@esaturk
|
Vancouver Sleep Clinic - Middle Of Nowhere
''Sen...'' dedi ve duraksadı. Derin bir nefes alıp, es vererek, tane tane ve sakince konuşuyordu. ''Beni öldürmeye çalıştın Pera.''
Ciğerlerim nefessiz kaldı ve kalbim atışlarını durdurdu. Tek gördüğüm bir çift acı kahve göz ve o gözlerin derinliklerindeki endişeydi.
♛♚
Gözlerimden akan sıcak, tuzlu damlaların hızı, kalp atışlarımınkilere eşlik ediyorlardı. Mükemmel bir uyum içindeydiler fakat o uyum beni tuzla buz ediyordu olduğum yerde. İçimde bir volkan patlıyormuş gibi derimin alevler içinde yandığını hissederken olduğum yere yığılmak üzereydim. Beni ayakta tutan şey, kollarıma sıkıca sarılmış olan bir çift eldi. Bedenim dik duramıyor, başım sağa sola savruluyordu. Gözlerim karşımdaki yabancı dışında her yere hızla dokunuyor, baktığım yerlerde ise hiç bir şey göremiyordum.
''Pera!'' ''İyi misin?!'' ''Pera!''
Buğulanmış görüş açım kahverengi hareleri bulduğunda, siyah gözbebeklerinde küle dönmek üzere hızla yanan alevlerin yansımasını gördüm. Gözbebekleri ayna görevi görüyordu ve ben bedenimden çıtırdayan sesleri duyabiliyordum. Zeminin yaprak gibi sallandığını hissettiğim an, zelzelenin bedenimde meydana geldiğini anlamam uzun sürmedi. Vücudum görünmez bir ağırlığın altına girdi. Karşı koyamayacağım o ağırlığın altında ezilmem kaçınılmazdı, yere serilmem kaçınılmazdı fakat kollarımdan tutan eller buna müsaade etmeyecek gibiydi. Bu kez ben muhtaçtım ona.
'Yardım et' demek istedim fakat buna hakkım yoktu. Dudakları endişeyle aralanıp kapanıyor, tekrar aralanıyordu. Harelerimi yansımamı gördüğüm gözbebeklerine dikmek istedim fakat gözlerim de bedenim gibi yere serilmeyi bekliyorlardı.
Görüş açıma zemindeki taş döşeme girdi. Küle döndüm, sesler bir sis gibi boğuklaşarak kulaklarıma doldu ve yavaşça kesildi. Gözlerimi zorlukla ona kaldırdım. Gözbebeklerinde alevler gördüğüm kahverengi harelerin üzerini, bir karanlık adım adım örttü.
♛♚
Bazen paragraflarca kelime dökersiniz fakat bir anlam ifade etmezler. Bazen ise tek bir cümle yeterli olur paragraflarca anlatmak istediğiniz şeyi söylemenize. Bir sözcük kullanırsınız ve o sözcük sayfalarca cümleyi alt edebilir. Bir gün, bir kaç kelime bir araya geldiğinde tüm hayatınız farklı bir rotaya sapabilir. Bir kaç kelime yeterli olur büyümenize.
''Sen varsın diye Pelin. Sen olacaksın diye.''
Minicik kalbim çırpınmıştı bu iki cümleyi duyduğunda. O gün bileklerime dolanan prangalar, yıllar geçse de hiç terk etmediler beni. O sabah, yıllarca göreceğim kâbusu ilk gördüğüm gecenin sabahıydı. Sarışın, güzel bir kadın ve uzun boylu, yağız bir adam yemyeşil çimenlerin üzerinde vals yapıyorlardı her seferinde. Aydınlık yüzlerine vuruyordu, gökyüzü masmaviydi. Uzaktan, dönüp duran aşıkların devamlı beni bulan sırtlarını izliyor ve mest oluyordum. Yüzümdeki hayranlık dolu tebessüm, yüzlerini gördüğümde kocaman bir gülümsemeye döndüğünde koşmaya başlıyordum onlara doğru. Heyecanla, yumuşak çimleri eze eze koşuyor, asla ulaşamayacakmışım gibi sanki bir adım bile yaklaşamıyordum.
Uzaklaşmıyorlardı, oldukları yerde mutlulukla dönüp duruyorlardı fakat ben dört nala koşmama rağmen aradaki açığı asla kapatamıyordum. Nihayetinde o gür ses yankılanıyordu kulaklarımda; ''Sen varsın diye Pelin. Sen olacaksın diye.''
Bomboş arazide yankılanan sesle duraksayıp etrafımda dönerek sesin geldiği yeri bulmaya çalışıyor fakat sonsuz çimenler dışında hiç bir şey görmüyordum. Koşmaktan nefes nefese kalmış bir şekilde yeniden arkamı dönüp varmak istediğim noktaya baktığımda ise, asla yakından göremediğim o iki yüzü kanlar içinde, bedenlerini ise yeri serili bir hâlde buluyordum.
