
Çocukları önüne katan Alaz saklanarak ilerliyordu. Onların arkasında ise Anna ve Dieter vardı. Gökyüzü ise yıldırım benzerinde gürültü ile yankılanıyordu. Geceyi aydınlatan patlamaların ardı arkası kesilmiyordu.
Protekthos, kötü adamları etkisiz hale getirdikten sonra durmamıştı. Kontrolünü kaybedip önüne gelen her şeyi yok etmeye başlamıştı. Oysa o kitabın yeni sahibini dinlemesi gerekiyordu. Rahsira’yı yeniden aktif eden Can’dı. Onu gördüğünde durması gerekiyordu. Bunu yapmak yerine etraftaki masum insanlara saldırmayı seçti.
“Tüm düşmanlar yok edilmeli!” diyerek bulduğu her aracı insanlara fırlatıyordu. Lontelius ise onun attıklarını etkisiz hale getiriyordu. İnsanları korumak için elinden geleni yapıyordu. Gökyüzünde birbirlerini kollarından yakaladılar. Lontelius, ona, “Dur!” dedi. “Onlar senin düşmanın değil!”
“Onlar yok edilmeli. Burası kötü insanlardan arındırılmalı.”
“Kötü olanları etkisiz hale getirdin. Başka düşman kalmadı. Artık durmalısın.” O bunları söylerken bir yandan süper ötesi itici gücünün önünde set kurmaya devam ediyordu. Eski günleri hatırlatıp aklındaki kopukluğu düzeltmeye çalışıyordu. “Hatırla! Onlar Priene saldırdıklarında seni çağırmıştım. Bu bölgenin bir koruyucusu olmalı demiştim. Ardından sen gelmiştin, hatırla!”
Zihninin içinde bir şeyler aramaya çalışan Protekthos, istediğini bulamayınca sinirlendi. Söke’yi göstererek, “Kitabın seçtiği insana zarar verecekler,” dedi. “Onları yok etmeliyim!”
Başarılı olamadığını anlayan Lontelius yeni şeyler söylemek istedi ama o bunu dinlemedi. Lontelius’u kollarından tutarak topladığı güç ile kafa attı. Arkasından gidip birkaç kez daha yumrukladı. Son hızda yere çakılan Lontelius, yerde hareketsiz yatıyordu. Onun yanına geldi. “Karşıma çıkma! Bırak da görevimi yapayım. Buraya ne için geldiğimi biliyorum. Yeni seçilmiş olan efendimi korumam gerekiyor. Daha önce yaptığım gibi.”
Biraz olsun şiddetli düşüşün etkisinden kurtulan Lontelius başını kaldırdı. “Onu kurtardın. Artık durman gerekiyor.”
“Duvar içindeki herkes ölmeli.”
“Onlar masum insanlar. Priene zamanındaki Lidyalılar ve Persler gibi düşmanımız değiller.”
Kaşlarını çatıp düşünmeye başladı. Sanki bir şeyler hatırlıyor gibi görünüyordu. Lontelius daha çok hatırlaması için birkaç şey daha söylemek istedi. Protekthos ise başını çevirdi. Uzaklardan bir ses duymuş gibiydi. Can’ın yere düşüp bacağını incitmişti. Bağırdığı için onu duymuştu. Protekthos, Lontelius’a dönüp bir yumrukta bayılttı. Ayağa kalkıp uçarken kendisine ateş açıldı. Bunun nereden geldiğini gördü. Karanlık gecede mermilerin geliş yeri belli oluyordu. Avuç içini oraya hedefleyip ateş etti. Ufak bir yangın çıkmış, duman yükseliyordu. Oradan ayrılan Protekthos, düşman gördüğü insanlara saldırmayı bırakmıştı. Her yerde yeni seçilmiş olan kişiyi arıyordu.
Anna ve kardeşi ellerinde silahlar ile sokakta görünmeden ilerlemeye çalışıyorlardı. Dakikalar önce dikkatleri dağılıp Alazları gözden kaybetmişlerdi. Bu sırada tepeden inen Protekthos’u gördüler. Ondan kaçmak için ara sokaklara sapıyorlardı. O ise kahkaha atarak, “Benden kaçamazsınız!” diyordu. “Seçilmiş insanı esir ettiniz. Cezalandırılmayı hak ediyorsunuz.”
