@esaturk
|
Oy ve yorumlarınızı esirgemeyin 💙
Hazlett - Please Don't Be
''Bu adam katil Pera! Cezasını çekmemiş bir katil hem de! Uzak dur!"
♛♚ "Ne saçmalıyorsun Aşkım?" Lambaderden yayılan loş ışık azaldı, azaldı ve nihayetinde yok oldu. Zifiri bir karanlığa bulandığımda Aşkım'ın çehresini de bedenini de göremezken yalnız sesi kulaklarımda yankı buluyordu. Sesi, uzansam dokunacakmışım gibi yakın gelirken gözlerimi değdirdiğim her yerde yalnızca sonsuz karanlığı görebiliyordum. Omuzlarım her geçen saniye zemine ulaşmak için müthiş bir mücadele veriyorlardı ve ben kamburumun çıktığından emindim. "Ne işin var senin onunla?!" diye sordu. Öylece yüzüne bakıyordum. "Cevap versene kızım!" Şok etkisinden çıkamıyordum. Deva gerçekten böyle bir şey yapmış olabilir miydi? ''Pera!'' Aşkım kollarımdan tuttu. ''Kime diyorum? Cevap ver?!'' Hızla fakat zorlukla toparlandım. Aralanan dudaklarımı önce kapatıp daha sonra tekrar aralayarak hızlıca dilimi gezdirdim üzerlerinde. Yutkundum, ne diyeceğimi hiç düşünmemiştim. Aşkım, Doğu'nun Deva'ya olduğu gibi bir dost değildi bana fakat arkadaşımdı nihayetinde. Ne söyleyecektim? Ne anlatacaktım? Neyin içindeydim ki ben? Tüm düğümlerim, her gün git gide çözülmeleri gerekirken neden daha da karışarak kördüğüm hâline geliyorlardı? Onları çözmek için kullandığım tırnaklarım aşındıkça sıra sıra diğer tırnaklarımı kullanabilirdim elbet, fakat önümde on düğümden fazlası vardı. Kollarım yeniden sarsıldı. "Pera!" Tiz sesi kulak zarımı delercesine çarptı. ''Aşkım yeter!'' Bir kargaşayı en iyi bastıracak şey kaostu. Sesim, telaşlı ve yüksek perdeden çıkan sesinin üzerine çıkarak onu yendi. Birkaç saniye afallayarak yüzüme baktı yalnızca. Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım ve titrediğimi belli etmemeye çalışarak sağ elimle koltuğu gösterdim. Kargaşa bittiğinde yeniden mekanik zaman sesi kulaklarıma çarpıyordu. Sakin bir sesle ''Kahve getiriyorum, otur.'' dedim ve mutfağa ilerledim. Yürürken bacaklarımın birbirlerine çarpmaması için büyük mücadele verdim. Kendimi, sakin kalmam konusunda telkin ediyordum devamlı olarak içimden. İki fincan çıkardım ve yavaşça kahve doldurdum içlerine. Bunu yaparken gözümün önünden cümleler geçiyor ve o cümlelere Aşkım'ın sesi eşlik ediyordu. Birkaç dakika ellerimi tezgaha dayayarak bekledim öylece. Düşüncelerimi toparlamaya çalışıyordum fakat düşüncelerim yeniden tilki gibi koşturuyorlardı kafamda. Bu kez ürkek ve hızlılardı. Hangisine uzansam kuyruğunu dahi yakalayamıyordum. Geçirdiğim birkaç dakika, benim için zaman kaybından başka bir şey olmadı. Gözlerimi kapatarak tilkilere küfrettim içimden uzun uzun. Ancak tilkiler, en nihayetinde karayılandan iyiydi. Mağlubiyetle derin bir nefes vererek olduğum yerde kendimi hafifçe bıraktım ve yeniden kamburum çıktı. Fincanları hızla kulplarından kavradım ve bedenimi dikleştirerek koridora doğru ilerledim. Salona vardığımda, henüz on dakika önce Deva'nın oturduğu yerde oturan Aşkım'ın gözleri halıya mıhlanmıştı. Gereksiz harcadığım birkaç dakikanın farkında bile değildi. ''Noluyor Aşkım? Sakin olup baştan bi' anlatır mısın? Ne katili?'' diye sordum kahvesini sehpaya bırakırken. Müthiş sakinlikteki ses tonum, 'Sorun yok, sakiniz kızlar' diye haykırıyordu. Kendi fincanımı elimde tutarak koltuğa oturduğumda tıpkı Deva ile oturduğum gibi bedenimi Aşkım'a çevirdim ve dizlerimi kırarak bacaklarımı koltuğa yatırdım. Ses tonuma mı, soğukkanlılıkla bakan bakışlarıma mı yoksa soruma mı şaşırmıştı bilmiyordum fakat gözleri hayretle bana bakıyordu. Elimi, ayası yukarı bakacak şekilde ona doğru yönelttim ve dudaklarından dökülecek cümleleri davet ettim. Kalp atışlarımı duymaması için yalvarıyordum Allah'a. Sakinliğimden doğan şaşkınlığı hâlâ sürüyordu, birkaç kez yutkundu. Arkasına yaslandı fakat diken üzerinde gibiydi. Harelerini birkaç saniye halı üzerinde gezdirdi ve ''Deva liseden sevgilim." diyerek hızlı bir giriş yaptı. "Birkaç sene çıktık, hatırlamıyorum bile süresini." dedi düşük seviyede çıkardığı sesi ile. Az önceye göre çok daha sakindi. Bu da, hikayeyi geriye sarması konusunda ikna olmasına sebep oldu. ''Deva üniversiteye başlayalı iki sene falan olmuştu, ayrıldık." Tek kaşım hafifçe kalkarken, Deva'nın Şah'tan bahsettiğinde laf arasında bahsini geçirdiği ilişkisinin Aşkım olduğunu fark ettim. "Ben başkasıyla sevgili oldum ama aynı ortamda birkaç kez karşılaştık." Sakin bir seyirde ilerleyen sesi bir anda yükseldi ve bakışları ansızın yüzümü buldu. "Birini öldürdü! Ama ceza bile almadı!'' Harelerinde gördüğüm şeyin adını koyamıyordum fakat kaşlarımın çatılmasına sebep oluyordu. ''Neden almadı?'' diye sordum merakla. Sağ dirseğimi koltuğun sırt kısmına yaslamıştım ve yumruk yaptığım elim başımı destekliyordu. Kahveden bir yudum aldım. Sertçe yutkunmaya devam ediyordum, kahveyi bunu kamufle etmesi için kullandım. ''Bilmiyorum'' dedi. Gözleri bu cümle ile kendinden emin bakıyorlardı. Aynı kendinden eminlik ses tonuna da yansımıştı cesurca. 'Şah' Şah'ın yardım etmiş olması olasıydı. "Kimi öldürdü?" diye sordum aynı dinginlikle. Bu soru kendi kulaklarımda yankılanırken dilimin ucu uyuşmuştu. Az önce evime bir katil gelmişti. Ellerim terliyordu. Sol elimde sıktığım kulp her an parçalara ayrılabilirdi, keza bedenime yayılan uyuşukluk ile kulpun varlığını dahi hissetmiyordum artık. Yan bir bakış atarak ceketini çıkardı. "Sanki tanıyacak mısın Pera? Kimse kim. Ne yapacaksın? Siz nereden tanışıyorsunuz, onu söyle sen." Cümlesi bittiğinde ceketini koltuk kenarına yatırmış ve arkasına yaslanmıştı. "Emin misin birini öldürdüğünden?" Kaşlarım çatılmıştı soruyu sorarken. Sorum anlamsızdı fakat ses tellerimden dökülmek için çırpınan kelimeler, dökülmelerine biraz daha izin vermeseydim genzime yarıklar atacaklardı. Tedirgin bakışları gözlerimi bulduklarında yeniden hayret yayıldı hızla siyah harelerine. ''Dalga mı geçiyorsun?'' diye sordu alayla. ''Neden ayrıldınız peki?'' diye sorduğumda omuz silkti. Kahvesinden büyük bir yudum daha aldı ve ''Olmuyordu.'' diyerek yanıtladı beni. Bu basit cevapla kaşlarım havalandı. Ellerini fincanına sardı ve arkasına yaslandı. ''Onu bunu bırak, siz nereden tanışıyorsunuz?'' 