Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12 - PETRİKORUN UYUŞTURUCU ETKİSİ

@esaturk

 

 

The Moody Blues - Nights In White Satin

Sol bacağım sallanırken gözlerim dolmaya başladı ve kendimi içeri atmak için aralarından, bedenlerinden sıyrılarak geçtim. İçeri girdiğim ilk an yine yer çekimi kanununu yadsımaya çalışıyordum. Bu kez yer çekimine mağlup olan gözyaşlarımdı. Koşar adımlarla kaldığım misafir odasına çıktım. İlk yaptığım pencereden bakmak oldu. Deva, araziden yeni çıkıyor olmalıydı. Birkaç metre uzayıp giden ağaçların arkasından, asfalt yola çıkan siyah sedan aracı gördüm. Ufacık ve zar zor görünüyordu. Deva, kalbini terasta, avuçlarımda bırakmış gidiyordu, arka koltukta ise Pelin oturuyordu.

 

 

♛♚

Dişlerim, alt dudağımı esaretleri altına almış bir şekilde, kanatırcasına tüm kuvvetlerini veriyorlardı. Bir kez daha yer çekimine meydan okuyamadım. Bu kez, zemini boylamak için mücadele veren başımdı. Başımı dik tutmak için kanlı bir savaş veren boynumun haykırışlarına kulak asarak dikleştirmeyi denedim. Gözlerim hayattaki hareketliliğe takıldılar.

Ahmet'in koşar adımlarla hayata ilerlediğini gördüm. Hayattaki siyah sedan aracın şoför koltuğuna binerken amcam da kapıdan hızla hayata çıktı. Ahmet'e doğru bağırdığını gördüm fakat söylediğini işitemedim. Ahmet Arif, koltuğa otururken bakışlarını bana değdirdi. Yüzü ifadesiz, hareketleri aceleciydi. Amcamın bakışları da onunkiler gibi yukarıyı buldu. Başını arkaya doğru çevirerek benimle göz teması kurduğunda bedenim mıknatıs misali hayata çekilmeye başladı.

Seri adımlarım merdiven basamaklarından aşağı kayıyor, ayaklarım, su gibi zemine akıyordu. Kendimi hayatta bulduğumda amcam bahçe mobilyalarından birine oturmuştu ve öne doğru eğilmiş bir vaziyette ellerini ovuşturuyordu. Amcamın düşünürken yaptığı tik gibi bir şeydi bu; benim dudak içlerimi kemirirken gözlerimi hızla etrafta gezdirmem gibi, Deva'nın işaret parmağının üst boğumunu dudağına sürtmesi ve gözlerini sabit bir noktada tutması gibi.

Bahçeye, yanına ilerleyerek ayakta dikilmeye başladım ve kollarımı göğsümde bağlayıp, ''Nereye gidiyor Ahmet?'' diye sordum. Başını kaldırıp benimle göz teması kurduğunda yüzüne peyda olan yorgunluğu okuyabiliyordum. Stres, sanki onu bir saat içinde biraz daha yaşlandırmıştı. Gözlerini, bitkin bir hâlde birkaç kez yumup geri açtı. Bedenini dikleştirerek arkasına yaslandı ve derin bir nefes alıp, ''Yalnız kalabilir misin?'' diye sordu ve ''Çok değil, bir, iki saat kadar...'' diye ekledi.

Cevap alamamış olmamın verdiği bozgunlukla omuzlarım düştü ve başımı salladım. ''Sadece evde yalnız olacaksın, personeller kapıda.'' diyerek beni rahatlatmaya çalıştı fakat daha çok kendini rahatlatmak istiyor gibiydi çünkü oldukça tedirgin görünüyordu.

''Kalırım, sıkıntı yok,'' dedim yalnızca. Bir süre, tedirgin bir ifadeyle yüzüme baktı. ''Kalırım amca!'' dedim daha baskın bir sesle.

Bir müddet daha yüzüme baktı. Derin bir soluk bırakarak ve başını savurarak, ''Ya da kalma, boş ver,'' dedi vazgeçmiş gibi. Bir yandan da düşünmeye devam ediyordu.

''Kalırım amca, savunma sanatları ve dövüş sporları biliyorum. Ayrıca çevrede personeller olacakmış.'' dedim onu ikna etmek ve içini rahatlatmak için. Fakat sesimi gür tutmaya çalışmama rağmen cılız çıkıyordu çünkü aklım Deva'da idi.

Amcam, yüzüme bakma işlemini bir süre daha sürdürdü. Bir yandan düşünüyor, bir yandan ellerini ovuşturuyordu. ''Amca!'' dedim dominant bir sesle.

Kısık bir sesle, ''Tamam,'' dedi ve ayaklandı. Yanıma geldiğinde derin bir nefes aldı ve alnıma bir öpücük bırakarak, ''Geleceğim bir saate kadar. Yalnız kalmayacaksın tüm gün, merak etme.'' dedi.

Yalnız kalma fikrinin beni ürküttüğünü ben mi saklayamıyordum yoksa amcam mı beni çok iyi tanıyordu bilmiyordum. Fakat kurduğu son cümle ile ciğerlerim bana emrivaki yaparak derin bir soluk çektirdiler. Amcam bana sıkıca sarılıp uzaklaştı ve araca bindi.

O gittiğinde ilk yaptığım, henüz on dakika önce Deva'nın oturduğu sandalyeye ilerlemek ve bir sigara yakmak oldu. Dudaklarımın içlerini yeniden kemirmeye başlamıştım. Gözlerim birden fazla noktaya hızla değiyordu ve baktığım hiçbir yerde, hiçbir şey görmüyordum. Yalnızca, ara ara telefonuma değiyordu açık kahve gözlerim. Dağılmış tüm görüntüler arasında netlikle görebildiğim tek şey o idi.

Sigaramdan derin bir nefes çekerek arkama yaslandım. Başımı geriye atarak gözlerimi gökyüzüne diktim fakat hemen akabinde, başımın pozisyonu bozulmadan gözlerim iki adım öteye kaydılar. Mutfak duvarının önündeki boşluğa bakmaya başladım. Deva'nın on beş dakika önce dikildiği yerde, şimdi hiçlikten başka bir şey yoktu. Zihnime ardı sıra düşen cümleler ve görseller, mahcubiyet kisvesine bürünerek, tıpkı bir uyuşturucu gibi kanıma karışıyor, başımın yeniden önüme düşmesine ve boynumun yeniden acıyla inlemesine vesile oluyordu.

Dudaklarımı yeniden kemirmeye başladığımda derin bir nefes teneffüs ederek gözlerimi sıkıca yumdum. Arkasından alt dudağımı, dişlerimin hapsine sokarak sigarayı küllüğe bıraktım, telefonumu aldım ve beklemeden Deva'nın sohbet penceresine girdim.

Siz:
Deva
Nereye gidiyorsun?
Eve gitme sakın

Küllüğe bıraktığım sigarayı geri aldım, telefonu elimden bırakmadan tırnak kenarımdaki etleri dişlemeye başladım. İlk sigaram bitip de ikincisini yakana kadar gözlerimi ekrandan çekemedim. Fakat Deva bir türlü aktif olmuyor ve mesajlarımı okumuyordu. Araç kullandığı için mesajlaşamayacağını düşünerek aramaya karar verdim.

Arama penceresinde adını görür görmez düşünmeden tıkladım ve telefonu sıkıntılı bir nefes vererek kulağıma götürdüm. Çağrı sesi beş kez kulağıma doldu. Bir türlü bariton sesini duyamadım. Bozguna uğramış bir hâlde, altıncı çağrı sesi kulağımda yankılanırken çağrıyı sonlandırmaya karar verdim fakat ses kesildi. Sesi kesen, benim değil Deva'nın aksiyonuydu. Çağrımı sonlandıran oydu.

Telefonu tuttuğum ellerim, kucağıma düşerken kaşlarımın kalkmasını önleyemedim. Benim için, nezaket ve centilmenliğin vücut bulmuş hâli olan Deva'nın böyle bir eylemde bulunması, bana gerçekten kırıldığı anlamına geliyordu.

Ben artık, kalbinin, benim yüzümden kaçıncı kez kırıldığını sayamıyordum. Bu farkındalık, göz boşluklarımdaki bezleri tetikledi. Görüşüm, yavaş yavaş bulanıklaşmaya başladı. Öyle ki; damlaların ardından bakan gözbebeklerim, telefonun ekranını artık seçemiyordu.

Beklemediğim bu davranışı ile alt dudağımı hırsla, dişlerimin arasında ezmeye başladım. Sigaram küllükte kendi kendine yanıyor, ellerimdeki telefonu ise masaya bırakamıyordum. Görüşüm bulanıklaşmaya devam ettikçe derince çekmeyi denediğim nefesin de titrediğini fark ettim. Derin bir nefes daha çekmeyi denedim fakat nefes bir kez daha titredi ve ciğerlerime ulaşmadı. Sol bacağım huzursuzca sallanıyordu ve telefon ekranına iki damla yaş düştü.

Bir kez daha ondan özür dilemem gereken bir noktadaydık. Deva'ya karşı, her gün, git gide büyüyen mahcubiyetim miydi harelerimin önüne gözyaşlarının dizilmesine sebep olan? Yoksa, Deva'nın en büyük destekçisi olan Pelin'e karşı mı bir utanç içindeydim? Kimin karşısında küçülüyor, kimin karşısında eziliyordum, bilmiyordum fakat yüzümün kızardığından emindim.

Ansızın, derin bir nefes daha teneffüs etmek amacı ile başımı yukarı doğru kaldırdım ve gözlerimi kapattım. Kapanan göz kapaklarımla birer yaş süzüldü yanaklarımdan boynuma doğru. Utanç, bir uyuşturucu gibi kanıma girmiş ve beni tesiri altına almıştı. O esnada, telefonum avuçlarım arasında titredi ve buğulu bakışlarım aniden ekranı buldu.

