@esaturk
|
The Moody Blues - Had To Fall In Love Bir kez bile mürekkep vurmadığım, defalarca okuduğum defterin, önümde açık duran sayfasında, daha önce orada olmadığından emin olduğum ''37°'' yazılıydı siyah mürekkeple.
♛♚ ''Kim bunlar?'' diye sordu Erdem Pelin'i kucağına çekerek. Resme ilk göz gezdirdiğinde kısa bir süre yüzü asıldı. Pelin'in yüzüne büyük ve kendinden emin bir gülümseme yayıldı. ''Annem, babam, bu da ben.'' derken parmağı ile çizdiği resmi işaret ediyordu. Ses tonunda büyük bir heyecan hâkimdi. ''Bunlar da...'' deyip resmin sağ kenarındaki iki figürü gösterdi. ''Ahmet ile sen amca.'' Erdem'in yüzüne bir gülümseme yayılırken Pelin'in şakağına bir öpücük kondurdu. Ahmet Arif, heyecanla, ''Ben de!'' diyerek çimenlerin üzerine serili, siyah ve beyaz renklerden oluşan pötikare örtünün üzerinden koştu ve Erdem'in diğer kucağına yerleşti. Erdem, sol bacağına yerleşen Ahmet'in de şakağına gülümseyerek bir öpücük kondurdu ve yeniden resme döndü. İki eliyle çocukların bellerinden sıkıca kavradı. Gözleri yeniden resmi bulduğunda yüzü tekrar asıldı. ''Annenle baban yan yana, sen neden uzaktasın Pelin?'' diye sordu yumuşak bir sesle. ''Amca onlar dans ediyor!'' dedi Pelin heyecanla amcasına dönerek. Erdem, duyduğu cümle ile zorlukla yutkundu. Gözleri, beyaz kağıt üzerinde vals yapan çifti bulduklarında Pelin'i sıkıca sarmak istedi. Fakat Pelin, ''Bals yapıyorlar!'' dedi heyecanla. Erdem küçük bir kahkaha attı. ''Bals değil, vals!'' diyerek düzeltti yeğenini. ''Tamam, vals işte!'' dedi Pelin elinde tuttuğu boya kalemini çevirerek. Erdem yeniden resme baktı ve derin bir iç çekti. ''Neden bu şekilde çizdin?'' diye sorduğunda alacağı cevabı biliyordu. ''Çünkü ne zaman baksam vals yapıyorlar hep.'' dedi Pelin. Pelin, annesini ve babasını yalnızca vals yaparlarken çekilmiş fotoğraflarında görebilmişti. Başka fotoğrafları yoktu. Kafasında, annesi ve babası, sürekli olarak ve yalnızca vals yaparken canlanıyordu. Fotoğrafta yalnızca saçları ve sırtları görünüyordu. Başları, birbirlerinin omuzlarına gömülüydü, yüzleri görünmüyordu. Bunu biliyor olmak, bunun farkında olmak çok zordu Erdem için. Pelin, bir gün, çok daha küçükken, ''Amca ben o fotoğrafa her gün bakıyorum on defa, hep aynılar. Hiç dönmüyorlar. Neden?'' diye sormuştu. Erdem henüz ne diyeceğini bilemezken, hatta soruyu bile tam algılayamamışken, ''Hiç başlarını kaldırmıyorlar amca, neden?'' diye yeniden sormuştu Pelin. Erdem şaşkınlıkla Pelin'in yüzüne boş boş bakarken, birkaç soru daha sormuştu Pelin oluşan sessizlikle. ''Neden hep dans ediyorlar? Yorulmuyorlar mı?'' Erdem, dudaklarını ıslatıp, kafasında bir cevap düşünürken, Pelin, bir anda başını omzuna eğip tatlı bir sesle, ''Annem güzel mi?'' diye sormuştu. Erdem'in gözleri, Pelin'in kahverengi gözlerine değdiğinde ise heyecanla, ''Ya babam? O da yakışıklı mı?'' diye sormuştu. O gün Erdem, onun bir fotoğraf olduğunu, içindeki insanların ve canlıların canlanamayacağını, o karenin sonsuza dek öyle kalacağını anlatmaya çalışmıştı. Pelin ise duyduğu 'Sonsuza kadar' kelimeleri ile uzun bir süre sonsuzluğu sorgulamıştı. ''Biz ölsek bile, fotoğraflarımız yaşar mı?'' diye sormuştu şaşkınlıkla. ''Biz neden sonsuza kadar yaşamıyoruz peki?'' ''Neden ölüyoruz ki?'' gibi soruları da peş peşe sormuş, amcasına her zamanki gibi soğuk terler döktürmüştü. Erdem, hatırladığı diyaloglardan kafasını kaldırarak, oksijene susamış ciğerlerine birkaç kez soluk doldurmayı denedi. ''Tamam, vals yapıyor olabilirler ama yine de kendini de onlarla çizebilirdin.'' dedi. ''Ama üç kişi vals yapılır mı ki?'' diye sordu Pelin. Ahmet Arif, elinde çikolatayla sessizce aralarında geçen diyaloğu dinliyordu. ''Yapılır, neden yapılmasın? Sen istersen eğer öyle çizebilirsin Pelin'cim.'' deyip kızın saçlarına sıcak bir öpücük kondurdu amcası. ''Hatta,'' dedi kendinden emin bir sesle. ''Vals yaparken çizmek zorunda değilsin. Üçünüzü el ele çizebilirsin. Hatta belki annen ve baban kol kola girmiş olurlar ve sen de kucaklarında olursun.'' dedi gülümseyerek. Pelin'in gözleri ışıldadığında, heyecanlı bir sesle, ''Beni de öperler mi?'' diye sordu. Erdem, bu soru ile karnına atılmış bir tekme hissetti. Arkasından bir sert tekme daha... ''Öperler tabii!'' dedi heyecanla. Pelin bir süre düşünerek resme baktı. Düşünürken bir yandan dudaklarını ıslatıyor ve dudaklarının içlerini kemiriyordu. Aniden yüzü asıldı. ''Ama ben onların yüzünü bilmiyorum ki amca! Nasıl çizeceğim?!'' diye sordu hayıflanarak. Erdem ise ona, anne ve babasının yüzlerini kendisinin anlatabileceğini ve hayal ederek çizebileceklerini anlattı. Hatta, yeni çizecekleri resmi çerçeveletip asabileceklerini söyledi. Pelin ise bir anda hiddetlenerek ayaklandı ve ''Olmaz!'' dedi gözlerini açarak. Bu tepkiye afallayan amcası, şaşkınlıkla nedenini sordu. Pelin ise ağlamaklı bir sesle ''Hayaletler çalar!'' dedi. Erdem'in şaşkınlıkla kaşları çatılırken Ahmet Arif yavaşça Erdem'in kucağından indi. Fakat Erdem, bu hayalet meselesinin nereden çıktığını derin derin düşündüğünden bunu fark etmedi. ''Ne hayaleti Pelin? Hayalet nereden çıktı? Öyle bir şey yok.'' dedi yumuşak bir sesle. Pelin ise ''Var amca, var!'' dedi heyecanla amcasına adımlayarak. ''Benim defterimin yapraklarını kopartıp çaldılar. Bir de kitabımın arka sayfasını karalamışlar!'' dedi. Gözleri kocaman olmuştu ve yaptığı resmi sıkıca, hiç kaybetmek istemiyormuş gibi tutuyordu. ''Defterinin yapraklarını çalmışlar?'' dedi Erdem sorar gibi. Havalanmış kaşlarını indirmeden, ''Arka sayfayı karalamışlar?'' dedi yeniden sorar gibi. Pelin, kararlılıkla iki kez başını salladığında Erdem, aklına düşen ihtimallerle yüzünü gevşetti. Gözleri etrafa bakındı ve Ahmet'in kucağından inip gitmiş olduğunu fark etti. Erdem bahçeye bakınırken Pelin, ''Onu da çalarlar amca, olmaz! Ben onu hep elimde taşırım. O zaman çalamazlar!'' dedi. Erdem yüzünü kısaca ovuşturup, ''Nereden öğrendin bu hayaletleri sen? Kim söyledi sana?'' diye sordu sakin bir sesle. Bu sorunun cevabını da biliyordu. ''Ahmet söyledi!'' cevabını aldığında ağır ağır başını salladı. ''Anladım,'' dedi ve dudaklarını ıslattı. Başını evin kapısına çevirdiğinde Ahmet'in kapı arasından, elinde çikolatayla baktığını gördü. Ahmet ile konuşmak için ayaklandığında birden bire Pelin'e doğru eğildi ve ''Hayalet diye bir şey yok Pelin. Zaten olsalardı da kalem, defter gibi objeleri tutamazlardı. Bunu sakın unutma.'' dedi ve Pelin itiraz ederken başına bir öpücük daha kondurup eve doğru ilerledi. Çocukluğum boyunca hayaletlerden hep korktum. Amcam ısrarla, hayaletlerin gerçek olmadıklarını söylese de içten içe hep gerçek olduklarına inandım. Her korktuğumda ise Ahmet'e sığındım. Ahmet ile pikenin altına girip hayaletlerden saklandık her korktuğumda. Hayaletlerin, objeleri tutamıyor olmaları uzun bir süre kafamı kurcalamıştı çünkü yine de zaman zaman defterlerim karalanmaya, yaprakları