'Nereden tanışacağız canım, ben onu hatırlamadığım bir sebepten, hatırlayamadığım bir şekilde öldürmeye çalıştım. Sonra polise gitmek yerine bedenini gömmeye karar verdim. Sonra ölmediğini gördüm, bu kez korkup kaçtım ve ölüme terk ettim. Daha sonrasında pişman oldum, geri döndüm ama gitmişti. Sonra karşıma çıktı. Pelin, dedi. Şah, dedi. Mektuplar, dedi. Şimdi de sen onun katil olan eski sevgilin olduğunu söylüyorsun.' Derin bir nefes aldım histerik bir gülüş koyuvermemek için. ''Tam tanışıyor sayılmayız ya!'' Uzanıp kahvemi sehpaya bıraktım. Gözlerimi gözlerinden kaçırmak için yaptığım acınası bir hamleydi yalnızca fakat etkili olmuştu. Arkama yaslanıp yeniden aynı pozisyonu aldığımda ''Geçenlerde barda tanıştık. Sohbet muhabbet ettik biraz. O da yalnızdı. Sonra ben hesabı öderken cüzdandan kimliğimi düşürmüşüm'' dedim ve gözlerimle sehpadaki kimliği işaret ettim. Gözleri kısa bir süre için kimliği buldu. Derin bir nefes aldım ve ''O da getirmiş sağ olsun. Kimlik bu Aşkım, önemli!'' dedim Deva'nın tonlamasını taklit ederek. Arkasından derin bir nefes daha çektim ciğerlerime. Bu nefeste, Aşkım'ın 'Evini nereden biliyormuş?' sorusunu sorup sormayacağının verdiği bir endişe gizliydi. Kaşları havalandı. Başını anlamış gibi salladı ve ''Uzak dur!'' dedi yeniden beni ikaz ederek. Dudaklarımı birbirine bastırdım yalnızca. ''Neymiş olay? Niye öldürmüş birini?'' Yeniden ters bir bakış attı. ''Ne var Aşkım?! Sen seversin dedikodu!'' Sahte bir gülüş koptu dudaklarımdan, akabinde Aşkım da bana içten bir gülüşle eşlik etti. ''Hem uzak dur, diyorsun hem de eksik anlatıyorsun. Dökül!'' dedim. Sesimdeki paniği gizlemeye çalışıyordum ve başarılıydım da. Uzanıp sehpaya anlamsızca bıraktığım fincanı kuzu kuzu geri aldım. Yutkunmaya ihtiyacım vardı. Kahve ise buna paravan olmalıydı. Uzun bir nefes gönderdi ciğerlerine, acelesi yokmuş gibi uzun uzun geri verdi nefesi. Kahvenin yardımıyla sertçe yutkundum. ''Trafik kazası! Birini ezdi sarhoşken. Başta inanmak istemedim duyduğumda. Sonuçta güzel zamanlar da geçirdik. Araçta parmak izleri buldular, saç teli buldular... Dünya kadar DNA çıktı!'' Kalp atışlarımın, içi boş bir kabuk gibi hissettiren bedenim içindeki yankılarını duymamaya çalışırken kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. ''Arabada değil miymiş ki polisler geldiğinde?'' Bir anda sesi tırmandı. ''Hayır!'' Başını öfkeyle çevirdi sağa doğru. Kahvenin yardımıyla yeniden zorlukla yutkundum. ''Kaçmış! Ve suç bana kalıyordu az kalsın sırf kaçtığı için!'' ''Nasıl yani?! Ne alaka?!'' bedenim öne doğru eğildi bir çift soruyu sorduğum sırada. Harelerim, hareleriyle çarpışmak için çırpınırken onun siyah hareleri öfkeyle zeminde geziyorlardı. ''Boş ver Pera ya! Az kalsın hayatım kararıyordu onun yüzünden. Allah belasını versin! Şerefsiz!'' Öfkeli sesini bir anda kesip, gözlerini duruşunu bozmadığım bedenime çevirdi ve işaret parmağını bana doğrulttu. ''Uzak dur!'' Sesinde otoriter bir emir vardı. Arkama yaslandım. Cevap vermedim. Başımı sallamadım. İmkansızdı bu istediği, en azından son bir görüşme için. Çünkü Deva ile halen konuşmam gereken şeyler vardı. Kahvemden üç yudum aldım peş peşe. Üç yudumda yeniden zorlukla yutkundum. Yutkunma isteğiyle fincanı yeniden kafama diktim fakat dibini gördüm karanlıkta. ''Şey yapalım!'' Aniden kurduğum cümle ile bir anda bana döndü. Oysa ben kalp atışlarımı duymaması için konuşma ihtiyacı duymuştum yalnızca. Önünü, arkasını düşünmeden iki kelime bırakmıştım dudaklarımdan. ''Sigara içelim!'' Başını havada olumlu anlamda savurdu ve hızla balkona çıktık. O benim yarım saat önce oturduğum sandalyeye otururken ben Deva'nın durduğu yere geçerek onun duruşunu taklit ettim farkında olmadan. "Abin nasıl?" Başını iki yana sallayarak "Kötü" dedi. "Çok durmayacağım zaten. Çıkacağım şimdi." Başımı salladım fakat onun gözleri küllüğe mıhlanmış olduğu için göremedi bunu. Neredeyse bir dakika boyunca konuşmadığımız suskunluğa yalnızca sokaktan gelen uğultulu sesler karıştı. Gözlerini küllükten çevirip bir anda bana döndü. "Sen neredesin kaç gündür? Onun için geldim ben, neler konuştuk!" Omuz silktim umarsızca. "İstanbul'da değildim." Bu açıklamanın yeterli olmasını ümit ettim. Fakat gözlerimi kısılmış gözlerine çevirdiğim an yersiz bir ümit olduğunu gördüm. "Ailevi. Amcamla ilgili, karışık biraz" dedim başımı sol omzuma eğerek. Yüzüme ise anlayışa muhtaçmış gibi görünen sahte bir ifade peyda olmuştu. Bu kez yeterli olmalıydı. Gözlerini devirerek başını salladı ve yeniden bakışlarını masaya dikti. Açıklamamın yeterli oluşu ile göğsüm ağır ağır kalkıp indi. Sükûnet eşliğinde sigaralarımızı bitirip loş ışıklı salona attık kendimizi. ''Bu kadar panik yapma bir daha böyle bir şey olursa'' dedim. Uzun sessizlikten sonra gelen geç kalınmış cevap, ikimizi de güldürdü. ''Ne yapayım kızım? Merak ediyorum.'' dedi ve vedalaşmak için sarıldı bana. Aşkım benim için dosttan ziyade arkadaştı. Beni bu kadar merak etmesi anlamsız geliyordu. İnsanların birbirleriyle alakalı bu kadar endişelenmelerini hep mantıksız bulurdum. İnsan bazen her şeyden, herkesten uzaklaşmak da isteyebilirdi. Bu durumda, endişelenildiği