Deva Altınçayan:
Araç kullanıyorum

Bir süre kaşlarımı çatarak kelimelerle bakıştım çünkü söylediği şey çok anlamsızdı. Araç kullanırken mesajlaşmak çok daha zor ve tehlikeli bir eylemdi. Telefonumu yanıtlamak yerine mesaj atmayı tercih etmesinin de tek bir anlamı vardı. O anlam ise mahcubiyet kisvesinin altına sığınan duyguya tamamen teslim olmama sebep oluyordu.

Siz:
Biliyorum
Araç kullanırken mesajlaşmak daha zor
Ve tehlikeli
Aramamı açsaydın keşke

Deva Altınçayan:
Evet öyle
Neden aradın

Siz:
Sesini duymak istedim

Deva Altınçayan:
Anladım
Eve gitmiyorum

Siz:
Sen de benzer sebepten telefonumu açmadın sanırım

Deva Altınçayan:
Nasıl yani?

Siz:
Ben sesini duymak için aradım
Sanırım sen de sesimi duymamak için açmadın
Ve mesajlaşmayı tercih ettin

Deva Altınçayan:
Pera
Üstüme gelme lütfen

Siz:
Peki
Gelmiyorum, amacım o değildi
Özür dilerim
Özür dilemek istemiştim yalnızca

Deva Altınçayan:
Çok özür diliyorsun

Siz:
Daha önce de söyledin bunu

Deva Altınçayan:
Evet

Siz:
Özür dilerim

Deva'nın ucu açık cümleleri ve aramıza çektiği gözle görülür set, ona ne kadar büyük bir ayıp ettiğimin somut kanıtıydı. Bu kanıt, devamlı olarak özür dilememi emrediyordu bana. Bu kanıt, kalbimde, vicdan azabı hissinin vuku bulmasını sağlıyor ve yüzümü buruşturtuyordu. Üstelik, damarlarımda gezen uyuşturucu etkideki hissin dozajının artmasına ve kendimi, mahcubiyet karşısında daha da kaybetmeme vesile oluyordu.

Telefonu masaya bırakarak, gözlerimden akan pişmanlık damlalarını sol elimin tersiyle sildim ve bunu yaparken de sağ elim ile sönmek üzere olan sigarayı küllüğe bastırdım. Telefonumun titrediğini işittiğim an gözlerim ekrana kaydılar ve ekranda gördüğüm isimle kalbim de tıpkı telefonum gibi titremeye başladı.

''Efendim?'' diyerek telefonu aceleyle kulağıma götürdüm ve sesimin titrememesi için de şahane bir savaş vermeye başladım ses tellerimle.

''Neden sürekli özür diliyorsun Pera? Bunu konuşmuştuk.'' dedi bariton sesi. Ciğerlerime derin bir soluk kaydırdım gülümserken.

Dudaklarımı araladığım anda, bariton sesini yeniden kulaklarıma doldurdu. ''Özür dilemene gerek yok, özür dileyecek bir şey yapmadın.'' dedi.

"Sana sürekli yanlış yapıyorum." dedim tek nefeste.

"Çok dürüstsün," derken burnundan histerik bir gülüş bıraktı. Akabinde ise, "Ne yapman gerekiyorsa onu yapıyorsun." dedi. "Bu da benden özür dilemeni gerektirmez. Zaten seni bu yüzden anlıyorum."

"Senin beni anlaman işimi daha da zorlaştırıyor." dedim nefes vererek. Yanıtlamadı. Devam ettim; "Çünkü beni anlıyor olman daha da utanmama ve kendimi suçlamama sebep oluyor."

Bir süre sessizliğin sesini dinlediğimizde telefonu kapatacağını düşündüm. Fakat kısık ve zar zor duyduğum bir sesle, "Aradım," dedi. "Açmadım ama geri aradım." dedi devamında.

Yalnızca, "Evet," diyebildim.

"Sesini duymak istedim." dedi yeniden kısık bir sesle.

Gülümsedim fakat o gülümsediğimi göremiyordu. Belki o da gülümsüyordu ve ben de onu göremiyordum.

"Nereye gideceksin?" diye sordum aniden.

Sıkıntılı ve sesli bir nefes verip, "Bilmiyorum, eve gidemem." dedi.

"Buraya gel," dedim hiç düşünmeden.

Histerik bir nefesle güldü. "Benimle aynı evde kalmak istemiyorsun Pera." dedi dominant bir sesle.

"Hayır Deva, seninle kalmamam gerektiğini düşünüyordum yalnızca."

"Yani? Ne demek bu?" diye sordu fakat sesinde ufacık bir merak kırıntısı bile yoktu. Cevabını bildiği bir soruyu soruyordu yine.

"Bu, seninle kalmak istemediğim anlamına gelmez, sen zeki bir adamsın." dedim gülümseyerek. Gülümsemem, sesime de bulaşmıştı.

Kendinden emin bir sesle, "Yani?" dedi yeniden sorar gibi.

"Seninle birlikte kalmak istiyorum." dedim.

Bir süre devam eden sessizlikten sonra, "Ama haklıydın ve bu uygun değil. Sanırım bu kez benim özür dilemem gerekecek senden." dedi. Dudaklarımı defalarca kez araladım ancak tek yapabildiğim yutkunmak oldu. Fısıldar gibi, "Özür dilerim," dedi.

Yanıtlamadan sonlandırdım çağrıyı.

Telefonu sertçe metal masaya bırakarak kırışmış yüzümle, kollarımı göğsümde bağlayıp oturmaya başladım. Sol bacağım yeniden huzursuzca sallanmaya başladı. Dışarıdan gören biri, mızmızlanan küçük bir kız çocuğu olduğumu düşünebilirdi. Zaten ben de kendimi Pelin gibi hissediyordum.

Telefonum yeniden titrediğinde ekranda yeniden onun adını gördüm fakat bu kez mesaj atmıştı. ''Ne var ya?!'' diye söylenerek telefonu elime aldım.

Deva Altınçayan:
Uyu biraz
Uykusuzsun
Yarım saatlik uykuyla duruyorsun

Siz:
Sana ne

Deva Altınçayan:
Pardon?

Siz:
Evet sana ne

Deva Altınçayan:
:)

Telefonu yeniden sertçe masaya bıraktım fakat elimi üzerinden çekmeden yeniden titremeye başladı. Ekranda adını gördüğümde burnumdan üst üste üç kez öfke dolu nefesler verdim ve dişlerimin arasından ''Geri zekalı!'' diye söylenerek çağrıyı yanıtladım.

Hiçbir şey söylemeden konuşmasını bekledim. O da benim konuşmamı bekliyordu fakat konuşmayacağımı anladığında kıkırdayıp ''Pera?'' dedi sorar gibi. Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdığından emindim.

''Efendim?'' diye sordum yumuşak tutmaya çalıştığım sesimle. Fakat sesime karışan öfkeyi ve bozgunluğu engelleyememiştim.

Kulağıma kısa bir kahkaha çarptı fakat ses uzaktan geliyordu, telefonu kulağından çekmiş olmalıydı. Bu yaptığı ile öfkem katlandı fakat yine de sesimi yükseltmemeye çalıştım. Boğazını temizlediğinde sesi oldukça yakından geliyordu. Ciddileşerek, ''Uyu biraz.'' dedi.

''Uyumayacağım.'' dedim sert bir sesle.

''Pera neden inat yapıyorsun? Yarım saat uyudun altı üstü. Biri on dakika, biri yirmi dakika...'' dedi gür bir sesle.

Otoriter bir sesle, ''Uyumayacağım Deva!'' dedim. Fakat göz kapaklarıma kesinlikle meydan okuyordum çünkü gerçekten çok uykum vardı. Diklenir gibi, ''Sen de uyumadın, sen de uyu o zaman.'' dedim.

''Uyuyacağım zaten,'' dedi rahat bir tonlamayla. Bir kez daha bozdu beni. Bir kez daha yanıtsız kaldım ve uzaktan bir kez daha kahkahasını duydum.

''Uyumak istemiyorum!'' dedim. Sesim yüksek perdeden çıkmıştı.

''Pera! Uykusuz kalarak yol kat edemeyiz. Uyu!'' dedi otoriter bir şekilde.

Yeniden diklenerek, ''Sen gelmeden uyumayacağım!'' dedim.

Bir süre hâkim olan sessizliği, genzinden gelen yutkunma sesi bozdu. ''Pera! Gelmeyeceğim, dediysem gelmem! Uyu!"dedi. Bu kez sesi oldukça yüksek çıkmıştı. Fakat kazanabileceği bir savaş değildi bu.

''Sen gelmeden uyumayacağım Deva! Buraya gel!'' dedim onunkinden daha da yüksek çıkan bir sesle. Alenen bağırıyordum.

Rahatsız edici tonda bir rahatlıkla, ''İyi, sen bilirsin.'' dedi.

Gözlerim büyüdü, kaşlarım kalktı ve onu yanıtlayamadım. Dilimin ucu uyuştu ve kelimeleri hizaya sokamadım. Tek yapabildiğim, telefonu bir kez daha suratına kapatmak oldu. Akabinde ise yeniden sertçe masaya çalmak... Telefonum yeniden titrediğinde paketten sigara çıkarıyordum. "Ne var?!" diye kükredim terasta kendi kendime.

Deva Altınçayan:
Bir daha suratıma telefon kapatma!

Mesajı gördüğümde küçük bir öfke çığlığı atıp onu yeniden aradım. Kendimi ergenler gibi hissediyordum fakat aksiyonlarımı almaktan geri duramıyordum.

"Efendim?!" diye sert bir sesle yanıtladı çağrımı.

"O cümleyi tekrar söylesene! Ünlem koymuşsun bir de sonuna! Bir daha söyle!" dedim öfkeyle.

Derin bir nefes aldı ve nefesi sesli olarak geri verdi. "Pera, kavga etmek istemiyorum." dedi. Ses tonu oldukça yumuşak çıkıyordu.

