@erkanbirlik
|
Aydın
Yetiştirme yurdundan kaçan çocuklar, ilk günü çalışarak geçirdiler. Gece Aydın’ın merkezinde kendilerine yatacak bir yer buldular. Sabah olduğunda ise gezmeye başladılar. Yetiştirme yurdunda kalırken, dışarıda olmanın hayalini kuruyorlardı. Neler yapacağını düşünüp birbirlerine anlatıyorlardı. Bununla mutlu oluyorlardı. Şimdi ise dışardaydılar. Tam da istedikleri gibi… Üçü birlikte sırtlarında çantaları geziyorlardı. Caddelerin ortalarında hep çiçekler vardı. Uygun yerlere de park edilmiş araçlar mevcuttu. Aralarından geçip giderken büyük parklardan birine rast geldiler. Ağaçların ortasına kondurulmuş bu parkta diğer çocuklar eğleniyordu. Çoğu da aileleri ile gelmişti. Bu durum çok üzücü oluyordu bazen. Kendilerini yurda atıp giden ebeveynlerine kızıyorlardı. Olumsuz histen ayrılmaları uzun sürmedi. Can, arkadaşlarını şöyle bir silkeledi ve “Eğlence zamanı,” deyip bir o oyuncağa bir bu oyuncağa gittiler. Çantayla bunları yapmak zor geldiği için karşıda bulunan banklardan birine yüklerini bıraktılar. Arda, tedbiren çantaların yanında birinin illaki olması gerektiğini söyledi. Çare dönüşümlü olarak çantaların yanında durmaktı. Öyle de yaptılar. Her iki salıncağa da binen Emir ve Can çok eğleniyorlardı. Yurtta kalırken bunu yaşayamadıklarını birbirlerine söylüyorlardı. Çünkü orada bir düzen vardı. Müdüre hanım bu sistemi oluşturmak için epey uğraşmıştı. Çalışanlardan çocuklara kadar herkes uyum içerisindeydi. Üç çocuk dışında. Onlar her seferinde yasakları delerlerdi. Müdüre hanım ne yaptıysa, ne ceza verdiyse bir şey değişmemişti. Bankın üzerindeki çantaları gören iki erkek çocuğu oraya yaklaştılar. Etrafa bakınıp uygun zamanı kolluyorlardı. Çantaları alıp kaçmayı düşünüyorlardı. Küçük olmalarının avantajını kullanmak istiyorlardı. İyice banka yaklaşıp birini elini uzattı. Hiç beklenmedik bir şey oldu. Bankın arkasındaki bodur ağacın arkasından Arda çıktı. Elindeki odun parçasını sallıyordu. Onu gören çocuklar ne yapacağını şaşırdılar. Arda’nın bağırmasıyla karşısındakiler kaçtılar. Sesi duyan bazı insanlar oraya baktılar. Emir ve Can da hemen geldiler.
Emir – Ne oldu? Niye bağırdın? Arda – Ne olacak! Çantalarımıza yaklaşan hırsızlar vardı! Emir – İyi ki iki dakika şunları bıraktık yani. Can – Demek ki bırakmayacakmışız. Arda sen bir şey yapamadın. İstersen gir parka. Biz Emir ile seni burada bekliyoruz. Arda – Yalnız bu odunu alın, birisi gelirse sallayın. İşe yarıyor. (Güldüler) Can – Sanki karga kovalıyor. Emir – Peki şimdi ne yapıyoruz? Can – Bana kalırsa buradan Söke’ye geçelim. Arda – Aaa Alaz ağabeyin yanına mı? Can – Evet, iyi olmaz mı? Arda – Olmaz mı ya. Hem onda araba da vardı. Emir – Şuna bak! Aklı fikri arabada. Hem senin yaşın ona binmek için küçük. Kimseye kötü örnek olma. Arda – Haklısın, evet. Can – Öyle ise gidiyoruz.