için sürekli onu rahatız etmek özel alana müdahale değil miydi? ''Anlıyorum'' dedim yalnızca, birçok kelimeyi yuttum. Yuttuğum diğer cümleler gibi. Sıkıca sarılma seansımız bittikten sonra deri ceketini hızla sırtına geçirdi ve adımlarını dış kapıya yöneltti. Kapının önünde durup arkasını döndü ve yine ikaz dolu bir sesle ''Bir dahakine bana haber ver, seni rahatsız etmeyeyim.'' dedi. Gülümsedim, dostum değildi ama iyi tanıyordu beni. Ya da ben her zaman kartlarımı açık oynuyordum. ''Tamam'' diye mırıldandım ve başımı salladım. Aşkım'ın eşikten geçmesi, ayakkabılarını ayağına geçirmesi, çantasını koluna takması, bana öpücük göndermesi ve merdivenlere yönelmesi sanki ağır çekimde yaşanmıştı. Sabırsızlıkla bekledim. Tek kalmak ve düşüncelerle boğuşmak istiyordum. Zifiri karanlığın içinde, elimde fenerle çıkış yolu aramak istiyordum, fenerin pilinin bitmek üzere olduğunu ve o karanlığın bir çıkış kapısı olmadığını bilmeme rağmen. O gittiğinde kendimi yeniden koltuğa bıraktım. Balkon kapısı aralık olduğu için saatin çıkardığı saniye sesine dışarıdan gelen uğultular ve ara sıra kopan çığlıklar karışıyordu. Beynimin içinde at koştururcasına gezinen tilkilerin pati sesleri ise o seslerle harmanlanıyordu. Gözlerimi kapayıp kısa süre için kafamın içindeki kaosa verdim kulaklarımı. Karanlıkta koşturdum durdum. Gözlerim birkaç saniye, üzerlerine örtülmüş göz kapaklarımın altında sağa sola koşturdular. Gözlerimin üzerlerine örtülen projeksiyon perdesinde bir film oynadı kısa bir süre. Otel, orman, odam, yeniden otel; hızla aktı projeksiyon perdesi üzerinden. Ansızın gözlerimi araladım. Deva. Titrek ve derin bir nefes çekip telefonu elime aldım. Mesaj atmak yerine aramayı tercih ederek 'Deva Altınçayan' ismine tıkladım. İlk çalışta yanıtlanan çağrıda, ahizeden ilk etapta belli belirsiz bir nefes vurdu kulaklarıma. Arkasından onu ıslak bir âdem elması sesi takip etti. Sabırla beklediğim bariton sesini bıraktı arkasından. ''Efendim?'' Sesi kabahat işlemiş bir çocuğu andırıyordu. Sesinde küçük Deva ve küçük Pelin'in tınısı vardı. Fakat bu fikri, henüz tahtına kurulmadan kovuşturdum. Bu bariton fakat kısık ses, yirmili yaşlarının sonunda, avuç içlerinde kurumuş kan lekeleri olan bir bedene aitti. ''Ne zaman görüşelim? Yarın, yani...'' Sesim onunkinin aksine gür çıktı. Birkaç saniye sessiz kaldı. Yüz ifadesini göremediğim için anlamlandıramıyordum fakat şaşırmış gibiydi. "Görüşecek miyiz?" diye sordu şaşkınlıkla. Tatmin olmuş bir şekilde belli belirsiz başımı salladım. "Görüşmeyelim mi? Sorularım var, öyle demiştin." Es vererek konuşuyor ve ses tonumu sakin tutmaya çalışıyordum. Yine de derin derin çektiğim ve bırakırken dumanların karıştığı nefesleri engelleyemiyordum. "Evet, demiştim. Görüşelim. Yani, eğer istiyorsan..." dedi ve sesini aniden frenledi. Oysa dudaklarından dökülen son tını devam ettireceğini hissettirmişti. ''Neden istemeyeyim?'' Umarsızca sorduğum sorudan çıkan keskin mızrakların, mikrofonu delip geçerek kulaklarına saplandığından emindim. Fakat yalnız kulaklarına değil, ani bir manevrayla ses tellerine de saplanmışlar ve onları da yırtmış gibilerdi. Bir süre susmasına sebep oldu bu soru. Nihayet konuştuğunda sesini zar zor duydum. ''Bilmem'' Bir süre daha sükûnet hakim oldu görüşmemize. Dizginlemekte güçlük çektiğim bir sabırla sesini duymayı bekledim. ''Aşkım'ın neler söylediğini tahmin edebiliyorum Pera.'' Ses tonu kadife gibi yumuşaktı fakat ben o kadifenin renginin kan kırmızısı olduğunu düşünüyordum. ''Bir daha görüşmeyiz diye düşünmüştüm.'' Bir süre de benim sessizliğime maruz kaldık. Merak bulanmış bariton sesi, ''Bir şey söylemedi mi yoksa?'' diye sorarak sessizliği yırtıp attı. ''Söyledi. Söylemez olur mu?'' Ciğerlerime derin fakat boğuk bir nefes akıttım. ''Ama ben tek taraflı bir savunma ile yargıya varacak bir insan değilim. Hoş; merak da etmiyorum olanları. Beni ilgilendirmez, senin meselen o.'' Söylediklerime bir yanıt vermediğinde şaşkınlığın bozgununa uğradığından emindim. ''Bizim meselemiz ayrı Deva. Bizim seninle olan meselemiz; O. Her ne kadar ondan kaçsam da cevaplaman gereken sorular var. Artık ters istikamete koşamam ben. Anlıyor musun?'' Gür sesim müthiş bir sakinlikle harmanlanmıştı. Dudaklarımdan dökülen ses tonum, öyle bir seviyede dökülüyordu ki; bir ninninin tınısı vardı. Fakat karşımdaki küçük Deva değildi. Bu fikirle başımı kaldırdım ve ses tonuma sertlik boca ettim. ''Anlaman önemli!'' Burnundan sıkıntılı ve derin bir nefes bıraktığını işittim. ''Anlıyorum'' dediğinde, onun sesi de baritonluğuna yakışır bir şekilde gür dökülmüştü ahizeden kulaklarıma. ''Farkındayım; ben sorularının cevaplarıyım ve senin cevaplara ihtiyacın var.'' Kaşlarımı havalandırarak dudaklarımı birbirine bastırdım ve her yöne çekilebilecek, birden fazla anlam yüklenebilecek, akıllıca kurulmuş cümlesine cevap vermedim. Yalnızca ''Evet, sorularımın cevaplarısın'' diyebildim. ''Kaçta, nerede istersen o saatte orada olurum.'' ''Mesaj atarım sana'' dediğimde silik bir sesle ''Görüşürüz'' dedi fakat onu yanıtlamadan sonlandırdım çağrıyı. Yapmak istediğim tek şey; uzun bir duştan sonra kendimi yatağa atmaktı. Kendimi, sabırsızca üzerime düşmek için can atan damlaların altında bulduğumda ne ara banyoya koşup soyunduğumu anlamadım. Uzun bir duş, üzerime düşen sakinleştirici damlalar fazlasıyla iyi gelmişti. Duşta o kadar uzun süre kaldım ki, dizlerim yatağa koşmak için bana yakarmaya başlamıştı. Yatak odama geçip hızla giyindim. Kendimi yatağa bıraktığımda Pera sokaklarından gelen sesler, yavaş yavaş, belli belirsiz işittiğim bir uğultuya dönerken uykunun şefkatli kollarına adım adım ilerledim.
