@erkanbirlik
|
Kapıdan içeri girdiğinde oldukça sinirliydi. Eline geçirdiği vazoyu duvara fırlattı. Kitabı tam da alıp aynı günün gecesinde yola çıkmayı düşünürken hiç ummadıkları bir durum ile karşılaşmışlardı. Bunu atlatmak onun için çok zordu. Kabullenmek yerine reddediyordu. Eline birkaç cam eşyayı daha alıp fırlatacaktı. Kardeşi onun kolundan tuttu. “Bu kadarı yeter!” diyerek onun sakinleşmesini sağlayan Dieter sonrasında çantasından bilgisayarını açıp oturdu. “Ne yapıyorsun?” “Sinema önündeki kameralara ulaşmaya çalışıyorum.” Kardeşinin çantasını kurcalayan Anna bir defter alıp bazı yazılar yazdı ve ona uzattı. “Al!” dedi. “Bu ne şimdi?” Gülümseyen Anna ses çıkarmıyordu. Dieter ne olduğunu anlayınca defteri onun elinden kaptı. “Senin şu zihnine bayılıyorum canım kardeşim.”
Gerekli araştırmayı yapıp tüm bilgileri bulması yine zamanını almıştı. Dieter, kardeşinin koltukta uyuduğunu gördü. İçeriden örtü alıp üstünü örtmek istediği sırada bir ses duyuldu. İkisi de göz göze geldiler. Kapıdan gelen sese yönelip silahlarını çektiler. Anna kapıya yönelmek isterken, Dieter onun geride kalmasını sağladı. Kapının kilidi dışarıdan açılmaya çalışıyor gibiydi. Kulp tarafını eliyle kavrayan Dieter hızla kapıyı açtı. Karşılarında ellerindeki silahları, onlara doğrultan takım elbiseli adamlar vardı. Aynı zamanda pencereden de girip onları sıkıştırdılar.
Anna, “Siz de kimsiniz?” diyerek arkasından gelenlere silahını çevirdi. Elinde telefon olan adamlardan biri yaklaşıp “Sizi istiyor!” dedi. “Kim?” “Bay Vogelmann.” İsmi duyduğunda çılgına dönen Dieter, adamın elinden telefonu kaptı. “Ne istiyorsun? Seninle bir anlaşma yaptık! Ne bu şimdi?” “Oh Dieter! Anlaşma siz, o kitabı elinizden kaptırıncaya kadardı. Şimdi telefonu Anna’ya uzat.” “Hayır, benimle konuşacaksın!” Telefonun sesi hoparlörden dışarı verildiği için Bay Vogelmann adamlarına, “Çocuklar, ona yardımcı olun,” dedi. Orada bulunan herkes silahlarını Dieter’e çevirdiler. Olayın daha çok uzamasını ve kardeşinin zarar görmesine izin vermek istemeyen Anna telefonu istedi. Buna direnemeyen Dieter, zor da olsa telefonu uzattı. “Sizi dinliyorum.” “Anna öncelikle telefonun sesini kapat.” “Kapattım.” “Seninle daha önce bir iş yapmadık ama seni iyi tanıyorum. Kitabı bana getireceğine eminim. Aksini düşünseydim bugün o evde her ikiniz de ölmüş olurdunuz. Sana bir fırsat daha sunuyorum. Dieter orada kalacak. Sen ise kitabı aldıktan sonra kardeşini alıp gidebileceksin.” Adamların silah doğrultmuş olduğu kardeşine baktı. Onun ölmesini istemiyordu. “Peki, sana nasıl güveneceğim?” “Şu an yaşıyor olmanız bence yeterli bir cevap olmalı.” “Dediğini yapacağım.” “İki adam sana eşlik edecek. Sonrası sende.”
Telefonu kapatıp adama uzatan Anna, kardeşi Dieter’in yanına geldi. Bu işi tek başına halletmesini ve onun evde, kendisini beklemesi gerektiğini söyledi. Zor olsa da kabul ettirip bilgisayardaki bilgileri aldı. Oradan iki adamla birlikte ayrılıp gitti.
