@erkanbirlik
|
Ölüler diyarı
Kayık yoğun sisi yarıp geçiyordu. Karanlık, korkunç ve bir o kadar durgun suyun üzerindeydi. Suyun içene soktuğu uzun çubukla ileri – geri hareketler yapıyordu. Böylelikle üstünde durduğu kayık ile Styx Nehri’ni geçip ruhları sonsuza dek kalacakları yerlere ulaştıracaktı. Üzerinde koyu siyah giysiler olan bu adamın tek görevi buydu. Sadece yaşlı elleri görünüyordu. Onu korkutucu kılan yüzünün görünmemesiydi. Ölüler diyarında, ölümlüler orada olsaydı belki korkudan yaşayamazlardı. Kayıkta taşınan on ruh ise bedenlerinin kendisine sunduğu olumsuzluklardan ayrılmışlardı. Her biri sessizce oturdukları yerin zeminine bakıyorlardı. Merak ettikleri bir şey yoktu. Kayık inanılmaz bir hızda sağa – sola gitmeye başladı. Kontrolü kaybetmemek amacıyla adam yavaşladı ve tamamen durdu. Daha önce böyle bir durum ile karşılaşmamıştı. Ne olduğunu bilmediği için suyun yeniden dinginleşmesini bekledi. Bunun mümkün olmadığını anlayınca uzun sopayı sudan çıkardı. Ruhlara dönüp baktığında onların huzursuz olduğunu gördü. Ön tarafta, uzaktan kendisine doğru yaklaşan bir şey olduğunu anladı. Elindeki sopayı hızla suya vurunca tüm sis dağıldı. Karşısında üç başlı köpeği görünce şaşırdı. “Burada ne işin var Kerbelos?” Köpeklerin ortadaki başı öne çıktı. “Ruhlardan birisi için buradayım.” “Kim?” “Eurydice! Onu geri götürmem gerekiyor!” “Buna izin veremem. Ölüler diyarında belli bir kural vardır. Bunu çiğnemem sonum olur!” “Efendi Hades’in emri ile geldim. Onu bana teslim etmek zorundasın.” Yeraltı dünyasının tanrısı Hades’in ismini duyan Charon, Kerbelos’a bakıyordu. “Nasıl olacak?” “Ondan aldığın Obol’u bana ver.”
Charos, ruhlar arasında bulunan Eurydice’a baktı. Elini kendi göğsüne götürünce kızıl bir ışık çıktı. Madeni para belirdiğinde onu alıp Kerbelos’a doğru gönderdi. Bu para (obol) kayığa binmeden önce alınan bir yolculuk ücreti gibiydi. Kayıkçı, ruhlardan bir parça alıp paraya dönüştürürdü. Böylelikle onları ya iyi ruhların olduğu Elysium’a ya da kötü ruhların bulunduğu Tartarus’a bırakırdı. Ağzında obolu taşıyan Kerbelos oradan hızla uzaklaşmaya başladı. O giderken kayıktan ayrılan Eurydice’ın ruhu onu takip ediyordu. Madeni para görünmez bağ ile direkt ruhun kendisine bağlı olduğu için para nereye giderse o da oraya gidecekti. Ölüler diyarının tanrısı ise Lontelius’un karşısına geçti. Parmağını tek şıklatmasıyla ateşler içinden bir taht belirdi. İyice oraya kurulup asasını kenara koydu. “Ne gibi bir yeteneğin var?” dedi. “Kral olmak dışında bana ne gösterebilirsin?” Lontelius düşünüyor, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Sözlerine devam eden Hades, ellerini ovuşturdu. “Bana kalbini verebilir misin? Ya da aklını?” “Bunları mı istiyorsun kötülüğün tanrısı?” “Hayır, istediğim şey sana ait olan bir yetenek sadece!” Biraz düşününce, “Lir!” dedi. “Bana bir lir verin.” “Demek lir çalıyorsun. Müziiik en sevdiğim şey biliyor musun? Ah! Nereden bileceksin ki…” Lontelius’un etrafında dolaşan Hades, onun omuzlarını tuttu. “Zeus’un çocuklarından Apollo da müthiş lir çalardı. Uzun zamandır kendisi ile bir araya gelemedim.” “Geldiğim yerde, yani Priene de ona adanmış bir tapınak var. Babam müzik yeteneğimin ondan geldiğini söylerdi.” “Öyle ise bir ölümlü olarak iyi bir lir çalmalısın. Çünkü eşin… İsmi neydi?” “Eurydice!” “Hehh! Eğer Eurydice’ı buradan çıkarmak istiyorsan Apollo gibi olmalısın.” “Şartın bu mu?” “Evet! Ne sandın? Buraya kadar girmeye cesaret eden birisi için bu yeterli olacaktır.”