''Sen varsın diye Pelin. Sen olacaksın diye.''
Ses yeniden kulaklarımda yankı bulduğunda sıkıca gözlerimi yumuyordum birkaç saniye. Yeniden göz kapaklarımı kaldırdığımda ise görüşüm her seferinde buğulanmış oluyordu ve baktığım noktada artık bedenlerin yerinde yeller esiyordu. Hava kararmış, mavi gökyüzüne kara bulutlar çökmüş ve çimlerin aralarına uzun, yabani otlar karışmış oluyordu her seferinde.
On beş yıl boyunca, sabaha karşı kan ter içinde gözlerimi her açtığımda önce bir süre hiddetli kalp atışlarımı dinliyor, sonra derin nefesler alıp veriyordum ve her seferinde kendime aynı şeyi söylüyordum. ''Kâbus!'' Ne zaman aynı kâbusu görsem küçük bir kız çocuğu gibi hissediyordum kendimi. On yaşındaki küçük Pelin gibi...
Kalbim yine on yaşındaki Pelin'in kalbi gibi titrerken, göz kapaklarımı kaldırdığımda bu kez seher vakti değil, akşam üzeriydi. Bedenimde tepeden tırnağa bir uyuşukluk baş gösterdiğinde diğer sabahlardan farklı bir şekilde sıçramıştım kâbustan. Kaslarım yay gibi geriliyor, yorgun hissediyordum. Baygınlık hâli vücudumu yavaş yavaş terk ederken tüm hücrelerimin karıncalandığını hissediyordum. Üzerine serildiğim yatağın yumuşaklığı tanıdıktı. Duvarların renkleri tanıdıktı. Açık pencereden giren uğultulu insan sesleri tanıdıktı. Burnuma bir erkek parfümü çalındığında o kokunun da tanıdık olduğunu anladım henüz burnuma çarpan ilk notadan.
Kokunun yayıldığı noktaya gözlerimi çevirdiğimde, ilk olarak berjerimin üzerinde üst üste atılmış uzun bacaklar çarptı gözüme. Vücuduma yayılan uyuşukluk hissi ve kaslarım üzerinde hakimiyet süren kasılma hâli beni terk ederken gözlerim korkuyla bacaklardan bedene doğru tırmanıp akabinde yüzüne kayarak kahverengi gözlere değdiler. Kalbim bana varlığını unutturmak istemiyormuş gibi olduğu yerde çırpınmaya başladı. Hızla yatakta doğrulmak için hareketlendiğimde yatak odası kapısının hemen dışında bir karartı fark ettim ve harelerimin diğer yabancıyı bulması da uzun sürmedi. Yüzüme bir dehşet ifadesinin korkuyla harmanlanıp yayıldığından emindim. Keza; tüm hücrelerimde hissettiğim yegâne şey oydu. Mavi gözler, tıpkı diğer kahverengiler gibi endişe ve merakla bakıyorlardı üzerime.
''Bu kim?'' dedim korkuyla tanıdık yabancıya dönüp. Oysa 'Sen kimsin?' diye de sormam gerekirdi. Adını hâlâ bilmiyordum. Hikayesini ve hikayemizi hâlâ bilmiyordum. Bu durum ise beni olduğum yere çivilemeye yetiyordu. Kalp atışlarım yavaşlamamaya ant içmiş gibi çarparken aldığım nefesler yeniden boğazımda asılı kalıyordu korkuyla.
Kahverengi gözleri ayakta dikilen sarışın adama dönüp yeniden beni buldu. ''Arkadaşım; Doğu'' dedi kısık çıkan sesiyle.
Gözlerim korku dolu düşüncelere eşlik eden beynimin himayesine girip iki vücut üzerinde ürkekçe gezerlerken, uyuşukluğun bedenimden tamamen silindiğini fark ettim. Sırtımı yatak başlığına dayadım ve dizlerimi karnıma kadar çektim. Kaslarımda hissettiğim, baygınlıktan kalan gerginlik ise artık korkunun emrindeydi ve kılık değiştirmiş bir şekilde yerli yerinde duruyordu.
Derin bir nefes aldım ve kesik nefesler çekerek hızlı hızlı sorularımı sıraladım peş peşe. ''Neden evimdesiniz? Evimi nereden biliyorsunuz?'' Gözlerim ikisi arasında mekik dokuyordu ve iki yabancı da çekingen davranıyorlardı. Gözlerim kahverengi harelere sabitlendiğinde sorularıma devam ettim. ''Nasıl buldun sen beni? Neden polise gitmedin? Ben seni öldürmeye çalışmam! Ne oldu otelde? Ayrıca kimsin sen?''