"Ben de istemiyorum ama attığın mesajı bir de sesli duymak istiyorum Deva!" dedim. Sesim, öfkeden hiçbir şey kaybetmemişti.

"Bir daha suratıma telefon kapatma Pera!" dedi dişlerinin arasından. Tane tane, her bir kelimeyi tek tek bastırmış ve aralarda es vermişti.

"Eğer gelmeyeceksen bunu yapmaya devam edeceğim!" dedim son kozumu oynayarak.

Bir süre sessiz kalıp, "Özür dilerim ama gelemem" dedi kısık bir sesle.

Telefonu bir kez daha suratına kapattım.

Hemen akabinde yeniden mesaj geldi.

Deva Altınçayan:
Bu yaptığın çok ayıp bir davranış
Gelecektim aslında ama kesinlikle gelmiyorum artık

Siz:
Ne yaparsan yap Deva!
Gelmezsen gelme
İnsanı yalvartıyorsun

Deva Altınçayan:
Gelecektim diyorum
Geliyordum Pera
Dönmüştüm yoldan
Ama şimdi geri gidiyorum

Siz:
İYİ GİT

Henüz yakmadığım sigaramı masada bırakarak hiddetle ayaklandım ve telefonumu alıp sert adımlarla içeri girdim. Adımlarım, zemini titretirken rotam yataktı. Göz kapaklarıma gerçekten meydan okuyamıyordum ve öfkeli adımlarla uykuya koştum.

Kaldığım misafir odasına girdiğimde üstümü bile değiştirmeden yatağa uzandım. Göz kapaklarım, bedenim ve zihnim, bir parça uyku için bana yalvarmalarına rağmen yatakta dönüp durdum bir müddet. Fakat bir türlü kendimi rahat hissedemiyordum, açıkça yerimi yadırgıyordum.

Yumuşak bir yatakta yatıyor olmama rağmen, yatak yine de o yirmi dakika kadar rahat hissettirmiyordu.

Yaklaşık yarım saat sonra derin bir nefes çekerek patrikoru hayal ettim. Burnuma patrikor dolduğunu düşündüm. Burnumda patrikoru hissettim. Toprağın sakinleştirici kokusu tüy gibi hafif hissettirmeye başladığında sesler yavaş yavaş boğuklaştı. Ardından uzaklaştılar ve yok oldular.

 

 

♛♚

Yemyeşil bir ormanda, beyaz bir entari ile yalın ayak adımlıyordum. Ayaklarımın altında, yumuşak çimler eziliyor fakat adımlarımı çektiğimde yeniden dikleşiyorlardı. Kulağıma bir su sesi doluyordu fakat sesin geldiği yeri iyi analiz edemiyordum. Orman ürkütücü değil, aksine huzur doluydu. Cıvıl cıvıl kuş sesleri kulağıma doluyor, hafif esen rüzgar, ağaç yapraklarına şarkı söyletiyordu. Güneş, ağaçların arasında kendini bir gösteriyor, bir yok oluyordu.

Etrafıma göz gezdirerek ormanda adımlıyordum fakat su sesinin geldiği noktayı bir türlü bulamıyordum. Ses, bana bir dereyi çağrıştırıyordu. Gözlerimi kapatarak temiz havayı ciğerlerime çektim. Şehir havasından uzak, saf oksijendi sanki ciğerlerime dolan. İçim huzur dolarken ve kulaklarıma ağaç yapraklarıyla kuşların sesleri dolarken burnuma toprak kokusu çalındı.

Kısa bir süre sonra bir kız çocuğunun sesini duydum. Etrafıma bakındım fakat tıpkı dere gibi o sesin geldiği noktayı da analiz edemiyordum. Adımlarım bir süre etrafımda döndüler fakat döndüğüm her yerde aynı noktada kalıyordum sanki.

Ağaçların konumu, kuşlarının seslerinin geldiği yön, güneş ışınlarının vurduğu açı, dönüp durmama rağmen sanki hep aynı yerdelerdi.

''Pelin!'' diye seslendi biri.

O sesin geldiği yeri de analiz edemedim. Birbirine karışan sesler çoğaldı. Kuşların cıvıltısı, ağaç yapraklarının sesleri, dereyi anımsatan suyun ve kız çocuğunun kahkaha sesine, duyduğum erkek sesi karışıyordu Pelin, diyerek. Hepsi şahane bir ahenk içinde kulağıma doluyor, sesler patrikorla harmanlanıyor ve her geçen saniye bana daha da huzur veriyorlardı.

''Pelin!'' dedi yeniden erkek sesi. Tanıdıktı sanki fakat bir türlü çıkaramıyordum. Kız çocuğu bir kez daha kahkaha attı. Adımlarımı çevirmeyi bırakıp olduğum yerde dikilmeye başladım.

Yeniden gözlerimi kapattım, yeniden oksijeni çektim ve sesleri dinlerken yeniden huzur buldum.

Kulağıma çarpan birkaç tıkırtı sesiyle gözlerimi hiddetle araladım ve ansızın yatakta hafifçe doğruldum. Sağıma, soluma baktığımda aile evindeki misafir odalarından birinde olduğumu gördüm. Başımı geri bırakarak yeniden yastığa düşürdüm. Son iki haftadır yaşadıklarım zihnime dolup su gibi akıp giderken gördüğüm rüyanın huzuru çoktan uzaklaşmıştı. Ciğerlerime derin bir nefes çektim fakat ormandaki saf oksijen de oldukça uzaktı.

Tüm bu his ve düşünce selinin ortasında amcamın sesini işittim. Alt kattan, boğukça geliyordu. Sıkıntılı bir nefes vererek telefonu elime aldım ve saate baktım. Uyuduğumdan beri yaklaşık altı saat geçmişti; saat, akşam dördü on iki geçiyordu. Ekranda Deva'nın adını gördüm ve renkli kelebeklerin, karnımda hissettirdikleri heyecanla dikleştim.

Deva Altınçayan:
Bağırdığım için özür dilerim
(13:21)

Deva Altınçayan:
Gelemediğim için de
(13:26)

Deva Altınçayan:
Kendini suçlama
Sana kızdığımdan değil
Gelmemem gerektiğinden gelmedim
(15:38)

Heyecanım, tıpkı onu tetikleyen ve karnımda vuku bulan renkli kelebeklerin ömürleri gibi kısa sürdü. Bozgunluk yüklü bir nefes verirken omuzlarım da düştü. Yüzümü ekşiterek parmaklarımı dokunmatik ekranda gezdirmeye başladım.

Siz:
Bağırdığım için ben de özür dilerim

Telefonu avucumda tutarak yataktan doğrulmak ve inmek için hareketlendim fakat telefon kısa süre içinde yeniden titredi.

Deva Altınçayan:
Sadece onun için mi?

Siz:
Telefonu suratına kapattığım için de

Deva Altınçayan:
:)
Şaka yapıyorum
Önemli değil
Neredeydin?
İyisin değil mi?

Uyumuş olma ihtimalimi düşünmemiş olması fikri kaşlarımı çatmama sebep oldu. Fakat neden bilmiyorum, uyuduğumu dile getirmedim.

Siz:
Duş falan aldım
Telefon odadaydı
Şimdi baktım

Deva Altınçayan:
Anladım
Tamam

Telefonu elimden bırakmadan bu kez yataktan hızla çıktım ve koşar adımlarla alt kata indim. Mutfaktan bazı sesler geliyordu ve amcam kendine bir kadeh kırmızı şarap doldurmuş, üçlü kanepenin kenarında düşünceli bir şekilde oturuyordu.

Ona seslendiğimde irkildi ve gözleri beni buldu. Yanına adımlarken kadrajıma mutfak kapısı girdi. Merakla baktığımı hissetmiş gibi, "Market yaptılar, onları yerleştiriyorlar." diyerek açıklama yaptı.

Başımı sallayarak kanepenin öbür köşesine oturduğumda ilk olarak Deva'yı sordu. "Gelmeyecek sanırım," diyerek yanıtladım.

İfadesiz bir yüzle, "Kendisi bilir," diyerek önüne döndü. "Ama gelse iyi olurdu. Şimdi nerede, nasıl bir yerde bilmiyoruz. Deva lazım bize, önemli o." derken gözleri beni buldu.

Nefes vererek, "Dediğin gibi, kendisi bilir," diyerek cevapladım düşüncelerini. Başını sallayarak önüne döndü.

Mutfaktaki tıkırtılar kesildi, mutfaktan iki çift ayağa ait olduğunu düşündüğüm adım sesleri uzaklaşarak dışarı çıktılar, amcamın şarabı bitti, güneş batmaya yüz tuttu, belki de bir saate yakın zaman geçti fakat amcam da ben de bakışlarımızı şömineden çekmedik ve tek kelime etmedik.

Uzun süren, bir çığ gibi büyüyen ve uğultuya dönüşen sessizliğe, bir tek şömineden gelen sesler eşlik ediyordu. Bu sükuneti, "Hava o kadar da soğuk değil, neden şömineyi çalıştırdın?" diye sorarak bozdum.

Gülümseyerek bana döndü ve "Sen seversin şömine", dedi. Onu gülümseyerek yanıtladım.

Bedenimi tamamen ona çevirdim ve dizlerimi çekerek bacaklarımı koltuğa yatırdım. Sol dirseğimi koltuğun sırt kısmına yasladım ve şakağımı, yumruk yaptığım sol elime dayadım. Heyecanlı bir sesle, ''Amca, biz seninle bayağıdır annemle babamdan konuşmuyoruz.'' dedim tebessüm ederek.

Dudaklarını birbirine bastırarak başını salladı fakat gülümsüyordu da. Yüzüne aydınlığın vurduğunu anbean gördüm. ''Ne anlatmamı istersin?'' diye sordu sessiz bir şekilde.

''Nasıllardı? Fiziksel olarak mesela?'' diye sordum. Yüzümden taşan neşeyi ve heyecanı somut bir şekilde görüyor olmalıydı. Reşit olduğumdan beri dinlememiştim bunları. Dahası; reşit olduğumdan beri amcamla pek konuşmamıştık.