koparılmaya devam etti. Hatta buna birkaç kez de evde kırılan vazolar ve bardaklar eşlik etti. Hayaletlerin gerçek olmadıklarını anladığımda da on yaşındaydım. Hayaletlerin aslında Ahmet Arif olduğunu öğrenmiş ve kısa bir süre, Ahmet Arif hayalet olduğu için ağlamıştım birkaç gece. Fakat işin aslının öyle olmadığını, Ahmet, bir gece ağladığımı gördüğü için bana uzun uzadıya anlatmıştı. Fakat yine de bir süre, hayaletlerden içten içe korkmaya devam etmiştim. On beş yıl sonra ise, ilk kez hayaletlerin gerçek olmasını umuyordum. Hayaletlerin, defter, kalem gibi objeleri tutabilmelerini ve kırmızı kaplı defterimin sayfasına ''37°'' yazmış olmalarını umuyordum. Yüzümüze yayılan korku ve endişe dolu mimikleri, silik birer tebessümle izliyor olsunlar istiyordum. Hayaletlerin gerçek olması fikri, yirmi beş yaşındaki beni halen korkutsa da umurumda değildi. Çünkü en azından onların ne olduklarını, kim olduklarını biliyor olacaktım. Hayaletler, Şah'tan daha az korkutucuydu. Hayaletler, bilinmezlikten daha az korkutucuydu. On yaşımda, hayaletlerin gerçek olmadıklarını, direkt olarak, hayalet olan Ahmet Arif'in ağzından öğrenmemle bir devir kapanmıştı. Fakat yine aynı yıl, Şah diye bir şeyin varlığıyla tanışmıştım ve bu bilgi, yeni bir devrin kapısını aralamıştı. Hayaletler, yalnızca dört yıl boyunca titretmişlerdi küçük Pelin'in küçük kalbini. Oysa Şah, on beş yıldır, yetişkin Pera'nın, yetişkin kalbini de dizlerini de şiddetle sarsıyordu. Deva'nın avuçlarında duran deftere uzandım fakat onun ellerinden çekmedim. Çekmediğimden olsa gerek, o da bırakmadı. Dört elin yavaşça kavradığı, Deva'nın kucağında duran kırmızı deftere doğru refleks olarak hafifçe eğildim. Gözlerim, siyah kalemle yazılmış, ''37°'' yazısına mıhlanmışlardı. ''37°'' yazısının siyah mürekkebi, kalbime damlayarak, al kanlar içine bir siyah leke bırakıyordu. Siyahtan, karadan nefret eden kalbim ise mürekkep damlasının kokusu ve dokusunun getirdiği rahatsızlık hissi ile kaçacak delik arıyor fakat hapsolduğu göğüs kafesine darbeler vurmaktan başka bir şey yapamıyordu. Leke git gide büyüyor, büyüdükçe bir kara deliğe dönüşüyor ve geçen her saniye, çırpınan kalbime daha fazla hâkimiyet kuruyordu. Leke büyüdükçe kara delik genişledi. Genişleyen kara deliğe kalbim git gide daha da çekildi. Kalbim karalarda kaybolduğu her saniye daha da çırpındı. O çırpındıkça, gözyaşlarım bir şeyler yapmam için yalvardılar bana. Ben ise çaresizce, Deva'da aradım çıkış yolunu. ''Deva,'' dedim kısık bir sesle. İsmini üçüncü denemede söyleyebilmiştim. İlk ikisinde, çalışmayan ses tellerim ve çenemin ihanetine uğramış ve kekelemiştim çünkü. Titrediğimi, defterin iki kenarını sıkıca tutan ellerimin üzerinde, Deva'nın ellerini hissettiğimde fark ettim. Titremelerini engellemek ister gibi sıkıca kavramıştı ellerimi. Fısıldayarak, ''Pera,'' diye seslendiğinde ise sıcak nefesi sol yanağıma vurmuştu. Sesindeki endişeyi ve titrek tınıyı, ilk etapta anlayamadım çünkü algılarım kapalıydı. Gözlerimi defterden çekemeden, ''Bu yoktu!'' dedim titreyen sesimle. Deva beni yanıtlamadı. Bakışları, defter ve yüzüm arasında hızla tur bindiriyordu. Gözlerimden peş peşe, birer damla düştü kucağıma. Yeniden, titrek bir sesle, "Deva," dedim ve kadrajıma yüzünü aldım. "Deva, bu yoktu!" dediğimde ise sesim artık şiddetli bir depremin etkisinde sarsılıyordu. "Yoktu bu!" dedim bir kez daha, çok daha kısık ve bu kez yakaran bir sesle. Sesim yalvarıyordu Deva'ya. Gözyaşlarım ve çarpan kalbim, o yazının orda olmaması için yalvarıyorlardı. Deva ise ne yapacağını bilemez bir yüz ifadesiyle, kararmış harelerini, halen defter ve gözlerim arasında gezdiriyordu. Dudaklarını ıslattı ve kadife gibi yumuşacık bir sesle, "Amcan belki bir şey için not almıştır Pera, sakin ol." dedi fakat bu söylediğinin ona bile saçma geldiği yüz ifadesinden belliydi. Deva'nın dudaklarından dökülen cümleler, mağlubiyet gömleğini geçirdiler sırtıma. Fakat gömlek, kısa sürede kefen gibi hissettirdi. Başım önüme düşerken göz kapaklarım çaresizce aşağı indiler. Açık kahve harelerimi örten gözkapaklarım, gözlerimden birer yaşın daha özgürlüğe kavuşmalarını sağladılar. Ellerim, halen, sıkıca, defterin iki yanını tutuyorlardı. Deva'nın elleri ise halen, sıkıca, ellerimi kavrıyordu. Başımı dik tutamıyor ve göğüs kafesimin sızısına direnemiyordum. Ben, başımı dik tutmaya çalıştıkça o savruldu. Deva, devamlı olarak sakin olmam gerektiği telkinini veriyordu. Fakat değil çarpan kalbime, atan nabzıma, düşen gözyaşlarıma; dik duramayan başıma bile söz geçiremediğim bir noktadaydım ben. Savrulan başım, Deva'nın göğsüne yaslandı. Fakat Deva bedenini geriye doğru çekti ve başımın serbest kalmasını sağladı. Kulağıma doğru, bariton sesiyle, ''Pera!'' diye fısıldayarak seslendiğinde gözkapaklarımı kaldırdım. Direkt olarak onunla göz teması kurduğumda gözlerinde bir an için toprak gördüğümü sandım fakat yalnızca birkaç salise sonra, karartının yerli yerinde olduğu gerçeği ile yüzleştim. Deva'nın, endişe peyda olmuş kumral yüzünü buğulu görüyordum. Sıcak damlalar, devamlı olarak yanaklarımdan aşağı süzülüyor ve iz bıraktıkları yerleri acımasızca yakıyorlardı. Deva, göz temasımızı keserek defteri bir şekilde ellerimden kurtardı ve arkasına doğru bıraktı. Islak, açık kahve harelerim kırmızı kaplı defteri izlerken, Deva fısıldayarak, ''Pera, bana bak.'' dedi. Ellerim yeniden ellerindeydi ve ellerimi bırakmadan, iki eliyle yüzümü kavramayı denedi. İşaret ve orta parmak uçları, çenemin iki yanına destek veriyor ve kapanan diğer parmakları, boğumları altında, güçsüz duran ellerimi kavrıyordu. Gözlerim, Deva'nın gözlerine değdiklerinde, ''Deva, o orada yoktu.'' dedim yakaran bir sesle. Fısıldayarak, ''Biliyorum,'' dedi ve ellerimi kendi ellerinin esaretinden kurtardı. İki elim de kucağıma düşerken, yeniden fısıldayarak, ''Biliyorum Pera,'' dedi ve gözyaşlarımı sildi. Avuçları yanaklarıma kapanmıştı. Baş parmakları ise damlaların bıraktığı ıslak yolu siliyordu. Kendimi daha fazla tutamayarak peş peşe birkaç hıçkırık bıraktım genzimden. Deva'nın tek yapabildiği, başımı yavaşça boynunun altına yerleştirmek oldu. Söyleyebileceği, yapabileceği hiçbir şey yoktu. ''Yoktu o,'' dedim yeniden hıçkırarak. ''Biliyorum,'' dedi sessizce. Onun sesine de benimkine benzer bir acı işlenmişti. Sağ elim omzuna çıkarken, sol elim sırtına doğru kaydı kolunun altından. ''Deva,'' dedim yeniden. Es vermemiştim, hıçkırıklarım cümlemi yarım bırakmıştı. ''O yazı yoktu, ben defalarca okudum defteri.'' dedim hıçkırıklarımın müsaade ettiği kadarıyla. Yine sessizce, ''Biliyorum güzelim,'' dedi ve kollarını biraz daha sıkı doladı bedenime. Kim yazdı, diye sormaya cesaretim yoktu. Dudaklarımdan döküldüğü an somutlaşacak soru, Deva'nın göğsünde daha da şiddetle sarsılmama sebep olacaktı. Fakat bilmek istiyordum; kim yazmıştı. Fakat bilmek istemiyordum; korkuyordum, Pelin korkuyordu.