Aydın’a özgü sarı otobüslerden birine binip en arkadaki koltuklara oturdular. Söke’ye kadar yolculuk başlamıştı. Yolda giderken kendileri dışında her şey geriye doğru akıyor gibiydi. Çocuklar oldukça mutluydu. Otobüs ile bir yerden bir yere gitmek bile güzeldi. Rutin hayatlarında kalk – yemek ye – eğitim gör – yat çemberinden çıkmışlardı.
Kuşadası
Araba ile gezen Schmidt kardeşler, bir süre sonra yaya devam ettiler. Onlar gibi etrafta gezenler vardı. Sokak satıcıları sıralanmış yiyeceklerini satmaya çalışıyorlardı. Özellikle turistleri görünce sesleri daha da yükseliyordu. İnsanların ilgilerini çekmek için uyguladıkları metotlardan sadece biriydi. Anna buraya yıllar önce gelmişti. Yanında kardeşi yoktu ve tura katılan ufak bir grup ile birlikteydi. Eski belediye binasından yürüyerek kale kapısına kadar gelmiş, özellikle hediyelik eşyalara da bayılmıştı. Etrafta geneli yabancı turist olan insanların alış – veriş yaptığını görmüştü. Sahile doğru uzanan yolda yürürken külahta satılan dondurmalardan almış, buzlu meyve sularından içmişti. O günün sonunda soluğu hastanede almıştı. Şimdi kardeşiyle buraları gezerken geçmişin anıları zihninde dolaşıyordu. Dieter, “Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu. “Akşamüzeri adamla görüşeceğiz. Kitabı alıp parasını verdikten hemen sonra oradan ayrılacağız.” “Şu ülkeye hiç tatil yapmak için gelemedim. Hep transit geçiş yeri gibi benim için.” “Ne? Tatil yapmak mı istiyorsun?” “Evet, neden olmasın. Güzel bir ülke.” “Şu işimizi bitirdikten bir süre sonra yeniden geliriz. Biraz daha buraları gezip Söke’ye geçmemiz gerekecek.” “Tamam dediğin gibi olsun.”
Hadi şimdi yeniden Söke’ye dönelim. Çocuklar oraya çoktan vardılar…
Söke
Üçü de daha önce buraya defalarca gelmişlerdi. İki katlı, bahçede yeşil bitki örtüsü, araç garajı ile güzel bir evdi burası. Can kapıya gelip birkaç kez tıklattı. Sonra zile bastı ama kimse yoktu. Garajda araba da yoktu. Çalışıyor olduğunu sonradan hatırlayıp bahçeden dışarı çıktılar. Birinden telefon alarak Alaz’ı aradılar. Onun stüdyoda olduğunu öğrendiler. Abileri, onları fazla bekletmeden yirmi dakika içerisinde eve geldi. İşi ve mesafesi uzak değildi. Çocuklara sarılan Alaz, “Hoş geldiniz çocuklar,” dedi. “Yine mi kaçtınız?” Hepsi başlarını eğdiler. Onların halinden anlayan Alaz çocukları üzmek istemedi. “Pekâlâ, boş verin dediğimi. Hadi bakalım içeriye geçin.” Büyük koltuklardan birine üçü de oturup sırt çantalarını önlerine bıraktılar. “Şimdi geldiğinize göre hemen duş alıyorsunuz. Üst katta odanız var. Önceden aldığımız kıyafetleri de giyin. Açsanız yemek yeriz. Dışarı çıkmak isterseniz de birlikte çıkarız. Tamam mı?” Can, “Abi iyi ki varsın,” dedi. “Bizim bir ailemiz yok. Neredeler bilmiyoruz. Yurtta hep dışarı çıkmak için plan yaptık. Gezeceğimiz yerleri bile düşündük.” Araya giren Arda, “Ama ne oldu?” diye sordu. “Merkezde parka gittik. Sonra kendimizi burada bulduk.” “Yani abi bizim hayaller yurttan çıkana kadar sanırım,” diyen Emir herkesin gülmesine sebep oldu.