Son sorduğum soru ile endişe hakim olan bakışlarına şaşkınlık yerleşti. Hayretle bakan gözlerini üzerimden çekti ve 'Doğu' dediği arkadaşına döndürdü. Doğu'nun gözlerinde de aynı hayret ifadesi hakimdi. İki çift göz şaşkınlıkla temaslarını kesip üzerime döndüğünde benimkiler mekik dokuyordu mavilerle kahverengiler arasında.
Tanımadığım bir adamla uyanmıştım, ölü olduğunu fark edip korkmuştum ve cinayet üzerime kalmasın diye bedenini gömmek istemiştim. Cansız bedenin ölü olmadığını fark etmiş fakat bu kez o bedeni ölüme terk etmiştim. Karşıma dikilmiş ve onu öldürmek istediğimi iddia etmişti. Baygınlık geçirmiştim ve odamda gözlerimi açtığımda ise tanımadığım iki beden yanı başımdaydı. Sorduğum sorular onları hayrete düşürüyordu. Bilmediğim bazı şeyleri biliyorlardı. Üstelik bilmediklerim dışında ek olarak, evimin adresini ve hatta eski ismimi bile biliyorlardı. Bu durum ise iyiden iyiye sinirlerimi geriyor, bedenim günlerdir olduğu gibi yeniden strese diz çökercesine bana boyun eğdiriyordu.
Sağ elim yerinden firar etmek isteyen kalbimin üzerine kapandığında yüzüm ekşidi, vücudum yeniden uyuşuyor gibiydi. Tanıdık yabancı, yüzüme peyda olan korkuyu sezmiş gibi panikle ayaklandı bir anda. Bu kez nevresim takımı üzerinde gezen gözlerim hızla ona döndü ve refleks olarak olduğum yerde geriye doğru kaydım hafifçe ondan kaçar gibi.
Gözlerimden taşan korkuyu fark etmiş gibi bir an duraksadı ve bana doğru attığı adım havada kaldı. Ellerini 'Korkma' der gibi kaldırarak avuç içlerini gösterdi. Gözlerine hakim olan endişe ve merak gözlerimden geçerek kendini net bir şekilde hissettiriyordu. Bu ise biraz da olsa sakin kalmamı sağlıyor gibiydi. Doğu'nun da ondan pek farkı yoktu.
''Deva'' dedi ve yutkunup tekrar etti. ''Deva. Adım Deva''
Çatallı çıkan sesimle ''Neden buradasınız?'' deyip gözlerimi diğer adama çevirdim ve akabinde bir kaç kez ikisi arasında gidip geldiler. Ne yapacaklarını bilmiyor gibilerdi, tıpkı benim gibi korku hakimdi onların ifadelerinde de. Sorumu tekrarladım ve bir diğerini ekledim arkasından. ''Neden buradasınız? Evimi nereden biliyorsunuz?'' Sesimdeki titremeyi engelleyemiyordum.
Deva hâlâ emin değildi yanıma gelip gelmemek konusunda, bir adım atıp atmamak konusunda. Ayakta çivilenmiş bir hâlde ne yapması gerektiğinden emin değilmiş gibi dikilirken ellerini koyacak bir yer bulamıyordu sanki. Onun da sesi benimki gibi titriyordu fakat benimkinde salt korku varken onunkinde çekingenlik de hakimdi. ''Bayıldın. Götürebileceğimiz bir yer yoktu. Arabaya götürseydik seni uzanamazdın; boyun uzun. Birimizin kucağında baygın bir kadın varken iki erkek otele de gidemezdik, muhtemelen polisi ararlardı. Sokakta duramazdık, ki iyi ki durmamışız uzun süre baygın kaldın. Biz de...'' Bakışları odamda gezdi kısa bir süre. ''Buraya gelmek zorunda kaldık. Özür dilerim.''
Dişlerimin arasından nefes vererek tane tane ve hırsla konuştum. Gözlerimi öfkeyle kapatıp açmıştım aynı anda. ''Evimi nereden biliyorsunuz?''
Deva Doğu'ya kısa bir bakış attı. Ortası kalkmış kaşlarının altından bakan gözlerindeki endişe ve çaresizlik net bir şekilde geçiyordu bana. Akabinde çaresiz ve telaşlı harelerini yüzüme çevirdi. ''Anlattım Pera! Mektup! Otelde anlattım ama hatırlamıyorsun.'' Sağ eliyle ensesini sıvazladı cümlesi bittiğinde. Sesinde yakarış vardı. Hiçbir şey hatırlayamadığım için korktuğumun bilinceydi ve bu sebepten çaresiz hissetmesi olasıydı.