♛♚ ''Sen varsın diye Pelin. Sen olacaksın diye.'' Yatakta sıçrayarak doğruldum. Ciğerlerime kesik soluklar çekiyordum. Saçlarım hâlâ ıslaktı fakat kısa bir süre sonra yalnızca alnıma ve enseme yapışan saçların ıslak olduğunu fark ettim. Göğsüm hızla kalkıp inerken ince pijamam terden ıslanmış bedenime çarpıp duruyordu. Karanlıkta bir şeyler seçebilme yetim kendin hissettirdiğinde ağzımın içi bir çöl gibi kuraktı. Nabzım bir dakika içinde düzene girdi ve sırtımı yatak başlığına yasladım. Kulağımın içinde yankı bulan rahatsız edici cümle devamlı olarak dönüp duruyordu zihnimde. Duvar saatine gözlerimi diktiğimde birkaç saniye sonra seçebildim yelkovan ve akrebi. Saat 6'yı 22 geçiyordu. Hırsla üzerimdeki pikeyi çekip çıktım yataktan. Göz kapaklarım yer çekimine direnemiyorlar ve sözümü de katiyen dinlemiyorlardı. Fakat yatağa girdiğim an kapanmak için verdikleri mücadele de son bulacaktı. Biliyordum çünkü o kâbusu her gördüğümde aynı şey oluyordu. Filtre kahve demlemek için gerekli tüm adımları uyguladım ve akabinde banyoya geçtim. Yüzümü yıkayıp dişlerimi fırçaladıktan sonra telefonu elime aldığımda gördüğüm mesajlar kaşlarımın ortasının kırışmasına sebep oldu. Deva Altınçayan: Deva Altınçayan: Deva Altınçayan: Deva Altınçayan: Ciğerlerimi derin bir solukla doldurup parmaklarımı ekranda gezdirdim. Siz: Birkaç saniye ekrana bakarak tırnak kenarlarımdaki etleri dişledikten sonra telefonu mutfak masasına bırakacağım an ani bir manevrayla parmaklarım arasında tutmaya çalışırken düşürmeme ramak kalmıştı. 'yazıyor...' yazsını görmüştüm adının altında. Deva Altınçayan: Siz: Deva Altınçayan: Siz: Deva Altınçayan: Siz: Deva Altınçayan: Siz: Deva Altınçayan: Siz: Deva Altınçayan: Siz: Deva Altınçayan: Filtre kahveyi boşuna demlemiştim fakat umursayacak bir durumda değildim; keşmekeşin ortasındaydım. Hızla odama gidip bordo bir sweatshirt ve siyah bir pantolon giyip belli belirsiz bir makyaj yaptım. Deva'ya mesaj atmak için telefonu elime aldığımda saatin 07:12 olduğunu gördüm. Hızla, Beşiktaş'ta buluşabileceğimizi yazdım ve gönderdim. Beşiktaş'a gidip arabayı park eder etmez yeniden telefona sarıldım. Her ne kadar garip bir ruh hâlinde olsam da açlığımızı yine de görmezden gelemiyordum. Siz: Deva Altınçayan: Dudaklarımdan bir gülüş koparken telefonum çalmaya başladı. ''Efendim?'' ''Yani, kaç yaşında insanlarız. En son yürürken mesajlaştığımda yirmi iki yaşımda falandım." ''Haklısın'' dedim hızla ve gizleyemediğim aceleciliğim sesime karıştı. ''Neredesin sen tam olarak?'' ''Ara sokaklardan birinde otopark görüp girdim, çarşıya yakınım. Çok açsın galiba'' Burnundan nefes vererek güldü. ''Çok açım. İlk gördüğün ve beğendiğin mekana girip bana konum gönderir misin? Ben park yeri bulamadım yakında, en az on dakika yürümem gerekecek. İstersen kahvaltıcılar sokağına gir istersen sahile geç ama bana konum gönder." Telaşlı cümlelerim diksiyonumun biraz bozulmasına sebep olmuştu. Kendimi Doğu gibi hissettim. Deva büyük bir kahkaha attı ve "Yok sahile gitmeyelim bir daha, bir an önce oturalım, sen çok acıkmışsın. Ben kahvaltıcılara geçiyorum o zaman, yakınım. İstersen direkt serpme kahvaltı söyleyeyim? Sen gelene kadar başlasınlar servise." dedi. "Ay harika olur! Konumu bekliyorum ve hızla geliyorum!" dedim ve selamlaşıp telefonu kapattık. On iki dakika sonra attığı konuma gitmiştim. Mekâna doğru ilerlerken Deva ile göz göze geldiğimizde beni karşılamak için ayağa kalktı ve uzaktan başıyla selam verdi. Aynı şekilde karşılık verdiğimde soğuk servisinin bittiğini fark ettim. Siyah bir sweatshirt ve siyah bir kot pantolon giyiyordu. Botları ve yanındaki sandalyeye astığı şişme montu da siyahtı. Yine de hareleri, bedenine geçirdiği tüm siyahlara rağmen toprak rengini olduğu gibi sunuyordu bana. Deva'nın yanına vardığımda çekingen bir tavırla elini uzattı. Aynı çekingenlikten bende de vardı. Sanki henüz az önce kahkahalarla gülüp şakalaşmamışız gibi, yüz yüze geldiğimizde buzdan bir duvar örülmüştü sanki aramıza. O duvar, ikimizin ortak eseriydi. El sıkışıp karşılıklı oturduğumuzda 'Nasılsın' faslını hızlıca bitirdik ve bir müddet anlamsız bir sessizlik oldu. Sırtım sandalyeye yaslı değildi. Ellerim ise masada değil, kucağımdaydı. Diken üstünde, rahatsız bir oturuşum vardı. Deva'nın da bedeni beni taklit ediyordu. Fakat bir eli masada duruyordu hareketsiz bir şekilde. "Ne konuşacaktın?" diye sorarak sessizliği bozan ben oldum. Gözlerimde, dizginleyemediğim merakı gördüğünden emindim. Sabahın köründe birer saat arayla bana ulaşmasını gerektirecek ne konuşmak isteyebilirdi ki? Masada gezdirdiği gözlerini, başını hareket ettirmeden gözlerime değdirdi. "Boş ver. Zaten merak etmediğini söylemiştin." dedi ve gözlerini yeniden masaya dikti. Aşkım'ın anlattıklarıyla ilgili olduğunu anladığım an kaşlarım kalktı. "Madem merak etmiyordum ve konuşmayacaktın, gece neden üst üste yazıp durdun?" Toprak harelerini bir süre gözlerimde gezdirdi. Pozisyonunu ve başının duruşunu hâlâ bozmamıştı. "Konuşmak istiyorum çünkü." "Konuşalım o zaman." dedim sıkıntılı bir nefes vererek. Konuşmak istemiyordum. Bu bilgiyi hatırlamak bile istemiyordum fakat unutmamalıydım da. "Ama sen istemiyorsun." dedi ifadesizce. "O zaman gece neden konuşmak istedin Deva?" İşte şimdi karşımda gerçekten küçük Deva vardı. Tıpkı küçük bir çocuk gibi davranıyordu. "Konuşmak istediğim için." dedi ve arkasına yaslanarak kollarını göğsünde bağladı. Gözlerimi tavana dikip bıkkın bir nefes verip akabinde derin bir nefes çektim. Harelerimi yeniden onunkilerle buluşturduğumda aynı ifadesiz yüz karşımdaydı. "Deva, birincisi; konuşmak istemiyorum değil, merak etmiyorum dedim. İkincisi madem konuşmak istemiyorum ve bu yüzden konuşmaktan vazgeçtin, gece neden konuşmak istedin? Gece de konuşmak istemiyor olurdum." Cümlelerim arasında es veriyor, ufak bir çocuğu ikna etmeye çalışıyor gibi kuruyordum cümlelerimi. Bir anda gözlerini gözlerimden çekip iki eliyle hafif uzun saçlarını karıştırdı. "Biraz alkollüydüm ve gerçekten seninle konuşmayı çok istedim o an" dedi öfke gizlenmiş sakin sesiyle. "O an? O an, dediğin tüm gece mi? Sabaha kadar?" Gözlerini belli belirsiz devirdi. Sarkastik bir gülüş koptu dudaklarımdan. "Ayrıca öfken kendine mi şu an?" Kaçırdığı gözlerini aniden yüzüme çevirdi. "Elbette kendime, sana olacak değil ya! Ayrıca evet; o an; sabaha kadar olan uzun süre boyunca, evet; seninle konuşmak istedim o konu hakkında." 