@esaturk
|
Hareket etti. Gözlerim daha da açılırken kalbim göğüs kafesimi kırarcasına dövmeye başladı. Eğilip, yarım açık fermuarı aniden tamamen açtığım anda, perdeler inmiş soluk gözleri gözlerime değdi. Hayattaydı. Hayattaydı ve bir anda fermuar üzerindeki sağ elimin bileğine sarıldı soğuk eli. Solgun gözlerini dikmiş gözlerimin derinliklerine bakıyordu.
♛♚ Kar beyaz eline sinmiş zemheri soğuğu, tüm tüylerimi tek tek harekete geçirerek ayaklanmalarını sağladı. Halüsinasyon görüp görmediğimi sorguladım bir süre gözlerim büyürken. Elinden vücuduma yayılan soğukla tepeden tırnağa uyuştuğumu hissediyordum. Gözlerim, çaresiz ve buz gibi görünen kurşuni renge bürünmüş harelerine dikilmişti. Öylece gözlerimin derinliklerine bakıyordu yalvarır gibi. Sağ bileğimden tüm vücuduma usul usul yayılan zemheri soğuğu, yılan zehrinin yerini alarak beyin kıvrımlarım arasına sızmaya başladı sanki. Göğüs kafesime, parmak uçlarıma, bacaklarıma, kaslarıma hatta kirpik diplerime kadar yayıldı yabancının elinden akan soğuk dalgalar. Kalbim hariç her yere yayıldı. Ölmemiş miydi? Dirilmiş olamazdı. Ben diri bir adamı mı gömecektim toprağın altına? Oksijen bir kez daha ciğerlerime inmiyordu. Sessizliğin uğultusu kulaklarımı zorlarken kalbim hapsolduğu göğüs kafesime özgür kalmak ister gibi vurup duruyordu. Yoğun bir his selinde bir sağa-bir sola savrulurken yabancının yakaran gri gözleri, harelerimi bir kez olsun terk etmemişti. Gri gözlerin hapsinde kaldı büyük gözlerim birkaç saniye. Bedeni soğumuş, teni kar beyaza dönmüştü. Eli sıkıca sağ bileğimi tutuyordu hâlâ. Hiç bırakmayacak gibi tutuyordu, bırakmak istemiyor gibi... Gözlerine yerleşmiş soğuk gri renk perdeler üzerinden bin bir kelime geçiyor, ben ise birini bile yakalayamıyordum. Yüzü ifadesizdi, fakat hareleri tüm ifade ve hisleri sırtlanmış gibi bakıyordu bana. Göz kapakları düşmek istiyor fakat yabancı direniyordu. Yorgun ve bitkin görünüyordu, vücudunda kalan son bir enerji kırıntısı varmış ve o kırıntıyı da kirpiklerini kaldırmak için kullanıyor gibiydi. Görevini yerine getiren tek organım, diğer organların tüm sorumluluğunu üstlenmiş gibi bana diz çöktürmeye çalışıyordu sanki. Göğsüm, onun şiddetli atışlarından sızlarken, hıçkırıklarım genzime diziliyordu. Buza hapsolmuş bedenimde ise sıcak hissettiğim tek organım gözlerimdi. Islanmışlardı ve kirpik diplerimde özgürlüğü bekleyen tuzlu damlacıklar diziliydi kapılarında. Yabancı da ben de bedenlerimizden gelen bazı emirlere karşı duruyorduk. Fakat bir fark vardı; o çok daha bitkindi ve her an nakavt olabilirdi yattı yerde. Bavulun içindeki pozisyonunu bile bozmamıştı. Bozamayacaktı da; bunun için yeterli gücü yoktu vücudunda. Açıkça görebiliyordum bunu. Bana yakarır gibi bakmasının, bileğimi bırakmayacak gibi tutmasının sebebi buydu; muhtaçtı bana. Kalbime itaat etmek, yanına çöküp hıçkırıklara boğulmak üzereydim. Elini bileğimden kurtarmak yerine onu bavuldan çekip çıkararak sarılmak, bedenimdeki ısıyı onunla paylaşmak, peş peşe af dilemek ve hüngür hüngür ağlamak üzereydim. Zehir, panik, soğukkanlılık, zemheri soğuğu ve öfke zihnimi peş peşe esir almışlardı. Fakat mantık bir kez bile uğramamıştı oraya saatlerdir. O noktada ise ihtiyacım olan, bana doğruyu yaptıracak yegâne şey vicdandı. Üstelik sahiptim ona o an. Gözlerimi bir kez olsun kurşuni renk gözlerden