Haklı bir çaresizlikti Deva'nınki. Doğru olduğunu nereden bilebilirdim ki? Her ne kadar yüzünden ve gözlerinden çok samimi ifadeler okusam da, ne kadar güvenebilirdim ki?
Peş peşe soru işaretleri düşüyordu üzerime ve ben artık altlarında ezilmeye başlamıştım. Yorgundum, korkuyordum, kafam karışıktı. Bir kaç saniye Deva'nın gözlerinde takıldı gözlerim zihnime sıra sıra soru işaretleri süzülürken. Akabinde aniden ayaklandım ve yüksek perdeden çıkan net sesim döküldü dudaklarımdan. ''Gidin buradan!'' Deva'nın omuzları çökerken Doğu hareketsiz kaldı. ''Evimden gidin!'' dedim arkasından sertçe. İkisiyle de göz teması kurmuyordum.
Neden bilmiyorum ama olması gerekenden yine de daha sakindim. Normal şartlarda öfke nöbeti yahut sinir krizi geçirmem gerekirdi. Evet, Deva'ya güvenmiyordum ve güvenmem için de bir sebep yoktu. Fakat bir şekilde olması gerekenden sakindim işte. Belki de ona karşı içten içe mahcubiyetim olduğundandı.
Doğu hiçbir şey söylemeden döndü ve çıktı. Zaten odanın içinde bile sayılmazdı. Deva'ya döndüğümde ise yakaran mahzun gözleri umutla yüzüme bakıyordu. Soru sorar gibi kafamı salladım öfkeyle. ''Pera konuşmamız lazım. Lütfen!''
''Git buradan!'' dedim öfkeyle kapıyı göstererek.
Başını tereddütle iki yana salladı. ''Evine geldiğimiz için özür dilerim. Haklısın ama hastaneye gidemezdik. Yakınlarda hastane yok! Uzanman gerekiyordu yalnızca. Tekrar özür dilerim ama gerçekten konuşmamız lazım.''
Konuşmamız gerektiği konusunda hemfikirdik. Tüm soruların cevaplarını almak istiyordum ondan. Söylediklerinde haklıydı belki fakat yine de iznim olmadan evime girmeleri asla kabul edilebilir bir şey değildi. ''Yalnız yaşayan bir kadının evine girdiniz! İki erkek! O kadın baygınken!'' Sesim yüksek perdeden çıkıyor, yayılan hiddeti engelleyemiyordum.
''Haklısın! Nasıl telafi etmemi istiyorsan ederim! Geçen sefer de o yüzden otele gittik, sen öyle istemiştin. Eve gelmemiz gerektiğinde zaten aklıma gelen ilk şey o oldu! Ama anlattım; başka çare yoktu lütfen kabul et özrümü. Ya da yalvarırım nasıl telafi edebileceğimi söyle çünkü konuşmamız gerek!''
Kollarımı göğsümde bağlayarak bir kaç saniye ifadesizce gözlerinin içine baktım. Susuyordum. Üzerinde bir hakimiyet kurmuştum açıkça. Aslında ben söylediği şeyleri süzgeçten geçiriyordum fakat o daha ısrarcı olmasını beklediğimi düşünmüş olacak ki beni ikna etmeye çalışmaya devam etti. ''En başından, her şeyi anlatacağım sana yeniden. İstersen yine otelde, istersen bir kafede, istersen Taksim Meydan'a gidelim insanların içinde konuşalım; fark etmez.'' Cevap vermediğimde bir mağlubiyet almış edayla omuzları çöktü, yüzündeki umut kırıntıları mümkünmüş gibi daha da parçalandı ve bir kaç saniye yüzümü inceledikten sonra derin bir nefes çekip kapıya doğru yavaşça ilerledi. Ben sırtını izlerken eşikte durup sol omzunun üzerinden bana döndü.
''Pera emin ol, beni bir kez öldürmeye kalkışmış, bir kez de ölüme terk etmiş birinin evine gelmeyi ben de istemedim. Kusura bakma ama bu senaryoda tehlikede olan bendim.''
Kurduğu cümlelerle kollarım iki yanıma düştü yeniden arkasını döndüğünde. Gözlerim doldu ve o iki cümlenin ağırlığı altında yere serildim. Geçirdiğim beş gün geldi aklıma. Dört gece boyunca gördüğüm kâbus, mezarda yatan Deva geldi gözümün önüne. Paranoya olmuş korkak hâlim ve çektiğim vicdan azabını hissettim. Zifti hatırladım, yılanı, karayı. Bileklerime sarılan çaresizlik prangalarını, pişmanlığın önünde diz çöktüğüm her anı...
O iki cümleyi duyduğum an, dudakları kapandığı an, hayatta kaldığı için ona içtenlikle sarılmak ve binlerce kez teşekkür etmek istedim yeniden.