Çocuklar üstte duşlarını aldıktan sonra odada giyinip öylece otururken Alaz, aşağıdaki banyoya girdi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra kendisine baktı. Gözlerinin altındaki morlukları parmaklarıyla inceledi. “Epey yoruldum şu son zamanlarda,” derken önüne düşen siyah saçlarından su damlıyordu. Onları geriye doğru attı. Yan taraftaki havlu ile yüzünü kuruladı. Aynaya tekrar bakıp “İyisin sen, çocuklara hiçbir şey belli etme,” dedi. Oradan çıkarken yukarıda çocukların sesini duydu. Eğlendikleri belliydi. Onlar gelene dek mutfakta bir şeyler hazırladı. Yanına geldiklerinde hem sohbet edip hem de yemek yediler. Masayı toplayıp son parçayı bulaşık makinesine koyan Alaz çocuklara baktı. “İlk kim anlatmak ister bakalım?” Arda ellerini iki yana açtı. “Kaçtık işte abi.” “Onu biliyorum. Yine neden kaçtınız?” Sandalyesinde doğrulan Emir’in yüzü düştü. “Hep aynı şeyleri yapıyoruz. Artık bunları yapmaktan usandık.” “Ama çocuklar oradaki tüm arkadaşlarınız bunları her gün yapıyor.” Ayağa kalkan Arda, “Yoksa bizi istemiyor musun?” dedi. Onu yakalayıp tekrar oturması için omzuna iki sefer dokundu. “İstediğiniz zaman gelebilirsiniz. Ben – sizi istemiyorum- demedim. Sadece bir şeyi anlamaya çalışıyorum. Aslında bende istemediğim şeyleri yapmaktan geri duruyorum.” İç çekip biraz duran Alaz, ellerinden birini masaya koyup dışarıda kıpırdayan yapraklara baktı. Belki çocuklara güzel sözler ile işlemeye çalışıyordu. Yapmaya çalıştığı buydu ama –kelin ilacı olsa başına sürerdi- diyordu kendi kendine. “Çocuklar sizi anlamadığımı düşünmeyin sakın. Çok iyi anlıyorum.” Emir, “Sempati mi yapıyorsun?” dedi. Alaz kahkahayı bastı. “Empatiden bahsediyorsun.” Can ve Arda, Emir’e vurarak gülüyorlardı. “Yani çocuklar…” İşaret parmağıyla Emir’i gösterdi. “Empati yapıp sizin yerinize kendimi koyuyorum. Yaşadıklarınız her anlamıyla zor görünüyor olabilir. Hatta – Ya Alaz abi burada rahat, konuşması kolay- diyor olabilirsiniz. Herkesin yaşadığı zorluklar vardır. Ben eşimden ayrıldım. Ailem birkaç saat uzaklıkta ama işler yüzünden onları dahi göremiyorum. İşten evime, evimden işime her gün. Baksanıza ne farkımız var. Siz orada aynı şeyleri yapıyorsunuz, bende burada…” Üçünün de bir şeyleri anlasın diye söylediği şeylerin, onları üzdüğünü gören Alaz, “Haydi!” dedi. “Dışarıya çıkalım. Bugün tiyatro var. Şanslısınız, hem de çocuklar için.”
Söke’nin merkezinde bulunan ve eskiden Efes Sineması olarak adlandırılan yere geldiler. Burası şimdilerde restore edilerek kullanıma yeniden açılmıştı. Artık Efes Sineması Kültür Merkezi’ydi. İlçenin neredeyse tüm etkinlikleri burada yapılıyordu. Alaz, çocuklarla birlikte içeriye girerek etrafa baktı. Oturacakları yeri ararken çocukların geride kaldığını gördü. Onlar içerisinin yüksek tavanı, kırmızı koltuklarını ve muhteşem yapısını inceliyorlardı. Büyülenmiş gibiydiler. Çocukları çağıran Alaz, onlarla birlikte yerlerine oturdular.