Ardında sakladığı liri Lontelius’a uzatıp birden tahtına ışınlandı. Artık güzel melodinin, ölüler diyarında nasıl yankılanacağını merak ediyordu. Kral Lontelius, tellerin gerilimini parmaklarıyla kontrol etti. Akordu oldukça iyi olduğunu duyduğunda gözlerini kapattı. Kendi boyunda lir öylece yerinde dururken o çalmaya başlamıştı. Hades, her tonda kaşlarını kaldırıp şaşkınlığını gizleyemedi. Başını ellerinin arasına alıp müthiş müziği dinliyordu. Hades’in yanında ışık belirdi ve içinden tüm güzelliği ile Persephone çıktı. O, Hades’in eşiydi. Kızıl saçları ve beyaz teniyle bu karanlık dünyayı aydınlatıyordu. Adeta büyülenmiş gibiydi ve sadece izliyordu. Onun geldiğini anlayan Hades, Lontelius’a bakmaya devam ederken işaret parmağını dudaklarına götürdü. “Sus!” işareti yaparak eşinin konuşmasını engelledi. Bu eşsiz müzik son bulana dek bölünsün istemiyordu. Son dokunuşu yapıp telleri parmaklarıyla durduran Lontelius, alkış sesleri ile gözlerini açtı. Hades, “Alkış… Alkış…” diye bağırınca karanlık topraktan ortaya çıkan yüzlerce yaratık onu dinlediler. Coşkuyla alkışlayıp tanrılarına eşlik ettiler. Persephone, Lontelius’a yaklaştı. “Sende kimsin? Bu kadar iyi lir çalan birini daha önce görmemiştim.” Hades, “Ah lütfen Apollo’yu unutma,” dedi. “Biliyorum ama Apollo bir tanrı. O ise bir…” “Evet, ölümlü! Hem o eşini buradan kurtarmak için gelmiş.” “Öyle mi?” Başıyla bunun doğru olduğunu onaylayan Lontelius ses çıkarmadı. Çaldığı lir için tebrik ediliyor olması umurunda değildi. Gözü köpeğin gittiği yola kayıyordu sürekli. Eşini görmek ve iyi olduğundan emin olmak istiyordu. “Bu ne büyük aşk böyle,” diyen Persephone, Hades’in kulağına bir şeyler söyledi. “Elbette buradan çıkmasına yardım ediyorum.”