Haklıydı. Üstelik ben ona 'Yardım et' demedim ama o bana yardım etmişti.
''Otel'' dediğimde henüz bir kaç adım ilerlemişti. Hafifçe arkasını döndü ve kaşlarını çattı. Yutkundum zorlukla. ''O otele gideceğiz. Oda numarasını hatırlıyor musun?''
Bedenini tamamıyla bana çevirdiğinde kaşları şaşkınlıkla havalanırken silik bir gülümseme peyda oldu yüzüne. Başını hafifçe aşağı yukarı sallayarak ''Yüz bir'' dedi.
Başımı salladım. ''Evimde olmaz, burada konuşamayız. Buraya girmeniz bile büyük bir yanlış. O'nun gibi bir meseleyi meydanlarda da konuşamayız. Oraya gidelim. Üstelik belki bir şeyler hatırlarım.''
Hay hay, der gibi başını eğdi.
''Doğu gelmesin.'' dediğimde başını sola doğru yatırdı ve gözleri kısıldı. Doğu'nun gelmemesi fikrinden hoşlanmamıştı.
Dört adımla yanına vardığımda dudaklarını tebessümle araladı. ''Nereden bileceğim canıma kastetmeyeceğini tekrar?'' Şakayla karışık soruyordu fakat bundan endişe duyduğu belliydi yine de. Olayı hatırlamadığım ve ısrarla öyle bir şey yapmayacağımı söylediğim her anda pişmanlığımı ve çaresizliğimi görmüş olmalıydı ki; kurduğu cümleyi sarf ederken sesine şaka yapan bir nota karıştırmıştı.
Bozulduğumu belli etmek istemedim fakat gözlerimin yere kaymasını engelleyememiştim. ''Ben bilerek yapmadım. Yani bilmiyorum, hatırlamıyorum. Yapmam ki öyle bir şey.'' dediğimde tekrar yüzüne bakıyordum ve kaşlarımın ortasının havalanmasına mani de olamamıştım. Üstelik sesimde dizginleyemediğim bir yakarış vardı. Yine bedenime söz geçiremediğim bir andı.
Yüz ifadesi değişti, şakacı tebessüm silindi ve yeniden hafifçe kaşları havalandı. Destek olmak ister gibi sol kolumu hafifçe sıvazladı ve ''Şaka yaptım, öyle bir düşüncem yok. Kendinde değildin sonuçta. Kendini kötü hissetme. Kötü hissettirirsem gerçekten üzülürüm.'' dedi. Samimiyet dolmuş siyah gözbebekleri garip bir şekilde güven aşılıyordu bu konuyla ilgili. Bu cümleleri; o gece ne yaşadığımızı, bende ne gördüğünü daha fazla merak ettirdi. Çünkü bu alttan alış yersizdi.
''Özür dilerim.'' dedim. Gülümsedi, elbette özür dilemeliydim, beklediği bir şeydi. Dudaklarını birbirine bastırarak başını hafifçe aşağı yukarı salladı özrümü kabul eder gibi. Arkasından ''Ve teşekkür ederim.'' dedim. Kaşları çatıldı bu kez. Kısık çıkan sesimle ''Hayatta kaldığın için.'' dedim. Kısa süren histerik bir gülüş koptu boğazından.
Cebinden telefonunu çıkarıp bir kaç tuşa bastı ve ekrandaki büyük 'Doğu' yazsısını gördüğüm an telefonu daha kulağına götürmeden elim bileğine gitti. ''Gitmesin.'' dediğimde kaşlarını çatarak soru sorar gibi baktı yüzüme. ''Gitmesin tamam, o da olsun yanımızda. Haklısın.'' dediğimde telefonu kapatacağını düşündüm fakat çağrı yanıtlandığında teessüf eder gibi yüzüme bakıyordu.
''Alo!?'' Doğu'nun sesi ahizeden yükseldiğinde telefonu kapatmayacak gibiydi Deva.
Mikrofonu kapattı. "İkimize gerek yok."
"Alo?! Oğlum cevap versene!"
Başımı iki yana salladım hafifçe. "Hayır, gelsin. Sorun yok."
"Deva? Kime diyorum? Alo?!"
"İkimizi de tanımıyorsun. Rahatsız olmakta haklısın. Kimse seni bunun için suçlayamaz. Doğu gelmesin Pera! Yalnız konuşuruz." dedi Deva. Sesi yüksek perdeden sert bir şekilde çıkarken kaşları çatılmıştı. Rahatsızlık duyup ürkmemi istemiyor, üstelik beni anlıyor gibiydi. Yine kahverengi gözlerinden samimiyetin tonları dökülüyordu.
"Orda mısın?"
