@erkanbirlik
|
Antik Mısır’ın Bir Zaman Diliminde
Mısır’ın çöl tepelerinin üstündeki gökyüzü birden parlamaya başladı. Karanlığı aydınlatan kuyruklu yıldız, arkasında ışık bırakarak hızla alçalıyordu. Daha önceleri de sürekli olarak ışık saçan göktaşları olmuştu. Belli bir seviyeye geldiğinde parçalanıp bölünmüş ve karanlığa teslim olmuştu. Düşen parçaları çöl üstünde bulmaksa neredeyse imkânsızdı. Çıkan kum fırtınaları ölen deveyi bile geceden sabaha örtebilecek güçteydi.
Kendisine örtülerden ve dal parçalarından çadır yapan ihtiyar adam, iki devesine yakın bir yerdeydi. Gök gürültüsü gibi bir ses işitmeye başladı. Pek kulakları duymayan bu adam bile, yaklaşan sesin şiddetini duyabiliyordu. Olduğu yerden yavaşça kalkıp gökyüzüne baktı. Gördükleri karşısında küçük dilini yutmuş gibiydi. Kendini hızla toplayan adam, develerini kaldırmak istedi. Ne yaptıysa başaramadı. Bütün işlerini onlar ile yaptığı için ölmelerini istemiyordu. Develer yerinden kımıldamıyordu. Artık onlardan vazgeçmek zorunda kalan adam, hızla üstüne gelen ışığa bakıp kaçmaya başladı. Ayağı takılıp yakınındaki çöl tepelerinden aşağı yuvarlandı.
Düşmenin şiddeti ile savrulan adam, sırtüstü gelince yukarı bakmaya çalıştı. Büyük ses ve ışıkla tepeye düşen parça, kumları yağmur gibi aşağı yağdırıyordu. Acı duyduğu başını tutan adam, kendisine birisinin geldiğini gördü. Belli belirsiz gördüğü görüntüler, karardı ve bayıldı. Gözlerini açtığında kendisini bulutların üzerinde yatarken buldu. “Nasıl? Nasıl oldu bu? Öldüm mü ben?” diye soruyordu. En önemlisi bulutların üzerinde, çöl üstünde yürüyor gibiydi. Hem korkuyor hem de yoluna devam ediyordu. Artık sorgulamak yerine önündeki sisin içine giriyordu. Oradan çıktığında, devasa mermer ve altın sütunlardan oluşan saray kendisini karşılıyordu. Üstünde ise Güneş, parıltısıyla gözleri kamaştırıyordu. İhtiyar adam birkaç merdiven çıkarak büyük giriş kapısına doğru geldi. Kapı gıcırdayarak ortadan iki yana açıldı.
Bir ses, “Buraya gel ihtiyar!” dedi. “Buraya gel!” İhtiyar, içeri yürürken sese karşılık verdi. “Kimsin sen?” Ses tekrarladı. “Buraya gel! Buraya gel!”
Adam sonunda mermerden merdiven; altın ve kristallerden oluşan tırabzana yaklaştı. En tepede kendisini bekleyen birini gördü. Hiç ses çıkarmadan onun olduğu yere çıktı. Takip ettiği uzun boylu, beyaz giysilerin içindeki bu kişinin, esrarengiz hali korkutuyordu. Sırtını dönmüş olan bu kişi, olduğu yere oturunca, ihtiyar, onun arkasına yakın bir yerde durup oturdu. İhtiyar, “Öldüm mü ben?” diye sordu. … Ses yoktu! Merakına yenilen ve bir şeyler öğrenmek isteyen Mısırlı ihtiyar yine sordu. “Neden buradayım?” Sesini yükseltti. “Cevap verecek misiniz?” Öndeki adam aynı yüksek ses tonuyla cevap verdi. “Ra’nın evinde saygılı olmasın!” İhtiyar, her yerde yankılanan bu sesin sahibinden biraz uzaklaşmak istedi. Öndeki adam, ihtiyara döndü. Adam, bembeyaz örtüler ile sarmalanmış, elleri dahi neredeyse görünmüyordu. Siyah sakalı, renkli gözleri vardı. Saçının olup olmadığı belli değildi. Örtüler bunu anlamaya engeldi. Zaten ihtiyar için bunların önemi yoktu. Bulutlar diyarının tepesine konmuş bu