Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8 - ALTIN VE KAN VALSİ

@esaturk

Hol geldiniz 💙
Satır arası yorumlarınızdan ve oylarınızdan mahrum etmeyinizzz 💙

 

Beyoncé - Halo

"Ben katilim" dedi kaşlarını kaldırarak. Yüzünde alaylı bir ifade vardı ama göz bebekleri kendilerinden oldukça eminlerdi.

Yine de orada gördüğüm başka şeyler de vardı. Fakat ne olduklarını seçemiyordum.

"Benden uzak durmalısın. Durabilecek misin?"

Kalp atışlarımı duyduğundan emindim. Petrikor burnuma doldu. Ondan uzak durmalıydım. Şah aklıma düştü. Duramazdım.

♛♚

İnsan bazen çölde yana yakıla su arar, olmadığını bildiği hâlde. Asfalt yolda bitmiş papatya bulmayı bekler, bulamayacağını bilmesine rağmen. İnsan bazen, kapkara bir kalbi, fırçalarla beyaza boyamak ister, bunun yolunun bu olmadığını bile bile. Fakat çaresizlik bedene pençelerini öyle bir geçirir ki, kurtulmak için her hareket ettiğinde canı daha çok yanar insanın. Bir insan çaresiz kaldığında, olmayacak ümitlere tutunur. Gerçekliği yitirir belki, dört harfli bir kelimenin arkasından gider. Kimi bu kelimeye umut, der, kimi ümit.

Kocaman bir adamı küçük bir çocuğa çevirebilir bu dört harfli kelimelerin yüreğe serpiştirdiği bir tohum. İnsan ister ki; o tohum yeşersin, filizlensin, büyüsün ve meyvelerini toplayayım. Çaresizlik, zihnini öyle bir hükmü altına alır ki; kurak ve çatlak topraklarda meyve beklemeye koyulabilir insan.

Biliyordum; ifadesiz bakan toprak harelerden geçen anlam sabitti, açıktı. Fakat içimdeki küçük Pelin, o kadar sarıldı ki o dört harfe, ifadesiz bakan gözlerde mânâ aramaya koyuldum. Gözlerime dikilmiş iki adet toprağı eşeledim, eşeledim, eşeledim; tohum yerleştirebilecek bir alan aradım. Çaresiz bir çabaydı bu, fakat ben de çaresizdim zaten. Acınası bir hevesle, bir anlam aradım durdum o ifadesizlik ifadesinde. Fakat aradığım şey gözlerimin önüne açıkça serilmişti zaten.

''Pera'' diye fısıldadığında, açıkça önüme serilen cevabın somutluğu ve küçük Pelin'in arkasına sığınışım, sert bir sille vurdular yüzüme. Sesindeki sertlik kaybolmuştu. Gözlerindeki öfke, yerini, hiç anlayamadığım bir şeye devretmişti. Başını omzuna doğru eğerek baktı. Belki düşünme, dedi, belki yapma lütfen, dedi. Belki elindeki fener ile toprağı eşeleyen o meraklı küçük kızı görmüştü harelerimde ve bu arayış dinsin istedi.

Seslenişi ile kendime geldiğimde dudaklarımı ıslattım ve hafifçe arkama yaslandım göz temasını keserek. Dudaklarından dökülen kelimeleri oluşturan her bir harf, yan yana gelerek uzun ve kalın bir zincir oluşturdu. Bedenimi sardı, sardı, dikenli telleri çıktı meydana ve dokundukları her noktayı delik deşik ettiler. O kadar sıkıştım ki, kurtulmak için her hareket ettiğimde daha da çok battı teller, daha çok canım yandı, daha çok kan aktı.

Zincirin adı çaresizlikti belki de.

Gözlerim aracın içinde kaçacak delik arar gibi sağa sola değerken, hareket etmeden profilimi izlediğini fark ettim göz ucuyla. ''Duramam'' diye mırıldanıp yutkundum. Birkaç saniye, sessizlikle cevap verdiğinde, başımı ona çevirerek, "Duramam, uzak duramam." dedim ve es verip ekledim; "Şah"

Başını salladı onaylar gibi. "Şah var çünkü." dedi. "Şah olmasaydı..." Onun da es verdiğini sanmıştım fakat susmuştu. Şah olmasaydı uzak duracaktım dediği gibi, biliyordu. Haklıydı da.

"Haklısın. Bir katille, üstelik doğru düzgün tanımadığım ve bir sabah ansızın hatırlamadığım bir şekilde yanında uyandığım bir katille yakın durmamın bir mantığı yok ki! Fakat sorularım var." Son cümlemle bedenimi ona doğru çevirdim. Aynı ifadesizlikle yüzüme bakıyordu yalnızca. Başını salladı. Tek istediğim az önce söylediklerinin aksini iddia etmesi ve küçük Pelin'e olan güvenimin boşa çıkmamış olmasıydı.

Aksini iddia etmedi.

Derin bir nefes alıp konuşmayı kendi devraldı. Önüne dönüp telefonunu eline alırken bariton sesini bıraktı dudaklarından. "Haklısın. Sorularına cevap al ve ayrılalım. Bugün tüm cevapları vereceğim. Eksik bir şey kalmasın." dedi ve konuşmama fırsat vermeden Dedo yazısına tıkladı.