Saatler sonra sabah oluyor… İş yerine gelip hafta başının ilk toplantısını arkadaşlarıyla yapmıştı. Odasına doğru gelirken telefon sesini duydu. Hızlı adımlarla kapıyı açıp telefonunu eline aldı. Ekranda tanımadığı bir numara olduğunu gördü. İstanbul’dan iş için arayabileceklerini düşünerek ısrarla çalan telefonu açtı. “Alo!” Karşıdan herhangi bir ses gelmiyordu. Yeniden, “Alo!” dedi. Hala ses olmayınca sinirlendi. “Gidin başkasıyla dalga geçin. Telefonu kapatıyorum.” “Alaz abiiiii!” Bu sesi tanımıştı. Çocuklardan birinin sesiydi. “Çocuklar ne oluyor?” diye sordu. “Onlar elimde. Eğer yaşamalarını istiyorsan o kitabı bana getir.” “Hangi kitaptan bahsediyorsunuz?” “Çocuğun benden çaldığı kitabı istiyorum.” Arkadan Can bağırıyor, “Ben aldım abi,” dedi. “Sinemanın önündeyken yerde gördüm ve aldım. Onlara ait olduğunu bilmiyordum.” “Ah Can ah! Nerede olduğunu söyle de getirip onlara vereyim. Sizi ancak böyle kurtarabilirim.” “O kitap sihirli abi. Kötü insanların eline geçmemeli.” “Can lütfen! Sihir diye bir şey yok!” “Rüyamda gördüm. Kitapla konuştum ve onu korumamı istedi.” “Bak Can, orada kötü insanlar var. Size zarar gelmesini istemiyorum. Kitabı nereye koyduysan bana söyle. Onu teslim edip sizi ancak öyle kurtarabilirim.” “Ama abi…” “Lütfen Can!” “Peki ağabey. Kitap kaldığımız odadaki çekmecelerin en altında.” Çocuğun kulağına dayadığı telefonu alan Anna, “Sanırım polise haber verirsen çocuklara zarar geleceğini biliyorsundur,” dedi. “Onlara dokunmayın, size kitabı getireceğim.”
Eve giden Alaz kitabı bulup arabasına bindi. Yan koltukta duran kitaba bakarken –Bu çok mu önemli?- diye kendi kendine sordu. Arabasını çalıştırmak için anahtara elini attığında arabasının sallandığını hissetti. Önce deprem olabileceğini düşündü. Dikiz aynasına baktığı anda arka koltukta birinin oturduğunu gördü. Kendisini öne atıp arkaya baktı. Adamın orada durduğunu görünce bağırdı. “Sende kimsin beee?” Genç adam sesini çıkarmıyor, sadece kitaba bakıyordu. Alaz, onun kitaba baktığını gördü. Telefonuna sarılarak, “Polisi arıyorum!” dedi. Eliyle –Dur!- işareti yapan adam, “Benden korkma!” dedi. “Onu nereye götürüyorsun?” “Neyi, nereye götürüyorum?” “Rahsira’yı…” “Bu kitabın adı dediğin şey mi?” “Evet Rahsira. Bize Tanrı Ra’dan bir hediye. Sadece seçilmişlerin elinde olması gereken bir kitap. Sen ise şu an onu kötü insanlara teslim edeceksin. Öyle mi?” Sıkıca direksiyonu tutup başını koyan Alaz, “Başka çarem yok,” dedi. “Çocuklar, onların elinde ve zarar gelsin istemiyorum.” “Seçilmiş olan çocuk da mı onların elinde?” “Kim? Kimden bahsediyorsun?” “Ca… Caen…” “Can mı? Can seçilmiş olan mı?” “Evet, Can! Beni buraya getiren oydu. Ben ve benim gibi seçilenlerin olduğu yerden en son seçilmiş olan kişiyi çağırdı. Yani beni.” “Kitabın içinde miydin yani?” “Hayır, kitap bir boyut açıyor ve oradan bizim için oluşturulmuş yere geçiyoruz. Bunları sonra konuşuruz. Şimdi onların olduğu yere götür bizi. Ayrıca zırhımı, kılıcımı ve kalkanımı almam gerekiyor. Ayrıca miğferimi de.” “Şu an gelecektesin ve senin dönemindeki savaş aletleri geride kaldı. Onlarda daha etkili silahlar var.” “Bizde de Mermer Adam var.” “O da kim?” “Beni uyandıran güç, onu da uyandıracak ve fazla zamanımız yok. Beni hemen oraya götür.”