Sonunda üç başlı köpek Kerbelos gelmiş, ardında taşıdığı Eurydice’ın ruhunu ulaştırmıştı. Ağzında tuttuğu parayı da Hades’in önüne bıraktı. Parayı eline alan Hades, onu yeniden eski haline, bir kıla çevirdi. Lontelius, eşini gördüğü için çok mutluydu. “Sevgilim, ben geldim. Seni kurtarmak için geldim.” Kraliçe Eurydice ise hiçbir şekilde cevap vermiyordu. Kılı elinde tutan Hades, Lontelius’un merakını gidermek istedi. “O, kendisini ölüme hazırlamış. Bu yüzden eğer sen gelmeseydin yaşam ile bağlantısı tamamen kopacaktı. Bedenine girene dek böyle olacak.” Lontelius, “Yani ikimizin gitmesine izin veriyor musun?” dedi. “İzin vermeyip Persephone’nin yüzyıllar sürecek öfkesi ile sonsuz ömrümü cezalandırmak istemiyorum.” Gülen Persephone, Hades’e sarıldı. “O kadar kötü müyüm? Ah, evet sanırım öyleyim.” Eşinin kollarından ayrılan kötülük tanrısı Eurydice’ın ruhunu kendine çekti. Elindeki kılı yeniden ona teslim edip gözlerini kapattı. Ruhu, Lontelius’un kucağına bırakan Hades, yine ruhani bir örtüyle yüzünü kapattı. “Bak ölümlü! Seni tanımak güzeldi. Müziğin ve eşin için yaptıklarını belki bir gün kimse bilmeyecek ama cesaretin bu diyarda hep hatırlanacak. Sana son uyarım, her ne olursa olsun eşinin yüzünü açma. Eğer yüzünü açarsan onu, bu diyardan daha öteye taşıyamazsın.” “Bunu söyleyeceğimi hiç düşünmezdim ama sizi tanımak da güzeldi.” Yoluna devam etti. Persephone, onların arkasında el sallarken, Hades, “Unutma! Her ne olursa olsuuun. Onun yüzüne bakma!” diye bağırıyordu.
Günümüz / Söke
Baygınlıktan kurtulan Lontelius, gökyüzüne yükseldi. Her yerde Protekthos’u arıyordu. Aynı zamanda onu nasıl durduracağının planını yapmaya çalışıyordu. Sesleri dinlemek istedi ama çok parazit vardı. Birçok noktadan farklı sesler geliyordu. “İmdaaat! Lontelius, yardım eet!” Bu ses aradığı şeydi. Hemen o alana giderek evlerden birine yakın durdu. Duvarın içeri doğru kırıldığını görünce hızla içeriye girdi. Çocuklar ve diğerleri tehlikedeydi. Protekthos’u hazırlıksız yakalamak iyi olacaktı. O, odalardan birinde çocukları yakalamıştı. Alaz ve iki kardeşi ise bayıltıp diğer odaya kapatmıştı. Hedefini rahat gören Lontelius, “Onlara zarar vermeden Protekthos’u nasıl etkisiz hale getirebilirim?” diye düşünüyordu. Hızlı karar vermesi gerektiğini biliyordu. Her an her şey olabilirdi. Can’ı yakasından tutup havaya kaldırmıştı. “Demek seçilmiş kişi sensin!” dedi. Diğer çocuklar, arkadaşlarına bir şey olmasın diye Mermer Adam’a yaklaşmaya çalışıyorlardı. Her seferinde karşılarındaki güçlü varlığın savunması ile yere düşüyorlardı. Onun elinden kurtulmaya çalışan Can, bir mucize bekliyordu. “Lontelius! Lontelius!” diye bağırıyordu. “O, sana yardım edemeyecek kadar yorgun. Şu an derin bir uykuda olmalı.” “Ne yaptın ona? Ne yaptın söyle!” “Öldürmedim, merak etme. Sen o kadar şanslı olmayacaksın.” “Sen, bizi korumak için varsın. Neden bunu yapıyorsun?” “Artık seçilmiş olanlara hizmet etmeyeceğim. Her şey bitti.”
Can’a zarar vereceği sırada dışarıdan inanılmaz bir patlama sesi geldi. Çocuğu pencerenin sağına indiren Protekthos, dışarıya baktı. Arabanın alevler içinde kaldığını gördü. Kara dumanlar görüş alanını engellediğini düşünüyordu. Evin içinden kendisine hızla yaklaşan ses duydu. Başını döndürene kadar yüzüne şiddetli yumruğu yedi. Pencereden çıkıp dışarıdaki yanan arabanın içine düştü. “Lontelius!” diyerek dumanlar içinde havaya yükseldi. Pelerini birden yüzüne dolandı. Ondan kurtulmaya çalıştığında ardından boynunu saran kol ile kilitlendi.