♛♚ ''Sen varsın diye Pelin, sen olacaksın diye.'' Kulaklarımda yankılanan sesle gözlerimi ansızın araladığımda ilk hissettiğim kalp atışlarımdı. Parmak uçlarımda, kulaklarımda, genzimde, ıslak gözlerimin yuvalarında, şah damarımda, göğüs kafesimde, bedenimin her bir zerresinde kalp atışlarımı duyuyordum. Hızlanmış nabzım, kesik ve hızlı soluklar alıp vermeme sebep oluyordu. ''Pera, iyi misin?'' Fısıldayan bariton ses, oldukça yakından, başımın üzerinden geliyordu. Deva'nın sesi ile irkilme hâlini üzerimden attığımda ise ilk fark ettiğim, göğsüne başımı yaslamış olduğumdu. Başımı kaldırarak sesin geldiği yöne döndüğümde yüzlerimiz arasındaki mesafe bir karıştan azdı. Gözlerim direkt olarak endişe ile bakan gözlerine tutundular. Bir süre, artık yalnızca karartı gördüğüm harelerinin yerinde acı kahve aradım. Birkaç derin nefes çektim peş peşe ve patrikor aradım. Karartının nakış gibi işlenmiş olduğunu net bir şekilde görebildiğim hareleri, açık kahve harelerime sarılıyordu. Aklıma otel odasında, daha uzak bir mesafeden gözlerine bakarken girdiğim trans geldi. Yeniden transtaydım ve sorusuna cevap verememiştim. Karartı, gözlerinden dökülerek her yeri esir alıyordu yine. Yine zifiri karanlıkta olduğum ve yalnız Deva'yı gördüğüm bir andaydım. Yine etrafta, Deva'dan ve harelerinden başka her şey dağılmış, buğulanmış ve yok olmuşlardı. Yine kulağıma anlamsız ve boğuk sesler doluyor ve boşlukta süzülürmüş hissini her hücremde hissediyordum. Cevap alamadığında, bu kez daha meraklı bir tonla, ''İyi misin Pera?'' diye sordu yeniden. Yerinde huzursuzca kıpırdamış fakat beni rahatsız etmemek için pek hareket edememişti. Sorusuyla, odaya yeniden gün ışığı doldu. Her şey yerli yerine oturdu. Anlamsız, boğuk sesler dağıldı ve boşluk hissi, yerini, Deva'nın bedenine bıraktı. Başımı belli belirsiz sallayıp hafifçe göğsünden doğruldum. Tek yaptığım, başımı göğsünden kaldırıp, iki elimi yatağa dayayarak destek almaktı aslında. Uzanmış bacaklarımın pozisyonunu pek bozmadım ve hatta duruşum dik bile sayılmazdı. Deva, sırtını yatak başlığına dayamış, sağ bacağını uzatmış, sol bacağını ise dizinden kırarak dik konuma getirmişti ve ayağıyla yataktan destek alıyordu. Doğrulduğumda, koluma sarılmış sol eli kucağına düşerken, sağ eli hâlâ belimdeydi. Bakışlarım yatağı buldular ve bir süre gözlerimi yatakta gezdirdim. İlk etapta, siyah mürekkeple yazılmış o yazıyı unutmuştum çünkü kâbusun etkisindeydim. Kısa bir süre ne olduğunu sorguladım zihnimde. O da, beni izleyen dikkatli bakışlarını üzerimden çekmeden doğruldu. Uzattığı sağ bacağını kırıp önüne aldı ve sağ elini yatağa dayarken, sol dirseğini, dik pozisyonda duran dizine dayadı. Bana doğru eğilmişti ve göz teması kurmayı deniyordu. Bariton sesini yeniden kulaklarıma doldurdu, ''İyi misin Pera?'' diye sorarak. ''İyiyim, iyiyim,'' dedim bu kez. Onunla göz teması kurduğumda bir şeyler söylemek istiyor fakat söyleyemiyor gibiydi. Dudaklarını aralıyor, akabinde hızla geri kapatıyordu. Ben de tıpkı onun gibi, ne söyleyeceğimi bilemez bir hâlde, yalnızca gözlerinin içine bakıyordum. Derin bir nefes alarak, ''Biraz uzan istersen,'' dedi. Başımı hızla iki yana salladım. Kalkmak için hareketlendiğim sırada, omuzlarımdan sıkıca tuttu ve ''İyi misin gerçekten?'' diye sordu telaşla. Gözlerim yüzünü bulduğunda, ''Kâbus mu gördün?'' diye sordu. Sesinde gizlemediği bir merak vardı. ''Evet,'' diyerek yanıtladım onu fakat iyi olup olmadığımla alâkalı endişeleri yerli yerinde görünüyordu. Ellerimi, kollarına yerleştirip sıvazladım ve ''İyiyim Deva, teşekkürler,'' dedim içtenlikle. İkna olmamış gibiydi ancak üstelemedi. Garip ve anlamsız suskunluğumuzu, ''Ne kadar uyuduk?'' diyerek bitirdim. Amacım, bakışmamızı da bitirmekti fakat olmadı. Dudak kenarları hafifçe iki yana kıvrıldı. ''Sen uyudun. Çok değil, yirmi dakika kadar,'' dedi. ''Sen neden uyumadın?'' diye sordum çünkü o da uykusuzdu. Bir süre yüzüme baktı yalnızca. Bir süre sonra, ''Bilmem, uyumadım.'' diyerek yanıtladı sorumu. Uyuşukluk hissi bedenimi tamamen terk ettiğinde, artık tamamen kendime geldiğimde ve mantıklı düşünmeye başladığımda, gülümsemeye çalışarak, ''Teşekkür ederim,'' dedim ve es verip güldüm. Sol elimi havada savurarak bedenini işaret ettim ve bunu yaparken de gülüşümü silmeden, ''Ama göğsünde yatırmak zorunda değildin.'' dedim muzip bir şekilde. Kaşları, kendinden emin bir şekilde havalandı. Yüzüne manidar bir gülümseme yayıldı ve ''Sen yattın yalnız, ben seni zorlamadım.'' dedi. Aldığım cevapla bozguna uğramak ve bozulmak bir yana, yavaş yavaş kızardığımı hissettim utançtan. Deva ise küçük bir kahkaha attı. Hızla yataktan çıktı ve ayaklanırken, ''İyisin,'' dedi gülümseyerek. Bakışlarımı boşluktan çekip yüzüne çevirdiğimde, yüzünde sıcak bir gülümseme vardı ve alt dudağını dişleri arasında eziyordu. Gülümsemesini silmeden derin bir nefes alarak kol saatine baktı ve ''Amcan neredeyse gelir, hadi gel,'' dedi ve kalkmam için elini uzattı. Ellerimizi ortada kavuşturdum ve Deva'dan destek alarak yataktan atladım. Uzanıp defteri de ellerime aldım. Fakat avuçlarımın yandığını hissettiğimden, bir süre, iki elimde uzanan deftere bakakaldım. Deva ilerlediği kapı eşiğinde duraksayıp bana doğru döndü ve ''İstersen bana ver.'' dedi anlamış gibi. Gözlerimi ona çevirdiğimde elini çoktan havalandırmıştı. Defteri ona uzattım ve adımlarımızı koridora savurduk. Adımlarımız, acele etmeden merdivenleri ezerken bir anda, ''Özür dilerim senden,'' dedim. Kaşlarını çatarak bana döndü. Dudaklarımı birbirine bastırıp, ''Yanımda olduğun için teşekkür ederim, sana güvenmeyi gerçekten öğrenmem gerekiyor sanırım.'' dediğimde Deva'nın yüzü, belli belirsiz ekşidi. Göğsü, derin bir nefesle kalkıp indi ve ''Denesen yeter Pera. Bu içten gelir, kendin karar veremezsin.'' deyip gözlerini yüzüme çevirdi. ''Ama denesen yeter.'' Başımı onaylar gibi salladım. Muzip bir sesle, ''Ee? Özrümü kabul ettiğini söylemedin. Kabul etmeyecek misin yoksa?'' diye sordum tepeden bakmaya çalışarak. Gülümseyerek yan bir bakış attı. ''Kabul etmeme gerek var mı?'' diye sordu. Yapay bir merak takındım. ''Yok mu?'' Son birkaç basamak kaldığında kıkırdadı ve kendinden emin bir sesle, ''Var,'' dedi. O da benim gibi üstten bakmayı denemiş fakat o başarmıştı. ''Ee? Kabul etmeyecek misin?'' diye sordum gülerek. ''Bilmiyorum, düşünmem lazım Pera'cığım.'' dedi. O, son basamağı da bitirip alt kata iki adım attığında ben son basamakta adımlarımı durdurdum. Merakla bana dönüp, kollarını ve omuzlarını havalandırarak, ''Ne?'' diye sordu. Yüzüme sahte bir öfke yayılmıştı. ''Kabul et Deva!'' dedim sert bir sesle. Yüzüne bir tebessüm oturdu, kaşları havalanırken başı savruldu. Bana doğru ağır iki adım attı. Önüme kadar geldi ve sağ ayağını kaldırarak, bulunduğum basamağa yerleştirdi. Boylarımız eşit sayılırdı. Ondan yalnızca iki santimetre kadar uzun kalıyordum bu şekilde. ''Kabul etmezsem ne olur?'' diye sordu. Sesi meraktan yoksundu. Yüzündeki tebessüm yerli yerindeydi ve sesinde gizli bir ima olduğunu kimse yadsıyamazdı. Ben de onu taklit ederek kaşlarımı kaldırdım. Kollarımı göğsümde bağladım ve duruşumu dikleştirdim. Bir süre, merakla vereceğim cevabı bekledi. Oysa, vereceğim cevabı ben de bilmiyordum. Böyle bir tepki vereceğini düşünmemiş, tamam kabul ediyorum, demesini beklemiştim. Bu sebepten, herhangi bir cevap da hazırlayamamıştım. Kendinden emin, tebessümlü ve flörtöz bakan ifadesi yerli yerindeydi. Bir süre aynı ifadeye, ne söyleyeceğimi düşünerek baktım. Fakat yüz ifadesi, içimde bir yerlerde, ne olduğunu bilmediğim bir şeyleri harekete geçirmiş gibi, kalbimde, adını koyamadığım bir hissin peyda olmasına sebep oldu. Bedenimde bir rüzgâr etkisiyle dalgalanan bu yeni his oldukça eski bir histi. Düşünmeyi