Schmidt kardeşler arabalardan birinin arkasına saklanmış, onun gitmesini bekliyorlardı. Etrafı arada kontrol eden Dieter, kardeşine, “Bir iş yapmak istedik, fantastik karakterlerin içine düştük,” dedi.
“Lütfen şaka yapmayı kes! Buradan nasıl çıkabiliriz, onu düşün.”
“Semti kaplayan duvarı aşamıyoruz. Ne içeri girilebiliyor ne de çıkılabiliyor. Gerçekten ne yapacağımızı ilk kez bilmiyorum.”
“Ne yani avcıyı bekleyen av gibi burada mı duracağız?”
“Hayır, kardeşim ama aklıma da bir şey gelmiyor. O adamla savaşmak, bizi ona öldürtmekten başka bir şey yapmaz.”
Anna, Dieter’e döndü. “Seçilmiş olan çocuğu bulabilirsek, belki kurtulabiliriz.”
“Belki bizi aramıyordur.”
“En son arkamızdan ateş topu atan birinden bahsediyorsun.”
Arkasına saklandıkları araba sallanmaya başladı. Eğer oradan kaçmasalar, arabanın altında ezileceklerdi. Bunu yapan Protekthos’tu ve onları takip ediyordu. Arkalarından sürekli olarak bulduğu her şeyi fırlatıyordu. Adeta onlarla oyuncak gibi oynuyordu. Kardeşler canını kurtarmak için hızla koşuyorlardı. Bir ara sokağa girdiklerinde karşılaştıkları şey ile endişeye kapıldılar. Burası çıkmaz sokaktı ve Mermer Adam onlara hızla yaklaşıyordu. Artık yakalanmaları an meselesiydi.
Kardeşine sarılan Anna, “Artık her şey bitti,” diyerek silahını sokağın başına doğrulttu. Dieter da kardeşi gibi silahını çekti. O an yakınlarındaki bir evin kapısı açıldı. İkisi gözlerini şaşkınlıkla açıp oraya baktılar.
Karanlık bir diyar…
Gözlerini açtığında koca bir burun ile karşı karşıya geldi. Her nefes alıp çektiğinde, Lontelius’un giysileri havaya kalkıyordu. Korkuyla kendisini geriye atarak yuvarlandı ve ayağa kalktı. Karşısında üç başlı, gözlerinden alev çıkaran, sivri ve keskin dişlerinin arasından salyalar akan köpekler vardı.
Lontelius, “Sen ne kadar da çirkinsin!” diyebildi.
Köpek tam saldıracağı sırada arkasından bir ses geldi. “Kerberooos!”
Olduğu yerde kalan korkunç yaratık, sadece hırlıyor ama hareket etmiyordu. Ateşlerin içinden çıkan ve aynı köpeğin boyutlarında birisi geldi. Yürüdüğünde yeri titretiyor, gerisinde bıraktığı ayak izlerinde ateş yanıyordu. İyice köpeklere yaklaşıp her birini sevdi. Sonra kendisinde oldukça ufak olan adama döndü. “Ne için buradasın ölümlü? Hem de henüz ölmemişken neden buradasın?”
“Öncelikle sen kimsin?” Ona bu soruyu sorarken kendi kendine mırıldanıyordu. “Karşımda boynuzları olan, elinde iki ucu sivri asa tutan, uzun siyah sakallı ve normal zamanda bir insanın gördüğünde korkudan ölebileceği bu dev varlıktan neden korkmuyorum?”
“Çünkü sen ölüler diyarındasın.” Kollarını açtı. “Benim evimde, ben istemeden kimse korkamaz. Köpeğim Kerbelos istisna olabilir. Onun tek görevi korkutmak.”
Köpek hırladı.
Dev adam güldü. “Ah yanlış oldu. Tek görevi sadece korkutmak değil tabi. Ruhların buradan kaçmasını önlüyor ve burada hâkimiyetime destek oluyor.”
“Sen yoksa!?”
“Evet yüce kral! Ben yeraltı dünyasının tanrısıyım. Ben Hades’im.”
Şaşkınlığını gizleyemeyen Lontelius, “Demek doğru yerdeyim,” dedi.
“Genelde burası yanlış insanların uğradığı yerdir. Sen ise doğruya ulaştığını söylüyorsun. Neyse geçelim bunları. Ne için buradasın? Buraya henüz ölmemişken nasıl girebildin?”
“Her şeyi bilen sen bunu bilmiyor musun?”