çekememiştim saniyelerdir. Bunu yaptıran vicdandı. Bedenime yayılan uyuşturucu etkideki soğuğa rağmen bileğimi çekmeyi bir kez olsun denememiştim. Bunu yaptıran da vicdandı. Bileğime sarılmasının üzerinden geçen yarım dakika boyunca ikimiz de odağımızı dağıtmadık ve milim kıpırdamadık yerimizden. Benim kafamdan geçip giden düşünce seli beni esir almıştı evet. Peki o? Ne düşünüyordu? İçinden bana yalvarıyor muydu peş peşe? Gözlerinde gördüğüm bu değil miydi? Neler söylüyordu çığlık çığlığa? Kafasının içinde yankılanan çığlıklara hangi kelimeler hakimdi? Dudaklarını zorlukla araladığında gözlerim dudaklarına kaydı. Birkaç saniye boyunca o şekilde bekledi, güç toplamaya çalışıyor gibiydi. Fısıldar gibi bir ses çıkardı akabinde. Sesi derinlerden geliyor, dudaklarından dökülmek için mücadele veriyordu sanki. Yalvarıyordu sesi bana. Her zerresinde yakarış vardı. ''Yardım et,'' dedi zorlukla ve yavaşça. Son gücünü kullanmış gibiydi. En düşük seviyeden zorlukla çıkardığı zayıf sesi, sağır edici sessizliği delerek, kulaklarımın içinde çığlık gibi yankılandı. Bu yankı irkilmeme ve bedenimin hapsolduğu buzların kırılmasına sebep oldu. Bileğimi avucundan hızla çektim ve ayaklarımın üzerine dikildiğim an titrediğimi hissettim. Bedenimde bir deprem etkisi yaratmıştı kurduğu cümle. İrkildim, ürktüm, panik hakim oldu yeniden bedenime. Sanki transa geçmiştim gözlerim kurşuni renk gözlerindeyken. Ve dudaklarından dökülen sesi beni o transtan çıkarmıştı. Ürkmüş bir hayvan gibi hızla adımlarımı araca doğru savururken, parçalara ayrılmış buzları ardımda bıraktım. Merhametim ve vicdanım ise buzları taklit eder gibi ardımda bıraktığım yumuşak toprağa yığılmışlardı. İhtiyacım olan şey, ihtiyacım olan anımda benimleydi bu kez fakat ben hataların kadınıydım. Yanlış kararlarla geçen yirmi beş yıllık hayatımda bir hata daha yapıyordum şimdi. En başından beri, bu hikaye bir hatalar silsilesiydi. Ve en acısı da; ben bu yaptığımın büyük bir yanlış olduğunun farkındaydım. Ancak adımlarım söz dinlemiyordu. Bana muhtaç bir adamı, bana yalvaran bir adamı merhametimle birlikte arkamda bırakmıştım. Diri diri gömmek üzere olduğum, defalarca kez, ölmediği için teşekkür etmem gereken yabancı adamı bir başına bırakmıştım. Saatlerdir kafamda dönen soruların tüm cevabını bir bavulun içinde, savunmasız bırakmıştım. Belki de hayatımda ilk kez bana ihtiyacı olmuştu birinin ve ben o kişiyi hiçliğin ortasında terk edip yalnız bırakmıştım. Direksiyon koltuğuna kendimi attığımda kapıyı tam kapamadan gaza yüklendim. Hırsımı gaz pedalından çıkarıyordum sanki. Bedenimi esir alan buz kalıplarını arkamda bırakmıştım fakat bedenim halen soğuğun etkisi altındaydı. Saatlerdir içimde tuttuğum tüm hırçın yakarışlar, ses tellerimi yırtarak genzimden tırmanıyor ve dudaklarımdan dökülüyordu. Kirpik diplerimde bekleyen tuzlu sular, özgürlüklerine kavuşmanın verdiği hasretle peş peşe yanaklarımdan aşağı kayıyorlardı. Hıçkırıklarım genzimde asılı kalarak nefesimi kesiyorlardı. Saatlerdir oksijene hasretti ciğerlerim. Parmak boğumlarım yabancının tenini taklit edercesine beyazlara bürünmüş halde direksiyon simidini sıkıyorlardı. Göğüs kafesimin içinde, bir canavar gibi kemikten parmaklıklara vurarak özgürlük isteyen kalbim, sanki mağlubiyet almış gibi eski ritmime geri dönmüştü. Gözlerim ise sıra sıra kapılarına