Sessizlik içinde telefon görüşmesini dinlemeye koyuldum. Küçük Pelin karşımda mahcubiyetle eziliyordu. Ben ise onu haklı çıkaramamanın mağlubiyeti ile...

''Gelmiyorum bugün ben.'' Selam dahi vermeden sadede geldiğinde şaşkınlıkla ona döndüm. Oysa şaşkınlığımın sebebi; selam vermemesi değil, bir anda sertleşen ses tonuydu. Çenesi geriliyor, bu gerginlikle yanaklarında boşluklar oluşuyordu. Gerilen kemikleri hatlarını daha da ortaya çıkarıyordu. Öfkesi açık seçik yansımıştı yüzüne. Doğu'ya bu şekilde davranmasına gerek yoktu, ona katil iması yapan da, bunu ona hatırlatan da bendim neticede.

''Ne demek gelmiyorum amına koyayım? Hasta mısın sen ya?!''

Birkaç kez gözlerini kırpıştırdı. Bıkkın bir nefes verirken yeniden ahizenin sesini kıstı fakat yine fayda etmeyeceğinden emindim. ''Gelmiyorum basbayağı. Önemli bir işim var!" Bıkkınlık karışmış sesi öfke merdivenlerini açıkça tırmanıyordu.

''Bu önemli değil mi amına koyayım?! Sikeceğim, kafana göre iş yapıyorsun ya!'' Doğu'nun sesi, işlerinin çok önemli olduğunu hatırlatmak istercesine gür çıkıyordu.

Deva ise Doğu'nun bağırarak küfürler karıştırdığı cümlelerine git gide sinirleniyordu. Yüzü kızarmaya başlamıştı. Yeniden koluna dokundum hafifçe dikkatini çekmek için. Önceki telefon görüşmesinde yaptığım gibi, bir işi varsa gitmesi gerektiğini dile getirecektim fakat koluna dokunduğum an hızla geri çekti ve istifini bir an olsun bozmadı. O sırada Doğu ise bağırmaya ve küfretmeye devam ediyordu.

"Yapacağın işi sikeyim! Geliyorsun Deva! Öyle bi' dünya yok!"

Sıkıntılı ve derin bir nefes verirken, sol dirseğini kapının kol dayamasına yasladı ve sertçe yüzünü sıvazladı. Akabinde elini yüzünden öfkeyle çekti ve derin bir nefes aldı. ''Doğu! Uzatma! İşim var diyorum! Bir kere de uzatma ya! Sınavım mısın oğlum sen benim?!'' Çektiği derin nefesi, ciğerlerine bıkkınlıktan doldurduğunu sanmıştım, oysa tüm gücüyle bağırmak için doldurduğunu, gür sesi, kulak zarımı delecek ve irkilmeme sebep olacak seviyede çıktığında anladım.

''Siktir git Deva! Ne hâlin varsa gör! Sorumsuzsun!''

''Siktir lan oradan!'' Sol elini umarsızca havada savurdu. ''Sen hayatında sorumsuz görmemişsin, aynaya bakmanı öneririm!''

Doğu'nun kahkaha sesi duyuldu ahizeden. O kadar yüksek bir kahkaha attı ki, bağırarak kurduğu tüm cümlelerin üzerine çıktı. Akabinde kahkahasını ansızın frenleyerek yeniden bağırdı. ''Siktir oradan amcık!''

Deva, sesin bana kadar gelmiş olduğunu düşünse gerek, öfkenin taştığı gözleriyle yan bir bakış attı bana emin olmak ister gibi. Oysa ben konuşmayı başından sonuna kadar duymuştum zaten. Kısa süren anlık bakışını bitirdiği an hızla araçtan indi.

Hızlı adımlarla birkaç metre ilerledi ve hiddetli bir şekilde konuşmaya başladı. Katlı otoparkın en üst katındaydık ve olduğumuz katın üzeri açıktı, bu sebeple sesi yankı yapmıyor ve camlar da kapalı olduğu için bana kadar ulaşamıyordu. Bağırdığını ve en amiyane tabirle çıldırdığını, beden dilinden okuyabiliyordum. Yüzünü sıvazlıyor, boşta olan sol elini hırsla kumral saçlarına geçiriyor, kendi etrafında öfkeli fakat kısa adımlar atıyordu.

Yaklaşık bir dakika kadar süren hararetli telefon görüşmesi bittiğinde hızlı adımlarla araca doğru ilerledi. Yüzü kızarmış, kaşları çatılmış ve çenesi gerilmişti. Direksiyon koltuğuna kendini attığı an sol elinin parmaklarını gözlerine sıkıca bastırdı ve birkaç kez üst üste derin nefesler çekti.

Su gibi akıp giden saniyeler dakikalara evrildiğinde, yüzündeki kızarıklık tamamıyla yok olmuş, gergin hatları ise biraz da olsa gevşemişti.

Hareketsiz bir şekilde ön cama diktiği gözlerini, dakikalar sonra oradan çekti, derin bir nefes aldı ve bana doğru dönerek kısık bir sesle özür diledi. Fakat göz temasından yoksun bir iletişimdi bu.

"Bir şeylere sinirlenip de sinirini başka şeylerden çıkaran insanlardansın sanırım." dedim sakin bir sesle. Benim yüzüm ona dönükken onun bakışları ön camdaydı. Sol dirseğini kapıya dayamış, alnını ise parmaklarına yaslamıştı. Düz sayılabilecek kaşları hâlâ çatıkken, yanaklarında oluşan çukur bir an olsun varlığını unutturmamıştı.