'O konu hakkında' Zerre dinlemek istemiyordum o konuyu, zerre hatırlamak yahut duymak istemiyordum. "Konuşalım" dedim sakin bir sesle başımı sallayıp. Dudaklarını dişleri arasına sıkıştırdı ve bir süre yüzümü inceledi. Ciddi olup olmadığımı sorguluyor gibiydi. "Ama merak etmiyorsun" Sesi kısık çıkmıştı. Belli belirsiz gülümsedim. "Merak etmedim çünkü beni ilgilendirmez. Senin meselen. Kendi perspektifinden anlatmak istersen anlat, iyi bir dinleyiciyimdir. Anlatmak istemezsen sen bilirsin, beni ilgilendiren bir konu değil." Beni bal gibi de o kadar ilgilendiren bir konuydu ki! Bir katille karşılıklı oturmuş kahvaltı yapacaktım. Bir katille ne idiği belirsiz bir amaç için, ne kadar süreceğini bile bilmediğim bir yolda ilerliyordum. Düşünür gibi kafasını eğdi. O da emin değildi konuşmak istediğinden. Ve kısa süre içinde de vazgeçti çünkü bu konuyu açmadı. Servis bittiğinde sessizce kahvaltı etmeye koyulduk. Kahvaltı bittiğinde ise artık soru sorma zamanıydı. Deva etrafımızdaki sıkışık masalara bir bakış attı ve ''İstersen kahvelerimizi başka bir yerde içelim, burası çok sıkışık, konuşamayız.'' dedi. Başımı kararlılıkla salladığımda hesap için garson çocuğa elini kaldırdı. Hesabı ödedi, kahveleri ise benim ödeyeceğime dair söz aldım ve kalktık. Koskoca Beşiktaş çarşıda döndük durduk. Bir türlü rahat rahat konuşabileceğimiz bir mekân bulamadık. Yanından geçip gittiğimiz tüm kafeler sıkışık ve küçüktü. Hatta bazı mekânlarda masalar bitişik denecek kadar yakındı. En sonunda bir köşede aynı anda durduğumuzda heyecanla ona döndüm. ''Deva! Araban yakın mı? Yani otopark?'' ''Evet. İleride hemen'' diyerek ilerideki bir sokağı gösterdi. Köşedeki yeni nesil kahvecinin 'Take Away' tabelasını göstererek, ''Alalım kahveleri, gidelim arabada oturalım! Nasıl fikir?'' diye sordum. Gözlerini tabeladan bana çevirdiğinde hiç düşünmeden kabul etti teklifimi. Anlaştığımız gibi, kahvelerin ödemesini yaptım. Elimize aldığımız karton bardaklarla hızla yürümeye koyulduk. Fakat ara sokaklarda olmamıza rağmen o kadar her yer kalabalıktı ki; insanlar devamlı olarak hızımızı kesiyorlardı. Buruşturduğum yüzüme, ''Bugün Cumartesi, hava soğuk olmasına rağmen güneşli ve burası Beşiktaş'' dedi gülümseyerek. ''Doğru! Neyse ki Ortaköy'e, Bebek'e falan gitmedik. Düşünemiyorum oraları!'' dedim gözlerimi devirerek. Burnundan sesli nefes vererek güldü ve birkaç adım ilerideki katlı otoparkı işaret etti. Yaya girişinden girerek asansöre ilerledik. Asansör tuşlarına yöneldiğinde alt katlara ineceğimizi düşünmeme rağmen üst kata çıkmaya başladık. Kısa süren asansör yolculuğunda yine oteldeki söylediğim geldi aklıma fakat gülmemeye çalıştım. O ise başını yere eğerek kıkırdadı. Dudak kenarlarım kıvrılırken metal kapı iki yana açıldı. Adımlarını takip ettiğimde, Volvo marka siyah bir sedanın yanına geldik. İçine bindiğim an yeni bir model olduğunu anladım. İkimiz de montlarımızı çıkarıp arka koltuğa bırakırken aracı incelemeye başladım. İç tasarımda antrasit ve krem renkler kullanılmıştı. Döşemeler gayet kaliteli görünüyordu. ''Sen ne iş yapıyorsun?'' diye sordum merakla. Gözlerini gözlerime değdirip ''Çevirmenim'' dedi ve önüne dönüp kahveyi bardaklığa koydu. Şaşkınlıkla kaşlarım kalktı ve ellerimi varla yok arası bir şekilde araç içinde gezdirerek ''Kaç dil biliyorsun?'' diye sordum. Ona olan gardımı tenime dikmiş olmama rağmen yine de yanında -en azından sıradan sohbet konularında- rahat hissediyordum. Sol dirseğini kapının kol dayama kısmına yerleştirdi ve sol şakağını da yumruk yaptığı sol eline dayadı. Güldü ve ''Beş, altıncıyı da öğrenmeye çalışıyorum.'' dedi. Merakla ona doğru döndüm. ''Hangi diller?'' diye sordum ve hâlâ elimde tuttuğum kahveyi diğer bardaklığa bıraktım. Derin bir nefes aldı ve, ''İngilizce, İspanyolca, Arapça, Rusça ve Almanca'' dedi. Heyecanla, ''Altıncı?'' diye sordum. ''Farsça'' dedi gülerek. Kaşlarım kalktı ve ''Ne alaka? Çince falan öğrenseydin ya! En yaygın üç dilden biri değil mi?'' dedim. Omuzlarını silkerek başını soluna doğru eğdi ve tebessüm ederek, ''Ne bileyim, merak işte'' dedi. Gözlerim yeniden araçta gezdi. ''Kitap falan çevirmiyorsun sanırım'' dedim imayla. Yüzümde içten bir tebessüm vardı. Bakışlarını direksiyona çevirdi. Dudak kenarları kıvrıldı ve derin bir nefes alıp harelerini harelerime dikti. Nefesi o kadar uzun çekmişti ki, ilk etapta çalıştığı alanı açıklamak için düşündüğünü sandım fakat gözlerinde gördüğüm ima cevaplamak istemediği yönündeydi. Kaşlarım havalandı ve ''Sormadım'' dedim anlayışla. Dudaklarını ıslatarak kafasını salladı. ''Ama sorman gerekiyor, en azından kafandaki soruları. Geçen sefer hiçbir şeyi tam konuşamadık. Nereden istersen sormaya başla. Çünkü ben nereden başlayacağımı bilmiyorum.'' dedi. Ciğerlerime derin fakat boğuk bir nefes doldurdum ve düşünmeye başladım hızlıca. O