sonlandırarak aklıma gelen ilk şeyi söyledim. ''Pişman olursun.'' dedim kendimden emin yüz ifademi bozmamaya çabalayarak. Kaşları şaşkınlıkla havalandı, afili bir cevap bekliyor olması muhtemeldi. Kısacık bir süre sonra başını geriye doğru atarak kahkaha attı. Kendinden emin yüz ifademin bozulmaması için dudaklarımı birbirine bastırdım. Kahkahası bittiğinde yine aynı ifade dağıldı yüzüne. Fakat bu kez alay da eklenmişti. Bir süre yalnızca yüzüme bakıp akabinde, olduğum basamağa dayadığı sağ ayağının üzerine çıktı. Sol ayağını havada sallandırarak tüm ağırlığını sağ ayağına verdiğinde boyu yeniden beni geçmişti. Üstelik bedeni bedenimi sıkıştırdığından hareket edecek bir alan kalmamıştı. Bu sebeple, geri geri ilerleyerek bir üst basamağa tırmandım. Yüzümdeki kendinden emin ifadeyi silmemek için halen müthiş bir mücadele veriyordum fakat fayda etmediğinden emindim çünkü kalbimin kan pompalama işlemini hızlandırdığını hissediyordum. Boylarımız yeniden eşitlendiğinde Deva, fısıldayarak, ''Bu kadar klişe bir kadın olduğunu bilmiyordum Pera.'' dedi alayla. Yine verecek bir cevap bulamadığımda, ''Hazırlıksız yakalandın,'' dedi başını sallayarak. Onay almak istiyor gibiydi ancak yanıtlamadım. Anadilimi unutmuş gibi, en amiyane tabirle aptal bir ifadeyle yüzüne bakma işlemini sürdürdüm. Bir kahkaha daha attı. Alay, yüz ifadesine daha da yayıldığında yüzünü yüzüme yaklaştırdı, ''Nasıl pişman olacağım, onu düşündün mü bari?'' diye sordu sırıtarak. Bunun cevabını düşündüğümden, kendimi en azından buna hazırladığımdan emindi. Ancak ben bunu da düşünmemiştim. Göğüs kafesim zorlanmaya başladığında, hapsolduğum görünmez parmaklıklardan kurtulmak istedim. Sol elimi kaldırarak göğsüne yerleştirdim. Onu göğsünden itmeyi denedim ve bu kez ben onun yüzüne doğru eğildim. Çehreme sıkı bir gülümseme takınıp ''Deva,'' dedim fısıldayarak. Nefesim dudaklarına çarpıyordu. Onun fısıldamasının flörtözlüğüne tezat olarak, kendiminkinin ürkütücü çıkması için çabalamıştım. ''Unutma, ben seni öldürmeye çalıştım.'' dedim. Benim gülümsemem silinmezken onunki bir duman gibi dağıldı. Bu kez içime dokunan buruklaşan yüz ifadesi oldu. Yutkundum ve yüzüme sıcak bir gülümseme yerleştirmeye çalıştım. Sol elimin parmakları, benden komut almadan gülümsemesi solan yüzüne tırmandı. Parmaklarım, sakalsız, kumral yanağına yerleştiklerinde tek istediğim donuk ifadenin yerinde yeniden gülümseme görmekti. İçimden kendime küfürler savuruyor, erkeklik yapmanın zamanı mıydı, diye soruyordum fakat cümle bir kez ağzımdan dökülmüştü ve zamanı geri alamazdım. Gülümsememi soldurmadan tıpkı onun gibi, ''Hazırlıksız yakalandın,'' dedim başımı sallayarak. Çabamı, çırpınışımı görüyor olmalıydı. Görmesi gerekirdi, görüyor olduğunu umuyordum. Kurduğum cümleyle belli belirsiz başını salladı. Dudaklarının kenarlarını kıvırmak için, gülümsemek için mücadele veriyordu fakat fayda etmiyordu. Yüz kaslarına verdiği komutları ansızın kestiğinde, gözlerim, artık sabit duran dudaklarından gözlerine kaydılar. Onun gözleri de benim solan gülümsememde, dudaklarımdaydı. Dudaklarımızın, mıknatıs misali birbirlerine çekildiklerini hissettim bir an. Nefeslerimizin birbirine karıştığı, kalbimin göğüs kafesimi kırarcasına çarptığı anda hayattan gelen araç sesini işittik. Bakışlarım, Deva'nın omzu üzerinden, camın arkasındaki hayatı buldular, akabinde avluya giren siyah sedan aracı. Açık kahve harelerimi Deva'nın yüzüne çevirdiğimde, büyük bir ciddiyetle yüzümü izliyordu. Yutkunup, ''Geldiler,'' dediğimde sanki gözlerinde bir anda flaşlar patladı. O da transa girmiş ve henüz uyanmış gibiydi. Transtan uyanırken böyle mi görünüyordum? Çıkıntılı âdemelması yukarı aşağı hareket etti. Belli belirsiz başını salladı. Ben son iki basamağı, o ise son basamağı indi ve adımlarımız zemin katı buldu. Koşar adımlarla kapıya ilerlediğimde Deva ardımda kaldı. Kapıyı açtığım an, amcam, limanım kapıda dikiliyordu. Benden birkaç santimetre uzun, şakakları hafif kırlaşmış, kırk yaşındaki fit amcam yine takım elbise giyiyordu. Sağ elini kapıya vurmak için havalandırmıştı. "Amca!" diyerek ona sıkıca sarıldığım sırada, o, "Canım kızım," diyerek içten bir şekilde karşılık verdi. Kısa bir süre sonra gözkapaklarımı kaldırdığımda birkaç adım ileride bizi izleyen Ahmet'i gördüm. Ellerini beline koymuş, gülümseyerek bize bakıyordu. Ahmet'e göz kırparak amcamdan ayrıldım. ''Nasılsın?'' diye sorarak yüzüne baktığımda ilk gördüğüm amcamın Deva'ya baktığı idi. Gözlerini Deva'dan çekerek ''İyiyim, sen nasılsın Pel-'' dedi ve dudaklarını ıslatıp ''Pera,'' diye düzeltti ve kısa bir es verdi. ''Pera, sen nasılsın?'' ''İyiyim amca,'' dedim sıkıntılı bir nefes vererek. İyi değildim, kendimi kandırmama gerek yoktu. Amcamı ise zaten kandıramazdım. Boğazını temizleyen Deva bize doğru ağır adımlar atmaya başladı. Amcamın gözleri ise Deva'nın elindeki kırmızı defterdeydi. Deva'nın defteri bana uzatıp amcamla tokalaşacağını düşündüm fakat o, defteri sağ elinden sol eline geçirerek sağ elini tokalaşmak için havalandırdı. Amcam, direkt olarak, ''Deva?'' dedi sorar gibi. Elini kaldırdı, Deva ile sıkı bir tokalaşma gerçekleştirirlerken Deva, ''Evet, siz de Erdem Bey olmalısınız.'' dedi. Amcam başını ağır ağır iki kez salladı. ''Bey, demene gerek yok.'' dedi kısaca. İkisi de aynı anda memnuniyetlerini dile getirdiler. Amcamın gözleri yeniden deftere dokundu. Deva, nezaket gereği olsa gerek, defteri bana uzattı fakat almak istemediğimi belirttim. Deva da benden aldığı yönlendirme ile defteri, koltuğun arkasındaki dresuara bıraktı. Böylelikle, amcam da gözleriyle sorduğu soruların cevabını almış oldu.
♛♚ Amcamın gözlerine ve mimiklerine yerleşen gözle görülür rahatsızlık, Deva'nın dudaklarından dökülen her bir cümle ile arttı. Deva, çocukluğundan beri gelen mektupları, reşit olduktan sonra mektuplar kesilse de üzerinde devamlı olarak hissettiği eli ve çalınan fotoğrafı, tüm detaylarıyla anlatmış, amcamın ise git gide çenesi gerilmeye başlamıştı. Ahmet Arif ise ara sıra ağzına kahvaltılık bir şeyler atıyor fakat genel olarak şaşkınlıkla kaşlarını kaldırıyordu. Üçümüzün de yalnızca birer lokma bir şeyler yiyebilmiş olmasına tezat olarak Ahmet Arif, halen ağzına yiyecek bir şeyler tıkıştırıyordu. Bu, aklıma Doğu'yu getirdi. Muhtemelen Doğu olsa, o da tıpkı Ahmet gibi yapardı. Bir an için, Ahmet ve Doğu'nun tanışma ihtimallerinde çok iyi anlaşabileceklerini düşündüm. Bu düşünce, gülümsememi emretse de kendimi dizginledim çünkü Deva gayet ciddi şeylerden bahsediyordu. Deva, yıllarca sürüp giden şeyleri bitirip, kendisine en son gelen, kişisel bilgilerimin olduğu ve ipuçlarından bahsedilen mektubu anlattığında amcamın onu rahatsız edici bir şekilde baştan aşağı süzdüğünü gördüm. Deva da gördü ancak aldırmadı ve anlatmaya devam etti. Deva, tanışma hikâyemizden, geçirdiğim sinir krizinden, odadaki objelerle ona verdiğim fiziksel zarardan ve şırıngadan bahsettiğinde, Ahmet Arif, bir süre kahkaha krizine girerken amcam şaşkın bir ifadeyle bana bakıyordu. ''Aferin kız Pera! Bu erkeklere pabuç bırakmayacaksın işte! Bineceksin üzerine, vuracaksın kırbacı!'' derken gülmekten kızarmıştı Ahmet. Deva bozulmamış, aksine bıyık altından gülmüştü. ''Benim canımı sıkma! Ciddi bir şey konuşuyoruz! Senin üzerine biner bir kırbaçlarım seni şimdi Ahmedo!'' dedim. Deva bıyık altından gülme aksiyonunu sonlandırarak bana ters bir bakış atarken, Ahmet aniden ciddileşti ve gözlerini kaçırdı. Fakat Ahmet'in üzerinde hüküm süren, yüzünün asılmasına sebep olan hâkimiyet sözlerimden değil, amcamın ters bakışlarından kaynaklıydı. Amcamın buyuruşu üzerine, sertliğin her dalgasını ayrı ayrı hissettiğim harelerini amcama çevirdi ve anlatmaya devam etti Deva. Ormanda olanları, benim onu