Birkaç saniye o şekilde durup sert bakışlarını yüzüme çevirdi. Kısaca, "Sinirliydim zaten ona." dedi ve bakışları yeniden ön camı buldu.

Kaşlarım havalandı. "Ama bu kadar değildin sanırım. Bana da sinirlenince üst üste geldi ve ona patladın. Doğru mu?" Benim yüzümdeki ve sesimdeki ifade onunkine tezat olarak gayet sakindi.

"Evet" dedi kısaca sıkıntılı bir nefes vererek.

"Doğu'ya bu kadar bağırarak haksızlık ettin o zaman." dedim.

Öfke taşan bakışları ansızın yüzümü buldu. "Neyin peşindesin Pera? Ne istiyorsun? Sana mı bağırsaydım?"

Gülümsemeye çalışarak, "Kaba olurdu" dedim.

"Kaba olurdu" başını hızla bir kez sallayarak tekrarladı beni. "Kaba olmamaya çalışıyorum ben de!"

Onu yanıtlamadığımda ikimizi de uzun süren bir sessizliğe mahkum etmiş bulundum. Sessizliğin sesi, saniyeler ilerledikçe rahatsız etmeye başladı kulaklarımı. Dakikalar geçtikçe, rahatsızlığım katlanarak arttı ve dayanılmaz bir hâl aldı. "Özür dilerim" dedim nihayetinde. Duyduğu iki kelime ile bir an afalladı fakat hemen akabinde dilediğim özrün sebebini anlamlandırmış olsa gerek, yüzümde gezdirdiği bakışlarını kısa süre içinde önüne çevirdi. Yanıtlamadı, zaten yanıtlamasını da beklemedim. Bu kez birkaç dakika sürecek sessizliğe o mahkum etmişti bizi.

Uzun süren, bana işkence gibi gelen, onun ise sakinleşmesinde büyük rol oynayan sessizliğe bariton sesini bıraktığında tüm öfkeden arınmıştı. ''Ne sormak istiyorsun?'' deyip soğumuş kahvesinden bir yudum aldı. Yüzümü profiline çevirdiğimde yüz hatları gevşemiş, kızarıklık artık yok olmuştu.

Sesime merakın tüm hiddetini yayarak, ''Şah'ın kim olduğunu düşünüyorsun?'' diye sordum beklemeden.

Ciğerlerini derin fakat sıkıntılı bir nefesle doldurdu kaşlarını kaldırırken. Kucağında gezdirdiği bakışlarını sakince yüzüme çevirdi. Yüzüne peyda olan bir tebessümle, ''Ailemi onun öldürdüğünü düşünüyorum.'' dedi. Cümlesi bittiği an, yüzüne eklediği tebessümün acı çığlıkları doldu kulağıma. Başımı salladım yalnızca, Deva ile, küçük Deva ve küçük Pelin'in kimsesizliği dışında bir ortak noktamız daha vardı.

''Oradan nasıl kurtuldun Deva? Yani nasıl gittin?'' Sesim, tanımadığı bir yabancıya merakla soru soran bir kız çocuğunun çekingenliğini taşıyordu.

''Ormandan mı?'' Havalanan kaşlarını hızla indirdi ve dudaklarını ıslattı. ''Doğu gelip aldı beni. Senin yanına geldiğimi biliyordu. Otele giderken ona canlı konum gönderdim.'' dediğinde şaşkınlıkla kaşlarım havalandı. Yüz ifademe açıklama yapar gibi, ''Seni tanımıyordum, işin içinde Şah vardı, ne olacağını bilmiyordum ve lütfen öyle bakma, iyi ki göndermişim.'' dedi gülümseyerek.

Aldığım cevap yüzümdeki şaşkınlığı yavaşça sildi. Gözlerimi araç içinde gezdirirken başımı salladım yalnızca. Harelerim yeniden onu bulduğunda devam etti.

''Üniversite zamanı anlaşmıştık; başımıza bir şey gelirse eğer birbirimize hızlı ve hazır bir mesaj gönderecektik; S.O.S mesajı. Tabii ben o gün o kadar kötüydüm ki, hareket bile edemiyordum. Nabzım oldukça yavaştı, resmen kalbimin yavaş attığını duyuyordum bedenimde. Hâliyle Doğu'ya S.O.S mesajı gönderemedim. O yüzden de gelmez diye düşünmüştüm ama geldi.'' dedi ve soğumuş kahvesinden bir yudum daha aldı.

Birkaç saniye yüzümdeki şaşkın ifadeyi inceledi, şaşkınlığın sebebini hemen analiz etti ve kaşları çatıldı aniden. ''Hiç öyle bakma Pera! Şah bu! Yıllardır aklımı deli gibi kurcalayan ve bana yardım etmiş olsa da tehlikeli olduğunu düşündüğüm biri! Tedbir almalıydık. Hele ki bana son gönderdiği notta alenen ailemin katili olduğunu dile getirmiş, en azından ben böyle yorumluyorum çünkü benim hayatım ailem öldüğünde mahvoldu. Üniversitede aldığımız bu karar sana paranoyakça geliyor olabilir ama o gün gelen not bunu resmen desteklemiş oldu. Yanlış mıyım?''

''Doğrusun'' dedim yalnızca. Dudaklarımı varla yok arası hareket ettirmiştim ve sesim de oldukça kısık çıkmıştı.