kadar çok soru vardı ki, ben de ilk olarak ne soracağımı bilmiyordum. Şırınga, o gece olanlar, mektupların detayları, Deva'nın yardıma ihtiyacı olduğunda Şah'ın bundan nasıl haberi olduğu, kimliğim ve özel hayatım hakkında bildikleri ve ilk etapta aklıma gelmeyen diğer eksikler... Sorular kafamda birbirini takip ederken gözlerim hızla döşemenin farklı noktalarına değiyordu. ''Sen de bilmiyorsun nereden başlayacağını.'' dedi ve kahvesinden bir yudum aldı. Bedenimle birlikte sürüklenen başımı düşünce selinden kurtarıp bakışlarımı ona çevirdim. ''Benden başla'' dedim bir anda. Kaşları çatıldı. ''Benim hakkımda bildiklerin, adresimi, adımı biliyor oluşun. Ya da başka ne biliyorsan...'' dediğimde başını salladı ve dudaklarını ıslattı. ''Mektup'' dediğinde bu kez benim kaşlarım çatıldı. Birkaç saniye sessiz kaldığında bu cevabı vermek istemediğini anlamıştım. Akabinde ise neden cevap vermek istemediğini. ''Mektup geldi bir tane. Adresin yazılıydı. Adın soyadın ve parantez içinde 'Küçük Pelin' yazıyordu.'' Sadece bir adres ve isim geldiği için koşup yanıma gelmiş olamazdı. ''Başka bir şey yok mu?'' diye sordum birden. Nabzım hızlanmıştı, imzayı duymak istemiyordum. Kulaklarımı o üç harften oluşan kelimeye sağır etmek istiyordum. ''Vardı tabii ki. Kelimesi kelimesine aklımda; 'Ben senin hayatını da onun hayatını da mahveden kişiyim. Ona git, sahip çık ve seni bana getirsin, ipuçları onda. Acele etmeyin çünkü hak ettiğimi yaşamak için bekliyor olacağım. İmza ise'' Gözlerini gözlerime değdirdi ve sustu. Dudaklarını ıslatıp yeniden devam etti; ''Altında adresin, adın, Pelin notu vardı.'' dedi ifadesiz bir sesle. Bu küçücük not bir sürü yeni soru doğururken duraksadığı nokta için Deva'ya teşekkür etmek istedim. Fakat konuşabilecek gibi değildim çünkü nabzım oldukça hızlanmıştı ve on beş yıldır ölümü ensemde hissetmeme rağmen, hiç bu kadar yakın hissetmemiştim o sıcak nefesi. ''Şah benim adresimi mi biliyor?!'' Sesimdeki titremeyi dizginleyemedim ve öfke tepeden tırnağa beni hapsederken ağlamaklı olmuştum. Deva'nın yüzüne yerleşen endişeyi anbean izledim. Bana doğru dönüp, kucağımda duran ellerimden sol olanı kavradı ve yumuşak bir sesle ''Lütfen sakin ol.'' dedi. Yeniden cinnet geçireceğimi sanmış olmalıydı. Haklı bir düşünceydi çünkü gerçekten cinnetin eşiğindeydim. Parmak uçlarımda milyon tane karınca kol gezmeye başladı. Buz gibi olmuş elimin üzerinde Deva'nın elinden yayılan ılık olduğunu bildiğim sıcaklık tenimi yakmaya başlamıştı sanki. Ağzım kurudu ve sol bacağım huzursuzca sallanmaya başladı. Deva bir şeyler söylüyordu fakat duymuyordum. Sağ elimi de avuçlarına alarak iki elimi de daha sıkı kavradı ve koltukta huzursuzca dikleşti. Başım döndü, gözlerim karardı ve tüm hücrelerimin hızla uyuştuğunu hissettim. Deva'nın boğuk gelen sesi git gide uzaklaştı. Sağ elimi avuçlarından kurtarıp kapıya doğru savurdum. Çıkıp hava almak istiyordum fakat ne kapıyı açacak ne de bunu Deva'ya söyleyecek gücüm vardı. Kurumuş ağzıma ve dudaklarıma rağmen peş peşe yutkunuyordum ve her yutkunduğumda genzim yırtılıyordu sanki. Kara eller yeniden boğazıma sarılmışlardı. Ansızın kapıdan yayılan soğuk hava dalgası irkilmeme sebep oldu fakat göz kapaklarımı kaldıramadım. Bacaklarıma iki el sarıldığında bedenim kapıya doğru çevrildi ve dışarı doğru kaydım. İki el yüzümü kavradı. Derin, hızlı ve kesik nefesler alıp verdiğimi hissettim. Ne kadar süre o şekilde kaldım bilmiyorum fakat bir süre sonra karıncalar yavaş yavaş terk ediyorlardı bedenimi. Göz kapaklarımı bir kaç denemede güçlükle kaldırabildiğimde bulanık görüş açıma Deva girdi. Yere çökmüştü ve elleri hâlâ yüzümü tutuyordu. Bir şeyler söylüyordu fakat tıpkı bedeni gibi sesi de fluydu. Sesler boğukluktan kurtulup netleştikçe Deva'nın yüzünü de daha net görmeye başladım. Kalp atışlarım düzene giriyordu, uyuşukluk hissi beni terk ediyordu. Saçlarım alnıma yapışmıştı ve bedenimi esir alan alev topu yavaş yavaş uzaklaşıyordu benden. "Pera! İyi misin? Bir şey söyle!" Yüzü netleştikçe, gözlerine inmiş perdelerdeki endişeyi yavaş yavaş seçebilmeye başladım. Fakat yeniden görüşüm bulanıklaştı çünkü bu kez göz pınarlarımda biriken tuzlu damlalar kendilerini hissettirdi. Öne doğru kaymayı ve araçtan inmeyi denedim açık havaya ve oksijene aç ciğerlerimin emirlerine uyarak. Deva ne yapmak istediğimi anlamış gibi beni hızla araçtan indirdi. Ancak ayakta durabilecek güç henüz dizlerimde varlığını sürdürmüyordu. Deva bunu da fark etmiş gibi sırtımı araca yasladı ve destek olmak için ellerini belimin iki yanına koyarak sıkıca tutmaya başladı beni. Başımı kaldırıp gözlerimi kapattım ve derin nefesler çekmeye başladım. Ciğerlerim, aylardır nefese açlarmış gibi yudum yudum içtiler oksijeni. Birkaç saniye sonra kendime gelebildiğimde başımı hafifçe indirdim ve göz kapaklarımı kaldırdım. Harelerim Deva'nınkilerle çarpıştıklarında gözlerinde kol gezen panik ve endişeye aldırmadan kısık bir sesle teşekkür ettim. Tek sorduğu iyi olup olmadığımdı. Başımı hafifçe salladım fakat iyi falan değildim. Beni ele veren ise gözlerimden akan tuzlu su damlaları oldu. Verdiğim sıkıntılı ve sık nefesler kısa süre içinde hıçkırıklara dönüştü. Panik hâlinin ardından bu kez korkunun ve stresin önünde diz çökmüştüm. Bu kez korku ve stresin kolları arasındaydım. Fakat Deva'nın beni, onların kollarından kendi kollarına çekmesi uzun sürmedi. Göğsünün hemen üzerine dayadığım burnumu çekerek ağlarken ıslak toprak kokusu doldu ciğerlerime. Oksijene petrikor karışıyordu. O an, çocukluğumdan beri birine sarılıp ağlamadığımın farkına vardım. Bu farkındalık göğsüme bir balyoz darbesi