Başını geri atarak koltuğa yasladı ve gülümseyerek tavanı izlemeye başladı. Derin bir soluk aldı ve dudaklarını ıslatıp, ''Annen çok güzel bir kadındı.'' dedi ilk olarak. Ardından ise, ''Ağabeyim de gerçekten çok yakışıklıydı.'' diye ekledi. Bu cümleyle, kaşlarını kaldırarak baktı bana ancak yeniden önüne döndü.

''Ağabeyim de yakışıklı, çekici bir adamdı ama yengem çok güzeldi. Ağabeyim, uzun boylu, geniş omuzlu, kumral bir adamdı. Sakallıydı ve yüzü biçimliydi. Ela gözleri vardı, burnu mesela, çok düzgündü. Yapılı bir fiziği vardı. Nereden baksan, bir seksen beş, bir doksan vardı. Hep klasik giyinirdi. Bir de gözlük takardı, kemik gözlükleri vardı. İnanılmaz nazik, inanılmaz kibar bir adamdı.'' Bakışları bana döndüğünde tatmin dolu bir ifadeyle, ''Tam bir İstanbul beyefendisiydi.'' dedi.

Yüzünde sıcacık bir gülümseme vardı ve onu dağıtmadan bakışlarını yeniden tavana dikti. ''Yengem de tam bir hanımefendiydi. Sarışındı o da. Bembeyaz bir teni vardı. Onun gözleri de kahverengi ve çekikti. Büyüktü de biraz. Dudakları dolgundu, elmacık kemikleri belirgindi. Çok nazik bir kadındı yengem. Boyu da uzundu ha; o da nereden baksan, bir yetmiş vardı. Çok güzel giyinirdi annen. Hep dik dururdu, ince uzun parmakları vardı.'' dedi.

Bakışlarını yeniden, onu heyecanla ve özlemle dinleyen yüze çevirdi. Büyük bir gülümseme ile, ''Sana bir şey itiraf edeyim mi Pera?'' diye sorup dudaklarını ıslattı. Başımı salladığımda direkt, ''Ben yengeme hayrandım biliyor musun?'' dedi mutlulukla.

Yüzüme büyük bir gülümseme yayıldı. Bakışları yeniden tavanı buldu. ''O kadar düzgün bir karakteri vardı ki, ağabeyim de öyleydi ama yengem farklıydı. Diğer kadınlardan çok farklıydı yengem. Ben en çok onun düşüncelerine saygı duyar, onu dinlerdim. Hatta ağabeyim zaman zaman şakayla karışık laf sokardı bana.'' dedi ve bir kahkaha attı. Ben de içten kahkahasına eşlik ettim.

''Çok yakışıyorlardı. Sana yemin ediyorum kıskanılıyorlardı insanlar tarafından. Onca zaman geçirdim onlarla, bir kez tartıştıklarını ya da kavga ettiklerini görmedim. Tam anlamıyla, parmakla gösterilen bir çiftti. Çok kültürlülerdi tabii bir de. Bilmişlik değil ama, gerçekten donanımlılardı.'' dediğinde derin bir nefes aldı ve uzun bir es verip düşüncelere daldı.

Ben ise o sırada, hayattaki yerimi ve hayatım boyunca yaptıklarımı sorgulamaya başladım. Üniversiteyi zar zor bitirmiş, sorumsuz bir gençtim. Sorumluluk almayan, sorumluluklardan devamlı olarak koşar adımlarla uzaklaşan, ailesinin bankadaki küçük servetiyle geçinen, başta para kazanmak ve bir işin ucundan tutmak olmak üzere, hayatta hiç bir gayesi olmayan Pera olmayı nasıl başarmıştım? Tek derdi erkekler ve iyi bir seks olan Pera, bu insanların kanını taşımayı hak ediyor muydu?

Pelin belki ergenliğe girdiğinde el fenerini toprağa gömmüştü fakat yine de zifiri karanlıktaki o aydınlık yolu nasıl kaybetmiş ve Pera olmuştu? Pera olmak kötü bir şey miydi? Pelin, Pera'dan utanıyor muydu acaba?

''O resmi hatırlıyor musun?''

Gözlerimi zeminden amcama çevirdiğimde merakla baktığını gördüm. Gözlerim henüz dolmamıştı fakat yüzümün karmakarışık olduğundan emindim. Üzerimizden yavaş yavaş aydınlığını çeken güneş ise bunun kamufle olmasını sağlıyordu. Yine de, yavaş yavaş kaybolan aydınlığa inat amcamın yüzündeki heyecanı tümüyle okuyabiliyordum. Çünkü amcamın yüzündeki, dolu dizgin heyecanı görmüyor, hissediyordum.

''Hani ben sana anlatmıştım annenle babanın yüzlerini, fiziksel özelliklerini, sen de çizmiştin.'' dedi gülümseyerek.

Kendimi toparlayarak yutkundum ve içten, sıkı bir gülümseme takındım. ''Hatırlıyorum tabii amca! Çerçeveletmiştik hatta, duruyor hâlâ...'' dediğimde yerinde dikleşti.

''Gerçekten mi?!'' diye sordu neşeyle. ''Atacağını söylemiştin.'' derken sesi biraz kısılmış, biraz da titremişti.

''Atmadım,'' dedim başımı iki yana sallayarak. ''Atamadım,'' dedim ve ekledim; ''Pera'daki evde duruyor.''

Amcam başını ağır ağır salladı gülümseyerek. Benimkiler gibi onun gözleri de ıslanmışlardı. ''Bugün gidelim Pera'ya, eşyalarını toplayalım. Hatta bana sorarsan evi boşaltalım.'' dedi ciddileşerek.

''Yok amca ya! Eşyalar, mobilyalar falan kalsın. Ben kişisel tüm eşyalarımı toparlayayım ama. Madem artık burada kalacağım...'' derken gözlerimi evin içinde gezdirdim bir süre.

''Sen bilirsin kızım.'' dedi yalnızca.

Bir anda, ''Amca, benim yıllardır merak ettiğim bir şey var.'' dedim. Gözlerini zeminden çekerek göz teması kurdu benimle. ''Şah'la alakalı,'' dedim kaşlarımı kaldırarak.

Onun ise yüzü ekşidi. ''Anma şu adı Allah aşkına!'' dedi mırıldanarak. ''Ne soracaksın onunla ilgili?'' diye sordu kaşlarını kaldırarak.

''Hani ailemi benim yüzümden öldürmüş ya...'' dediğimde yüzü daha da ekşidi ve sıkıntılı bir nefes verdi.

''Boş ver,'' dedi öfkeyle.

Şah hakkında konuşmak onu oldukça zorluyordu. Bana yalnızca bir kez bahsetmişti ondan. On yaşımda, ailemi onun öldürdüğünü söylediğinde öfkesini ve kinini gözlerinden okuyabilmiştim. Sonrasında ise ne zaman sorsam beni geçiştirmişti. Belki, on yaşımda, bileklerim al kan içinde, su dolu bir küvetten çekip çıkarmasaydı beni, bu denli kaçmazdı bunu konuşmaktan. Fakat bu trajedi yaşanmıştı ve amcam, ne zaman Şah, desem dörtnala koşuyordu ters istikamete.

''Amca,'' dedim ve derin bir nefes aldım. ''Artık eskisi kadar etkilenmiyorum. Öncelikle, artık on yaşında da değilim, Pelin de.'' dediğimde ters bakışları yüzümü buldu. ''Bakma öyle amca! Deva bana Şah'tan ilk bahsettiğinde öfke nöbeti geçirmiş ve hatta kendimi kaybederek Deva'ya bile zarar vermiş olabilirim. Ama şimdi, içine girdikçe etkisi azalıyor. Onca zaman Şah'tan kaçtığım ve onu gözümde çok büyüttüğüm için değil miydi zaten otel odasında Deva'ya verdiğim tepki?''

Amcam uzun bir nefes çekti ciğerlerine. Yüzünde sert mimikler hâkimdi. Ancak söylediklerimi yanıtlamadı ve bana hak verdiğinden emindim.

''Kaçtıkça, büyüttükçe etkilenmişim yıllarca. Şimdi o eşiği geçtim ben. O eşik cinnetti. Şimdi artık içine daldıkça normalleşiyor bu benim için ve her geçen gün daha da az etkileniyorum artık. Görmüyor musun bunu?'' diye sordum sitemle.

Hiç beklemeden, ''Görüyorum,'' dedi.

''O zaman anlat lütfen, bilmek istiyorum.'' dedim.

Derin, uzun ve sıkıntılı bir nefes vererek kol saatine baktı ve ''Her şeyin bir zamanı var kızım, bilme, boş ver. Zaten benim için de kolay değil bunları konuşmak.'' dedi. İtiraz etmek için derin bir nefes alıp dudaklarımı araladığımda, ''Pera lütfen!'' diyerek konuyu kapattı ve ''Gidelim mi evine? Eşyalarını toparlayalım.'' dedi.

Başımı sallayarak, ''Bir duş alayım, çıkarız.'' dedim ve amcam kafasını sallarken hızla ayaklanıp banyoya yöneldim.

Kendimi sıcak suyun altında çırılçıplak bulduğumda, değiştirilmiş ve yenilenmiş banyoyu incelememiştim bile. Soyunma anımı, suyu açma anımı ve kendimi suyun altına atma anımı hatırlamıyordum. Zihnimde bulanık cümleler birbirlerini takip ederlerken, tüm o cümlelerin arasında tek bir soru cümlesi netti.

''Şah ailemi neden benim yüzümden öldürdü?''

Tenimden aşağı akıp giden sıcak damlaların, cildim gibi zihnimi de rahatlatıyor olmaları gerekirdi. Fakat soru işaretleri kafamda çığ gibi büyüyor, cevap veremediğim her soru yeni bir soruyu doğuruyordu.