dayanan tuzlu damlalara benden müsaade almadan geçit veriyorlardı. Tüm kontrolümü kaybetmiş, organlarıma bile söz geçiremiyordum. Dudaklarımdan dökülen naralar dur durak bilmiyordu. Aracın içinde sesim yankılanıyor, kulaklarıma ise uğultular doluyordu. Şeritler aracın altında kayıp giderken şehir merkezine doğru yaklaşıyordum her geçen saniye. Ormandan oldukça uzaklaşmış olmama rağmen gözlerim devamlı olarak dikiz aynasına kayıyordu. Ardımda bıraktığım genç adama son bir bakış atmak için oldukça geçti aslında fakat benim de tutarlı bir insan olduğum söylenemezdi zaten. Kafamın içinde yine peş peşe bulanık harfler dolanıyordu. O harfler yan yana gelerek kelimeler oluşturuyor ve oluşan kelimeler sırt sırta gelip silik cümlelere dönüşüyordu. Hepsinin sonunda ise soru işareti vardı. Soru işaretlerinin kancaları göğsüme yarıklar atıyor ben ise hiç birini geri savuramıyordum. Güçsüzdüm, zayıftım, yenilmiştim fakat neye yenildiğime dair en ufak fikrim yoktu. Yabancıya koşmak için çok mu geç kalmıştım? Af dilemek için çok mu geçti? Bu saatten sonra hayatta olduğu için teşekkür edebilir miydim ona? Hikayesini soramaz mıydım? Bizim ortak hikayemizi anlatamaz mıydı bana artık? Paniğin renkleri yerine merhametinkini sürmeliydim kalbime. Korku yerine soğukkanlılık kuşanmalıydım. Gardımı yere serip biraz meraklansam fena olmazdı mesela. Sakinleşip, onu da sakinleştirmek yapabileceğim en mantıklı şeydi. Arabaya alıp klimayı çalıştırmak ve biraz su verip karnını doyurmak yapmam gereken tek şeydi. Çok basitti aslında. Sonrasında sorularımı sorar, hikayesini dinler, otel odasına dair olan hikayemi dinler, af diler ve teşekkür edebilirdim. İçtenlikle sarılabilirdim ona akabinde. Ani bir kararla U dönüşü yaptım. Gözyaşlarım beni nihayet rahat bırakmış, bedenimin ısısı ise normale dönüyordu. Mantık nihayet bedenimde varlığını gösterdiğinde sakinlik ilaç gibi gelmişti. Gaza daha da asılarak ayrıldığım noktaya doğru süratle ilerliyordum. Kesik şeritler uzun bir çizgi halini almışlardı ve geçen her dakika ikimizin de aleyhinde işliyordu. Bu kez, kaybettiğim dakikalar için küfürler savurdum kendime içimden. Ayrıldığım noktaya nihayet geldiğimde hızla araçtan indim ve ormanın içine doğru koşmaya başladım. Serin hava açıkta kalan çıplak ellerime ve yüzüme çizikler atıyordu. Yumuşak toprak üzerindeki sert ve hızlı adımlarım yaprakları ezerken ormana yayılıyordu hışırtı sesleri. Adımlarım durduğunda yankılanan sesler de son buldu. Sağa sola baktım, yapraklar ve ağaçlar dışında hiç bir şey yoktu. Doğru noktaya gelip gelmediğimi sorgularken ayaklarımın diplerine baktığımda ezilmiş yaprakları gördüm. Doğru noktadaydım, bavul yaklaşık 20 dakika önce tam da ayak diplerimdeydi. Fakat ortalıkta ne siyah büyük bavul ne de yabancı adam vardı. Göğsüm sıkışmaya başladı. Olduğum yerde iki üç kez döndüm kendi etrafımda. Gözlerim ormanda her noktaya değiyordu fakat baktığım hiçbir yerde genç yabancı yoktu. Göğüs kafesimin kemikten parmaklıkları yeniden zorlanmaya başladı kalbim tarafından. Ormanın içinde koşmaya başladım. Bir sağa, bir sola, bir ileriye koşuyordum. Gözlerim ağaç gövdelerinin arasından geçip sonsuz görünen ormanı tarıyordu hızla. Eğer ormanda ise gözden kaçırma ihtimalim yoktu onu. Beyaz bir gömlek vardı yalnızca üzerinde. Aşağı yukarı 500 metre çapında bir yarım daire çizerek dönüp durdum ağaçların arasında. Fakat yabancı da yoktu bavul da. ''Hey!'' diye bir çığlık, benden izinsiz koptu dudaklarımdan. Sesim ormanda peş peşe yankılanırken ellerim dudaklarıma kapandı. Olduğum yere çöküp ağlamaya başladım çaresizce. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Geç kalmıştım ona. Çoktan çekip gitmiş olmalıydı ve muhtemelen en yakın karakola gidiyordu. O güçsüzlüğüne rağmen nasıl kalkabildi bilmemekle birlikte, muhtemelen herhangi bir karakola gidene kadar düşüp kalacaktı bir yerde. Kalbimin yeni misafiri pişmanlıktı artık. Bavulu yanına alması gücünü azaltacaktı taşıması gerektiği için fakat bavulda yeteri kadar parmak izim vardı. Ölüme bu kadar yakın, hatta ölümün kapısından henüz dönmüş bir kişi bile o durumda mantıklı aksiyon alabiliyordu. Ben ise devamlı olarak yersiz hislere esir oluyordum. Hıçkırıklarımın arasında histerik bir şekilde güldüm. Onu birisi fark edip oradan kaldırmış olabilirdi. Kendisi zorlukla kalkıp, bir şekilde güç bularak sonumu getirmeye doğru adımlıyor da olabilirdi. İki ihtimalde de hayatımın katli gerçekleşecekti. Yahut benim katlim. 15 yıldır beklediğim ölümün nefesi belki de bu kez gerçekten ensemdeydi. Bir yerde düşüp kalmış, son nefesini veriyor da olabilirdi elbet güzel yabancı. Fakat o an, hayatımda ilk kez bencilliğimi bir kenara koyup, neyin katli gerçekleşecekse gerçekleşsin, yabancının hayatta kalmasını diledim. Neredeyse yarım saat boyunca çöktüğüm noktada arabadaki gibi hıçkırıklara boğularak ağladım. Yalnız bu kez çığlık dökülmüyordu dudaklarımdan. Kesik aldığım nefes sesleri ve hıçkırık nidalarım ağaçlar arasında yankılanırken gözlerim artık kapanmak üzereydi. Kirpiklerim yer çekimine meydan okuyamıyor, omuzlarım ise gövdemin üzerine toprağa yığılmak için sınırlarımı zorluyorlardı. Yarım saat süren, çaresizlik ve pişmanlık merkezli ağlama krizinden sonra araca geçtim, motoru çalıştırdım ve sakin bir şekilde eve doğru sürdüm. Bekleyecektim; polislerin ya da Azrail'in gelmesini. Kapımı hangisi çalacaktı bilmiyordum fakat bekleyecektim, artık beklemek vaktiydi.
♛♚ Gecelerden birinde ter içinde, sıçrayarak uyandım. Gözlerimi açtığımda açık mezarda yatan yabancıyı geride bırakmıştım fakat gözümün önünden gitmiyordu zihnimdeki görüntüler. Kesik nefesler çekiyor, hepsinin sırayla genzime takılmasına şahitlik ediyordum. Artçı depremler sarsıyordu bedenimi peş peşe o gece. Açık mezarda beyaz gömleği ve siyah kot pantolonu ile toprağa uzanmış, parmaklarını birbirinden geçirerek ellerini göğüs kafesi üzerinde birleştirmişti güzel yabancı. Gözleri kapalıydı, teni bembeyazdı, dudaklarına silik bir tebessüm yerleşmişti ve huzurlu görünüyordu. Kulağıma, kendime ait olmadığını bildiğim telaşlı nefes sesleri doluyordu. Ormandaydık ve çevrede ağaçlardan, karanlıktan ve sisten başka hiç bir şey yoktu. Can çekişen çaresiz sesler kulağımda daha yakından yankılanmaya başladığında, diktiğim gözlerimi yabancı üzerinden çekip bir tur çevirdim ormanda tarar gibi. Tekrar yabancıya çevirdiğimde ise kurşuni renklere bürünmüş gözlerini sonuna kadar açmış, şaşkınlık ve korkunun peyda olduğu gözlerime dikmişti. Gri gözlerle, büyük kahve rengi gözlerimin çarpıştığı an nefes sesleri kesildi ve sonsuza kadar süreceğini düşündüren, rahatsız edici bir sessizlik hakim oldu koca ormana. O sessizliğe ise benim