Schmidt kardeşler ise Kuşadası’ndan Söke’ye ulaşarak buluşma noktasının yakınında beklemeye başladılar. Burası belediyenin önündeki büyük bir meydandı. Koca ağaçlar, itina ile dizilmiş taşlar, havuz ve beyaz renge hâkim heykeller vardı. Ağaçların altına yerleştirilmiş banklarda ise genelde yaşlı insanlar oturup sohbet ediyordu. Anna, İstasyon Caddesi adı verilen yerden meydana giriş yaptı. Kardeşi Dieter ise sırtını camiye vermişti. Burası meydanın bitişinde olduğu için en uygun gözlem yeriydi.
Telefonundaki bir görseli açan Anna, buluşacakları adamı inceliyordu. Bu sırada telefonu çaldı. Adam meydana giriş yapmıştı. Gözlüklü, kısa boylu ve zayıfça adam üzerine krem tonlarında ceket geçirmiş yürüyordu. Belediye tarafından gelip banklardan birine oturdu. “Ben geldim. İstediğiniz şey çantanın içinde.” “Çantayı bankın yanına bırak.” “Param nerede?” “Sağ çaprazında, cami tarafındaki adamı görüyor musun?” Adam, insanlar arasından tarif edilen kişiyi seçmeye çalışıyordu. Sonunda elinde gri çanta olan kişiyi gördü. “Evet, onu gördüm.” “Öyle ise şimdi çantayı bırak ve paranı al.”
Adam çantayı bankın yanına koyup kendisine tarif edilen yere doğru yürüdü. Hiç konuşmadan Dieter’in elindeki çantayı almak istedi ama o izin vermedi. Anna, kitabın olduğu çantayı alarak içini açtı. Kahverengi beze sarılı kitabı görünce biraz inceleyip çantayı kapattı. Kardeşine telefon açarak, “Teslimat tamam,” dedi. “Parayı adama ver.” Dieter adama parayı verdi. Adam meydandan çıktığı anda acı bir fren sesi duyuldu. Çığlıklar yankılanıyordu. Yere düşen adamı gören Dieter, kendilerine doğru bazı adamlar geldiğini görünce kardeşinin yanına geldi. “Hemen buradan gitmeliyiz!” “Ne oluyor?” Hızlı adımlarla hareket edip belediyeye yürüdüler. Dieter, Anna’nın kolundan tuttu. Belediyenin arkasındaki çayı gösterdi. “Köprüyü geçtikten sonra sinema var. Kalabalığın arasına gir ve oradan da devam edip ara yola gir. Yolun sonunda seni araçla bekliyor olacağım.” “Takip mi ediliyoruz?” “Evet, bu yüzden acele etmemiz lazım.” “Ya çanta?” “Çanta sende kalsın, hadi gidelim!”
Kardeşinden ayrılan Anna, köprüyü geçip sinemanın önüne giderken yolun ortasında birisi sertçe onu omzundan tuttu. Çantayı almak istiyordu. Kısa süre içinde onu yere seren Anna, birkaç kişinin üzerine geldiğini görünce kaçmaya başladı. Sinema önündeki kalabalığın içine karıştı. Kurtulduğunu sandı ama yanıldı. Adamlar, onu insanların arasında yakaladı. Boğuşma sırasında elindeki çantayı düşüren Anna, kurtulmaya çalışıyor. Bir yandan da çantaya bakmaya çalışıyordu. Sonunda görebilmişti. Çanta açılmış, içindeki kitap beze sarılı yerde duruyordu. Hem adamlarla dövüşüyor hem de kitabı gözden kaybetmemeye çalışıyordu. Son baktığında ise kitap yerinde yoktu. Endişeye kapılan Anna kendi kendine –kitap nerede?- diye sordu. Gözleri ile etrafı tararken sonunda bir şey fark etti. Bir çocuk kitabı koltuk altına almış gidiyordu. İnsanların arasından çıkıp koştu. Çocuk ise bir arabaya, diğer çocuklarla binip oradan uzaklaştı.
“Kahretsin!” diyerek aracın arkasından baktı. Telefonunu çıkarıp kardeşini aradı. “Kitabı kaybettim!”
|
0% |