''Şah konusunda bu denli travması ve korkuları olan biri olarak, senin beni anlaman gerekir bence.'' dedi. Haklıydı. ''Haklısın'' dedim. Bu kez sesim daha gür çıktı ve kurduğu cümlenin haklılığıyla kendimi toparladım. ''Sonra?'' Soğumuş kahvemden bir yudum da ben aldım.

''Sonra...'' deyip cümleleri toparlamak için derin bir nefes aldı. ''Sonrası bu kadar işte. Doğu şehirden uzaklaşıp bir ormana gittiğimi görünce zaten yola koyulmuş ne olur ne olmaz diye. İyi ki de koyulmuş. Her zaman tedbirlidir, benim aklıma kötü bir düşünce düşmezdi mesela. Ben olsam sanırım gitmezdim.''

Önüne çevirdiği gözleri, düşünür gibi gezinerek üst üste tur bindirdi direksiyonda. Dudaklarını hafifçe öne doğru uzatmıştı. ''İyi ki gelmiş'' demek istiyordum fakat girdiği düşünce selinde yalnız bırakmak istedim onu. Hızla telefonunu eline aldı, yüzünde aydınlık bir tebessüm vardı. Kaşlarım çatık bir şekilde ne yaptığını izlerken, ekranda yeniden 'Dedo' yazısını gördüm. Başımı sağa doğru çevirerek güldüm. Deva da güldüğünde yeniden ona döndüm ve göz göze geldik. Çağrının yanıtlanmasını beklerken alt dudağını dişleyerek gülümsüyordu.

''Ne var amına koyayım, ne?!''

Bir süre sessizlik oldu. Derin bir nefes çekti Deva gülümseyerek.

''İyi ki varsın lan''

Yeniden sessizlik.

''Ne diyorsun?''

Gülümsedi Deva. ''İyi ki varsın diyorum. Harbiden iyi ki varsın.''

Bir kez daha sessizlik hakim oldu araca. Doğu'nun afallamış şaşkın ifadesi gözümün önüne geliyordu. Deva gülümseyerek Doğu'nun vereceği öfke dolu cevabı bekliyordu. Ben ise tıpkı Deva'nınki gibi sıcak bir gülümseme ile olan biteni izliyordum yalnızca.

''Ne saçmalıyorsun amına koyayım? Sinirliyim ben sana! Sen de iyi ki varsın diyeceğimi sanıyorsan yanılıyorsun!''

Duyduğum kararlı cümle ile yeniden kaşlarım kalktı. Deva ise güldü. Akabinde kahkahasını hızla kesti ve yalancı bir öfke ile kaşlarını çattı. Fakat yüz ifadesindeki öfkenin sahteliğine tezat olarak sesi epey gür çıktı.

''Doğu! İyi ki varsın! Defol git şimdi!'' Cevap beklemeden çağrıyı sonlandırdı ve ''Şerefsiz!'' diyerek telefonu aracın içinde bir yere fırlattı yavaşça.

Aralarındaki dostluğa imrenmenin verdiği mahcubiyetle alt dudağımı dişledim Deva hâlâ gülümserken. ''Çok şanslısınız.'' dediğimde toprak harelerini merakla yüzüme çevirdi. ''Çok iyi bir arkadaşlığınız var.'' dediğimde şaşkınlığın yerini gülümseme aldı.

''Öyle. Doğu mükemmel bir arkadaş gerçekten. O şanslı mı bilmiyorum ama ben gerçekten şanslıyım galiba.'' dedi.

''Bir şey itiraf edeyim mi? Arkadaşlığınızı resmen kıskanıyorum.'' dedim gülümsemeye çalışarak.

Yüzümde ne gördüğünü bilmiyordum fakat bir an gülümsemesi buruklaştı ve derin bir nefes aldı. ''Doğu'nun arkadaşlığı kıskanılası, kesinlikle katılıyorum, herkese öyle bir arkadaş lazım. Sana çok kızıyordu başlarda haklı olarak ama tanıyınca çok sevmiş seni.''

Yüzünü yüzüme hizalayarak biraz yaklaştı ve yüzündeki ifade de nefesine karışan sesi de dondurmasını düşürmüş bir çocuğu teselli eder gibiydi. ''Bakarsın sana da iyi bir dost olur.''

Kurduğu son cümlenin kelimeleri yan yana gelip yüzümdeki mahcup gülümsemeyi yerle bir ettiler. Onun buruk gülümsemesi de benimkini yalnız bırakmak istemez gibi parçalara ayrıldı aynı anda. Küçük Pelin, yerdeki dondurmaya uzanmak için hüzünle mızmızlanıyordu. Fakat dondurma bir kere düşmüştü yere. Artık onu ne oradan alabilir ne de iştahla yiyebilirdi.

''Olamaz ki'' dedim. Her ne kadar sesimin gür çıkması için mücadele etsem de bir an dudaklarımdan dökülmediğini sandım.

''Olamaz, haklısın'' dediğinde ise sesimi duymakla kalmamış, cevap vermişti. Fakat onun sesi benimkinden de az çıkmıştı, zar zor seçebilmiştim kelimeler içinde saklanan harfleri.

Ayak bileklerim, sesinin süslediği mağlubiyet prangalarına hapsolmuşlardı. Pelin'e kızdım; bir yabancıya güvenebileceğim konusunda beni ikna ettiği için. Kendime kızdım; Pelin'in ricasını yerine getiremediğim için.