sarayda ne işi olduğunu düşünüyordu. Adam, “Ben, Ra’nın elçisiyim ölümlü!” dedi. “Seni buraya çağırmamızın sebebi, Ra’nın insanlara bir hediye sunmak istemesindendir. Tarih boyunca insanlar, birbirlerine zarar verdiler. Bir savaşı, hep bir diğeri takip etti. Pek çok kez insan denemeden geçirildi ama hiçbirinde başarılı olamadı.” Bunca söylenen arasında ihtiyar, “Ölmediğime emin misin?” diye sordu. Elçi gülümsedi ve ayağa kalktı. Etraflarında tarih boyunca olan savaşlar, kayıplar ve nedensiz var olma düşüncesinin getirdiği sonuçlar dönüp duruyordu. “Çok fazla zamanımız yok ölümlü. Sen seçilmiş olan kişisin. Sana verilecek olan, senin elinle devamı sağlanacak bu hediyemiz korunmalı ve bundan kimseye bahsedilmemeli.” “Ama neden? Tüm insanlar için gönderilmiş olan bir şeyi neden saklıyoruz?” “Kitap kötü olanlarınızın eline geçmemeli. Senin gibi saf düşünce sahibi olanlar ancak bunun değerini bilir ve hediyeyi zamanı gelinceye kadar koruyabilir.” “Böyle önemli bir şeyi burada korumak daha doğru olmaz mı?” “Ölümlü! Size sunulmuş, sizin için önem arz eden bir şeyin burada olmasının bir önemi yoktur. Senden isteğimiz, sana verileni koru ve senden sonra gelecek olanlara teslim et.” Adamın elinde altın işlemeli, tam ortasında bembeyaz çember şeklinde kristali olan bir kitap belirdi. İhtiyar gözlerine inanamıyordu. “Bir kitabı mı koruyacağım?” “Evet, bu Ra’nın sizlere hediyesidir ve burada gördüklerini hiçbir yerde anlatmamalısın.” İhtiyar bir yandan kendisiyle gurur duyuyordu. Onca insan arasından kendisinin seçilmiş olması çok farklı bir duyguydu. “Pekâlâ, bu kitabı koruyacağı, bir şey de anlatmayacağım. Son olarak içinde ne yazdığını sormak istiyorum. Neyi koruduğumu bilmem gerekiyor. Değil mi?” “İçinde hiçbir şey yazmıyor.”
Birden etrafta beyaz sis bulutları belirdi. İhtiyar hızla geriye doğru çekilmeye başladı. Onu bir şey adeta çekiyordu. Son duyduğu sesler yankılanmaya devam etti. “Hiçbir şey…”
İhtiyar kendisini, çölün soğuk kumları arasında buldu. Etrafına bakınıp gördüğü şeylerden bir iz arıyor gibiydi. Ayın aydınlattığı tepeler ve yıldızlar dışında bir şey yoktu. “Hepsi rüyaymış. Başımı çarpınca bayılmış olmalıyım.”
Üstündeki kum taneciklerini temizlerken, eli sert bir cisme çarptı. Ne olduğunu anlamak için o cismi alıp kaldırdı. Gözlerine inanamıyordu. Elçinin, kendisine, koruması için vermiş olduğu kitabın aynısıydı. Ayağa kalkıp bağırmaya, kahkahalar atıp bir oraya bir buraya koşmaya başladı. “Ra, benimle iletişim kurdu. Beni seçti ve belki de insanlığı kurtaracak kitabı elimde tutuyorum.” Elçiyle konuştukları aklına gelince ağzını eliyle kapattı. Sevinmeye devam ediyordu. Çığlıklar atmak istiyor ama birinin duymasından korkuyordu. Koca çölün ortasında, merkeze az da olsa uzak bir yerde, belki onu kimse duyamazdı ama çekiniyordu işte.
Yıllar yılları takip ediyor, ihtiyarın dünyadaki zamanı doluyordu. O, ölmeden önce kitabı güvendiği birine teslim etmişti. Tarihler geçerken kitap elden ele dolaşmış, bazı insanlar da içinde ne yazıyor diye kitabı açmıştı. İşin garip olan kısmı, kitabın içinde hiçbir şey yazmıyordu. Boş sayfalardan başka bir şey yoktu.