vurdu. Deva'ya yeniden teşekkür etmem gereken bir noktadaydım. Hiçbir şey söylemeden yalnızca hıçkırıklarımı dinliyor ve sırtımı sıvazlıyordu. ''Ağlama, üzülme, üzme kendini, sakin ol'' demiyordu. Sakin olamadığım bir andaydık ve bunu ustalıkla algılayabilmişti. Yersiz ve anlamsız kelimeler kullanmak yerine bana neyin iyi geldiğini analiz edebilmiş ve zehrimi akıtmam için zaman tanımıştı. Kendimi toparladığımda geri çekildim ve yüzünü yüzüme hizalayıp ''İyi misin?'' diye sordu yalnızca. ''İyiyim'' dediğimde sesim onunkinin aksine gür çıktı. ''İyiyim teşekkürler'' dedim ve yeniden koltuğa oturmak için arkamı döneceğim sırada nazikçe dirseğimden kavradı. Merakla ona döndüğümde çatılmış kaşlarının altından bakan gözlerine sert bir ifade yerleşmişti. ''Devam edeceğimizi düşünmüyorsun umarım'' dediğinde bıkkınlıkla başımı çevirdim. ''Tabii ki öyle düşünüyorum Deva!'' dediğimde diğer kolumu da kavradı. ''Devam etmeyeceğiz Pera!'' dedi kararlılıkla. Sesi otoriteye kırmızı bir halı sermişti ve tahtına kurulması için bekliyordu. Oysa benim sesimdeki otoriter ton çoktan o tahta kurulup tacı başına geçirmişti bile. ''Devam edeceğiz Deva! Sakız gibi uzadıkça uzuyor! Yeter!'' dedim dişlerimin arasından. Kararlı fakat çekingen bir ifadeyle gözlerime baktı toprak gözleri. Ses tonumu düşürüp dudaklarımı araladım ve yakarır gibi bir sesle ''En azından biraz daha'' dedim. Başını geriye atarak gözlerini sıkıca yumdu ve derin bir nefes aldı. Düşünür gibi alt dudağını dişledi ve başını varla yok arası sallayarak beni koltuğa yönlendirip oturmama yardımcı oldu. Yeniden şoför koltuğuna yerleştiğinde dikkatle profilimi inceliyordu. ''Tamam, adresimi ve adımı, daha doğrusu adlarımı, sana Şah söyledi. Bu tamam. Hayatını mahveden insan olduğunu da bu yüzden düşünüyorsun; öyle söylemiş. Bu da tamam.'' dedim ve düşünmeye başladım. Başımı gayriihtiyari ona çevirdiğimde çatık kaşlarla beni incelediğini fark ettim. Birkaç saniye hiçbir şey söylemeden baktı yalnızca. Akabinde başını, mağlubiyetin can sıkıcılığı yayılmış bir şekilde iki yana salladı ve bakışlarını direksiyona çevirdi. ''Evet'' dedi sıkıntılı bir nefes vererek. ''Başka?'' Şırınga aklıma düştüğü an telefonu çaldı. Ağzının içine bir küfür yuvarlayarak telefonu eline alırken ekranda 'Dedo' yazdığını gördüm. Çatık kaşlarımı fark ettiğinde ''Doğu'' dedi ve çağrıyı reddetti. ''O gün 'Doğu' yazıyordu'' dedim merakla. ''İnatçı şerefsiz! Ben 'Dedo' yapıyorum, o gidiyor 'Doğu' yapıyor ısrarla!'' dedi hayıflanarak. ''Dedo ne demek?'' diye sorduğumda beni, ''Doğu Eray Doğukol'' diyerek yanıtladı. ''Kısaltması. Yurtta çocukluğumuzdan beri öyle derdik, ilkokulda, lisede, hatta üniversitede...'' ''Sevmiyor galiba; değiştirdiğine göre.'' dediğimde güldü. ''Bence müthiş bir mahlas, neden sevmiyor anlamıyorum ama sevmiyor.'' dedi. Telefon yeniden çaldığında bu kez küfrü ağzının içine yuvarlama gereği duymadı fakat yine de mırıldanmıştı. ''Aç lütfen. Önemli demek ki.'' dedim ikaz ederek. Sarkastik bir bakış attı ve çağrıyı yeniden sonlandırdı. ''Sor lütfen. Asıl bu önemli. Sormak istiyorsun çünkü. İçin içini yiyor şu an.'' dedi kafasını koltuğun başlık kısmına dayayarak. Derin bir nefes alıp ''Şırınga var aslında aklımda.'' dedim. Kaşları çatıldı. ''Şırıngayı benim sana sormam gerekmiyor mu?'' diye sordu. ''Mesela içinde ne vardı? Malum saatlerce baygın kaldım. Ayıldığımda da kendime uzun süre gelemedim.'' ''Morfin'' dedim kısaca. Kaşları yeniden çatıldı. ''Yüksekti biraz dozu, o yüzden uzun süre baygın kaldın. Benim için bir savunma aleti o. Hep yanımda taşırım yıllardır. Bu yüzden de AVM gibi yerlere pek gitmem.'' dedim. Merakla yeni bir soru yöneltti. Tüm dikkati üzerimdeydi. ''Bu tip şeylerden anlar mısın?'' ''Uçurucu ve uyarıcı şeylerden yalnızca.'' dediğimde kaşları daha da çatıldı. ''Kullanıyor musun?'' Sesi kulaklarıma zar zor değdi. ''Hayır ama bilgi sahibiyim biraz. Eski sevgilim bağımlıydı. Morfini de ondan biliyorum, birkaç kez almıştı ve bir keresinde tıpkı senin gibi onu da ölü sanmıştım. Tıp öğrencisiydi. Neyi ne kadar alması gerektiğini biliyordu." ''Bu yüzden mi ayrıldınız? Madem kullanmıyorsun...'' dediğinde, onu ifadesiz bir sesle, ''Hayır, ayrılmadık. Altın vuruş...'' diyerek yanıtladım. Kaşları şaşkınlıkla kalkabildiği kadar kalktı. Gözleri birkaç saniye araç içinde gezdi. ''Mekanı cennet olsun'' dediğinde ''Amin'' diyerek yanıtladım onu. ''Ne soracaktın şırıngayla ilgili?'' diye sordu. Sesinde açıkça görebildiğim, tutabileceğim kadar somut bir merak vardı. Şırıngayla ilgili ona ne sorabileceğimi düşünüyor ve bir cevap bulamıyordu. ''Neden karşı koymadın?'' Zorlukla yutkundum. Âdem elması benim genzimi taklit etti. ''Nasıl yani?'' diye sordu bedenini bana çevirerek. ''Bir kadına asla elim kalkmaz benim Pera!'' Bozulduğunu belli eden tınıyı açıkça duyuyordum. ''Yok öyle değil. Yani demek istediğim; seni öldürmeye çalıştığımı düşündün. Neden karşı koymadın?'' dediğimde yüzünün kumral rengi yavaş yavaş beyaza adımladı. Toprak gözlerine perdeler çekildi ve üzerlerinde tek bir harf bile göremedim. Avuç içlerinde kan lekeleri olan bir adam beni gayet tabii durdurabilirdi. Nefsi müdafaa yapabilirdi. Uzun bir süre çığlık çığlığa sustu. Bir çok ifadenin peş peşe geçtiği hareleri harelerime mıhlanmıştı. "Karşı koydum zaten." dedi, gizlemeye çalıştığı bir öfkeyle. "Karşı koydum ama yetmedi. O gün o enjektörü boynuma yememek için tek yapmam gereken şey sana şiddet uygulamak olurdu. Bunu yapmadım ve beni nakavt ettin." Duraksadı. "Karşı koydum, yetmedi." Ses tonu sertti. Neyi ima ettiğimi anlamıştı. Bu ima, onu öfkelendirmişti ancak yine de ses tonuyla