''Sormak istediğin bir soru yok mu?'' derken sesi biraz hırıltılı çıktı. Ve cümlesinin henüz başında boğazını temizleme ihtiyacı duydu.

Anlattıklarını tek tek süzgeçten geçirdim. Mektupları, hakkımda bildiklerini, şırıngayı, otelde olanları tek tek düşündüm. O ise, sabırla, acelesi olmayan anların gözümün önünden geçip gitmesini bekledi.

''Bir kaç sorum var sanırım.'' dedim büyük ve açık kahverengi harelerimi ona doğru çevirerek. Başını soru sorar gibi iki yana salladı. ''O gün bedeninde morluklar vardı, onları merak ediyorum. Onun dışında, en ihtiyacın olan zamanlarda hep sana yardımcı olmuş ya hani, nasıl haberi olmuş, bunu da gerçekten ayrıca merak ediyorum. Biliyorum, cevabını sen de bilmiyorsun, merak ediyorum yalnızca.'' Son cümlemle omuzlarımı silktim.

Soğumuş kahvesinden bir yudum daha aldı ve dudaklarını ıslattı, ''O zaman sonuncuyu soru olarak almıyorum sanırım?'' dedi soru sorar gibi. Onu başımla onayladım. ''Morlukları mı merak ediyorsun yani yalnızca, başka sorun yok mu?'' diye sorduğunda yüzündeki merak ve şaşkınlık gün gibi ortadaydı. Yeniden başımla onayladım.

Uzun bir süre yalnızca yüzüme baktı. Hareleri, yüzümün bir çok noktasında merakla geziyor, duraksadıkları her yerde mimiklerimi eşeliyorlardı. İfadesizliğimde bir ifade aramak ahmakçaydı belki, fakat yine de bu eylemini sürdürdü.

''Ne? Ne oldu?'' diye sordum merakla bedenimi ona doğru daha da çevirerek. Madde kullanmadığını biliyordum, belki biriyle kavga etmiş olabilirdi yüzünde hiç yara olmamasına rağmen. Yahut belki merdivenden falan düşmüştü. Fakat bunu söylemek bu kadar da zor olmasa gerekti.

Histerik bir gülüş bıraktı burnundan. Bakışları kucağına düştü ve gülümsemesi daha da arttı. ''Bunu söylemek istemiyorum, utanıyorum aslında ama...'' Bakışları yeniden beni buldu ve bir kaç tur bindirdiler gözlerimde. Yüzündeki ifade hâlâ aynıydı ve dilinin ucuna gelen kelimeleri ittiremiyor gibiydi.

''Ama?'' O sorumu yanıtlamadıkça, cümlesini bitirmedikçe benim merakım katlandı. Benim merakım şiddetlendikçe onun gülümsemesi büyüdü fakat gülümsemesine utanç peyda olmuş gibi birbirine bastırdı dudaklarını.

Gülümsemesi boğuk ve alaylı bir gülüşe döndü. Benim gözlerim yüzünü izlerken o bakışlarını yeniden kucağına çevirdi. ''Biraz patakladın diyelim beni.'' Gözlerini kısarak yan bir bakış attı bunu söylerken.

Kaşlarım daha da kalkarken gözlerim büyüdü. ''Nasıl yani? Ne demek patakladım?''

Gözleri aracın tavanında gezdi. ''Yani aslında, patakladın demek doğru değil. Odadaki objeleri fırlattın bana, buna içki şişesi de dahil.'' Kısılmış gözleri yeniden gözlerimi bulduğunda sesi utançtan uzak çıkıyordu.

Yüzüme hızla ve daha fazla yayılan şaşkınlığa şaşırarak karşılık verdi. ''Sabah uyandığında görmedin mi?'' Yüzündeki şaşkınlık ifadesi dağılıp yerine anlamlandıramadığım başka bir ifade kondu. Benim şaşkınlığım ise yerli yerindeydi. Birkaç saniye gözlerim dört döndü aracın içinde. Odayı gözümün önüne getirmeyi denedim fakat tek hatırladığım, yerde boylu boyunca uzanan Deva idi. ''Gerçekten mi?'' Sorduğu soruyla bakışlarımı ona çevirdiğimde, yüzündeki anlamlandıramadığım ifade daha da karışmıştı. Kaşları çatılmış, gözleri kısılmış ve dudakları aralanmıştı.

Başımı iki yana salladım. ''Sadece seni hatırlıyorum. Korkmuştum, panik olmuştum. Hatta morluklarını bile çok sonra fark ettim. Odaya bakındım aslında, şırıngayı görünce lastik aradım ama...'' Biraz duraksayıp yeniden süzgecimden geçirdim odanın hatırımdaki görüntüsünü. ''Şişe falan hatırlamıyorum. Ya da dağılmış objeler...''

Yüz ifademin iyice karıştığını hissediyordum. O soğukkanlılık anında, dağılmış odayı, en azından saçılmış bir kaç objeyi fark etmiş olmamam imkansızdı. Üstelik odadan çıkmadan önce, saç teli, parmak izi gibi kanıtları düşünürken gözlerimle odayı taramıştım.

Soğukkanlılık ve panik insanın gözünü bu denli kör edebilir miydi ki?