bırakıp gitmemi, onu Doğu'nun gelip almasını ve yeniden, ikinci kez, karşıma Pera'da çıkmasını da uzun uzadıya anlattı. Baygınlık geçirdiğim ve Doğu ile beni evime getirdikleri detayını ise atlamıştı. Bu anlattıkları ise Ahmet'i de amcamı da uzun süren bir ölüm sessizliğine mahkûm etti. Gözlerimi Ahmet'e çevirdiğimde esmer yüzünün neredeyse beyazladığını gördüm. ''Bindim Deva'nın üzerine, vurdum kırbacı işte Ahmet! Gülsene, neden gülmüyorsun?!'' diye sorduğumda sesime gözle görülür bir alay işlenmişti. Fakat öfke de açıkça seçiliyor olmalıydı. Oysa öfkenin sebebi, utandığım ve rahatsızlık duyduğum o hatıraların aklıma düşmesi ve onlarla yeniden yüzleşiyor olmamdı. Deva tüm bunları anlatırken ve sinirimi Ahmet'ten çıkarırken, Deva'nın yüzüne bir kez olsun değdirememiştim gözlerimi. Onun gözleri ise devamlı yüzümü buluyorlardı tıpkı amcam gibi. Amcam son duyduklarıyla epey şaşırmıştı ancak yine de yüzünden tatmin dolu mimikleri okunabiliyordu. İçinden, işte benim yeğenim, diyor olmalıydı. Her zaman bu tip şeylerle gurur duyan bir adam olmuştu. O, dinlediklerinde güçlü bir Pera görüyordu. Oysa Deva'nın dudaklarından dökülenler, acımasız ve bencil bir insanın yaptıklarından başka bir şey değildi. ''Sonra, en son da kutu geldi işte.'' dedi Deva sıkıntılı bir nefes vererek. Amcamın bakışları Deva ve benim yüzümüz arasında tur bindirirken, ''Evet, aynısı,'' dedim onu yanıtlayarak. Amcamın gözleri bir süre masada gezdi. Ardından, yüzünü ovuşturdu ve masaya bakarak bir süre daha düşündü. Bir anda Deva'ya dönerek, ''Pera tamam da, seninle ne derdi var onu anlamadım.'' dedi düz bir sesle. Deva sıkıntılı bir nefes alarak başını eğdi. ''Hayır, sana yardımcı da olmuş. Destek de olmuş. Onu anlamıyorum.'' dediğinde Deva, ''Fotoğrafı geri koydu.'' dedi dalmış gözlerini masadan çekmeden. Yüzü ifadesiz, gözleri donuktu. Sol elinin işaret parmağının üst boğumu dudaklarına sürtüyordu yine. Amcam kaşlarını çatarken, Deva sıkıntılı bir nefes daha aldı ve görüntü selinden bakışlarını kaçırarak amcama döndü. ''Bahsettiğim, yurttan çaldığı fotoğraf,'' dedi. Amcam şaşkınlıkla Deva'ya bakarken, ''Koymuş, derken? Göndermiş mi? Koymuş mu?'' diye sordu merakla. Deva, kaşlarını kaldırarak yüzüne acıyla karışık alaylı bir gülümseme yerleştirdi. ''Koymuş, koydu.'' dedi iki kez başını sallayarak. ''Eve girmiş. Dün gece, yani ondan önceki gece, kutunun geldiği akşamın gecesi. Ev darmadağındı. Bir şey almamış ama fotoğrafı bırakmış.'' dedi donuk bir sesle. Amcamın soruları üzerine Deva, güvenlikli bir rezidansta oturduğundan, yedi gün yirmi dört saat, devamlı olarak kameraların çalıştığından fakat kameralarda bir şey çıkmadığından bahsetti. Amcamın yüzü git gide karışırken Ahmet'i de ilk kez o kadar ciddi görüyordum. Amcam, Ahmet Arif ile kısa süre bakıştı. Yeniden yüzünü ovuşturdu ve ansızın bana döndü. ''Pera'daki evde kalmıyorsun! Burada, Sarıyer'de kalacaksın Pera!'' dedi sert bir sesle. Deva'ya döndü ve daha yumuşak bir sesle, ''Deva, sen de bence o evde kalma. Sana kalacak bir yer bulalım, daha güvenli bir yer bulalım. Ben gerekirse bizzat kendim ilgileneceğim.'' dedi. Deva dudaklarını araladığında itiraz edeceğini sandım fakat kendinden emin, gür bir sesle, ''Pera bu evde kalmamalı!'' dedi. Amcam kaşlarını kaldırarak Deva'ya döndü. Deva gözlerini yüzüme çevirerek konuşmayı devralmam ve defterden bahsetmem gerektiği mesajını veriyordu. ''Amca,'' dedim ve ciğerlerimi derin bir solukla doldurdum. ''Defter vardı ya hani,'' dediğimde sesim titredi. Amcam ve Ahmet pür dikkat beni dinlerken sesimi çıkarmakta zorlanıyordum. ''Ben,'' dedim ve uzun bir es verdim. Boğazımı temizleyip yeniden konuşmaya hazırlandım fakat sesimin titremesini önleyemiyordum. ''Defteri okudum,'' dediğimde sesim tam anlamıyla genzimden geri gitmişti. Gözlerimin ıslandığını hissettiğim an, mağlubiyeti sırtlanmış bir nefes vererek parmaklarımı gözlerime bastırdım. Bunu yaparken öne doğru eğilmiştim ve kamburum çıkmıştı. Solumda oturan Deva, sağ elini, bana destek vermek için sırtıma yerleştirdi. Bir süre, parmaklarımı gözlerime bastırarak o şekilde kaldım. Defterden bahseden ise Deva oldu. ''Defterin bir sayfasına not düşülmüş, siyah bir kalemle. Pera, defteri defalarca okuduğunu ve daha önce orada olmadığını, o notun taze olduğunu söylüyor.'' dedi tane tane. Eli, sırtımı hafifçe sıvazlıyordu. Aniden başımı kaldırdığımda amcamın endişeyle baktığını gördüm. Gözleri büyümüştü ve beyaz yüzü tam anlamıyla kızarmıştı. ''Emin misin Pera?'' diye sorduğunda sesinde dizginlenemez bir öfke vardı. Aniden Ahmet'e döndü. Benim bakışlarımın hedefi de amcamınki olduğunda, Ahmet'in yüzünün de kızardığını gördüm. İkisi de oturdukları yerde huzursuzca dikleştiler. Amcam yeniden soru sorar gibi bana baktığında, ''Amca! Eminim!'' dedim sert bir sesle. Amcam öfkeyle ayaklandı, dizlerini geriye iterek sandalyenin geriye doğru savrulmasına sebep oldu. En amiyane tabirle kükreyerek, ''Eve mi girmiş lan?'' diye sorduğunda muhatabı Ahmet'ti. Ahmet de aynı şekilde hırsla ayaklandı. Bir süre ortalığa bağırdılar. ''Nasıl girebilir?'', ''Nasıl mümkün olabilir?'', ''Bu adam hayalet mi?'', ''Kapıda şifre var!'', ''Kapıda güvenlik var!'' cümleleri ve soruları birbirlerini takip ediyordu. Ben ise dolu gözlerimle, hayıflanmalarını izliyordum. Elimden başka bir şey gelmiyordu, sakin olun, diyemiyordum, bir çaresini buluruz, diyemiyordum. Amcamın, koskoca Erdem Silahtar'ın bedenini bile esir alan çaresizlik, pranga olup beni hapsetmişti yine. Onların öfkeli ve hızlı adımlarını, peş peşe ve kısaca yaptıkları telefon görüşmelerini izlerken ve savurdukları küfürleri dinlerken Deva'nın tek yapabildiği ise yüzümü izlemek ve bana destek olmaya çalışmaktı. İkisi de mutfağa devamlı olarak girip çıksalar da biz Deva ile masada yalnızdık. Dizimde duran sol elimi sol eliyle kavramış, sağ eliyle ise sırtımı sıvazlıyor ve devamlı olarak gülümsemeye çalışıyordu. Ben ise boş ve donuk bakışlarımı masadan çekemiyordum. Çünkü amcam bile karşımda çaresizlik içinde çırpınıyor, benim güvendiğim limanım bir enkaza dönüşüyor ve Şah'ın sıcak nefesini yeniden ensemde hissediyordum. Yaklaşık yirmi dakikanın sonunda amcam yeniden mutfakta oturduğumuz yuvarlak masaya geldi. Amcamın masaya oturmasıyla Deva, ellerini bedenimden çekti ve kucağına bıraktı. Ahmet halen terasta telefon görüşmesi yapıyordu. Amcam kısa bir süre yüzünü ovuşturdu. Ellerini hırsla yüzünden çektiğinde muhatabı Deva idi. ''Burada kal Deva,'' dedi yumuşak tutmaya çalıştığı gür sesiyle. Deva ile bakışlarımız, bir süre, şaşkınlıkla çarpıştılar. Amcam, "Yeni bir ev bulmamız uzun sürecek." dediğinde yeniden ona döndük. "Pera'ya ayrı, sana ayrı birer ev ayarlamak gerekiyor. Bu eve yıllardır kimse giremedi. Burası bizim güvenli alanımızdı. Başka bir mekân arayışına hiç girmedik. Pera'nın bir süre burada kalması gerekiyor." dedi tane tane. Sesini sakin tutmaya çalışıyordu ancak panik hâlinin çoktan esiri olmuştu sesi ve bunu dizginleyemiyordu. Deva, sol dirseğini masanın kenarına yasladı ve elini boşluğa bıraktı. Sağ elini ise bacağına dayayıp dirseğini dik bir konuma getirdi. Beden dili, güçlü ve kendinden emin görünüyordu fakat yüz ifadesinde keşmekeş hâkimdi. Dudaklarını iki kez araladı fakat diliyle ıslatarak geri kapattı. Amcam büyük bir beklenti içinde Deva'ya bakıyordu. Nihayetinde, ''Uygun olmaz,'' dedi Deva. Başını olumsuz anlamda hafifçe sallayarak, ''Yani,'' dedi ve es verdi. Yeniden, ''Uygun olmaz,'' dedi gür bir sesle. Ancak sesinin gürlüğüne tezat olarak yüz ifadesi kendinden emin değildi. Amcam, ''Tek kalmasın Deva,'' dedi ve dudaklarını ağzının içine yuvarladı. ''Ahmet Arif de burada kalacak Pera ile. Ama Ahmet ansızın, bir telefonla çıkabilir evden. Pera'nın yalnız kalacağı