"Deva tamam, gerek yok gitmesine. Sıkıntı yok, Doğu da gelsin." Onun sesi gürleşirken benim sesimde hâlâ sakinlik hakimdi. Üstelik benimle tek kalmak istememek konusunda oldukça haklıydı. Doğu'yu da davet ederek özür dilemeye çalışıyordum aslında bir nevi.
Bir kaç saniye kahverengi hareleri samimiyetimi sorgulayarak yüzümü inceledi. En sonunda derin bir nefes çekti ciğerlerine ve başını yukarı aşağı sallayıp mikrofonu yeniden aktif hâle getirip telefonu kulağına götürdü. "Tamam yok bir şey. Bekle geliyoruz" dedi.
'101' numaralı odaya girerken ne kadar tereddüt etsem de akabinde soğukkanlılığımı kuşanabilmiştim. Nihayetinde bu oteli ve bu odayı tercih eden bendim. Bu odaya gelmekten tereddüt etmesi gereken kişi ise; benim aksime Deva idi. Neticede bu odada ölümle burun buruna gelmiş olan da oydu.
Deva berjerlerden birine bacak bacak üzerine atarak kurulurken ben yatağın ucuna oturdum. Henüz sesini hiç duymadığım Doğu ise kalçasını makyaj masasının önüne dayamıştı. Her an çıkıp gidecekmiş gibi eğreti bir şekilde bulunuyordu sanki yanımızda.
Birkaç dakika hiçbir şey konuşmadık. Ben yerdeki koyu mavi halıyı inceliyordum. Doğu'nun bakışları yatak başlığı üzerinde sabitti. Deva'nın ise bakışlarını yüzümde hissediyordum. Sağ bacağı sol bacağının üzerindeyken, sol ayağı beş gün önce cansız olarak uzandığı noktayı eziyordu. Gözlerim sola doğru, zemine sertçe basan ayağına döndüğünde bir an bakışları o noktaya çevrildi.
Birkaç saniye ifadesiz bir şekilde zemini inceledim. Yerde boylu boyunca yatan cansız bedeni gözümün önünde serili bir şekilde uzanıyordu ayağının altında sanki. O günkü çaresizliğimi ve aldığım ahmakça kararları hatırladım. Gözlerim yavaş yavaş ıslanmaya başladığında Deva'nın bakışları zeminden yeniden yüzüme kaydı ve akabinde Doğu'ya doğru döndü.
Doğu ise bu anı bekliyormuş gibi ''Ben arabaya gidiyorum, sigaramı unutmuşum.'' dedi ve hızla çıktı. Doğu'nun sesini de ilk kez duymuş oldum böylelikle. Adım sesleri halı üzerinde boğuk bir şekilde yayıldı, kapı açıldı, kapandı, Deva'nın uzak bakışları yüzümü yalayıp durdu fakat gözlerimi bir kez bile çekemedim o noktadan.
O günkü çaresizliğimi hatırlamıştım, sanki bundan kaçabilirmişim gibi. Attığım çığlıklar, savurduğum küfürler kulaklarıma dolarak, o an tekrar yaşanıyormuş gibi kalbim çarpıyor, gözlerimden peş peşe yaşlar dökülüyordu. Bir kaç dakika gözlerimi o noktadan ayırmadan öylece yüzleştim olanlarla. Deva ise tek bir kelime dahi etmeden yüzümü izlemeye devam ediyordu.
Birkaç dakikanın sonunda ölüm sessizliğini bitirerek ayaklandım ve makyaj masasının altındaki mini bara doğru ilerledim yavaşça. ''Doğu gelmedi?'' dediğimde gelmeyeceğini biliyordum. Aynadaki yansımasından nefes vererek güldüğünü gördüğümde, sol omzumun üzerinden ona doğru kısa bir bakış atıp tebessüm ederek güldüm. Önüme döndüğümde gülerek başımı iki yana salladım ve ''Gelmeyecek değil mi?'' diye sorup ıslak ve kızarık bakışlarımı ayna üzerinden gözlerine diktim.
Sol kolunu berjerin geniş kol kısmının üzerinde uzatmış, sağ dirseğini diğer kol kısmına yaslamış, işaret parmağının üst boğumunu dudaklarına sürtüyordu. Gözleri gözlerime değdiğinde elini dudaklarından hafifçe çekti ve başını iki yana sallarken güldü. ''Böyle daha rahat edersin diye düşündüm.'' deyip yeniden parmağını hafifçe dudaklarına değdirmeye başladı.
Tebessüm peyda olan kahverengi gözlerimi gözlerinden bir kaç saniye çekmedim ve başımı hafifçe iki yana sallayarak dolaba eğildim ve bir şişe viski çıkardım. Kaşlarımı kaldırarak aynadan ona doğru kaldırdım şişeyi onay almak ister gibi. Başını yukarı aşağı salladı bir şey söylemeden ve gözleri zemindeki halı kaplamasını buldu. Kadehlere yavaşça viski doldururken sormam gereken soruları artık yavaş yavaş sormam gerektiğini düşündüm ve muzip bir tavırla -biraz da merakla- ''Biz seninle seviştik mi?'' dedim bir anda.