''Anladım.'' dedi Deva sakince. Yüzümdeki keşmekeşten hoşlanmamış ve onu bir an önce dağıtmak istiyormuş gibi yumuşak çıkmıştı sesi.

''Sana çok fazla özür borcum var değil mi?'' diye sordum aniden.

Yarılanmış göz kapaklarının altından ifadesiz bir bakış gönderdi yüzüme. Sol elinin işaret parmağını dudağına sürttüğü için yüzünde bir ifade var mıydı, emin değildim. Sabırla vereceği cevabı bekledim. Evet, demeliydi; ona çok fazla özür borcum vardı.

Bir anda elini yüzünden çekti ve dudaklarını ıslatıp dilini damağına vurarak çıkardığı ses ile olumsuz olarak yanıtladı sorumu. Başımı omzuma doğru eğerek teessüf dolu bakışlarımı gönderdim. ''Yapma Deva, ben çocuk değilim.'' dedim.

''Biliyorum.'' dedi yalnızca.

''Aptal da değilim.'' dedim kaşlarımı kaldırarak.

''Biliyorum.'' dedi yeniden. ''Tam tersi çok akıllı bir kadınsın. Her ne kadar hâlâ bir katille aynı arabanın içinde oturuyor olsan da...'' Cümlesini yarım bıraktığında gözleri aracın içinde geziyordu.

Sertçe yutkundum, kulağıma ıslak geniz sesim çarptı fakat o duymamış olmalıydı. ''Haklısın.'' dedim sessizce.

''Sen de haklısın.'' Derin bir nefes vererek kurdu cümleyi ve devam etti; ''Sonuçta öğrenmen gerekenler vardı. Asıl aptallık, onların cevabını almadan buradan ayrılman olurdu.''

''Tüm cevapları aldım mı sence?'' diye sorduğumda bir müddet düşündü.

''Galiba evet.'' dedi fakat kendinden emin değil gibiydi. Bana doğru döndüğü an gözlerimiz buluştular ve tam ortamızda kahvenin tüm tonları havada çarpıştı. O alt dudağını içine çekerek dişleriyle baskı uyguluyordu, ben ise dudaklarımı hafifçe dışarı doğru uzatmıştım. Onun da benim gibi, düşündüğü belliydi.

''Benim soracağım bir soru kalmadı sanırım.'' dedim. Doğruydu, işlediği cinayetin detayları ve o olaydan sıyrılışı dışında merak ettiğim ve sormak istediğim bir soru kalmamıştı. Bu düşünce ile dudaklarımı hızla birbirine bastırdım mühürler gibi. Aralık bıraksaydım, kelimeler müsaademi almadan dökülecekler gibiydi. Kendimi zor tutuyordum bunu sormamak için.

Küçük Pelin'le uzun ve zorlu bir münazaraya koyulduk. O ısrarla, Deva'nın sarhoş olduğunu ve bu cinayeti bilerek, isteyerek işlemediğini iddia ediyordu. Büyük Pera ise, cinayetin cinayet olduğunu, yanlışlıkla ya da bilerek işlenmiş olmasının bir şey değiştirmediğini, aşırı alkollüyken direksiyona oturan birinin zaten en başından katilliğe soyunduğunu söyleyip duruyordu. Pelin o kadar ısrarcıydı ki, hep onun yaşında kalmış olmayı, onun masum perspektifinden bakabilmeyi ve bu gerçeğin ağırlığı altında ezilmemeyi diledim.

''Emin misin?'' diye sordu. Bariton sesi dudaklarının arkasına saklanmak istiyordu, bunu açıkça görebiliyordum. Çünkü ne düşündüğümü anladığı belliydi.

''Aklında sormam gereken bir soru varsa kendin cevaplayabilirsin Deva.'' dedim.

Acının her bir zerresini somut bir şekilde gördüğüm bir gülümseme yayıldı yüzüne. Dudaklarımı araladığım sırada, ''Sorunun cevabını almadın mı zaten?'' diye sordu başını hafifçe omzuna eğerek. Derin ve uzun bir mağlubiyet nefesi çektim.

Haklıydı, almıştım. Fakat küçük Pelin o sorunun cevabını almamıştı ve Deva bundan bihaberdi.

Deva'nın gözlerinden kaçırdığım gözlerim, banka uygulamasından bildirim gelen telefon ekranına kaydılar. Ekranda '11:28' yazılıydı. ''Aç mısın?'' diye sordum. Hem acıkmıştım hem de konuyu bir an önce değiştirmek istiyordum. Ayrıca tüm sorularıma cevap aldığıma göre Deva ile yollarımız ayrılacaktı ve ayrılmadan önce, içimde bir şeylerin hep aksine inandığı şeyleri söyleyen adamla son kez yemek yiyebilirdim.

"Açım." dedi. "Bir şeyler yiyip öyle ayrılalım.

''Tamam ama bir şey rica edeceğim, eğer imkanı varsa.'' Kaşlarını çatarak merakla yüzüme baktı. ''Doğu'nun işi var mı?'' diye sordum merakla.

''Ne bileyim var mı.'' Umursamaz fakat şaşkın bir şekilde yanıtladı.

''Ama işiniz vardı ya hani? Kızdı sana.'' dedim hızla.

''He, yok, o iş geçti artık. Başka işi var mı bilmiyorum. Neden?''