mücadele veriyordu. Ben ise bu söyledikleriyle yeniden hatırlayamadığım o geceye gitmiştim. Deva'nın irislerindeki öfkeyi açıkça görebiliyordum. Aşkım'ın sözleri geldi aklıma. Burada bir tezatlık vardı. "Yine de istemeseydin kendini savunurdun gibime geliyor. Kendini savunurdun ve sana bunu yapamazdım." dedim kısık bir sesle. Gözlerindeki öfke katlandı ancak bir şey söylemedi. Susuyor ve öylece birbirimize bakıyorduk. Sessizliğimizin ortasına bir bomba gibi düşen zil sesi oldu. Zil sesini umursamadığı birkaç çalıştan sonra aniden telefonu eline aldı ve çağrıyı yanıtladı. ''Ne var?!'' ''Neredesin amına koyayım sen?! Saat on oldu!'' Sol elini hırsla alnına çarptı. Yaptığı bir programı yahut verdiği bir sözü unutmuş olduğu açıktı. ''Niye açmıyorsun telefonlarımı?!'' İkinci küfrü işittiğimiz an sert bakışlarını yan bir şekilde gözlerime değdirdi ve ahizenin sesini kıstı. ''Müsait değildim.'' dedi dişlerinin arasından. Doğu'ya karşı mahcup olmasına rağmen hırsla ve gizlemediği öfkesiyle çıkarıyordu sesini. ''Sikeceğim müsaitliğini şimdi!'' Ahizenin sesini kısması işe yaramamıştı. ''Ya ne diyorsun ya?! Ne küfür edip duruyorsun sabah sabah? Gelemem bugün ben!'' dedi bağırarak. Boşta kalan sağ elini de havada öfkeyle savurdu bağırırken. Koluna dokundum, dikkatini bana verdiğinde dudaklarımı oynatarak ''Git. Sonra devam ederiz.'' dedim. Doğu'nun küfürleri kulağımıza vururken başını iki yana kararlılıkla salladı. ''Git Deva!'' Bu kez sesim çıkmıştı. Doğu cevap verirken birkaç saniye yüzüme sert bakışlar atıp yeniden önüne döndü. ''Tamam geliyorum. Bir saat gecikeceğim'' dediğinde Doğu'nun yeniden bağırdığını işittim fakat ne söylediğini anlayamadım. Akabinde ''Hem suçlusun hem üste çıkıyorsun! Sen neye sinirlisin lan bu kadar?'' dediğini duyabildim. ''Sana ne lan! Sinirliysem sinirliyim! Alttan alsan ölür müsün ya?!'' Bu kez ses tonu bağırmanın da üzerine tırmanmıştı. Gür sesi araç içinde oldukça yüksek perdeden yayıldı. Cevap beklemeden telefonu suratına kapattı ve hırsla kahvelerin arkasındaki bölmeye fırlattı. Birkaç saniye sessizlik oldu fakat o sessizliği Deva'nın öfkeyle soluması deliyordu. ''Bana sinirlisin bu kadar.'' dedim sakin bir sesle. Burnundan soluyarak gözlerini sıkıca kapattı. Direksiyona dönük bir pozisyonda oturuyordu, ben ise ona doğru dönmüştüm ve gergin hatlarını netlikle görebildiğim profiline bakıyordum. Bakışlarını bana çevirdiğinde, harelerine konuşlanmış öfkeyle karşı karşıya kaldım. Bir anda bedenini bana doğru çevirdi. ''Nasıl bir savunma mesela Pera? Hı? Nasıl bir karşı koyma? Bahsetsene biraz.'' Zorlukla yutkundum ve hangi kelimeleri kullanacağımı düşünmeye başladım. Bıçak sırtındaydık ve kullanacağım kelimelerin doğruluğu çok önemliydi. Ancak kısa süre içinde yalnızca kendimi kandırdığımı fark ettim. Yaptığım ima netti. Söylemeye çalıştığım ve sormaya çalıştığım netti. Kullanacağım kelimelerin bir önemi kalmamıştı. ''Beni neden öldürmedin?'' diye sormuştum üstü kapalı bir şekilde. Deva ise ne bunu anlamayacak kadar aptaldı, ne de bir an olsun kıvırmayı denediğim an salağa yattığımı anlamayacak kadar. Harelerindeki öfke gözlerimden geçip kalbimde bir yerlere dokunuyordu. Öyle bir bakıyordu ki; dilime kilit vurmuştu bakışları. Ancak dilimi kilide hapseden toprak gözlerindeki öfke değil, öfkenin arkasına saklanmış hayal kırıklığıydı. Sessizliğimden aldığı büyük cevapla dudaklarını araladı. ''Seni neden öldürmediğimi soruyorsun.'' Neredeyse fısıldamıştı. Toprak harelerinin içinde, hayal kırıklığının öfkeye karşı başlattığı kanlı savaşı izlemeye koyuldum. Hayal kırıklığı üstün geldiğinde kaşlarının ortası kalktı. Yüzüme doğru eğildi. ''Çünkü ben bir katilim. Değil mi?'' Bir süre sessiz kaldık. Düşünmeyi unutmuştum. Hareleri beni transa çekiyordu fakat transa girmemeliydim. "Sana ben yapmadım desem inanır mısın?" diye sordu. Sesi kadife gibi yumuşacıktı. Cevap veremedim. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Tek bildiğim bunun aksini iddia etmesini bekliyor oluşumdu. Deva'nın ne yaptığı, ne yapmadığı umurumda değildi. Küçük Pelin yıllar sonra birine güvenmemi istemişti ve ben onun haksız çıkmasını istemiyordum. Sorusuna yanıt bekliyordu. ''Evet, inanırım" demek istiyordum, ancak yeni tanıştığım bir insana güvenmek için bu denli çırpınmanın acınası kollarında olduğum düşüncesi göğsümü tırmalıyordu. "Hayır, inanmam" demek istemiyordum. Çünkü diyemezdim. Yüzüme karmakarışık mimiklerin peyda olduğunun farkındaydım. Ama bunun önüne asla geçemiyordum. Cevap alamadığında histerik bir gülüş koptu dudaklarından. Yüzü yüzüme daha da yaklaştı. Toprak gözlerine bakarken toprak kokusu burnuma doldu. Harelerindeki hayal kırıklığı kana bulandı, yavaş yavaş yere yığılmaya başladı. Hayal kırıklığına mızrak saplayan öfke ise hiddetle ayaklandı ve kaşları yeniden düz bir hâl alırken histerik bir gülüş daha kopardı Deva. "Evet Pera!" dedi dişlerinin arasından. Genzimden gelen ıslak sesi işittik. "Ben yaptım!" dedi öfkeyle. Nabzım hızlanmaya başladı ve küçük Pelin olduğu yerde mahcubiyetle daha da küçüldü. "Aşkım'ın anlattıklarını tahmin edebiliyorum, hepsi doğru!" Sesi git gide daha gür bir hâl aldı. Zamanı geri sarmak ve şırıngayı hiç sormamış olmak istedim. "Ben katilim" dedi kaşlarını kaldırarak. Yüzünde alaylı bir ifade vardı ama göz bebekleri kendilerinden oldukça eminlerdi. Yine de orada gördüğüm başka şeyler de vardı. Fakat ne olduklarını seçemiyordum. "Benden uzak durmalısın. Durabilecek misin?" Kalp atışlarımı duyduğundan emindim. Petrikor burnuma doldu. Ondan uzak durmalıydım. Şah aklıma düştü. Duramazdım.
♛♚
Yorum satırı 💙
Twitter: esaturk07 |
0% |