İkisi de çocukların rehin tutulduğu yere giderken Priene kazı çalışması alanında bazı hareketlenmeler başladı. Adeta o bölgede sallantı oluyordu. Ziyaretçiler endişeyle, sallanan sütunlar arasında güvenli yer arıyorlardı. Kulakları sağır edecek bir ses yükseldi ve sütunlardan bazıları patladı. Toz içerisinden bir adam çıktı. Mermerden yapılmış bir heykele benziyordu. Yüzünün bir kısmı maske ile kapanmış ve beyaz gözleri parlıyordu. Kel kafalı bu adam, sarı pelerinini savurarak bulunduğu yerden en tepeye uçtu. Dağın üzerine konarak bazı cümleleri söyledi. Birden sarı renkte, şeffaf bir güç duvarı Söke ilçesini içine aldı. Artık orası yarım kar küresi içinde duran bir yerden farksızdı.
Yerel ve ulusal kanallar –Son dakika!- olarak geçiyorlardı: “Söke’nin üstü sarı, şeffaf bir tabaka ile örtüldü. Bilim insanları bununla ilgili konuya açıklık getiremediler. Tarihte ilk kez böyle bir şeyin görüldüğü belirtildi.”
İlçede bulunan herkes büyük endişe içerisindeydi. Sarı duvar içerisindeki iletişim, dış dünya ile tamamen kesilmişti. Dışarıdan içeriye geçiş olmadığı gibi, içeriden dışarıya da kimse gidemiyordu. Paniğe sebep olan bu durum karşısında yetkililer ne yapacağını bilmiyordu. Asker ve polisler etraftaki boşluktan yararlanmak isteyenleri durdurmak için birlik oluşturmuşlardı. Çocukların tutulduğu evde ise arka arkaya kapı çalıyordu. Vogelmann’ın adamlarından biri içeriye gelip televizyonu açmalarını istedi. Anna eline kumandayı geçirip televizyon kanallarından birini açtı. Her kanal geçişinde Sarı şeffaf duvardan bahseden haberlere denk geliyordu. Hızla dışarıya çıkıp gökyüzüne baktığında gördüklerine inanamadı. Yanına diğer adamlar ve Dieter de geldi. Anna, “Bu da ne?” diye sordu. Daha önce böyle bir şey görmeyen Dieter, gözlerini kocaman açmış bakıyordu. “Kıyamet denilen şey mi yaşanıyor sence?” “Bu çok farklı bir şey.” Adamlardan biri onlara yaklaşarak elindeki telefonu gösterdi. “Bay Vogelmann…” dedi. “… Ona ulaşamıyoruz. Tüm erişim kesilmiş. Şu telefona bakın!”
“Sinyal Yok!”
Herkes telefonlarını kontrol etti. Önce operatör kaynaklı olabileceğini düşündüler ama şu sarı duvarın bir etkisi olabileceğinin kanısına vardılar. Tam eve girecekleri sırada ani fren sesiyle geriye döndüler. Anna bu arabayı tanımıştı. Bekledikleri kişi, Alaz sonunda oraya gelmişti. Elinde kahverengi beze sarılı halde kitap vardı.