''Doğu yakınlarda mıymış acaba? O da gelse?'' Bıkkın bir nefes vererek gözlerini devirdi. Bu mimiğine ise başını savurduğu bir jest eşlik etti. ''Lütfen ya! Arasan...'' diyerek kibarca direttim. Doğu'yu çok sevmiştim, neticede beni günler sonra güldürebilen kişi Doğu idi. Günler süren stres ve paranoya hâlini üzerimden attığım ilk an, Doğu sayesinde gerçekleşmişti. Borçlu hissettiğim bir kişiyi son kez görmek istemem de bence gayet doğaldı.

Rica cümlemden sonra gözlerini kısarak yüzüme bakmaya başladı. Beni reddetmek istiyor fakat kırmak da istemiyor gibiydi.

''Sen de istiyorsun bence Deva. Birbirinize telefonda kızdınız bayağı. Doğu'yu ne kadar sevdiğini görebiliyorum.'' dedim.

Kısık gözlerle yüzüme bakmayı sürdürürken belli belirsiz bir tebessüm yayıldı çehresine. Bir müddet daha sessiz kaldıktan sonra bir anda, ''Ben hayatta onu arayıp konuşmam!'' dedi ve eli kapı koluna gitti.

İneceği sırada kolundan tutarak çekiştirdim. ''Ama iyi ki varsın, demek için aradın Deva! Ara işte!'' dedim ısrarla. İki elim de halen sağ kolunun dirsek ve omzu arasında kalan kısmı sıkıyordu, ki buraya pazu diyorduk ancak o an bunu düşünmek istemiyordum. Derdim Doğu idi.

Sıkıntılı bir nefes vererek bedenini ve bakışlarını aynı anda kapıdan bana doğru çevirdi. Bu hamleyi yaparken ise tüm kelimeleri heceleyerek ve tüm harfleri bastırarak yeniden, ''Ben onu hayatta aramam ve konuşmam!'' dedi. Cümlesi bittiğinde göz göze gelmiştik.

Son kartımı kullanarak ''Ben konuşurum, ben ararım. Ama senin telefonundan.'' dedim. Neticede Doğu ile yaklaşık iki saat sonra bir daha görüşmeyecektim, telefonunu almış olmanın mantığı yoktu.

Kurduğum cümle ile belli belirsiz gülümsedi fakat yüzündeki en belirgin ifade şaşkınlıktı. ''Neden bu kadar ısrar ediyorsun ki?'' diye sordu merakla.

Tane tane ve es vererek açıklamaya koyuldum. ''Günlerce enkaz gibiydim Deva ben. Seninle olanlardan sonra, sen bana gelmeden önce. O kâbus gibi geçen günlerden sonra beni tek güldüren şey Doğu oldu. Gerçekten minnettarım ona. Madem bir daha ikinizi de görmeyeceğim, Doğu'yu da son kez görmek isterim.'' dedim, son iki cümlemin ruhumda yarattığı ve ne olduğuna anlam veremediğim hisse aldırmadan.

Dağılmış ifadesi toparlandı. Bir süre düşündü, en sonunda söylediğime hak vermiş gibi sıkıntılı bir nefes vererek başını salladı. Telefonunu eline alarak 'Dedo' ismine tıkladı ve telefonu bana uzattı. Hoparlörü açtığımda, benim gözlerim araç içinde farklı noktalara dokunurken Deva pür dikkat beni izliyordu.

''Ne var amına koduğumun kahpesi? Ne?!''

''Höst! Gerizekalı!'' Benim gözlerim şaşkınlıkla büyürken, Deva'nın beklemeden kullandığı kelimeler bunlardı. Küfür etmesini bekliyormuş gibi, Doğu son sorusunu bitirmeden Deva cevap verdi.

Doğu cevap vermek için nefes aldığında hızlıca araya girdim çünkü yine küfretmesi muhtemeldi. ''Doğu, benim; Pera'' dedim direkt. Bir müddet sessizlik oldu. Deva gülmeye başladı. Öfkeyle Deva'ya döndüm ve kaşlarımı çatarak işaret parmağımı salladım ona doğru. Deva ise bu yaptığıma, ellerini iki yana açarak ve dudaklarını 'Ne?' diye sorar gibi oynatarak cevap verdi. Doğu'nun içinin rahatlaması ve artık konuşması için, ''Duymadım merak etme'' dediğimde, Deva bana kızan birkaç mimik gönderdi hızla. Doğu'nun biraz utanmasını ve dersini almasını istiyordu apaçık. Fakat ben çok acıkmıştım ve buna zaman ayırmak istemiyordum.

''Neredesin? Müsait misin?'' diye sordum hızla.

Deva sağ elini savurdu ve kısık bir sesle, fısıldar gibi, ''Müsaittir tabii, Allah'ın işsizi!'' dedi. Bunu söylerken başını çevirmeyi ve gözlerini devirmeyi de ihmal etmedi.

''Pera, ben'' dedi ve sustu Doğu. Sesi telaşlı geliyordu. ''Merhaba'' dedi tekrar. Deva yeni ve uzun bir gülüş bırakmamak için dudaklarını birbirine bastırırken ben Doğu'nun kızarmış yüzünü hayal ediyordum. ''Şey, müsaidim. İşim yok. Bir şey mi oldu?''