kalbimin hızla atış sesleri karışıyordu sanki. Gri, soğuk gözleri, bir kez olsun temasını kesmedi benim kahverengi gözlerim ile. Keza; ben de kesemedim o teması. Mezarın içinde ilk gördüğüm andaki pozisyonunu hiç bozmamıştı. Yalnızca ürkütücü gözlerini sonuna kadar açarak harelerimin tam ortasını nişan almıştı ve peş peşe kurşunlar savuruyordu gri gözlerinden. Bu kez gözlerinde yakarış yoktu fakat öfke vardı. Bir kaç dakika kıpırdayamadım, beni hapseden gözlerin etkisi altındaydım. Yine transa geçmiştim gözlerine bakarken. Dudaklarını aralamadı. Fakat kulaklarımın derinliklerinde, sağır edici tondaki sesi yankılandı. ''Yardım et'' Fısıltı gibi, uğultu gibi, çığlık gibi, her tonu dağıldı kulağımın içine ve beynime mıhlandı. Gözleri hala gözlerimdeydi. Kulağıma çarpan sesinin arkasından kısa bir sessizlik oldu ve aynı cümle defalarca kez yankılanmaya başladı peş peşe tekrar kulaklarımda. Hemen ayak dibimdeki açık mezarda, gri soğuk ve büyük gözleri gözlerimde, teni bembeyaz, yüzü ifadesiz, sesinin en rahatsız edici tonları kulaklarımda... ''Yardım et'', ''Yardım et'', ''Yardım et'' Tekrar, tekrar ve tekrar. Orman sisli ve karanlık. Üşüyorum, orman soğuk. Gri harelerden süratle çıkan görünmez kurşunlar göz bebeklerime isabet ederek kör ediyorlar sanki beni. Fakat göz temasını yine de kesemiyorum. ''Yardım et'' Fısıltı, çığlık, uğultu, yakarış kulaklarımda. Dayanılmaz bir hâl aldığında çığlık atmak istedim fakat sesim çıkmadı. Koşmayı denedim fakat hareket edemedim. Gözlerimden yaşlar döküldü yalnızca. Özür dilemek istedim fakat dudaklarımı dahi aralayamıyordum. Yalnızca gözlerimi kapatabildim birkaç saniye. Sesi halen beynimin içinde yankılanıyordu tüm tonlarda. Gözlerimi açtığımda tek gördüğüm bir çift gözdü. Kurşuni renk sürülmüş gözler tam karşımdaydı. Gözlerimizin arasında yalnızca 5 santimetre vardı. Gözlerim gri gözler arasında mekik dokurken seslerin kesilmiş olduğunu fark ettim. Birer damla düştü aynı anda gözlerimden. Gülümsedi. Dudaklarını araladı bu kez ve sesi tek seferde çıkıp ormanda yankılanmadı. ''Neden yardım etmedin Pera?'' O gece gözlerimi hırsla açtığımda ciğerlerim kesik nefesleri reddederken göğsüme bir ağrı girdiğini hissettim. Yine hapsolmuştum; bu kez yılan zehri yoktu fakat kara dumanlar vardı. Dumanlar öyle bir çevrelemişti ki beni, ay ışığının aydınlattığı yatak odam zifiri karanlıktı. Aynı zifiri karanlığı iç organlarımda, kalbimde, tüm hücrelerimde hissediyordum. Birkaç gece vicdan azabının önünde eğildim. Diz çöktüm ve beni öylece yutmasına izin verdim. Her gece aynı kâbusu gördüm. Her gece aynı eziyeti çektim. Gündüzlerim de zifiri karanlıktı. Dipsiz, sonsuz karanlık hayatımken, şimdi artık gündüzlerimi de esir almıştı. Beş koca gün geçip gitti. Kahve ve sigarayla kahvaltı ettiğim, güneşlere kara perdelerimi çektiğim beş gün hızla aktı. Kulağım hep kapıdaydı, gözüm ise kara perdelerde. Azrail de gelmedi polis de. Beşinci günün ortasında Pera sokaklarında sigara almış, evime yürürken gözlerimin önünde yine adamın yüzü ve gözleri vardı. Evimin sokağına doğru hızlı adımlarla köşeyi döndüğüm anda karşımda beliren bedenle irkildim. Başımı kaldırdığımda bir çift gözle çarpıştı açık kahverengi gözlerim. Kalbim kan pompalama işlemini arttırdı. Damarlarımda kol gezen adrenalin ile nefeslerim sıkmaya başladı. Göğsüm hızla kalkıp