Mısır’da Bir Gün
Etrafı dolaşmaya çıkıp değerli olan her şeyi topluyordu. İki gün kadar sonra aldıkları ile denizde yola çıkacaktı. Kıyıları ve iç bölgelerdeki hükümdarları, onların ailelerini ziyaret edecek ve elindekileri ya satacak ya da çıkarları doğrultusunda hediye verecekti.
Onu tanıyan bazı satıcılar bağırıyordu. “Hey Nekhtamen! Burada senin için bir şeyler olabilir.” Nekhtamen ise onlara gülerek yaklaşıyordu. Satıcıların ellerindeki kıyafetlere, araç ve gereçlere bakıyordu. “Sizden bunları almam için, bunlardan da fazlasına ihtiyacınız var.” Satıcılardan biri, “Kralları ve kraliçeleri kıskandıracak elbiseleri istemiyor musun?” diye sordu. Yaptığı şakaya hepsi güldü. Oradan uzaklaşmaya başlayan Nekhtamen, tekrar satıcılara döndü. “İki gün sonra yola çıkacağım. Geri döndüğümde değerli eşyalarınız olursa alabilirim.” Tam oradan gideceği sırada bir el, belinde asılı duran altın dolu keseyi aldı. Ne olduğunu bile anlayamayan Nekhtamen, kendisini hırsızın peşinden koşarken buldu. “Buraya gel! O keseyi ver!” diye bağırıyordu. Metrelerce ötede, kaçmaya çalışan hırsız, bir çocuktu. Yakalanmamak için elinden geleni yapıyordu. Şehrin uç bölgelerine ilerleyen çocuk, izini kaybettirmişti. Nekhtamen’in ise onun peşini bırakmak gibi düşüncesi yoktu. Çocuk elindeki keseyi havaya atıp tutuyordu. Birden karşısında, gasp ettiği adamı gördü. Nereye kaçacağını şaşıran çocuk, sağ taraftan koşarak devam etti. Bahçe duvarlarından birine tırmandı ve yan yana duran evlerin üstünde koşuyordu. Nekhtamen tırmanmak yerine bir merdiven bulup yukarı çıktı. Çocuğu yakalamak için elinden geleni yapıyordu. Sonunda köşeye sıkışan çocuk sırtını duvara verdi. Nekhtamen nefes nefeseydi. Biraz olsun kendisini toparlayıp nefes alış verişini dengeledi. “Bak çocuk, elindeki keseyi şimdi bana veriyorsun.” “Bunu sana vermeyeceğim.” “Anladığın dilden konuşmam gerekiyor sanırım.”
Bu sözden sonra çocuğun üstüne giden Nekhtamen’in altındaki zemin çatırdamaya başladı. Anlaşılan çürümüş ve artık yük kaldıramaz halde olan ev çatısı çökmek üzereydi. Çocuğun elindeki keseyi almaktan çok, aşağı düşmemek için çaba sarf ediyordu. Çocuk tüm olan biteni hayretle izliyordu. Adam oradan kurtulursa yakalanacağını biliyordu. Altındaki zemin daha fazla dayanamayınca, Nekhtamen içine düştü. Çocuk da kendisini kurtarmak için bir yere tutundu ama keseyi düşürdü. Zayıf olmasının avantajını kullanıp kendisini yukarı çekti ve oradan atlayıp kaçtı. Evin içine düşen Nekhtamen ise hareketsiz halde yatıyordu. Gözlerini açması zaman almıştı. Üstüne düşen ay ışığı gözlerini kamaştırıyordu. “Neredeyim ben?” diye sordu. Kollarının yardımıyla biraz doğrulup etrafına baktı. Çatıdan düşen parçalar, harabe oda ve yanı başında altın kesesi vardı. Onu eline alınca neler olduğu aklına geldi. “Tüm hepsi şu altınlar yüzünden,” dedi. Biraz daha vücudunu iyi hissetmeye başlayınca ayağa kalktı. Bu sefer ayağının altındaki zemin çatırdamaya başladı. “Yine mi?” derken üstüne bastığı yer çöktü. |
0% |