“Dur artık!” diyen Lontelius, onun boynunu sıkıyordu. “Artık sizler için çalışmak istemiyorum. Seçilmişlere hizmet etmeyeceğim.” “Sen Mermer Adam’sın! Protekhos’sun! Priene’yi korudun ve bizi düşmanlardan kurtardın. Hatırla artık şunu. Masum insanlara zarar veremezsin.” “Hiçbir şey hatırlamak istemiyorum. Beni durduramazsın.”
Onu kendine çeviren Lontelius, sert yumruklarla sersemletip yere hızla düşmesine sebep oldu. Orada ona vururken bazı şeyleri hatırlamaya başladı. Geçmişe gidiyordu. Tam da Priene’nin büyük savaşının olduğu zamana…
Priene Her yandan kuşatılan şehrin duvarları, düşman tarafından dövülüyordu. Okçular savunma hattında her ne kadar düşmanı püskürtmeye çalışsa da bunu beceremiyordu. Komutan Aristaios, tüm askerleri ile tek giriş yapılabilecek koca kapı önünde bekliyordu. Yapılan tüm hamleler yetersiz kalmıştı. Okçular kapı önünü temizleyebilse öncü bir grup ölmek uğruna dışarıda nefes alınabilecek alan açabilecekti. Darbelerle ölen her düşmanın yerini daha fazlası aldığı için bu taktikten vazgeçilmek zorunda kalındı. İhtiyar kadın Tike, dış dünyadaki olan biten her şeyi hissediyordu. Önceliği Kral Lontelius ve Eurydice olduğu için hiçbir konuda destek olamıyordu. Bir ara aklına torunu geldi. Güçlerini kullanarak onu bulmaya çalıştı. Priene şehrinin dış duvarlarından içeri girmeye çalışanlar ve onları durdurmak isteyen askerleri görüyordu. Yanındaki gölgelerden birine emredip torununu bulmasını emretti. Bunu ağzını bile kımıldatmadan yaptı. Aynı zamanda Lontelius, kucağında eşini taşıyordu. Ölüler diyarından çıkmak üzereyken bazı sesler duydu. Etrafında dönüp duran seslerin ne olduğunu anlayamıyordu. Bir an eşi Eurydice’a zarar geldiğini düşündü. Hiç yapmaması gereken şeyi yapıp yüzündeki örtüyü kaldırdı. O an sesler kesildi. Kucağındaki ruh yavaş artık ilerlemiyordu. Orada öylece kalmış, bekliyordu. Hades’in söyledikleri aklına geldi. “Örtüyü neden kaldırdım?” diye dövünüyor ve kendisini suçluyordu. Büyük rüzgâr ve ardında tozu dumana katan Kerbelos orada belirdi. İlk kez yüzlerinde yırtıcı hal yoktu. Eurydice’a doğru yaklaştığını gören Lontelius, “Hayııır!” diye bağırıyordu. Birden gözlerini kapatıp açtığında kendisini saray odasında buldu. Gözlerinde yaşlar vardı. Eşini alıp gelemediği için gözlerini kapatıp ağlıyordu. Dışarıdan gelen sesleri umursamıyordu. “Yapamadım! Onu kaybettim!” Bir ses duyuldu. “Lontelius.” Şaşırmış bir haldeydi. Birisi hala ismini tekrarlıyordu. “Lontelius! Lontelius!” Gözlerini açmak istemiyordu. Bu ses, eşi Eurydice’ın sesiydi. Eğer gözlerini açarsa bu sesin yok olacağını düşünüyordu. Sonra göğsünde de bir el hissetti. Artık, “Ne olacaksa olsun!” diyerek yanındaki kişiye baktı. Neredeyse mutluluktan havaya uçacaktı. Eurydice ölmemiş, sapasağlam halde yatakta doğrulmuş öylece duruyordu. Eşine sarılan Lontelius, gözyaşlarına hâkim olamıyordu. “Geri döndün! Geri döndün!” diye bağırıyordu. Eurydice da sarılıyordu. “Sana söylemem gereken bir şey var.” “Sonra söyle. Seni çok özledim.” “Lontelius lütfen beni biraz dinle.” Eşinin ciddi sözleri karşısında duraklayan Lontelius, “Ne oldu?” dedi. “Yere bak!” Eşinin gösterdiği yere bakan Lontelius yataktan fırladı. Yaşlı kadın Tike, cenin pozisyonunda yere uzanmıştı. Yardım etmek isteyen kral, kadının öldüğünü anladı. Daha demin eşinin geri dönüşünü kutlayan Lontelius’un içini hüzün kaplamıştı. Eurydice, eşinin yasına ortam olmak için arkasına geldi. Ona sarıldı ve “Üzgünüm!” dedi. “Çok üzgünüm.”