iniyor, sık nefeslerim sanki genzimde asılı kalıyordu. Tıpkı her gece gördüğüm aynı kâbustaki gibi beş santimetre vardı harelerimizin arasında. Hareleri tanıyordum; kurşuni rengin boyandığı harelerdi. Fakat acı kahveydi bu kez renkleri. Teni kar beyaz değil, kumraldı. Bedeninin de soğuk değil sıcak olduğundan emindim. O karşımdaydı; güzel yabancı. Ölmemişti, hayattaydı; yeniden. Kâbuslarım, bangır bangır öldüğünü haykırıyorlardı halbuki. Ben ise zamanla bu düşünceye bir şekilde teslim olmuştum. Onu kanlı canlı karşımda görmek, benim için ne kadar şükür sebebi olsa da, ona her ne kadar sarılıp teşekkür etmek istesem de, şaşkınlık başta olmak üzere bin bir hisle olduğum yerde savruluyordum. Kalbim yeniden kemik parmaklıklara hırsla çarpmaya başladı. Gözlerim büyüdü ve olduğum yere çivilendim bir süre. Taş kaldırım altımdan kayıp gitti sanki. Yere yığıldığımı hissettim. Parmak uçlarımdan saç diplerime kadar bir titreme esir aldı bedenimi. Ve bedenimin yeniden hızla soğuduğunu hissettim yabancının soğuk eli bileğime dokunmamasına rağmen. Kesik ve hızlı soluklar doluyordu göğüs kafesime ardarda. Göğsüm hızla kalkıp iniyordu, bedenim artçı depremlerle sarsılıyordu. Kulağıma yeniden uğultular doldu fakat sesler boğuklaşmıştı. Gözlerini gözlerime dikmiş öfke ve merakla bakıyordu. Hareleri, tıpkı kâbuslarımdaki gibi peş peşe kurşun savuruyorlardı benimkilere. Çenesi gergin ve yüzü ifadesizdi. Acı kahve gözleri açık kahve gözlerim arasında mekik dokuyordu, benim gözlerim ise onunkileri taklit ediyordu. Bir kaç saniye kaldık öylece. Ben ne yapacağımı bilemez bir şekilde şok etkisine teslim olmuşken, o yapacağı herhangi bir şey için acelesi yok gibi görünüyordu. Korku değil, şaşkınlık hakimdi bedenimin her zerresine. Azrail de gelmemişti polis de. Fakat o gelmişti. Onu hiç beklememiştim. Aklımın ucundan bile geçmemişti karşıma çıkacağı. Şaşkınlık bir süre bedenimde hakimiyet sürdürdüğünde ona yavaşça korku da eşlik etmeye başladı. Fakat yabancının bedeni benimkine nazaran daha sakin görünüyordu. Yüzündeki ifadesizliğe tezat olarak yavaşça tebessüm yerleşti fakat sarkastik bir tebessüm sezdim. Bir kaç saniyelik duygu karmaşasının sonunda, şaşkınlığımın yanına usul usul yanaşan korku ile bir anda arkamı döndüm ters istikamete adımlamak için, rotanın neresi olduğu fark etmeksizin. Döndüğüm anda sol dirseğimi yakaladı. Bir adımım havada asılı kalırken olduğum yere çivilendiğimde gözlerim sonuna kadar açıldı refleks olarak. Bedeninin arkamdan yanaştığını hissettim ve saçlarıma doğru fısıldadığını işittim. ''Neden yardım etmedin Pera?'' Bedenimin yeniden uyuştuğunu hissederken tüylerim diken diken olup vücuduma batmaya başladı. Kulaklarımda yankılanan sesi kadife gibi yumuşacık çıkmıştı alçak perdeden. Yakarış vardı sesinde. Bu yakarışı her tonuna kadar ezberlemiştim günlerdir. Her gece aynı soru, aynı tonda, aynı şekilde yankılanmıştı kulaklarımda. Ve ben her gece bu soruyu duyduğum anda, gözlerimden yaşlar dökülerek sıçramıştım uykumdan. İstisnasız dört gece boyunca, ''Neden yardım etmedin Pera?'', dedim kendime. Tıpkı Sokak köşesindeki şu anda olduğu gibi. ''Neden yardım etmedin Pera?'' Aynı soruyu kendime tekrarlarken göz kapaklarım kapanmış ve hemen öncesinde birer damla yaş süzülmüştü yanaklarıma. Kalbim hâlâ hapsolduğu parmaklıkları dövüyor, sesi ise hâlâ zihnimin