Belli bir mesafede duran Alaz, “Çocuklar nerede?” diye sordu. Yanındaki adamları uyaran Anna, bu kişinin istedikleri kişi olduğunu söyledi. Adamlar silahlarını Alaz’a çevirdiler. Silahlı adamları umursamayan Alaz, çocukların getirilmesini, ancak kitabı böyle teslim edebileceğini söyledi. Birkaç kişinin kendisini çevirmeye çalıştığını görünce cebinden çakmak çıkardı. “Bu kitap sizin için önemli. Benim için değil. Küçük bir yaprağı bile yakmam sizin için büyük sıkıntı oluşturabilir. O yüzden şimdi ya geri çekilin ya da sayfaları yakıp size vereyim.” Eliyle “Dur!” işareti yapan Anna, arkasındaki adamlara döndü. Çocukların getirilmesi isteyerek kitabın zarar görmesini engelledi. Çocukların geldiğini gören Alaz’ın yüzü güldü. Can’ın yüzüne özellikle baktı. Başına nasıl sorun açtığını yüzünden anlamasını istiyordu. Aklının bir köşesinde – Yaşanması gereken her şey elbet bir gün yaşanır- sözü dururdu. Özellikle eşiyle ayrıldıktan ve kendisini psikolojik tedaviye kadar götüren bir olayı atlatması için söylediği sözdü. Tıbbi tedavilerin dışardan çözemediği şeyleri, iç dünyasında böyle halledebilmişti. Olumsuz durumlar karşısında yaşanacakları yaşadığını düşünerek kendisini güçlendirdi. Bugün Can’ın başlattığı hikâye de bunlardan biriydi. İplerle bağlanan çocukları gören Alaz, “İyi misiniz?” diye sordu. Onlar da iyi olduklarını söylediler. Yalnız Can’ın üzüntüsü her halinden belliydi. “Alaz ağabey!” “Sorun yok, merak etme! Her şey yoluna girecek. Kitabı onlara vereceğim ve sizi alacağım.” “Abi kitabı onlara veremezsin.” “Sizi almak için bunu yapmak zorundayım.” “Ama abi…” “Bana güvenin. Fazla zamanımız yok.” Alaz, Anna’ya bakarak, “Çocukların bağını çözüp bana yollayın,” dedi. “Siz de kitabınızı alın.” Onların kolunda ve ayaklarındaki ipler çözüldü. Artık takas için her şey hazırdı. Son olarak Anna, Dieter’i yanına çağırdı. Bay Vogelmann’ın emriyle Dieter’in sürekli yanında olan adama döndü. “Kitabı size verdikten sonra sizinle işimiz bitecek.” “Elbette. Anlaşmaya uyacağız. Tek sorun, şu an Bay Vogelmann’a ulaşamıyoruz.” “Bu umurumda değil.”
Geride kalan Anna, takas için bir adamı çocuklarla birlikte, Alaz’a doğru yolladı. Adam çocukları vermeden önce kitabı almaya çalışıyordu. Karşısındaki adamın ne yapmaya çalıştığını anlayan Alaz, ondan daha akıllı davrandı. “Önce çocuklar! Yoksa kitap da yok!” Anna’ya bakan adam gerekli onayı aldıktan sonra, “Pekâlâ adamım!” dedi. “Senin dediğin gibi olsun.” Çocukları kendisine doğru çeken Alaz, kahverengi beze sarılı kitabı adama uzattı. Onlar geri çekilirken kitabı Anna’ya getirdi. Anna onlara, “Durun!” diye bağırdı. “Bu sahte!” Silahlarını çeken adamlardan biri neredeyse ateş etmek üzereydi. Çocukları arkasına alan Alaz, olabilecek her şeye hazırlıklıydı. Bu sırada adamlardan birinin eline beyaz ışık topu çarptı. Acıyla elindeki silahı düşürdü. Herkes hamlenin geldiği yöne bakınca birini gördüler. “Kral Lonteliuuus!” “Merhaba çocuk.” Diğer çocuklar çok şaşırdılar. Karşılarında kendilerini kurtarmak için gelen bu kahramanı, arkadaşlarının nasıl tanıdığını öğrenmeye çalışıyorlardı. Can ise sevinçten ağzı kulaklarına varmış öylece bakıyordu. “Bizim için mi geldin?” diye sordu Can hala gözlerine inanamayarak. “Evet, sizin için geldim ama ardımda eski bir dostum da beni takip etti. Açıkçası o durdurulması güç biri.” Diğer adamların arasından silahını Lontelius’a doğrultan Anna, “Neden bahsediyorsun?” diye sordu. Bu sırada sarı duvarın en tepesinde bir parıltı görüldü. Oradan oraya gidiyor, arkasında meteor misali ışıktan kuyruk bırakıyordu. Lontelius işaret parmağıyla ardında kuyruk bırakan şeyi gösterdi. “İşte bundan bahsediyorum. O, kitabın ve seçilmiş kişinin yarattığı Mermer Adam. Yani gerçek ismini ben vermiştim. Onun adı Protekthos!”
|
0% |