Gözlerini, her ne görüyorsa onu hüzne iten görsellerin geçtiği zemin kaplamasından çekip ağır ağır gözlerime değdirdi aynadan. Elini dudaklarından uzaklaştırdığında bu soruya şaşırmadığını fark ettim. Bir ya da iki saniye kadar gözlerime bakıp dilini damağına vurarak olumsuz olarak yanıtladı sorumu ve yeniden elini ağzına dayayıp yutkunarak gözlerini zemine dikti.
İçlerinde sarı sıvı olan iki kadehle bir kaç adımda yanına vardım. Kadehlerden birini ona uzatırken dudaklarındaki elini kadehe doğru yavaşça uzattı ve başını kaldırıp tereddütle gözlerime baktı. "İyi bir fikir mi sence bu?" diyerek viskiyi ima etti.
Derin bir nefes alıp "Çok gerginim. En azından bir kadeh yardımcı olur." dedim ve sıkıntılı bir nefes vererek karşısındaki yatağın kenarına oturdum.
Kalkmış kaşlarının altından yüzüme baktı acı kahve hareleri. Soru soruyorlardı ve derin bir rahatsızlık seziyordum. Başımı iki yana salladım. "Hayır hayır. Gerginliğimin sebebi bilmediğim şeyleri öğrenecek olmanın verdiği rahatsızlıkla alakalı. Ayrıca bilmediğim şeyler olması da yeteri kadar beni geriyor zaten." diyerek rahatlatmaya çalıştım onu.
Dudaklarını ıslatırken gözleri sağa sola değiyordu. Derin bir nefes aldı ve bilgiye aç gözlerime dikti siyah gözbebeklerini. "O gün ne oldu?" dedim direkt. En azından nereden başlayacağı ile ilgili yardımcı olacaktı bu sorum. Vücudum bir elektrik akımına maruz kalıyormuşcasına geriliyordu. Bunu belli etmemek için ne kadar mücadele edersem edeyim, Deva'nın bunun farkında olduğu besbelliydi.
"Biz bir barda tanıştık. Saat geçti; üçü geçiyordu." Bir insana hatırlayamadığı bir tanışmayı anlatmak zor olsa gerekti. Çünkü Deva'da gördüğüm, tam olarak bu zorluğun altında eziliyor oluşuydu. Kelimeleri özenle seçiyor, cümle aralarında es veriyor, ses tonunu naif tutmaya çalışıyordu. Fakat her şeye rağmen sesi düşüp zeminde parçalara ayrılıyordu yine de. "Sohbet muhabbet ettik, flört ettik..."
Kaşlarım çatıldığında bir an duraksadı ve sesine tatlı bir ton takındı. Dudakları iki yana kıvrılırken "Hiç öyle bakma, hoşlandın benden." dedi kadehi tuttuğu elinin işaret parmağını bana doğrulturken.
Histerik bir gülüş koptu dudaklarımdan. Rahatsızlık duyduğum noktaları ve gerildiğim anları çok iyi bir şekilde analiz ediyor, durumu ustalıkla yumuşatıyor ve en ihtiyacım olduğu anda beni rahatlatabiliyordu.
Onu bir kez öldürmek istemiş -söylediğine göre- ve bir kez de ölüme terk etmiş olmama rağmen, bir anlık bencillikle Doğu'nun yanımızda bulunmamasını istemem de Doğu'yu göndermesi için yetmişti.
Öldürmeye yeltendiğim bir adamla, onu öldürmeye yeltendiğim mekanda yalnızdık. Üstelik onun için gayet tehlikeli bir yabancıydım fakat böyle bir durumda bile kanıma alkol karışmasına müsaade ediyordu rahatlamak istediğim için. Ve ilk tanıştığımız anda ondan hoşlandığımı söylüyordu gerildiğimi anladığından. İçinde olduğumuz gergin anı ve sürdürdüğümüz nahoş sohbeti yumuşatmak istemiş ve bunu ustalıkla başarmıştı. Hoş; farklı bir şekilde, farklı bir zamanda tanışsaydık da kesinlikle ondan hoşlanırdım.
O da histerik gülüşüme eşlik etti ve "Ne? İnanmıyor musun yoksa?" dedi kaşlarını kaldırarak.
Kadehi komodine bıraktım ve "Hayır" deyip kollarımı bağladım göğsümde. "İnanıyorum tabii ki! Hoşlanabileceğim bir insansın, neden olmasın?"