zamanlar da olacak ve ben yalnız kalmasını istemiyorum.'' dedi. Deva, duyduklarıyla bana kısa bir bakış attı. Yeniden amcamla göz teması kurduğunda dudaklarını ağzının içinde ezmeye başladı. Yüz ifadesi düşünüyor gibiydi ancak düşünmediğini, kararını çoktan verdiğini, bana baktığında gözlerinde görmüştüm. Amcam müthiş bir beklenti içinde ona bakarken, ''Tamam, peki. En azından bir süre...'' dedi. Amcamın yüzüne büyük bir gülümseme yayıldı, kendinden emin, tatmin dolu bir şekilde gülümsedi ve dizlerinden destek alarak ayaklandı. ''En kısa zamanda, ikinize de ev bulacağım ben. Biraz araştırmam gerekiyor, zaman verin.'' dediğinde ikimiz de başımızı salladık. Deva'nın yüzü yeniden bana döndü. Bu fikirden rahatsız değildi, teklifi amcam yapmış olmasına rağmen, onun rahatsızlık duyacağını düşünerek kabul etmemişti yalnızca. Amcamın mecburiyetten sorduğunu ve ne olursa olsun, yeğeninin bir yabancı ile aynı evde kalmasından hoşlanmayacağını düşünmüştü. Haklıydı da; amcam bu teklifi sunarken sesindeki titremenin sebebi panikten çok rahatsızlıktan kaynaklanıyordu. Deva ise nezaket gereği reddetmiş, rahatsız bir ifade takınmış ve düşünmüş gibi yapmıştı. ''İyi misin?'' diye sorduğunda, bakışlarım kucağımdaydı. Aklımdan geçen bu düşünceler kalbime bir balyoz darbesi indiriyordu. Çünkü tüm bunları düşünürken kendi rahatsızlığımı da sorgulamıştım. Soru işaretlerinin kancalarının eşeledikleri hiçbir noktada rahatsızlık ibaresi yoktu. Canımı sıkan da buydu çünkü rahatsızlık duyuyor olmalıydım; Deva bir katildi ve ondan artık patrikor da gelmiyordu, harelerinde toprak da yoktu. Beşiktaş'ta, henüz iki gün önce, vedalaştığımız sırada, dudaklarından dökülen kelimeler yan yana gelerek bir zincir oluşturmuş ve bedenimi sararak bana hareket edecek bir alan tanımamışlardı. Nasıl olmuştu da o gün panik atak krizi geçirmemiştim? Ne olmuştu da, patrikor ve toprak hareler yok olduğunda orada yığılıp kalmamıştım? Ne olmuştu da, ben yaptım Pera, demesine rağmen ağlama krizine girdiğimde göğsüne yaslanabilmiştim? Nasıl oluyordu da tüm bunlara rağmen, aynı evde kalma fikri bana rahatsızlık vermiyordu? Yolumu o kadar mı kaybetmiştim ben? Elimdeki feneri, yürüdüğüm karanlık yolda çoktan toprağa gömmüştüm fakat benliğimden de mi bu denli uzaklaşmıştım? Onu yanıtlamadığımda, ''Pera?'' diye fısıldadı. Bakışlarım ansızın yüzünü bulduğunda kaşları merakla çatıldı. Yüz ifademden ve kızaran gözlerimden hoşlanmamıştı. ''Ne oldu?'' diye sordu bana doğru eğilerek. Aynı evde kalmak istemiyor olmam fikri aklına dahi gelmemişti. Belki de katil olduğunu unutmuştu bir an, bir insan bunu nasıl unuturdu? Zar zor çıkardığım bir sesle, ''Bir şey yok,'' dedim ve hızla ayaklandım. Adımlarımın istikameti amcamdı. Ona ne söyleyeceğimi bilmiyordum fakat Deva ile aynı evde kalamazdım. Salona girdiğimde amcam da telefon görüşmesi yapıyordu. Telefon görüşmesinin bitmesini beklerken tekli koltuğa oturmak için hareketlendim. Fakat amcam bana bir el işareti yaparak ön kapıdan çıkmam için yönlendirdi beni. Ahmet üst kata çıkarken çift kanatlı, beyaz kapıya yöneldim. Ön bahçeye çıktığımda direkt olarak solda kalan bahçe mobilyalarına ilerledim. Yaklaşık on dakika kadar amcamın gelmesini bekledim. Beklerken zihnime düşen düşünceleri ve artık var olmayan ıslak toprak kokusu fikrini def etmeye çalışıyordum. Tırnaklarımla, tırnak kenarlarımdaki etleri eşelerken dudaklarımı içten dişliyordum. Kapının sesini duyduğumda başımı kaldırdım ve amcamın bana doğru hızlı adımlarla ilerlediğini gördüm. Karşımdaki koltuğa oturduğunda direkt olarak, ''Ne oldu?'' diye sordu merakla. ''Amca,'' dedim gözlerimi kaçırarak ve sıkıntılı bir nefes verdim. ''Aslında Deva ile aynı evde kalmam fikri pek iyi bir fikir değil.'' dedim. ''Farkındayım Pera,'' dedi sert bir tonla. ''Yabancı olduğundan değil,'' dedim ve boğazımı temizledim. Amcama bunu nasıl açıklayacağım hakkında, sonrasında ne olacağı hakkında en ufak fikrim yoktu. Amcamı beklerken patrikoru düşündüğüm süre boyunca, söyleyeceklerimi kafamda toparlamadığım için kızıyordum kendime. ''Ne o zaman?'' diye sorarak dikkatimi kendine çekti. Gözlerim, siyah gözlerine değdiğinde ''Aşkım vardı ya hani,'' diyerek girdim konuya. Başını salladı, ''Evet, üniversiteden,'' diyerek onay verdi. ''Deva onun eski sevgilisiymiş,'' dediğimde kaşları alayla havalandı. Ceketinin cebinden bir sigara paketi çıkardı. Paketin içinden bir dal sigara çekerken, ''Yirmi beş yaşına geldin kızım, bu ergence düşüncelere takılmaman gereken bir yaştasın. Eski, diyorsun sonuçta.'' dedi sert bir sesle. Bunu söylerken de yeniden göz teması kurmuş ve gözlerine yerleşen yargı ifadesini de açıkça gözlerimin önüne sermişti. ''Yok amca, öyle değil.'' dedim ve yeniden boğazımı temizledim. Bir yandan kuracağım cümleleri toparlamaya çalışıyor, bir yandan amcamın nasıl bir tepki vereceğini düşünüyordum. Hikâyeyi biraz değiştirmeye, daha doğrusu yumuşatmaya karar verdim. ''Aşkım, Deva'nın daha önce bir suç işlediğini ve ceza almadığını dile getirdi.'' dedim. Sertçe çektiği sigara dumanını üflerken kaşları, çatılabilecekleri kadar çatıldılar. ''Suç, derken?'' diye sordu. ''Birini yaralamış sanırım. Öldü mü bilmiyorum,'' dedim düz bir sesle. Bunları dile getiriyor olmak, dahası Deva'dan başka biriyle konuşuyor olmak sesimin titremesine sebep oluyordu fakat müthiş bir çabayla dizginliyordum bunun olmasını. Amcamın kaşları havalandığında devam ettim. ''Yani, Aşkım o şekilde anlattı. Hatta, suçun neredeyse kendine kalacağından bahsetti. Ve Deva'nın ceza almadığını söylerken de hayıflanıyordu.'' dedim soğukkanlı bir sesle. ''Deva'ya sordun mu?'' Amcamın ilk sorduğu bu olmuştu. Sormuştum, Deva da bunu onaylamıştı fakat bunu nasıl söyleyeceğimi düşünürken yüzümün karışmasını engelleyemiyordum. Amcam ise yüz ifademden yola çıkarak onunla konuşmadığımı düşündü. ''Konuş Pera! Önce onunla konuş!'' dedi sert bir sesle. Deva'yı dinlemeden bir sonuca varmış olmam fikri amcamı epey öfkelendirmişti. ''Konuştum aslında.'' dediğimde sesim oldukça kısık çıktı. Amcamın yüzündeki öfke ise yerini meraka bıraktı. ''Sordum, onayladı.'' dedim gözlerimi kaçırarak. Uzun bir süre kucağıma baktım, kucağımı değil boşluğu görüyordum. Amcamın, sesini hiddetle serbest bırakmasını bekledim fakat susuyordu. Başımı kaldırdığımda yüzü kızarmıştı. Dudaklarının arasından zehirli dumanı üflüyordu ve siyah harelerine perdeler inmişti. ''Ne zaman öğrendin?'' diye sordu dişlerinin arasından. Birkaç gün önce öğrendiğimi söylediğimde başını ağır ağır sallayarak sigarasını küllüğe bastırdı. Sigara izmaritine, küllükte işkence ediyordu. Çenesi gerilmişti ve parmaklarının kasıldığını görebiliyordum. İzmarite ettiği eziyeti sonlandırdığında yüzünü hırsla ovuşturmaya başladı iki eliyle. Uzun süren yüz ovuşturma işlemini bitirdiğinde başını kaldırdı. Gözleri direkt olarak gözlerimi hedef aldılar. ''Sen de görüşmeye devam mı ettin?!'' diye sordu dişlerinin arasından. Başımı mağlubiyetle savurup itiraz etmek için dudaklarımı araladığımda öne doğru eğilerek, ''Pera! Sana zarar verebilirdi! İstanbul burası! Beyoğlu gibi bir yerde oturuyorsun! İzbe barlarda takılıyorsun! Bu lavukla da barda tanışmışsın zaten! Nasıl güvenip görüşmeye devam edebiliyorsun?!'' diye sordu öfkeyle. Söylediklerinin her kelimesinde haklıydı. Bir de Deva, ikinci kez yeniden karşıma çıktığında baygınlık geçirdiğimi ve Doğu ile beni evime götürdükleri detayını söyleseydi, amcamın şu an vereceği tepkiyi tahmin bile etmek istemiyordum. ''Sana zarar verebilirdi!'' dedi öfkeyle. Fakat Deva'nın duymasını istemezmiş gibi fısıldıyordu. ''Hayır amca!'' dedim aniden. Bana zarar verebilme fikri, amcamın kurduğu tüm doğru ve haklı cümleleri arasında katılmadığım tek şeydi. İtirazımla başını