derinliklerinde yankı buluyordu. Sessiz kaldı, cevap bekliyordu belki, belki vicdan azabı çektirmek istiyordu bana. Fakat çekiyordum zaten. Derin bir nefes alırken sakin olmak için telkinler verdim kendime. Bu kez işe yaramalıydı, bu kez bedenime söz geçirebilmeliydim. Bir nefes daha çektim ve bir nefes daha. Gözlerimi açtığımda beynim günler sonra çalışmaya başladı o an. Adımı nereden biliyordu? Evimi nereden biliyordu? Beni nasıl bulmuştu? Kimdi o? O geceye dair neden hiç bir şey hatırlamıyordum? Neden polise gitmemişti? Korku, yanından şaşkınlığı def edip tamamıyla beni rehin aldığında kolumu hızla çekerek elinden kurtardım ve uzun adımlarımı savurdum ileriye doğru. Üç hızlı adımdan sonra, ''Pera!'' diye seslendiğini duydum. Gür sesi sokak arasında yankılanırken irkildim fakat durmadım. Yeniden seslendi adımı. Bir kez daha yeniden. Durmadım. Sesi giderek azalıyordu, peşimden gelmiyordu. Neden gelmiyordu? Gelmesi gerekmez miydi? ''Pelin!'' diye bağırdı tüm gücüyle. Adımlarım oldukları yerde çivilendiler bir süre. Nefes almadım, hareket etmedim. Kalbim bile atmadı o an sanki. Sokaktaki insanlar dönüp bize bakıyorlardı ve ben yüzümün kireç gibi olduğundan emindim. Üzerini karaladığımdan beri yedi sene geçmişti o ismin. Nereden çıkmıştı da dolmuştu kulaklarıma şimdi? Nasıl dudaklarından dökülmüştü o artık bana ait olmayan isim? Nereden biliyordu? Nasıl bilebilirdi? Arkamdan gelen birkaç adım sesiyle düşünce selinden sıyrılıp yeniden savurdum hızlı ve büyük adımlarımı sokağa doğru. Onun adımları ise aceleci değildi. Ürkmem mi gerekirdi? Korkmam mı? Sarılacaktım ona hani hayatta olduğu için? Belki de ölmesi gereken biriydi o? Belki de kalbi güzel falan değildi? Soru işaretlerinin kancaları yeniden peş peşe çizikler atıyordu göğsüme. Adımlarım aceleci ve seriydi onunkilere tezat olarak. Yaklaşık üç metre kadar ilerlerken bir kez daha seslenmişti ''Pera! Dur!'' diye. Nihayet, durmayacağımı anladığında ''Şah için!" diye bağırdı gür sesiyle. Çakıldım. Önce olduğum yere, sonra asfalta çakıldım. Altın renkli şah geldi aklıma. Kan kırmızısına bulanmıştı. Küvet geldi aklıma; kırmızı fakat şeffaf damlalar bir araya geldiklerinde dipsiz ve kara bir okyanusu andırıyorlardı. Başımın tepe kısmında bir sıcaklık hissettim. Saç diplerimin acıdığını duydum. Olduğum yerde put gibi kalakalmıştım. Nefes alamıyor, gözlerimi ne olduğundan bile habersizce üzerine diktiğim noktadan çekemiyor, kalbimin attığını hissedemiyordum. Kalbim kan pompalamayı bırakmıştı o an sanırım, keza; vücudumdaki tüm kanın çekildiğini hissediyordum. Yere yığılmama ramak kala parmaklarımın kasıldığını hissettim. Şakaklarıma tarifsiz bir ağrı saplandığında yüzümdeki ifadenin ne olduğundan habersizdim. Bildiğim tek bir şey vardı; öfkeye teslim olmak üzereydim. İçimde on yaşında bir çocuk vardı ve yere çöküp çığlık atmam için yalvarıyordu bana. Öfke tüm gücüyle ayaklarımdan tepeme doğru hızla tırmanırken yüzümün kızardığını hissediyordum. Vücudumu ele geçiren zemheri soğuğu kısa sürede yerini bir cehennem ateşine bıraktı. Gözlerimden hızlı hızlı görüntüler geçiyor, kulaklarımda yalnızca küvetteki suyun boğuk sesini duyuyordum. Avuç içlerimin yandığını hissettim biraz fakat dönüp de bakamadım ne olduğuna. Kara yılanı görür gibi oldum, hızla yanıma süzülüyordu ve zehrini akıtacaktı yeniden bedenime. Bu