Şah bir akrabam olabilir miydi? Belki annem yahut babamın aileleri, onların evlenmelerini istememişler ve annemin hamile olduğunu öğrendiklerinde kan dökmüşlerdi.

Belki de Şah, mistik şeylere delicesine inanan biriydi ve belki benim lanetli bir çocuk olduğumu falan düşünmüştü.

Yahut belki Şah, annemin takıntılı eski sevgilisiydi ve annemin babamla evlenmesine, üstelik bir çocuk yapmasına tahammül edemeyip onları katletmişti.

Bir insanı, böyle bir katle iten nasıl bir motivasyon olabilirdi ki? Her şeyden önce, insanın en büyük motivasyonu neydi? İhanet, intikam arzusu, başka ne olabilirdi? Şah'ın motivasyonu hangisiydi? Üstelik bu katlin sebebi bir çocukken, onu buna iten ne olabilirdi? Bir çocuk, henüz doğmamış bir bebek, neye sebep olmuş olabilirdi ki?

Belki de ben bir ihanetin meyvesiydim, yahut intikam sebebiydim.

Şah için nasıl bir intikam sebebi olabilirdim ki? Belki de Şah, anneme aşık bir ruh hastasıydı. Peki annemin hamile kalması, ikisinin de ölümüyle nasıl sonuçlanabilirdi ki?

Belki de benim babam Şah'tı.

Peki Deva tüm bunların neresindeydi?

Zihnime doluşan ve sayıları her geçen saniye artan soru işaretleri, artık yenilerinin gelmesi için bir alan kalmadığında zihnimden taşarak, aşağı dökülmeye başladılar. Soru işaretlerinin kancaları, genzime takıldı. Kancalar, boğazımı yırttı. Beyin kıvrımlarıma dolanıp, birer kene gibi takılı kaldılar ve oluk oluk kan akıtmaya başladılar. Başımı önüme eğdiğimde köpük ve suya kan karıştığını gördüm. Yutkundum, ağzıma kan tadı geldi. Buhar, nefes almamı engellediğinde derin nefesler çekmeyi denedim fakat burnuma kan kokusu doldu. Sol elimi kaldırıp göğüs kafesime götürdüm, elimin ayasına kan oturmuştu.

Zihnime dolan tüm soru işaretleri, bedenimi delik deşik ederek beni bir kan bataklığına çektiler.

Banyoda eko yaparak kulağıma çarpan su sesi, boğuklaşmaya ve uzaklaşmaya başladığında her bir hücremin uyuştuğunu hissettim. Kalbim, kan pompalama görevini hızlandırmış, göğüs kafesime sert darbeler vurmaya başlamıştı. Dizlerimin titrediğini hissettiğimde çektiğim her derin nefeste oksijen yerine, yalnızca kan kokusu ve buhar vardı. Kan, akciğerlerime bile nüfuz etmişti.

Kapının ardından gelen, ''Pera?!'' sesiyle irkildim ve sıcak suyun altında olmama rağmen tüylerim diken diken olmuşlardı. Bakışlarım, refleks olarak banyo kapısını bulduklarında sesler, boğukluktan çıkıp normal seyrine döndüler. Kalp atışlarım düzene girdi ve kan kokusunun burnuma artık çalınmadığını fark ettim. Ansızın kadrajıma su giderini aldığımda zeminde akan yalnızca köpük ve suydu. Ellerimi çevirerek avuç içlerime baktım, beyaz tenim ve uçları buruşmuş parmaklarım ve sudan başka bir şey yoktu.

''Pera?!'' Amcamın sesi, bu kez daha telaşlı ve yüksek perdeden geldiğinde ''Geliyorum!'' diyerek seslendim ona.

Saçlarımda kalan son köpük parçalarını da hızla durulayıp derin bir nefes aldım ve havluya sarınıp kendimi banyodan dışarı attım. Kaldığım odaya geçerek hızla giyindim ve zaman kaybetmeden Pera'daki evime gitmek için yola koyulduk. Avluya çıktığımda Ahmet Arif'in de gelmiş olduğunu gördüm. Saçlarımı kurutmadığım için, amcam avluda biraz söylense de kulak asmadım çünkü zihnimden burnuma yayılan kan kokusu halen ara sıra varlığını hatırlatıyordu ve soru işaretleriyle yüzleşmekten geri duramıyordum.

Arabaya bindiğim an, Pera'ya gideceğim için yersiz bir nefes çektim ciğerlerime. Her şeye rağmen evimi özlemiştim.

Yirmi yaşımdan beri kaldığım ev, beş yıldır yuva idi benim için.

Sarıyer'den Pera'ya uzanan yol boyunca konuşmadık. Aracı genç bir çocuk kullanıyordu, Ahmet Arif ön koltuktaydı, amcam ise yanımda oturuyordu ve yolun yarısında fark ettiğim başka bir araç da bize eskortluk ediyordu. Pera'nın, dar ve eski sokaklarına girdiğimizde tıpkı ergenlik çağındaki Pelin'in hep yaptığı gibi, yine derin bir nefes çektim. Sanki dar sokak aralarında temiz oksijen olacakmış gibi... Yıllar geçti, yirmi beş yaşıma geldim, halen Pelin'in, Pera'ya ve Beyoğlu kültür mirasına olan sevgisinin, ilgisinin sebebini anlayamadım. Bir ömür de anlayacağımı sanmıyordum.

Binanın önünde durduğumuzda beklemeden araçtan indik. Amcam sokağa attığı ilk adımla, yüzünü buruşturarak etrafa göz gezdirdi. Dar sokaklar, eski binalar, piercingli, dövmeli ve renkli saçlı gençler, yan yana dizilmiş barlar ve kaldırımlara gelişigüzel bırakılmış alkol şişeleri, amcamın küçümser bakan gözlerinden kaçamadılar. Çevrede gezdirdiği gözlerini bana doğru çevirdiğinde artık göz hapsinde olan bendim. Yargılayan ve neredeyse hor gören gözlerinin hedefinde bu kez ben vardım. Fakat kızgın yüz ifadesini de, sonunda ünlem işareti olan birçok cümlenin birbirini takip ettiği bakışlarını da aldırmadım.

Binaya doğru henüz iki adım atmıştım ki amcam hızlı bir manevrayla önüme geçti ve önden gitmek istediğini söyledi. Ahmet Arif, her ne kadar ona eskortluk etmek istese de kati suretle karşı çıktı ve hızlı adımlarla merdivenleri tırmanmaya koyuldu.

Yaklaşık on dakika sonra merdivenlerden seslendiğini duyduk ve biz de hızla yukarı adımlamaya başladık. Henüz eşikten geçmeden burnuma acı kahve kokusu doldu. Evden en son, Deva ile kahvaltı yapmak için çıkmıştım ve çıkmadan hemen önce ise filtre kahve demlemiştim. Sonrasında ise aynı günün akşamında geri gelmiştim ve kana bulanmış altın Şah'ın olduğu küçük koliyi gördüğümde hızla amcamı aramış, oyalanmadan eşyalarımın küçük bir kısmını toparlayıp aceleyle evden çıkmıştım.

Odalara tek tek girdim, her bir odayı uzun uzadıya inceledim fakat görüldüğü üzere, eve biri girmemişti. Tüm eşyalar, hatırlayabildiğim tüm açılarla yerli yerinde duruyorlardı. Mutfak kapısına bakarak burnunu kıvıran Ahmet Arif'ten, kahveyi dökmesini rica ettim. Odama geçerek, gardıropta kalan diğer eşyalarımı toparlamaya başladım. Amcam, koridorda dikilmiş, eve göz gezdiriyor, Ahmet Arif mutfakta oyalanıyor, kapıda bekleyen iki adam ise bir şey yapmadan koridoru kolaçan ediyorlardı.

Hızla, gri renkteki büyük boy bavulu çıkarıp gardıroptaki kalan kıyafetleri gelişigüzel doldurdum, arkasından bazayı kaldırdım ve kutuda sakladığım çerçeveli resmi aldım ellerime. Bir süre gözlerim resimde takılı kaldılar. Pelin, annesini, babasını, onların kucağında öpücüklere boğulan kendisini ve kenarda duran amcası ile Ahmet'i resmetmişti. Yeşil bir ormanda, çimenlerin üzerinde dikiliyorlardı ve arkada sıra dağlar bulunuyordu. Dağların arkasından bir güneş doğmuştu ve beş adet kuş, peş peşe özgürlüğe uçuyorlardı.

Bir resmin sesi olabilir miydi? Parmaklarımın arasında duran çerçeveli resmin bir sesi vardı. Kuşların cıvıltısı, ağaç yapraklarının, rüzgarla öpüştüklerinde çıkardıkları sesleri ve Pelin'in kahkahaları, yadsınamaz bir somutlukla kulaklarıma doluyor ve yüzümde sıcak bir gülümsemenin peyda olmasına vesile oluyordu.

Derin bir iç çekerek çerçeveyi, bavula bırakmak için uzandım. Fakat akabinde vazgeçerek çerçeveyi kutuya geri bıraktım ve bu kez avuçlarıma kutuyu aldım. Metal, kapaklı, kahverengi ve eski bir kutuydu. İçinde, tamamen özel olan ve geçmişten gelen bazı hatıralarım saklıydı. Çok bir şey yoktu aslında; hatırladığım kadarıyla, lisede tuttuğum günlüğüm, lisedeki arkadaşım Alev ile birlikte taktığımız bileklik, Ahmet Arif ile ilk gittiğimiz sinemanın biletleri, çerçeveli resim ve ilk karnem vardı.