Bu cevabımı beklemiyormuş gibi bir an afalladı fakat belli etmemeye çalıştı. Tüm o gergin konuşmalardan kısa bir süre için sıyrılıp, sıradan bir şekilde tanışan iki insan gibi, iki kelam ettiğimiz için ona teşekkür etmeliydim. Çünkü üzerimdeki gerginliği biraz olsun atmama gerçekten yardımcı olmuştu bu muzip tavrı.
Dudaklarını ıslattı ve derin bir nefes aldı. Yüzündeki tebessüm yerini naif bir ciddiyete bıraktı. İşte şimdi hayal aleminden çıkıp gerçeklere odaklanmak vaktiydi. "Flört ettik. Sonra... Bana mı gitsek sana mı gitsek diye düşündük. Sen otele gidelim dedin. İkiletmedim ve otele geldik" Gözleri odayı taradı bir kaç saniye. Benim gözlerim ise acı kahverengi harelerini bir an olsun terk etmiyordu. Sanki gözlerimi kaçırırsam, geri dönüp baktığımda artık orada olmayacaktı ve tüm sorularım cevapsız kalacaktı.
Gözlerini yeniden gözlerime değdirdiğinde bir kaç saniye sessiz kaldı. Ve yeniden es vererek, naif bir sesle anlatmaya başladı kaldığı yerden. "Burada da bayağı sohbet ettik bardaki gibi. Uzun uzun konuştuk Pera. Uzun uzun sohbet ettik. Saat sabah beşe geliyordu ben konuya girdiğimde."
Kaşlarım merakla çatıldı. Açık kahverengi gözlerim, henüz beş gün önce kurşuni renge bürünmüş gözleri arasında mekik dokuyordu. "Ne konusu?" Susamış hissediyordum. Aç hissediyordum. Dudaklarından dökülecek her kelimeye açtım.
İçeceğini kafasına dikip bitirdikten sonra halıya bıraktı kadehi ve doğrulup öne doğru eğildi. Dirseklerini dizlerine yasladı ve birkaç saniye halıyı inceledi ellerini ovuşturarak. Sol bacağımın sabırsızlıkla sallandığını fark ettiğimde Deva'nın dudaklarından dökülecek sese muhtaçmışım gibi hissettim. Uzun bir süre susması, kalp atışlarımın düzensizliğinin haklı olduğunu gösteriyordu. Bu kadar temkinli ve çekingen davranması, o geceye dair olan merakımı biraz irdelememe sebep oluyordu. Yine de kendime herhangi bir cevap vermiyordum.
Aramızdaki bir kaç santimetrelik boşluktan faydalanarak sol elimi bileğine uzattım. "Deva?" dedim sorar gibi sabırsız bir sesle. "Ne konusu?" diye bastırarak tekrar sorarken başını hafifçe kaldırmış ve kalkan kaşlarının altından tereddütle bakan gözlerini gözlerime dikmişti.
İki eliyle bileğine sarıldığım elimi tereddütle tuttu. Destek olmak ister gibi bir hâli vardı ki buna ihtiyacı olması beni daha da geriyordu. Dudaklarını yeniden ıslattı ve kelimelerini dikkatle seçtiği her hâlinden belli olan sesi döküldü dudaklarından. "Pera... Bazı mektuplar var. Ben sana mektuplardan bahsettim. Sen beni sakinlikle dinledin uzun bir süre. Ama sonra bir şey oldu. Emin değilim, senin cinnetini tetikleyen o mu oldu fakat imzadan bahsettim ve sen delirdin"
İki avucuna varla yok arası bir temasla aldığı sağ elim yumruk olmuştu. İstemeden dişlerimi sıktığımı çenem sızladığında fark ettim. "Cinnet mi? Sen bugün de 'Mektup' falan dedin. Ne mektubu? Cinnet derken?" Sesim titriyordu ve kaşlarım çatılmıştı. Sol bacağım hâlâ huzursuzlukla sallanıyordu ve tuzlu damlalar pınarlarıma yerleşmişti bile.
Avuçları yumruk şeklini almış elimin üzerinde baskısını artırdı ve beş gün önce zemheri soğuğu yayılan elinden bu kez samimiyetin her notasını duyduğum tatlı bir sıcaklık yayılıyordu. Tatlı sıcaklık, yumruk olmuş elimi yakıyordu fakat çünkü bu kez zemheri soğuğu benim bedenimi etkisi altına almıştı.
Yutkundu, boğazını temizledi ve nereden başlayacağını bilmediği her hâlinden belli olan bakışlarını bir kaç saniye yüzümde gezdirdi. "Çocukluğumdan beri bana gelen mektuplar var."
"İmza ne?" dedim sabredemeyip. İmzanın ne olduğunu aslında biliyordum.
"Şah"
♛♚
Twitter: esaturk07 / Insta: esaturk_07 / Wattpad: esaturk |
0% |