Bazı sesler geliyor… “Henüz uyanmadı mı?” “Hayır, doktor bey.” “Peki, uyandığında bana haber verin.” “Elbette.”
Gözlerini aralamaya başladı. Nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Her tarafında ağrı hissediyordu. Vücudunu her oynattığında ağrıları daha da hissedilir oluyordu. Dışarıdan gelen güneş ışıkları gözlerini kamaştırıyordu. “Neredeyim ben?” dedi. Kendisini kimse duymadığı i çin bir daha sorusunu yineledi. Ne gelen vardı ne de giden. Ellerini hareket ettirmek istiyordu. Sanki kilolarca yük ellerindeydi, kaldıramıyordu. Tüm gücünü toplayıp yeniden denemeye çalıştı. Yine başarılı olamayınca, “Kimse yok muuu?” diye bağırdı. Sonunda içeriye giren biri, onun uyandığını gördü. “Ufaklıkk! Uyanmışsın. Hemen doktora haber vermeliyim.” “Durun! Lütfen durun! Ben…” Gelen kişinin artık odada olmadığını fark edince sesini alçalttı. “… neredeyim?” Biraz sonra içeri giren doktor, yatakta yatan çocuğun kontrollerini yaptı. “Can,” dedi. “İyi misin?” “İyiyim ama sizi net göremiyorum ve her yerim ağrıyor. Hareket de edemiyorum.” “Bunlar normal çocuğum. 9 haftadır uyuyordun.” Oldukça şaşıran Can ne diyeceğini bilemedi. Önce kekeledi ve sonra konuştu. “Neden? Nasıl oldu? Arkadaşlarım nerede? O Mermer Adam’a ne oldu?” “Kim?” “Şu Söke’nin üzerini duvar ile kaplayan Protekhos’tan bahsediyorum.” “Bu hangi süper kahraman? İlk defa duyuyorum. Bu arada arkadaşların, Ayşe Hanım ve Alaz Bey 9 haftadır neredeyse her gün seni görmeye geldiler.” Gözleri düzelen ve etrafı net gören Can, doktora bakıyordu. “Bana ne oldu doktor bey?” “Efes Sineması önünde bir araba kazası yaşamışsın. Buraya geldiğinde iyi değildin. Tüm her şeyi yapmıştık ve seni kurtarmıştık. Sonrasında senin uyanmanı bekledik. Bu bekleyiş 9 hafta sürdü. İşte şimdi sen uyandın.” “Anlayamıyorum doktor bey. Yine de her şey için çok teşekkür ediyorum. Arkadaşlarımı görebilir miyim? Onlar burada mı?” “Ben müdüre hanıma haber verdim. Arkadaşların ile birlikte geliyorlar. Alaz Bey de yolda.”
Doktor ve hemşire odadan ayrılmıştı. Kafasında dönüp duran görüntüleri anlamlandırmaya çalışıyordu. Uyku sürecinde rüya gördüğünü bile düşünmüştü. Yoksa bunun başka açıklaması olmazdı. Çok geçmeden arkadaşları ve müdüre hanım da geldiler. Birbirlerine sarılıp özlem giderdiler. Müdüre hanım gözyaşlarını peçete ile silip nasihatler vermeye devam ediyordu. Alaz da gelince kadro tamamlanmıştı. Herkes Can’ın yeniden aralarına dönmesine seviniyordu. O ise yaşadıklarını anlatıp onların da hatırlamasını istiyordu. Hepsi anlatılan hikayeye gülüp geçiyor ve hatta alay ediyorlardı. Can daha fazla dayanamayıp bunun basit bir rüyadan başka bir şey olmadığını kendine inandırmıştı. Yoksa bir kitap yüzünden yaşadıkları şeyler normal değildi.