Kutunun içini kurcalamadan kapağını kapattım ve diğer küçük bavula yerleştirdim. Kişisel bakım ürünü yahut aksesuarların konulması için tasarlanan el çantası boylarındaki bavul, kutu ile tamamen dolmuştu. Bu sebeple, kişisel bakım ürünlerimi doldurmak için sırt çantamı almam gerekti. Dolaptan çıkardığım büyük sırt çantasına deodorant, makyaj malzemesi, tarak, parfüm, diş fırçası gibi devamlı olarak kullanacağım kişisel ürünlerimi doldurdum. Büyük bavulda kalan küçük boşluğa ise iki çift ayakkabı ve iki kol çantası iliştirdim ve zorlukla fermuarı çektim. Aklıma gelen dizüstü bilgisayar, adımlarımın salona savrulmasına sebep oldu. Bilgisayarı ve aksesuarlarını hızla toparlayarak çantasına doldurdum. Bu kez salonda göz gezdirmeye başladım.

Kalan eşyalarımı ne zaman ve nasıl alacağımı düşünürken arkamdan gelen amcamın sesi ile yerimde sıçradım. Bir problem olup olmadığını soruyordu. Eşyalarımın tümünü alamadığımı ve halen birkaç parça eşyamın kaldığını söylediğimde, ''Hava karardı, gidelim, buralar tekin değil. Onları da başka bir gün alırız eğer istersen.'' dedi yapıcı bir şekilde. Başımı hızla salladım. Amcam, bavulları ve sırt çantasını kapıdaki adamlara uzatırken acil olarak kullanmam gerekebilecek bir şey unutup unutmadığımı düşünüyordum.

''Sadece acilleri al, eksik bir şeyin varsa da alırız zaten gerekirse.'' diyen Ahmet'in sesi, düşüncelerimi dağıttı. ''Haklısın,'' diyerek başımı salladım ve derin bir nefes verip koridora çıktım. Eşikten geçmeden eve bir göz gezdirdim.

''Çok mu seviyorsun burayı?'' diye sordu amcam.

Arkama dönerek onunla göz teması kurdum ve ''Seviyorum tabii, evimdi benim.'' dedim gülümsemeye çalışarak.

''Pera'yı?'' dedi sorar gibi. ''Adını bile aldın. Ne özelliği var buranın?'' diye sordu merakla. İlk kez soruyordu bu soruyu.

''İlk kez burada aşık oldum galiba.'' dedim dürüstçe.

Beklemediği bu cevapla kaşları havalandı. ''Ayrıca, mimarisini ve kültür mirasını çok severim.'' dediğimde başını aşağı yukarı salladı ve nefes çekerek ''Gidelim, bir şey unutmadıysan.'' dedi.

Yanıtlamadan merdivenlere yönelttim adımlarımı. Adımlarım, merdivenlerden aşağı ağır ağır salınırken ben hariç herkes oldukça aceleciydi. Öyle ki, binadan çıktığımda herkesin beni beklediğini gördüm. Tanımadığım ve henüz hiç konuşmadığım iki adam, bavulları ve çantayı, bizim bineceğimiz aracın bagajına yerleştirdiler. Arka koltuğa oturduğumda, binaya tırmanan bakışlarımı engelleyemedim. Başımı yukarıya kaldırdım. Gözlerim, beş yıldır kaldığım binayı yalayıp geçerken tekerlekler hareket etti ve binanın görüntüsü hızla yitip gitti.

Geldiğimiz yolu, hızla geri giderken de aklımdan silik cümle seli geçiyordu. Fakat bu kez Şah'la değil, Pera'da, Beyoğlu'nda geçirdiğim zamanlarımla ilgiliydi. ''Evden ayrılmak her zaman zordur.'' dedi amcam kısık bir sesle.

Bakışlarım ona döndüğünde gülümseyerek, ''Evden ayrılmıyorum, eve gidiyorum.'' dedim. Yüzüne, anında, sıcacık ve içten bir gülümseme oturdu. Gülümsemesi minnet doluydu, teşekkür ediyordu bana. Oysa, benim ona teşekkür etmem gerekirdi. Ben ona minnet duyuyordum oysa.

Bu kez, dönüş yolu boyunca sessiz kalmadık. Ancak, Pera'dan da, evden de, yuvadan da konuşmadık. Sohbetimizin konusu Deva idi. Amcam, Şah'a ulaşmak için Deva'ya ihtiyacımız olduğunu söylüyordu. Deva'yı merak ettiğinden ve nerede olduğunu bilmek istediğinden, hatta, halen daha Deva'nın benimle kalması gerektiğinden bahsediyordu.

''Söyledim amca, ısrar ettim ama istemedi. Kızgın bana, kızgın değilse bile kırgın, haklı da.'' dedim.

Amcam başını sallayarak, kısık bir sesle, ''Haklı tabii!'' dedi hayıflanarak. Bir müddet düşündükten sonra, ''Kim olsa rahatsızlık duyar. Düşünsene, beraber kalman gereken genç bir kadın var, o kadın senin katil olduğunu söylüyor ve seninle kalmak istemiyor. Ayrıca o kadınla kalmanı da, sırf ona arka çıkman için rica etmişler ve sen aslında bir ricayı kabul etmişsin.'' deyip bir süre yüzüme baktı. Akabinde, başını iki yana sallayarak, ''Çok kırıcı,'' dedi ve eş zamanlı olarak önüne döndü.

''Ama bana karşı bozuk değil. Gayet normal konuşuyor benimle.'' dediğimde hayretle bana döndü.

''Konuştunuz mu?'' diye sordu şaşkınlıkla.

''Konuştuk, dedim ya, ısrar ettim ama istemedi diye...'' dediğimde amcam anlamış gibi başını savurdu ve yeniden önüne döndü. Bu durum ise kaşlarımı çatmama sebep oldu çünkü amcam çok dikkatli ve ayrıntıları kaçırmayan bir adam olmuştur hep. Kafasının, haddinden fazla dolu olduğu her hâlinden belliydi.

Hayata girdiğimizde bavul ve çantaları bagajdan indirmeye başladılar. Ben ise adımlarımı içeri savurdum ve ilk iş olarak mutfak terasına gidip sigara yaktım. Deva'nın son oturduğu sandalyeye iliştim. Açık kahve harelerim, anında, Deva'nın dikildiği noktayı buldular. Dudaklarımı kemiriyor, sigara tuttuğum sağ elimin baş parmağının tırnağıyla, serçe parmağımın tırnak kenarındaki etlerini eşeliyor ve hiçliği izliyordum. Gözbebeklerim, boşluğa mıhlanmışlardı. Ara sıra, hiçlik ve harelerim arasına duman karışıyor fakat gözlerimi o boşluktan çekemiyordum.

Sigaramın bittiğini, ağzıma gelen acı tatla ve yanan alt dudağımla fark edebilmiştim. Gözlerimi boşluktan nihayet çekebildiğimde yüzümün ekşimesine engel olamadım ve artık solunacak bir nefesi bile kalmayan sigarayı hızla küllüğe bastırdım.

Ellerimle yüzümü kısaca ovuşturdum ve henüz tükettiğim zehrin, karnımın açlığını tetiklediğini fark ettim. Fakat iştahım yoktu ve gidip uzanmak istiyordum. Odanın önüne geldiğimde bavulların ve çantanın kapının önüne bırakılmış olduğunu gördüm. Kaldığım odanın kapısının açılmamış olması, özel alanlarıma müdahale edilmediğini haykırıyordu. Bu düşünce ile kısa süre gülümsedim.

Çanta ve bavulları odaya aldım ve hiçbirine dokunmadan kendimi hızla yatağa bıraktım. Gözlerimi kapattığımda burnuma yeniden patrikor çalındı. Patrikor, dudak kenarlarımın kıvrılmasına sebep oldu ve kulağıma dolan sesler yeniden uğultulara evrildi. Uğultular ise yeniden uzaklaşarak kayboldular.

Kulağıma çalınan kuş seslerine, su sesi karıştı yeniden. Beyaz, uzun entarinin altında kalan çıplak kollarıma, ayaklarıma ve yüzüme yeniden güneş ışınları vurdu. Küçük kız bir kez daha kahkaha attı. Burnuma bir kez daha patrikor doldu. İçime dolan huzur, inmiş göz kapaklarımı kaldırmamam gerektiğini haykırıyordu bana. Fakat erkek sesi, bir kez daha ''Pelin!'' diye seslendi.

Gözlerimi araladığımda yeşil orman beni bir kez daha tüm güzelliği ile kucakladı. Bir süre, olduğum yerde dikilerek ormanın ihtişamını ve yeşilin raks eden tüm tonlarını izledim. Adımlarım yeniden beni ağır ağır ormana savurduklarında çimenler tekrar eziliyordu ayaklarımın altında.

Bu kez olduğum yerde dönmüyor, yürüdükçe yol kat ediyordum. Bir müddet daha yürüdüğümde önüme, yan yana dizilmiş salkım söğütler serildi. Uzun uzadıya giden söğütlerin dalları ve ince yaprakları, tıpkı birer şelale gibi aşağı dökülmüş, davetkâr bir görsel şölenle önümde duruyorlardı. Salkım ağaçlarının arasına hiç düşünmeden daldım. Dere sesi ve ıslak toprak kokusu git gide yaklaşıyor, ona küçük kız çocuğunun kahkahası karışıyordu. Biraz daha ilerlediğimde erkek sesinin de yaklaştığını hissettim.

Önümde dikilen son söğüt ağacının altına girdiğimde az ileride akan dereyi görebiliyordum. Derenin önünde ise ancak bacaklarını görebildiğim bir adam dikiliyordu. Adamın sesi de, kız çocuğunun sesi de, tıpkı dere gibi oldukça yakından doluyordu kulağıma. Islak toprak kokusu ise çoktan ciğerlerime nüfuz etmişti. Adamın bacaklarında bir siyah kot pantolon olduğunu gördüm. Birkaç adım sonra ise beyaz gömleğinin eteklerini fark ettim. Dalların sonuna geldim ve önüme tıpkı bir su gibi dökülen dalları sağ elimin tersiyle itip açımı netleştirdim.

