaç yaş büyük görünen, kırlaşmış saçları, kahverengi gözleri ve uzun kemikli yüzü olan adama döndüm. Amcam Mehmet olmalıydı. Yanında oturan kadın ise sanırım karısıydı. Sert bakışları ve asık suratıyla duran adam da küçük amcamdı. Masa da gençten iki kişi daha vardı.

Sadık amcam, "Söylesene artık! Kimsin sen?" diye çıkıştı. Bakışlarımı hepsinden ayırdım ve sadece Haşim Ağa’ya baktım. Başımı ve omuzlarımı dik tutarak, dudaklarımın arasındaki bombanın pimini çektim.

"Ben Ahu Melek Asilkan. Tarık Asilkan'ın kızı."

Sesim tüm konağın duvarlarında yankılandı. Tek bir kişi hariç herkesin gözleri şaşkınlıkla açılmıştı. Haşim Ağa’nın ise gözleri acıyla kısıldı. Gözleri gibi yüzüne de yayılan acıyı, öfkeyle izledim. Babamı yıllarca ailesiz bırakan ve çocukluğuma bir dedeyi, babaanneyi çok gören bu adama karşı içim öfkeyle dolu olsa da yüreğimin bir köşesinde, babama çok benzeyen bu adama karşı başka duygular da vardı. Yanıma gelen babaannem, dudaklarından kaçan hıçkırığını eliyle bastırdı. Karşımda durduğunda gözlerimin içine şefkatle baktı.

"Sen gerçekten Tarık'ımın kızı mısın?" dedi. Kafamı evet anlamında salladım. Dudaklarında beliren buruk bir gülümsemeyle, "Gerçi sormama gerek yok ki! Onun kızı olduğunu gözlerin söylüyor." diye devam etti.

Babaannem elini kaldırıp saçlarıma dokunacakken Sadık amcam, "Dur anne!" dedi. Öfkeyle yanan ela gözlerini üstüme dikti ve yanımıza geldi. Bana büyük bir hışımla bakıyordu.

"Sadık!" diyen annesini umursamadı.

"Defol git buradan! Yıllar önce giden baban gibi, sen de defol!"

Adeta babama olan öfkesini, kinini kusuyordu. Duruşumu dikleştirdim ve aynı öfkeyle karşımdaki adama baktım. "Sakın bir daha bana sesini yükseltme!" diye bağırdım. O kimdi ki bana bu muameleyi gösteriyordu? Benden böyle bir şey beklemiyor olacak ki bir an şaşırdı.

Sonra dişlerini sıkarak, "Bak hele! Sen de baban gibi dişlisin demek!" dedi.

Aynı alaylı yüz ifadesiyle ondan korkmadığımı göstererek, kafa tuttum. "Babama çektiğim doğrudur. Bu, bana ancak gurur verir."

Sadık'ın öfkesi daha da harlanırken, bana doğru atılacağı sırada, "Yeter Sadık!" diyen Haşim Ağa’nın gür sesiyle durdu. Gözleriyle son kez öfkesini kusup, arkasını dönüp gitti. Babaannem bir kere daha bana yaklaştı fakat bu sefer dokunmak gibi bir girişimde bulunmadı. Gözleri yine dolmuştu. Umutla, "Peki ya baban nerede? O da geldi mi?" diye sordu.

O an benim de karşımdaki yaşlı kadın gibi, gözlerim doldu. Beni bir tek bu acı yıkardı, bir tek ailemin ölümü beni güçsüzleştirirdi. Dudaklarımı araladım ve yüreğimdeki kor ateşi dışarıya akıttım. Tam o an pimini çektiğim bomba patladı. Kızıl ışıklar saçan güneş gibi, tüm konağı harlı ve kızıl alevler sardı. "Babam öldü!"

Kısa bir süre rahatsız edici bir sessizlik oldu. Kulağımda rüzgârın uğultusu ve zayıflayan kalplerin sesi vardı. Yüzüme gelen kıvırcık saçlarımı çekmedim. Buğulanan gözlerimin arasından, şoka giren bu insanlara baktım. Patlayan bombanın sesi, babaannemin çığlığı ve feryadına karıştı. "Oğlum!"

Gözlerimden yaşların akmaması için direndim. Babaannem yere düşeceği sırada onu kolundan tuttum. "Babaanne!" diye atılan Demir de onun diğer koluna girdi. Göz göze geldiğim adam, bana az önceki gibi sert bakmıyordu. Onun da gözlerinde hüzün vardı.

"Oğlum! Ben sana doyamadan, sen kara toprağa mı girdin yavrum?" diyen babaannemin feryadıyla daha fazla kendimi tutamayarak, yaşların akmasına izin verdim. İçi parçalanan kadın çığlık çığlığa ağlıyordu. Bakışlarım Haşim Ağa’ya takıldı. Put gibi, öylece duruyordu. Hiçbir tepki vermiyordu. Bir an sonra elini kalbine götürdü, rengi bembeyaz oldu.

Geriye doğru düşeceği esnada, "Baba!" diye bağıran Mehmet amcam da onu tuttu. Herkes onun başında toplanırken, bense bu eve attığım bombanın etkilerini izledim. Alevler her yeri kuşatmış, yüreklere bulaşmıştı...

 

 

 

İNSTAGRAM HESABIM: yusraergn

TİKTOK HESABIM: yusraergunkitaplari

 

oylamayı unutmadık değil mi? :)

 

 

 

 

Loading...
0%