önüne düşürdü. ''Amca, ben Deva'ya şiddet uyguladım,'' dedim histerik bir gülüşle. Bakışları yüzümü buldu. ''Bir kez bile karşılık vermedi. Ben onu öldürmeye çalıştım, ben onu ölüme terk ettim. Yeniden karşıma çıktı. İkinci kez karşıma çıktığında korktum, baygınlık geçirdim hatta, bana destek oldu! Buraya geldiğinde Ahmet Arif uyurken biz mutfak terasında olanları konuştuk uzun uzun. Defterden bahsettim mesela, yine bana destek oldu. Defterdeki notu gördüm, yine bana destek oldu. Deva'nın tek yaptığı bana destek olmak. Kutu geldiğinde benim ilk aklıma gelen Deva oldu fakat seni aradım. Deva, kutunun geldiğini fark ettiğinde ise beklemeden bana ulaştı ve nasıl olduğumu sordu. Hatta evine girildiğinde bile ilk iş beni aradı. Belki benim de evime biri girmeye çalışmıştır diye. İyi olup olmadığımı sordu. Deva bana destek oluyor. Zarar vermek isteseydi defalarca kez yapardı bunu!'' dedim. Amcam bir süre yüzümü izleyerek düşündü. Yüzündeki gerginlik biraz da olsa silinmişti fakat hâlâ rahatsız ve öfkeli görünüyordu. Gözleri yüzümde geziniyordu fakat yüzüm yerine başka şeyler gördüğünden emindim. Bir yandan dirseklerini dizlerine yaslamış bir pozisyonda ellerini ovuşturuyordu. ''Neden aynı evde kalmak istemiyorsun o zaman?'' diye sordu. Sıkıntılı bir nefes verdim. ''İhtiyacım olduğunda destek olması ayrı, ne kadar süreceğini bilmediğimiz bir süre aynı evde kalmak çok ayrı!'' dedim. Başını ağır ağır salladı ve dudaklarını ıslattı. Bana ne kadar destek olmuş olursa olsun, Deva'yı evden kovması muhtemeldi. Gidip masayı Deva'nın başına geçirmesi de muhtemeldi. Hatta çekip Deva'yı vurması da... Yeniden yüzünü ovuşturdu ve derin bir nefes alarak, ''Pera,'' dedi yumuşak bir sesle. ''Haklısın, anlıyorum.'' Sesi o kadar yumuşak ve alçak perdeden çıkıyordu ki bir an şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. ''Sen Deva ile konuşma sakın. Aynı evde kalmak istemediğini söyleme.'' derken ayaklandı. Gözlerim şaşkınlıkla büyüdüler ve bedenim öne doğru meyil aldı. Başımı kaldırmış amcama bakarken çenem yer çekimine meydan okuyamıyordu. Müthiş bir şaşkınlık ifadesi ile yüzünü inceliyordum. Fakat o oldukça sakin görünüyordu bu kez. ''Bu gece Ahmet burada kalacak. Deva da kalsın. Ben bu olayı bizzat araştıracağım. Elimize ne geçecek bir bakalım, ona göre bir yol çizeriz. Bir gün bekle yalnızca.'' dediğinde hiddetle ayaklandım. Hiddetimin sebebi, Deva ile birlikte kalmayı bu denli istememem ya da bir gün sabredemeyeceğim değil, amcamın tavrıydı. Sakinliği ve kurduğu cümleler beni tam anlamıyla bozguna uğratmıştı. Ayaklanarak, ''Ne?'' diye sordum şaşkınlıkla. Sol işaret parmağını dudaklarına götürdü ve sessiz olmamı telkin etti. Ellerim iki yana açıldılar. Bana doğru iki adım atarak önümde bitti ve alnıma bir öpücük kondurup, ''Araştıracağım Pera!'' dedi sessizce. Cevabımı beklemeden bahçenin diğer tarafına doğru yöneldi. Bir süre şaşkınlıkla dikildiğim yerde sabit kaldım. Kulaklarıma, Deva'nın Beşiktaş'ta katil olduğunu söylerkenki sesi doluyor, gözümün önünde ise o an canlanıyordu. Derin bir nefes aldım ve ciğerlerime gönderdiğim nefeste sigara dumanı aradım. Ağır ve bitkin adımlarla, kahvaltıdan önce mutfak terasındaki masaya bıraktığım sigara paketime doğru yöneldim. Bahçeden mutfak terasına geçtiğim an ilk gördüğüm şey, Deva'nın metal sandalyelerden birinde oturuyor olduğu idi. Önündeki kül tablasında, içilmemiş, külü birikerek hafifçe dökülmüş, bütünlüğü ile karşımda duran bir sigara vardı. Deva'nın gözleri gözlerimi buldu. Omuzları çökmüştü ve gözlerindeki karartıya perdeler inmişti. Gizlenemez, önlenemez bir hayal kırıklığı ifadesi ile yüzüme bakıyordu. Amcamla konuştuklarımızı duyduğu her hâlinden belliydi. Ona doğru yaklaşırken, fısıltıyla adını seslendim. Cevap vermedi, yalnızca yutkundu. Yüzündeki hayâl kırıklığını kelime kelime okuyabiliyordum. Çehresine yerleşen buruk ifade, düşerek çimenlerin yumuşaklığına tezat olarak parçalanıyordu. Artık acı kahvenin olmadığı, yalnızca karartı gördüğüm hareleri donuk bir ifade ile yüzüme dikilmişlerdi. Hareket etmeden bana bakıyordu. Fakat âdemelması dur durak bilmeden devamlı olarak yukarı aşağı kayıyordu. Yüzüme, peyda olmaya çalışan hüzün ve pişmanlık mimiklerini önleyemedim. Benim omuzlarım da onunkiler gibi zemini boylamak için mücadele veriyorlardı. Ben ise yer çekimi kanununu yadsır gibi dik tutmaya çalışıyordum onları. Deva'nın gözbebekleri, açık kahve harelerimi talan ediyordu. Tüm duyduklarına, her şeye rağmen, hareleri, harelerimi eşeliyor, karartının oturduğu gözlerinden dökülen soru işaretleri, gözlerimde bir cevap arıyordu sanki. Sarsak birkaç adımla yanına vardım ve sağındaki boş sandalyeye iliştim. Fakat sandalyeye oturan Pelin idi. Pelin'in bedenine sıkışmış, ufacık kalmıştım sandalyede. Sanki ayaklarım bile zemini bulmuyordu. İfadesiz tutmaya çalıştığı, hayal kırıklığının her bir tonunu gördüğüm yüzü yüzümdeydi. ''Deva,'' dedim yutkunarak. Gözleri, dudaklarımı, gözlerimi ve yüzümü eşelemeye, bir cevap aramaya, bir savunma beklemeye devam etti. Oysa ben kelimeleri saklandıkları yerlerde bir türlü bulamıyor, ortaya çıkaramıyor ve bir araya getiremiyordum. Dilim tutulmuştu. Dudaklarımdan, 'Deva' kelimesinden başka bir kelime dökülemiyordu. Lisanımı unutmuş gibi bocalıyordum karşısında. Bir kez daha ''Deva,'' dediğimde bu kez sesim sarsıldı. Kelimeler dilime dökülmediklerinde tek yapabildiğim kollarımı havalandırmak oldu. Kollarımı ona doğru uzattım fakat bileklerimden kavrayarak ellerimi kucağıma bıraktı. Bunu yaparken bedenini de geri doğru çekmişti hafifçe. ''Deva,'' dedim bir kez daha zar zor çıkan bir sesle. Bu kez göz teması kuramıyordum. Kararmış hareleri, apaçık, harelerimden bir cevap beklerken benim kelimeleri bile bir araya getiremiyor olmam yalnız onu değil, beni de bozguna uğratmıştı. Bu sebeple de gözlerine bakacak gücü bulamıyordum kendimde. ''Seni anlamaktan nefret ediyorum ama seni anlıyorum.'' dedi fısıldayarak. Ses tonunda salt acı vardı. Gözlerim ansızın yüzünü bulduklarında bu kez gözlerini o çekti benden. Ellerini yüzüne kapatarak hırsla yüzünü ovuşturdu. ''Nefret ediyorum seni anlamaktan!'' dedi dişlerinin arasından. Elleri, yüzünü kapattığı için sesi boğuk işitiliyordu. Sol elimi omzuna yaslayarak yutkundum. Bir şeyler söylemenin tam zamanıydı çünkü Deva, beni anladığını dile getirerek kendimi savunabileceğim alanımı genişletti. Yine bana destek oluyor, yine işimi kolaylaştırıyordu. Belki farkında değildi bunu yaptığının fakat önemi yoktu. ''Deva,'' deyip es verdim. Dudaklarımı yeniden araladığımda ellerini yüzünden hırsla indirdi. Gözleri tam karşıya, duvara bakıyordu. ''Bunun güvenle bir alakası yok, biliyorsun değil mi?'' diye sordum. Ses tonumu, elimden geldiğince kırılgan tutmaya çalışıyor, kadife yumuşaklığını ilmek ilmek işliyordum sesime. Yanıtlamadı, bir aksiyonda bulunmadı. Duvara donuk bir ifadeyle bakma işlemini sürdürdü. ''Yemin ediyorum sana güveniyorum. Güvenmesem şu an burada, benimle olmazdın.'' dediğimde araya girdi. ''Duydum.'' dedi kısaca. Sesi düzdü, herhangi bir histen yoksundu. Amcama uzun uzadıya yaptığım açıklamayı ve onu savunuş şeklimi kastediyor olmalıydı. ''Deva ben öyle olmamasını çok diledim.'' dedim ağlamaklı bir sesle. Deva'nın, katil olmak bir yana, kötü bir şeyler yapmış olma ihtimali ile bile kalbimin kırk yerinde bıçak darbeleri hissediyordum, kırk ayrı delikten kan damlıyordu bu fikir zihnime düştüğünde. ''Sordum, defalarca sordum sana, sen bastıra bastıra kabul ettin.'' dedim aynı titrek sesle. Kısık bir sesle, ''O gün söylediklerime inanmak istemedin,'' dedi başını hafifçe sallayarak. Gözleri halen duvardaydı. Ben ise halen keskin hatlarının açıkça görüldüğü profiliyle bakışıyordum. Ben de başımı, tıpkı