Öfkelenen adam, “Bana cevap vereceksiii!” diye bağırdı. Kerbelos da saldırma emrini verdiğini sanarak Lontelius’a iyice yaklaştı. Eğer Hades, onun durmasını istemese kral oracıkta ölecekti.
Gözlerini kapatan Lontelius, tehlikenin geçtiğini anladığında cevap verdi. “Eşim Eurydice için buradayım. Yılan tarafından zehirlendi ve buraya indi.”
Kendi boyutlarından vazgeçerek küçülen Hades, Lontelius’a yaklaştı. Etrafında dolaşıp gülüyordu. “Ne büyük aşk ama. Demek eşin için ölüler diyarına, benim yeraltı dünyama indin. Hem de ölümü göze alarak.” Arkasına geçip omuzlarından tuttu. Kulağına yaklaştı ve sesini derinleştirdi. “Eşinin kim olduğunu bilmiyorum. Şu an solundaki Styx Nehri’ni geçiyor olmalı. Eğer Charon’un kayığına ulaşabilirsen buradan beraber çıkabilirsiniz.”
Yeraltı tanrısının kollarından kurtulan Lontelius, karanlık ve sisli nehre doğru hareket etti. “Hemen gitmek istiyorum.”
“Bu hızda ona ulaşman günlerini alacak. Çoktan ölmüş olacağından ellerin boş geri döneceksin.”
“Peki ne yapacağız?”
“Normalde senin gibi ölümlüler için asla hareket bile etmem. Aşk, kötülüğün üstündedir. Şu kelimeyi hiç sevmesem de sana yardım edeceğim.”
Kerbelos’a dönen Hades, “Charon’u durdur ve kadını buraya getir,” dedi.
Emri alan köpek ardında karanlık sisler bırakarak oradan uzaklaştı.
Priene
Kral ve kraliçe derin uykudayken Priene’nin etrafı yeniden kuşatılmıştı. Komutan Aristaios, Lontelius uykuya dalmadan önce ona verdiği sözü tutacaktı. Çocukları alarak güvenliklerini sağladıktan hemen sonra askerlerinin başına geçti. Dışarıda sadece Lidyalı birlikler yoktu. Onların arkasında bekleyen ve Lidya ordusunun üç katı büyüklüğünde Pers birlikleri hizalanmıştı. Persler, en acımasız ve dur durak bilmeyen bir orduya sahipti. İstediklerini almak için tüm askerlerini feda edebilecek imparator Kiros başlarındaydı. Priene şehrini ele geçirip bu toprak parçasını Lidyalılara hediye edecekti. Onun amacı bu sefer bir toprak parçası değildi. Aldığı duyumlara göre hareket eden Kiros, Mısır’dan beri takip ettirdiği Rahsira’nın peşindeydi. Hayatı boyunca ona birçok hediye verilmiş, en değerli olan eşyaları biriktirip durmuştu. Kitap ise onun için aldığı binlerce hediyenin çok üzerindeydi. Mısır’dan gelen casuslar, Rahsira’nın –Tanrı’nın kitabı- olduğunu öğrenmişlerdi. Her ne kadar söylenti olsa da bunu dikkate alıp Tüccar Nekhtamen’i takip etmişlerdi. O, Priene’ye giriş yaptığında ise her şey başlamıştı.
Pers İmparatoru Kiros’un tehditleri karşısında çaresiz kalan Lidya Kralı Alyattes, bir karar vermek zorunda kalmıştı. Adamlarından birini Priene’ye sokarak beklemesini istemişti. Adam kendisine mesaj gelinceye dek beklemişti. Çok geçmeden Lontelius’un ölüm emri ona ulaşmıştı. O da vipera ammodytes olarak bilinen boynuzlu engereklerden birini yakalayıp sepetin içerisine koymuştu. Sepeti iyice süsleyip bir hediye gibi hazırlamıştı. En zoru olan koridordaki muhafızlardı. Kral ve kraliçenin yatak odasının yanındaki odalardan birinin dışına çıktı. Tehlikeli de olsa oradan dakikalar sonra geçip odaya vardı. Sepeti yatağın yanında, görünecek bir yere koyarak, “Kral Lontelius artık işin bitti!” dedi ve aynı şekilde oradan ayrıldı.