3 ay sonra…
Tüm çocuklar bahçede oyun oynuyordu. Zaten en sevdikleri şey buydu. Son zamanlarda derslere çok yoğunlaştıkları için ufak da olsa nefes almak iyi geliyordu. Bahçede ortak oyunlar yapılıyordu. Böylece her çocuğun birbiriyle olan iletişiminin daha da artması hedefleniyordu. Müdüre Ayşe Hanım bunu yeni gelen çocukların hızla kaynaşması için yapmıştı. Öyle odasına geçip işleri ile de uğraşmazdı. Çocukların oyunlarına da katılır, ekip arkadaşlarını da dâhil ederdi. Kimsenin kıyıda köşede kalmasına izin vermezdi. Her şeyin üstesinden geliyordu ama Can’ın 3 aydır içine kapanmasını anlayamıyordu. Kaza sonrası anlattığı şeylere, “Onların hepsi rüya. Sen hiç yatağından kalkmadın. Bunlar hiç yaşanmadı,” dese de Can hala, “Onlar rüya değildi!” diyordu. Bu yaşananlar sonrasında bazen Emir ve Arda bile Can ile uğraşıyordu. Onunla şakalaşıp duruyorlardı. Can ise önce onlara kızıyor ama bu kızgınlığını fazla sürdüremiyordu. Çünkü bu hayatta iki arkadaşından başka ailesi yoktu. Belki müdüre hanım ve diğer öğretmenler çok iyiydi ama en yakını olarak yine arkadaşlarını görüyordu. Bir gün Can, arkadaşlarıyla oyun oynuyordu. Hızla vurdukları top oyun alanının dışına çıktı. Bunu almak için arkasından koşan Can etrafta topu aramaya başladı. Geniş gövdeli ağacın arkasında birinin olduğunu gördü. Elinde topu tutuyor ve sırtı dönük öylece duruyordu. Can, “Topu verir misiniz?” diye seslendi. O kişi arkasını döndü. “Tabi, al bakalım.” Gördüklerine inanamayan Can, karşısında tanıdık birisini görmüştü. Mor fötr şapka takmış, üstüne de hardal sarısı pardösü geçirmiş bu kişi Kral Lontelius’tan başkası değildi. Yaşadığı şoku atlatan Can, karşısındaki bu adama sıkıca sarıldı. “Sen!” dedi. “Kimse bana inanmadı biliyor musun?” Gözyaşları süzülüyordu. Kalbi oldukça hızlı atıyordu. “Biliyorum ama zaten herkes her şeyi bilmek zorunda değil. Ben bugün senin için, seni görmek için geldim.” Arkadaşları bir şey fark etmesin diye topu o tarafa yollayan Can, Lontelius ile rahat konuşmak istiyordu. Bunun hayalini aylardır kuruyordu. Sonunda bu hayal gerçeğe dönüşmüştü. “Neredeydiniz kralım?” “Her şey bittikten sonra yapmam gerekenler vardı.” “Yani şu an sen gerçeksin değil mi? Uyandığımdan beri yaşadıklarımın rüya olmadığını kanıtlamaya çalışıyorum.” Lontelius gülümsedi ve dizlerinin üstüne eğildi. “Bak çocuk, sen seçilmiş kişisin. Biz bir şeyler yaşadık. Çok zordu ama kazandık.” “En son Protekthos ile kapışıyordun. Öyle değil mi?” “Onu yenip kitabın içine geri yolladım. Artık geri dönemez. Sana söyleyeceğim başka şeyler var.” “Nedir?” Baştan sona tüm her şeyi anlatan Lontelius’u merakla dinleyen Can, tek bir soru bile sormamıştı. Çünkü kral sözünün kesilmeden dinlenmesini istemişti. O da buna