Aramızda kalan son perde olan dallardan kurtulduğum an, karşımda dikilen adamın Deva olduğunu gördüm. Kucağında beş yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Sarışın, beyaz tenli ve sarı, çiçekli elbisesi olan bir kız çocuğunu tutuyordu. Deva, ona doğru yeniden, ''Pelin!'' diye seslendi. Yüzünde büyük, içten bir gülümseme vardı. Pelin, bir kez daha içten bir kahkaha koyuverdi.

Deva'nın bakışları ansızın bana döndü. Aramızdaki iki metrelik mesafeden bile görebiliyordum acı kahve harelerini ve harelerde gizli toprağı. Eşelemeden, aramadan, irdelemeden dökülmüştü karşıma, acı kahve toprak karşımda seriliydi. Yüzüne konuşlanan sıcak gülümsemesini soldurmadan uzun uzun baktı bana.

''Pera!'' diye seslendi. Yüzüme büyük bir gülümseme peyda oldu ve gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım. Patrikor, ciğerlerime nüfuz etti.

Gözlerimi araladığımda patrikor sanki halen burnumdaydı. Derince nefesler çektim içime tam üç kez. Yeniden misafir odasındaydım, yeniden başımı bırakarak yastığa düşürdüm. Fakat bu kez içeri güneş ışınları değil, ay ışığı vuruyordu. Telefonuma uzanıp saate baktım. Saat, biri on sekiz geçiyordu. Yirmi dakikalık uykum gibi rahat hissettirmese de epey yumuşak olan yatakta bir müddet daha sırt üstü uzandım. Dinginliğin sesini dinlerken kulağıma ufacık bir ses yahut gürültü dahi çarpmadı. Evin boş olduğu düşüncesi ile yataktan doğruldum. Karnım daha da acıkmıştı fakat halen iştahım yoktu ve yemek fikri midemi bulandırıyordu.

Gözlerim, bıraktığım yerde duran bavullara ve çantalara takıldığında bıkkın bir nefes vererek ayaklandım. Uykumu oldukça almıştım ve gecenin bu saatinde ne yapılacak bir iş vardı ne de evde kimse...

Büyük bavulu açarak yere serdim, bilgisayar çantasını kenara kaldırdım ve sırt çantamın fermuarını açıp içindeki kişisel bakım ürünlerini yatağa döktüm. Gözüm küçük bavula takıldığında yüzüme bir gülümseme peyda oldu yeniden. Hızla bavuldaki kutuyu çıkardım ve komodinlerdeki abajurlardan birini açarak kutu ile birlikte yatağa oturdum ve geçmişe kısa sürecek bir yolculuk yapmaya karar verdim. Kutunun kapağını kaldırdığımda derin bir nefes çektim. Nefese sanki halen patrikor karışıyordu. Oysa rüyam çoktan bitmişti.

İlk iş olarak çerçeveyi çıkardım kutudan, onu muhakkak duvara asacaktım. İkinci olarak kutu içinde parmaklarımı gezdirdim. Tek tek, karneye, bilekliğe, sinema biletlerine dokundum. Günlüğü kutudan çıkardığımda okumak için dizlerime bıraktım. Kutuyu ise yatağın üzerine gelişigüzel bırakmaya yeltendim. Ancak, kutudan gelen bir tıkırtı sesi kulaklarıma çarparak tüm dikkatimi üzerine çekmeyi başardı.

Kutunun içinde ses çıkaracak pek bir obje yoktu. Biletler, ip bileklik ve karne kalmış olmalıydı. Zihnime bir türlü düşmeyen detayın, başka ne olabileceğini düşünürken kutuyu merakla kucağıma oturttum. Sol, alt köşeye doğru kaymış metalik gri, küçük ve dikdörtgen şekilde bir obje olduğunu gördüm. Oda loş olduğunu için objenin ne olduğunu seçmekte güçlük çekiyordum. Üç derin soluk çektim ciğerlerime. Soluklarıma yine patrikor karıştı. Sanki odaya, ıslak toprak kokusu sinmişti.

Metalik gri objeyi hızla elime aldığımda merakla büyümüş gözlerim ile objeyi incelerken, bir USB bellek olduğunu fark ettim. Belleği, parmaklarımın arasında hızla çevirip incelerken bir yandan dudaklarımı kemiriyordum. Çatık kaşlarım ve merakla bakan gözlerim içinde ne olduğunu hatırlamamı istiyorlardı fakat hafızamı ne kadar zorlarsam zorlayayım, böyle bir bellek hatırlayamıyordum bir türlü.

Nihayetinde, belleği avucuma sıkıştırarak hızla ayaklandım ve bilgisayarı alelacele açıp yere bıraktım. Belleğin içinde ne olduğu ile ilgili o kadar heyecanlı ve meraklıydım ki, parmaklarım, aceleciliğimden dolayı sürekli birbirine dolaşıyor ve belleği düşürüp duruyorlardı. Nihayet belleği yuvaya oturttuğumda açılan klasörde yalnızca bir video vardı.

Videoda karanlık bir yol görünüyordu. Yaklaşık olarak on beş metrelik bir alan kadraja girebilmişti. Görüntü kalitesi pikselliydi fakat yine de videodaki objeler seçilebiliyordu. Videonun kalitesi bana MOBESE kameralarını hatırlattı. Tarih, beş Temmuz iki bin on dört olarak görünüyordu. Saat ise geceydi ve üçü beş geçiyordu. Üç dakika boyunca videoda herhangi bir hareketlilik olmadı. Ne bir araç geldi, ne bir insan, ne de bir hayvan geçti.

Yalnızca üç dakikadan sonra, kadraja hızla gelen bir araç girdi. Aracın geldiği sırada ise bir yaya yolun kenarından karşıya koşuyordu. Süratle gelen araç, ani fren yapmış olmasına rağmen yayaya çarptı ve yaya, yaklaşık iki metre kadar savruldu. On dakika boyunca herhangi bir hareketlilik olmadı. Yaya, yerde hareket etmeden uzanıyordu.

On dakikanın sonunda ise genç bir çocuk koşarak aracın yanına geldi. Çocuğun uzun ve at kuyruğu şeklinde toplanmış saçları seçiliyordu. Araçtan ise genç bir kız indi. Kız ağlıyordu, panik hâlindeydi. Çocuk ise kızı sakinleştirmeye çalışıyordu. Yaklaşık yirmi dakika boyunca, orada panik hâlinde konuştular. Akabinde çocuk kızı orada bıraktı ve koşarak uzaklaştı. Bir on dakika daha geçti. Kız bu on dakikalık süreçte yalnızca kalçalarını arabaya yaslamış bir şekilde öylece dikiliyordu.

On dakikanın sonunda çocuk yeniden geldi. Fakat bu kez oldukça ağır adımlarla yaklaştı çünkü kolunun altında, baygın gibi görünen uzun boylu genç bir çocuğu taşıyordu. Çocuğu hızla direksiyon koltuğuna oturttular. At kuyruklu çocuk, direksiyon koltuğuna doğru eğilerek orada biraz oyalandı. Kız ise bu süreçte, kollarını göğsünde bağlamış bir vaziyette, olduğu yerde sallanıyor ve devamlı olarak etrafa göz gezdiriyordu.

At kuyruklu çocuğun oyalanma işlemi bittiğinde elini kıza doğru uzattı. Fakat kız, hızlı bir manevrayla çocuktan sıyrıldı ve arabanın önünden dolaşarak yan koltuğun kapısını açıp içeriye doğru eğildi. Hızla geri doğrulduğunda elinde bir bez çanta vardı. Çanta örme bir çantaya benziyordu ve kayıt siyah beyaz olduğu için rengini seçemiyordum. Fakat çantayı tanıdığımdan emindim.

Videoyu duraklatıp düşünmeye koyuldum. Zihnimin derinliklerini zorluyor, neden daha önce bir hafıza sarayı inşa etmediğim için bir yandan da kendime kızıyordum. Fakat yine de uzun uzadıya düşünmeme gerek kalmadan çantayı zihnimin tozlu, arka odalarından çekip çıkarabildim.

Çantanın rengi yeşildi, örme bir çantaydı ve çantanın ağzını kapatan iplerin ucunda ahşap boncuklar diziliydi. O çantayı defalarca kez görmüştüm. Çanta, üniversite günlerimin tozlu raflarında kalan bir anıdan ibaretti.

O çantayı defalarca kez elimde tutmuştum. O çanta, ne zaman alelacele elime tutuşturulsa, Aşkım ya hesap ödemesi yapıyor ya da ayakkabı bağlıyordu. O çantayı, Aşkım'ın annesi, elleriyle örmüştü ona. Çanta, Aşkım'a aitti. Kamera kaydındaki kız Aşkım'dan başkası değildi. Tepeden tırnağa uyuştuğumu hissettim fakat ürperen tüylerim, uyuşukluk hissine savaş açtılar ansızın.

Aşkım'ın, hızlı adımlarla yanına vardığı ve elinden sıkıca tutup, koşarak uzaklaştığı at kuyruklu çocuk ise, üniversitedeyken çıkmaya başladığı ve şahsen hiç hazzetmediğim Berkay'dı.

Videoyu duraklatıp direksiyonda oturan çocuğa değdirdim gözlerimi. Alnı direksiyona yaslıydı ve yüzü seçilmiyordu. Fakat yüzünün seçildiği bir anı gördüğümden emindim.

Videoyu biraz geri aldım ve Berkay'ın, çocuğu koltuğa oturttuktan sonra, eğilip oyalandığı kısma sardım. Eğilmiş bir şekilde, görebildiğim kadarıyla kemerini bağlıyordu. Çocuk baygındı ve başı geriye düşerek koltuğa yaslanmıştı. Yüzü ise tüm hatlarıyla önüme serilmişti.

Videoyu bir kez daha durdurdum. Videodaki genç, geniş omuzlu ve yapılı bir gençti. Yaşı, yirmi bir, yirmi iki gibi hissettiriyordu.

Yüz tanıdıktı.