Sonsuz uykunun Lontelius’u bulması beklenirken bu kraliçeye denk gelmişti. Şimdi Eurydice bu uykunun derinliklerinde geziyordu. Büyük aşkına sahip çıkan Lontelius ise onu kurtarmak için aynı derinliğe ulaşmak üzereydi.
Priene şehrinin dışında ise daha önce görülmemiş bir hazırlık vardı. Düşmanların başladığı alandan geriye doğru bakıldığında neredeyse tek toprak parçası görünmüyordu. Karınca sürüsü gibi hazır kıta savaş için beklemedeydiler. Lidyalıların daha önce defalarca saldırı düzenlediği ama bir şekilde ele geçiremediği bir yerdi burası.
Savaşı izlemek için kendisine beş metrelik özel taht kurduran Kiros, bundan müthiş zevk duyuyordu. Altındaki ordusunun askerleri ile aynı boyda bile olmak istemiyordu. Büyüklüğünü her seferinde hissettirmek gerektiğini düşünüyordu. Kendi askerlerinin önünde konuşlanan Lidya askerlerini savaşa öncü birlikler olarak yollamayı planlıyordu. Böylelikle kendi askerleri küçük zayiat ile bu savaşı atlatacaktı.
Yanındaki meyve tabaklarından ağzına birkaç üzüm yuvarladı. Onları afiyetle yerken eliyle işaret yaptı. Tahtına uzanan merdivenleri çıkan komutan Kahev, imparatoru selamladı. Kiros, “Hazırlığınızı tamamladınız mı?” diye sordu.
“Evet efendim. İstediğiniz an saldırıya geçeceğiz.”
“Siz değil. Önce Lidyalıların saldırısını bekleyin. Belli bir yerden sonra askerlerini dâhil et.”
“Nasıl isterseniz efendim.”
“Alyattes nerede?”
“Şu an askerlerinin önünde bekliyor.”
“Onun yanıma gelmesini söyle.”
Başıyla onaylayıp Alyattes’e bir şeyler söyleyen Kahev ardından kendi askerlerinin başına geçmişti.
İmparator Kiros’un tahtına çıkan Alyattes ne olduğunu merak ediyordu. Eline bir fırsat geçse onu öldürmek için her şey yapabilirdi. Çünkü Kiros, sözleriyle ve tavırlarıyla karşısındaki her kim olursa olsun küçük düşürüyordu. Böylelikle kendisinin büyük olduğunu kabul ettiriyordu. Bu durumu her defasında yaşamaktan bıkan Alyattes, duygularını sakladı. “İmparator Kiros!”
“Savaş başlamadan önce seninle konuşmak için buraya çağırttım.”
“Sizi dinliyorum.”
“Sen ve askerlerin, Priene şehrine ilk saldıranlardan olacaksınız. Elinizden gelenin fazlasını yapmanızı istiyorum. Size istediğiniz her şeyi sağladık ve donattık. Ayrıca şehir düştüğünde kontrol tamamen size geçecek. Anlaşma gereği burayı size vermek en doğru kararım olacak. İstediğim tek şey o kitap. Onu bana getirin!”
“Dediklerinizi eksiksiz yerine getireceğiz.”
“Bundan şüphe duymuyorum. Aksi olsaydı sen ve adamlarını, yaşadığınız ucuz toprakların altında bırakırdım.”
Öfkeden deliye dönen Alyattes, belindeki kemerine yerleştirdiği hançere uzandı. İçinden, “Şu yılana bu kadar yakınken hançeri saplasam ne iyi olur!” dedi. Sonra biraz düşündü. Savaşın sonunda Priene’nin kendilerine bağlanacak olması öfkesini dindirdi. “Başka bir isteğiniz var mı İmparator Kiros?”
“Sadece kitap…”
“Askerlerim kitabı bulup getirecektir.”
Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra komutan ve askerler, Kiros’un hareketini bekliyorlardı. O ise sanki savaş yokmuş gibi meyvelerini yiyordu. Sonra önündeki askerlere baktı. İçlerinde Kahev’i görüp eliyle işaret yaptı. Kahev de tüm orduya hazır olmalarını iletmek için savaş borularını çaldırdı. Onları davullar takip etti. Her tokmak vuruşu yürekleri titretiyordu. Artık o büyük savaş başlamış, sürü misali askerler Priene’ye darbe üstüne darbe indiriyorlardı. Şehrin komutanı Aristaios ise verdiği sözü yerine getirmek için savunmayı en iyi şekilde yapmaya çalışıyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