kez ona güvenmemeliydim. Yabancı adamı yanımda hissettiğimde bile girdiğim transtan çıkamadım. Kollarımdan nazikçe tutarak karşıma geçti ve başını benimkiyle hizaladı. Göz teması kurmak istiyor gibiydi fakat ben gözlerimi nereye diktiğimi bile bilmiyordum. Bir süre bir şeyler söyledi, sesi boğuk geliyordu fakat duyabiliyordum sesini. Birkaç saniye çabaladı, belki birkaç dakika. Nihayetinde avuçlarıyla kavradığı kollarımı hızla sarstığında bedenim de onun depremine maruz kaldı. Gözlerimi diktiğim noktadan kaldırıp onunkilere diktiğimde, bir an irkildi. Gözlerimde öfkenin her zerresini görüyor olmalıydı. Hatta sanki bir adım geri çekildi. Yüzünde hayret görmem gerekirdi bu öfkeyi gördüğü için fakat korku ve endişe gördüm. Yersizdi o iki his o an yabancı adam için. Dudaklarını ıslattı ve yeniden bir adımla yanımda bitti. Önce sokakta gezdirdi gözlerini, sonra yeniden açık kahverengi harelerime dikti. Yeniden dudaklarını ıslattı ve belirgin adem elması hareket etti yukarı aşağı. Kulaklarımdaki uğultular yavaşça azalırken sesini daha net duymaya başladım. Avuç içlerim ise hâlâ sızlıyordu hafifçe. ''Pera...'', dedi kaşlarını hafif çatarak. Sesi ikaz yüklüydü ancak gözlerinde hâlâ endişe vardı. ''Yeri değil'', dedi sakince. Bu söylediği ilgimi çekmişti. Kaşlarımı çatarak başımı hafifçe sola eğdim soru sorar gibi. 'Yeri değil' ne demekti? Gözlerim merakla iki gözü arasında mekik dokurken yüzüne sahte bir tebessüm yayıldı. ''Yine aynı şeyi yapma,'' Endişeli görünüyordu fakat belli etmek istemiyor gibiydi. ''Neyi?'' diye sordum. Sesimi zorlukla çıkarmıştım, hatta titremişti sesim. Çünkü yabancı adam beni artık korkutmaya başlamıştı ve bu durumdan iyiden iyiye rahatsızlık duymaya başlıyordum artık. Kaşları çatıldı. Korku yerini meraka bırakmış gibiydi gözlerinde. Birkaç saniye şaşkınlıkla baktı gözlerime. Dudaklarından dökülecek kelimeleri bekliyordum merakla. Tanımadığım bu adamın sesine hasret kalmışım gibi, sesini serbest bırakmasını bekliyordum dört gözle. Sesine susamış gibiydim. ''Hatırlamıyor musun?'' diye sordu merakla. Yeniden korku peyda olmuştu sesine ve harelerine. Fakat bu kez kendisi için korkuyor gibi değildi. Kalbim yeniden dövmeye başladı göğsümü. Zorlukla yutkunmayı denedim, yutkunamadım. Dudaklarımı ıslatmayı denedim, ağzım kurumuştu; beceremedim onu da. Şakaklarımdaki ağrının şiddetlendiğini hissederken kaşlarımın çatık olduğunu fark ettim. Nefes alıp verişlerim hızlanmaya başladığında ''Neyi?'' dedim merakla. Sesim titremiş ve yine zorlukla dökülmüştü dudaklarımdan. Duyabildiğinden bile emin değildim. Fakat duymuştu. Bana öyle bir cevap verdi ki; yeniden başımın tepe kısmında sıcaklık hissettim. Yeniden avuçlarımda sızı hissettim ve tırnaklarımın avuçlarımı yarmak için mücadele verdiğini sonra fark edecektim. Kalbim görevini bıraktı. Öyle bir şey söyledi ki; tüm zerrelerimin titrediğini, bacaklarımda güç kalmadığını, omuzlarımın yere çöktüğünü hissettim. ''Sen,''dedi ve duraksadı. Gözleri beni tepeden tırnağa, hızla ancak tereddütle süzdü. Derin bir nefes alıp, es vererek, tane tane ve sakince konuşuyordu. ''Beni öldürmeye çalıştın Pera'' Ciğerlerim nefessiz kaldı ve kalbim atışlarını durdurdu. Tek gördüğüm bir çift acı kahve göz ve o gözlerin derinliklerindeki endişeydi.
♛♚
Twitter: esaturk07 / Insta: esaturk_07 / Wattpad: esaturk
|
0% |