onunki gibi onaylarcasına salladım ve ''İnanmak istemedim,'' dedim kısık bir sesle. Yüzünü bir anda bana çevirdi. Bakışlarında gözle görülür bir sertlik vardı fakat yüzü yine de ifadesiz sayılırdı. ''Sen mi inanmak istemedin yoksa Pelin mi?'' diye sorduğunda sol elim omzundan kucağıma düştü. Yüz ifadem donuklaştı ve gözbebeklerimin büyüdüğünü hissettim. Birkaç saniye aynı boş bakışlarla yüzüne baktım. Bedenini bana doğru biraz daha çevirdi. Yüzünü yüzüme doğru eğdi, ''Sen mi inanmak istemedin benim katil olduğuma yoksa Pelin mi inanmak istemedi Pera?'' diye sordu. Defalarca kez üst üste yutkunmayı denedim. Defalarca kez, genzime oturan yumrular buna izin vermedi. Gerçekten akıl okuyabiliyor muydu yoksa beni bu kadar kısa sürede, bu kadar iyi mi tanıyabilmişti? Ya da bu kadar iyi bir gözlemci miydi? Her şey bir yana, beni bu denli anlayabiliyordu. Donuk ifademden ve sessizliğimden aldığı cevap ile ''Pelin,'' dedi başını aşağı yukarı savurarak. Yüzüne silik bir tebessüm konuşlandı. Fakat o tebessüme acının da işlendiğini açıkça görebiliyordum. Sessizliğim, donuk bakışlarım, git gide beyaza dönen ten rengim ve yavaş yavaş kızaran gözlerim, onun için yine bir cevap niteliğindeydiler. Acı sürülmüş tebessümü büyüdü. Kaşlarını havalandırarak ve başını yine ağır ağır sallayarak, ''Çünkü Aşkım, Pelin'in değil, senin arkadaşın. Benim katil olmamamı sen değil, Pelin diledi?'' dedi sorar gibi. Haklıydı, onun katil olmaması için yalvaran Pelin'di. Ona güvenmemi isteyen ve bu uğurda üzerimde müthiş bir baskı kuran da Pelin'di. Deva, katil olduğunu dile getirdiğinde, patrikor burnuma dolmadığında, acı kahve harelerin yerini karartı aldığında ve onda artık toprağın emaresi kalmadığında mahcubiyete yenilen Pelin'di, ben değil. Dolaba saklanan, ağlayan ve utançla yüzünü kapatan da Pelin'di. Ben, Pelin'i haklı çıkaramadığım için onun karşısında mahcup olmuştum yalnızca. Bunu yüzüme vuran, farkındalığımı sağlayan ise Deva idi. Tam karşımda, yüzümden yalnızca bir karış kadar uzak mesafede hareket eden dudaklarından dökülen nefeste, kendinden emin bir şekilde yaptığı çıkarımı gözlerimin önüne seriyordu. Bana ise, bu çıkarımın önünde diz çökmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı. Haklıydı, ben de onun haklı olmasından nefret ettim fakat haklıydı. ''Bir şey söyle,'' dedi yakarır gibi. Dudaklarımı ıslatarak belli belirsiz başımı salladım yalnızca. O da başını ağır ağır sallayarak bana eşlik etti. Gülümsemesi de büyüdü, gülümsemesine mühürlenen acı da. Bu kendine yaptığı bir itiraf gibiydi aslında. Çıkarımının doğru olması, onu gülümsetiyor fakat çıkarımın doğruluğu sanki kasıp kavuruyordu içten içe Deva'yı. Gözlerinde ve mimiklerinde gördüğüm buydu. Ansızın ayaklandı. Başını önüne düşürerek burun kemerini sıktı ve bir müddet düşündü. Başını hafifçe kaldırdığında gözleri kapalıydı. Bir müddet de o şekilde kaldı. Göz kapaklarını kaldırdığında gözlerine kırmızı bir renk hafifçe sürülmüş gibiydi fakat tepeden baktığı için tam seçilmiyordu da. ''Sana, ben yapmadım desem, inanır mısın Pera?'' diye sordu düz bir sesle. ''O gün otoparkta sordum, cevap vermedin.'' dedi. İnanırdım, o gün otoparkta bunun cevabını içimden vermiştim, yapmadım de, diyordum içimden fakat Deva, cevabımı beklemeden dudaklarını aralamış ve ilk kez kendisinin yaptığını dile getirmişti. Akabinde ise bu diyalogdan doğan öfkeyi, telefonda Doğu'ya kusmuştu. Fakat şu an şartlar oldukça farklıydı. Kendisinin böyle bir şey yapmadığını dile getirmesini içten içe istiyordum. Fakat ona inanacak olan Pelin'di. Pera yalnızca bu ihtimali duymak ister fakat duyduğunda muhtemelen inanmazdı. ''Şimdi tekrar soruyorum. Eğer benim yapmadığımı söylersem, bana inanır mısın?'' diye sorduğunda bu kez, sesindeki tekdüzelik yok olmuştu. Beklentiyle, merakla soruyordu. Ağır ağır ayaklandım dudaklarımın içlerini kemirirken. ''Deva,'' dedim ve es verip devam ettim; ''Güven meselesi ile bu bambaşka, öncelikle bunu bilmeni istiyorum.'' Burnundan nefes vererek güldü. ''Cevap ver Pera, cevap istiyorum.'' dedi sert bir sesle. İnanmam, diyemezdim. Belki inanmazdım evet, fakat bunu bu şekilde söyleyemezdim. ''Deva, sana olan güvenim, minnet duygum ve inancım, yemin ederim sonsuz. En azından dene, demiştin. Denemiyorum, biliyorum, hissediyorum.'' dediğimde, ''Ama?'' diyerek araya girdi. ''Ama,'' dedim ve dudaklarımı ıslattım. Deva'nın yüzündeki beklenti git gide dağılmıştı. Sözlerimden yola çıkarak bir cevap bulmuştu kendine zaten. Yalnızca onu dudaklarımdan dökmemi bekliyordu. Bu kez benim yüzümde anlaşılmaya muhtaç bir ifade vardı. ''Aşkım benim yedi yıllık arkadaşım. Seni bir haftadır tanıyorum.'' dedim. Başını önüne düşürdü ve ağır ağır sallamaya başladı. Hızla kalkıp iki adımla yanına vardım. Avuçlarımı gövdesine dayadım ve ''Deva, beni ikna eden sendin, yapma ne olur!'' dedim yakarır gibi. Başım omzuma düşmüş, kaşlarımın ortası havalanmış ve sesime acı ilmek ilmek işlenmişti. Bana kızıyordu, bana kızmakta haklıydı belki. Bunları söylemek bile bu kadar zorken, duymanın ne kadar zor olduğunu düşünmek bile istemiyordum. Bunu hissetmiş gibi ansızın başını kaldırdı ve gözlerini gözlerime dikti bir karış mesafeden. Gözlerimin içine bakarak, dişlerinin arasından, ''Seni anlamaktan nefret ediyorum ama seni anlıyorum Pera!'' dedi. Ona sarılmak istedim fakat gövdesi ellerimin altından hızla kaydı. Ellerim boşluğa düştü, kalbim hiçliğe düştü, Pelin dolaptan çıktı ve Deva'nın arkasına takılıp onunla gitti. Orada, kaç dakika o şekilde, duvarın önünde, duvara bakarak ve hafifçe savrularak kaldım bilmiyordum. Dışarıdan gören biri, madde etkisinde olduğumu düşünebilirdi. Ahmet yanıma çıktığında ilk sorduğu soru Deva'nın nerede olduğu idi. Bedenimi ona çevirerek, ''Gitti,'' dedim ifadesiz bir yüzle, düz bir sesle. Arkasından amcam çıktı yanımıza mutfak kapısından. ''Ne demek gitti?!'' diye sordu öfkeyle. Neden öfkeleniyordu ki? Ellerimi iki yana açarak, ''Gitti işte,'' dedim. ''Duymuş konuştuklarımızı.'' Amcam gözlerini sıkıca yumarak derin bir nefes aldı ve başını geri doğru attı. ''Neden sinirleniyorsun bu kadar? Sana ne Deva'dan? Sana ne Deva'nın güvenlikli bir yerde kalıp kalmadığından, nerede kaldığından?'' diye sordum hiddetle. ''Seninle kalmalıydı!'' dedi öfkeyle. ''Ahmet var!'' dedim Ahmet'i işaret ederek. ''Ahmet'in işi vardı Pera! Deva bu gece burada kalmalıydı! Bahsettiğin olayı yarına kadar araştırıp ona göre bir yol çizecektik!'' dedi bağırarak. ''Amca Deva katil!'' diye bağırdım. Ses perdem, amcamınkinin oldukça üzerindeydi çünkü bu fikir beni çileden çıkarıyordu. Bu cümleyi kurmak, ses tellerimin yırtılmasına sebep oluyordu. ''Adam yaralama falan değil! Katil! Kendisi de itiraf etti zaten!'' diye devam ettim bağırmaya. Amcamın gözleri büyürken Ahmet'inkiler de onlara eşlik etti. İkisi de şaşkınlık dolu yüzlerle bana bakıyorlardı. Amcamın bana öfke kusmak istediğinden emindim. Keza Ahmet'in de öyle. Fakat nasıl görünüyordum, bilmiyorum ama ikisi de üzerime gelmediler ve kızarıp bozarmakla kaldılar. Sol bacağım sallanırken gözlerim dolmaya başladı ve kendimi içeri atmak için aralarından, bedenlerinden sıyrılarak geçtim. İçeri girdiğim ilk an yine yer çekimi kanununu yadsımaya çalışıyordum. Bu kez yer çekimine mağlup olan gözyaşlarımdı. Koşar adımlarla kaldığım misafir odasına çıktım. İlk yaptığım pencereden bakmak oldu. Deva, araziden yeni çıkıyor olmalıydı. Birkaç metre uzayıp giden ağaçların arkasından, asfalt yola çıkan siyah sedan aracı gördüm. Ufacık ve zar zor görünüyordu. Deva, kalbini terasta, avuçlarımda bırakmış gidiyordu, arka koltukta ise Pelin oturuyordu.
♛♚ Hikaye ve bölüm ile ilgili yorumlarınızı bu satıra bırakabilirsiniz. Küçük yıldıza dokunmayı unutmayın. Twitter: esaturk07 |
0% |