uymuştu. Priene’yi, orada yaşanan savaşları ve ölüler diyarından nasıl çıktığına kadar her bir şeyi tek tek anlatmıştı. “Şimdi sorabilir miyim?” “Evet.” “Priene’deki son savaşı kazandıktan sonra ne oldu?” “Protekthos sayesinde hepsini yendik ve sonrasında hepsine bunu unutturduk. Bugün Söke’de yaşadığımız son olayda da aynısını yaptık. Şimdi kime ne anlatırsan anlat, hatırlamayacak.” “O yüzden bana inanmıyorlar.” “Dedim ya çocuk – Herkes her şeyi bilmek zorunda değil-” “Ya o yaşlı kadın ona ne oldu?” “İşte bugün sana gelişimin asıl sebebi bu. Yaşlı kadın Tike, eşimi tam kaybedeceğim sırada kendi ruhunu, Eurydice için feda etti. Bunu ise torunu Eras için yapmıştı. Ona bakmamız ve korumamız karşılığında ruhunu feda etmişti.” “Ne büyük bir fedakârlık.” “Kesinlikle. O, yani Eras kim biliyor musun?” “Hayır, bilmiyorum.” “O senin atalarından biri. Yani yaşanılan hiçbir şeyi boşuna yaşamıyoruz.” “İnanamıyorum. Bu nasıl olur?” “Bende ilk öğrendiğimde senin gibi şaşırmıştım.” Hayretler içerisinde tüm parçaları birleştirmeye çalışan Can, “Vay be!” diyordu. “Şimdi senden bir şey istiyorum.” “Nedir kralım?” “Yaşadığımız hiçbir şeyi artık kimseye anlatmanı istemiyorum. Unutulan gerçekler, hayal olarak bile kalmamalı. Yoksa aynı şeyleri yeniden yaşayabiliriz. Bunu istemezsin sanırım.” “Asla efendim.” Lontelius ayağa kalktı. “Şimdi gidiyorum.” “Nereye?” “Priene’ye. Sırlarımı yaşayacağım yere…” “Ne yapacaksınız?” Güldü ve “Bu da Lontelius’un ikinci sırrı. İlki seninle aramızda kalacak. Diğeri de bende kalsın.” “Anladım efendim. Peki, sonra görüşecek miyiz?” “İşte bunu bilmiyorum. Şimdi görüşmek üzere.”
Bu sırada arkadaşları seslendi. O tarafa doğru bakan Can, arkadaşlarının kendisine doğru geldiğini gördü. Yeniden Lontelius’un olduğu yere başını çevirdi. Ortalıktan kaybolmuştu. Kendi kendisine, “Neredesin?” dedi. Sonra arkadaşlarına fark ettirmemek için onların arasına döndü. Tekrar arkasına bakınca dış demir parmaklıkların arkasında birini gördü. Onun Lontelius olduğundan emindi ama o yoluna devam etti. Artık yaşadıklarının rüya olmadığından tamamen emindi. Bunun mutluluğunu yaşarken arada gülümsüyordu. Bir de karşısında Alaz ağabeyini görmüştü. Yanındaki kişiler ise yüzünün asılmasına sebep oldu. Onlar Anna ve Dieter’dı. Schmidt kardeşler yüzünden çok problem yaşamışlardı. Lontelius’un anlattıklarına göre kimse hiçbir şeyi hatırlamadığı için, karşısındaki bu insanları suçlayamazdı. Çünkü Schmidt kardeşler, Can ve arkadaşlarını ilk defa görüyordu. Alaz’ın Kuşadası’na gittiği zamanlardan birinde Anna ile tanışmıştı. İkisi sevgili olmuş ve hatta evlilik düşündüklerini söylemişti. Evlendikten sonra üç çocuğu da evlat edinmek isteyen Alaz, bu sebepten iki tarafı birbiriyle tanıştırmak istemişti.
|
0% |