Yüz, tıpkı, gözlerine her baktığımda derin bir transa girdiğim yüze benziyordu. Yüz, acı kahve hareleri artık karartıyla örtülmüş bir yüzdü.

Yüz Deva'ya aitti. Videodaki genç çocuk, yirmili yaşlarının başındaki Deva idi.

Deva'nın yüzünü seçebildiğim an, içimde dolup taşan bir heyecan hissettim. Kalbim de o heyecana eşlik ediyor ve hapsolduğu göğüs kafesini kırarcasına dövüyordu. Artık titreyen elim, videoyu yeniden oynatmam için space tuşuna gitti. Aynı görüntüleri bir kez daha izlerken, göz boşluklarımdaki bezler, görevlerini yapmak ve gözyaşı salgılamak için mükemmel bir mücadele vermeye başladılar. Karşı koymadım.

Dökülen gözyaşlarım, hangi kisvenin altına sığındılar bilmiyordum. Belki Pelin haklı çıktığı için heyecanlıydım, belki Deva aslında katil olmadığı içindi sevincim. Belki de Pelin karşımda artık mağlubiyet hissetmeyeceği ve haklı çıktığı için yahut ben onu haklı çıkaramadığımdan ona karşı mahcup olmayacağım için mutluydum.

Oysa, Deva'ya haksızlık ettiğim ve yok yere kalbini kırdığım için utanmam gereken bir andaydım fakat umurumda değildi. Çünkü artık her nefesimde patrikor doluyordu burnuma. Çünkü artık, Deva'nın kararmış harelerinde bir avuç toprak bulabilmek için o karartıyı, elinde fenerle eşeleyen Pelin'in umudu aydınlığa ulaşmıştı.

Videoyu izlerken, ellerimi yanaklarıma bastırdığımda yanaklarımın yandığını, ellerimin ise buz kestiğini hissettim. Ellerimin soğukluğu, aklıma Deva'dan bedenime yayılan zemheri soğuğunu hatırlattı. Histerik bir gülüş koyuverdim. Henüz iki hafta önce ölesiye kaçtığım bedene şimdi koşmak istiyordum. Yine özür dileyecektim, o yine çok özür dilediğimi dile getirecek ve beni teessüf edecekti.

Sol bacağım heyecandan sallanırken Aşkım ve Berkay'ın koşarak uzaklaştıkları noktada videoyu yeniden geri aldım. Yeniden Deva'nın, şoför koltuğunda, başı koltuğa yaslanmış bir vaziyette oturduğu ana geldim, yeniden videoyu oynattım.

Kalbim yeniden hırsla çarpmaya başladı. Göğüs kafesim sızladı, adrenalin kanıma karıştı ve ellerim zemheri soğuğuna koşarken bedenim bir alev topu gibi yanmaya başladı. Gözyaşlarım ise dur durak bilmeksizin, ardı sıra dökülüyor, kucağımı boyluyorlardı.

Pelin, vitrin dolabından başını çıkardı. Elinde, ergenlik çağında toprağa gömdüğü el feneri vardı. El fenerini bir daha kaldırıp atmayacağını söylüyordu ve benim gözyaşlarım hiç dinmeyeceklermiş gibi akıyor, kalbim ise özgürlüğe aç bir hevesle göğüs kafesimden fırlamak istiyordu.

Video ilerledi, Berkay ve Aşkım koşarak uzaklaştılar, hareketsiz on dakika daha geçti, on dakikanın sonunda ise kadraja, benim boylarımda sarışın bir çocuk girdi ve Deva'yı koltuktan hızla çekip uzaklaştı. Sarışın çocuk ise Doğu idi.

Bilgisayarı kucağımdan kaldırarak hızla yatağa bıraktım. Adımlarım, etrafımda iki tur atmama sebep oldular. Bedenimin titremesini ve kanımda akan adrenalini engelleyemiyordum. Önce alt kata, sonra araca, sonra ise Deva'ya koşmalıydım. Sabırsız adımlarım ansızın eşikten geçti. Deva'ya susamış adımlarım, merdiven basamaklarını ikişer üçer inmeye başladılar. Odadan uzaklaştıkça ıslak toprak kokusu azaldı, merdivenlerde ise yok oldu.

Merdiven basamaklarını bitirmek üzereyken burnuma yeniden aynı koku doldu. Koku, giderek artmaya başladığında adımlarımın telaşı da bitmiyordu, basamakların sayısı da.

''Pera? Ne oldu?''

Duyduğum bariton ses ile ansızın bakışlarımı basamaklardan kaldırıp salona diktim. Karanlığın içinde, elektrikli şöminenin yapay alev harelerinin vurduğu sakalsız ve biçimli kumral yüzü, endişeyle ve dizginlenemez bir merakla aceleci hareketlerimi izliyordu. Önündeki sehpada bir kadeh kırmızı şarap bulunuyordu. Siyah bir kot pantolon, beyaz bir gömlek vardı üzerinde. Oturduğu tekli koltukta rahatsızca dikleşmiş, şaşkınlık dolu gözlerini ise üzerime dikmişti.

Gözlerim, bedenine değdiği an, halüsinasyon görüp görmediğimi sorguladım birkaç saniye. Kan pompalamakla görevli organım, yeniden hapsolduğu parmaklıkları yadsımaya ve sıkışıp kaldığı küçük alana sığmamaya başladı.

Telaşlı ve sabırsız adımlarımı ona doğru savururken merakla, ''İyi misin? Ne oldu?'' diye sordu ve ayaklandı. Üzerine attığım iki adımda ise, ''Neden ağlıyorsun?!'' diye sordu. Fakat yanıtlamadım ve birkaç adım daha yetti tam önünde bitmeme.

Yanına vardığım an, kollarım benden müsaade almadan boynuna koştular. Süratimi kesememiş, bedenime söz geçirememiştim. Bunu beklemeyen Deva ise, ona doğru neredeyse dörtnala koşuyor olmama rağmen gardını almamıştı. Bu sebeple ona sarıldığım an, tekli koltuğa düşmemiz kaçınılmaz oldu.

Onca söylediğim şeye, yaptığım imalara rağmen, şimdi, tekli koltuğa düşmüş bedeni üzerinde serilmiştim. Kollarım boynuna, sıkı sıkıya dolanmış, burnum ise boynuna gömülmüştü. Onun çekingen elleri ise, belimin iki yanından kavramışlardı beni fakat her şeye rağmen endişesini ve merakını tümüyle hissedebiliyordum.

Sırtıma mahcubiyet gömleğini geçirmiş olmalıydım, yüzüm utançla kızarmalıydı belki fakat kalbim çoktan girdikleri mücadelede beynimi alt etmişti. Bedenim ise, beynimden değil kalbimden aldığı emirlerle hareket ediyor, bana karar verecek bir alan tanımıyordu. Fakat umurumda değildi çünkü Pelin, peşinden sürüklendiği dört harfli kelime konusunda haklı çıkmış ve artık vitrin dolabına girmemeye ant içmişti.

''İyi misin?'' diye yeniden sorduğunda sesi boğuk çıkıyordu çünkü nefesi saç diplerimi yalıyordu. Konuşmak için derin bir nefes aldığımda, ciğerlerime oksijen yerine ıslak toprak kokusu doldu. Gözlerim heyecanla büyüdüler. Yüzümü boynundan hızla geri çektim. Gözbebeklerim, harelerine tutundular. Birkaç tur bindirdiler orada, karanlıkta olmamıza rağmen karartının değil acı kahve toprağın göründüğü harelerinde.

Yüzüme nasıl bir ifade yayıldı, hangi mimikler peyda oldu bilmiyordum fakat yüz ifademi gördüğünde sıcak bir gülümseme oturdu yüzüne. Burnundan nefes vererek güldü ve yeniden, ''İyi misin?'' diye sordu. Ellerini yanaklarıma yerleştirerek, tuzlu damlaların bıraktığı ıslak yolu sildi. Gözlerini yüzümde merakla ve gülümseyerek gezdirdi fakat gözbebeklerim, toprağın oturduğu harelerinden bir an olsun ayrılmadılar.

Toprak oradaydı, patrikor burnumdaydı.

''Patrikor!'' dedim heyecanla.

Kaşlarını merakla çatarak, ''Ne?'' diye sordu.

''Patrikor!'' dedim yeniden, patrikor ve topraktan başka bir kelime kalmamış gibi zihin sandığımda. Kaşları daha da çatıldı. ''Toprak, Deva!'' dedim kaşlarımı kaldırarak. Bir aydınlanma yaşıyor gibiydi yüz ifadem.

Bir süre yüzümü inceledi. Bir şeyler söylememi bekliyordu fakat benim kelime dağarcığım üç kelime ile sınırlıydı o an. Yüzümü ona doğru yaklaştırdım ve çenesinin altında kalan burnuma, gözlerimi kapatarak derin bir nefes daha çektim patrikoru kontrol etmek için. Burnuma dolan ıslak toprak kokusu ile tatmin olmuş bir gülümsemeyle uzaklaştım.

Gözlerimi açtığımda kısılmış gözlerle beni izliyordu. Başını hafifçe sola doğru çevirmiş, dudakları aralık, gözleri kısık, alaylı fakat tebessümlü bir ifade ile, ''Sen beni kokladın mı az önce?'' diye sordu.

''Toprak kokusu,'' dedim yalnızca. Ciğerlerime dolan koku, zihnimi de bedenimi de uyuşturmuş gibiydi. Bir maddenin etkisinde gibiydim. Beklediği onca açıklamaya rağmen tek yapabildiğim, kısık bir sesle, ''Özür dilerim.'' diyerek başımı yeniden göğsüne yaslamak oldu.

 

 

♛♚

 

 

Hikaye ve bölüm ile ilgili yorumlarınızı bu satıra bırakabilirsiniz.

 

 

Küçük yıldıza dokunmayı unutmayın.

 

Twitter: esaturk07
Insta: esaturk_07
Wattpad: esaturk

Loading...
0%