''Biz Deva ile yemek yiyeceğiz de, Beşiktaş'tayız. Sen nerelerdesin? Seni de davet edelim istedik.'' dedim nazikçe. Çoğul iyelik eki kullandığım an Deva'ya çevirdim harelerimi. Yarı kapanmış göz kapaklarının ardından ters ters bakıyordu bana. Omuz silkerek önüme döndüm.

''Aslında açım ben de, biliyor musun?'' dedi büyük bir iştahla. Bu kez ben kahkaha attım.

Deva ise fısıldayarak, ''Domuz'' dedi.

''Ama Altunizade'deyim ben. Şimdi Beşiktaş'a gelmem; ohoo çok uzun sürer! Cumartesi bir de bugün. Siz ölürsünüz açlıktan, beklemeyin beni hiç. Trafik vardır.'' dedi.

Aceleyle, ''Heh! Tamam! Altunizade'de olman iyi, yakın mısın metroya?'' diye sordum olumlu cevap beklediğimi belli eden sesimle. Onayladığında, ''Tamam süper! Metroya bin hemen. Üsküdar'dan motorla gel işte! Motor on beş dakikada gelir. Metro desen hızlı. Trafikle işin yok ki!'' dedim heyecanla.

''Olur mu ki öyle ya? Siz bekleyeceksiniz yine gelmemi ama.'' dedi buruk bir sesle.

''Ya olur olur! Sen şimdi metroya ilerle hızla. Biz çarşıya gidip, bir yere oturup, sipariş verene kadar gelirsin.''

''Tamam," dedi kararsızlıkla. Akabinde ise sesi biraz daha netti. "İlerliyorum metroya, ileride hemen."

''Kaçırma metroyla motoru! Hadi görü-'' dediğim sırada lafımı kesti hiddetle.

''O Deva'ya da söyle; gelince onunla muhatap olmayacağım! Çok kızgınım ona! Senin için geliyorum sırf!''

''Ben sanki çok meraklıyım sana! Göte bak! Muhatap olmayacakmış!'' Deva'ya ters bir bakış gönderdim. Yeniden kollarını iki yana açtı ve dudaklarını oynatarak 'Ne?' diye sordu.

Doğu'nun konuşmasına izin vermeden ve ters bakışımı da bozmadan ''Doğu neden çekiyor hâlâ bu telefon?!'' dedim. İkisinin bağrışmasını bir kez daha çekemeyecektim.

''Girdim girdim!'' dedi ve bir anda sesi yükseldi. ''Görüşürüz!''

Cevap vermeden telefonu kapattığımda aynı ters bakışlarım hâlâ Deva'nın yüzünü yalıyordu. ''Ne var Pera?'' diye sordu huysuzlanarak. Cevabımı beklemeden kapısını açtı. Ben de aynı hızla kapımı açtım ve araçtan indim.

''Ne demek ne var? Çocuğu niye tersliyorsun?'' Sesim oldukça gür çıktı ve bir an küçük bir çocuğu azarlıyormuş gibi hissettim.

Hayretle yüzüme baktı. ''Öfkeliyim çünkü ona! Ayrıca ilk önce o bana laf etti!'' dedi burnundan soluyarak. Sağ elinin işaret parmağını da bana doğru salladı iki kez.

''Kusura bakma Deva ama Doğu haklı. Senin biraz alttan alman lazım şu an.'' dediğimde yürümeye başlamıştık üstü açık otoparkta.

Yüzündeki hayret git gide büyüdü fakat benim bakışlarım zeminde olduğu için bu hayreti yalnızca göz ucuyla fark etmiştim.

''Pardon da ben neden alttan al-'' Cümlesini ağzına geri tıktım. ''Çünkü kendin kabul ettin aslında bana kızdığını ve Doğu'ya patladığını! Tamam, belki yine kızacaktın ama bu kadar değil! Gereksiz bir tepki verdin ona! Ayrıca verdiğin sözü, programını unutmuşsun ki Doğu bunda sonuna kadar haklı!'' Bir kaç adımda asansöre varmıştık bile. Ben, ortada buluşmak için hevesle iki yandan akıp giden çelik kapıya bakarken, Deva'nın hareleri profilime çarpıyordu. Ancak öfke buharlaşıp uçmuş gibiydi.

Asfalt yol altımızdan hızla akıp giderken sükûnet içinde adımlıyorduk yalnızca. Gürültülü insan selinin içinden, savrularak yürüyor ve konuşmadan yere bakıyorduk. Kulaklarım, içinde olduğumu bildiğim gürültüye tıkalıydı. Tek duyduğum iç sesim ve Pelin'di. Kendimle devamlı olarak yaptığım sohbetlerden birindeydim yine. İç sesim ve küçük Pelin'in avaz avaz haykırdığı sesi bir olup beni çapraz ateşe almışlardı. Pelin, aynı masumiyet penceresinden bakarak istenerek yapılan bir şey olmadığını bağırıyordu. İç sesim, burnuma ısrarla çarpan patrikora takılmış durumdaydı, sanki bu bir karar mercii imiş gibi. Ben ise suskunluğumun altında, avaz avaz susturmaya çalışıyordum ikisini de. Birbirlerine mühürlediğim dudaklarımın altında bir karmaşa, zihnimde ise kaos vardı.

Gözlerim Deva'yı bulduğunda onun da bir şeyler düşündüğünü görebiliyordum. O da adalet terazisinde asansörde söylediklerimi tartıyor olmalıydı. Sanki koskoca Beşiktaş'ta başka bir yere gidemeyecekmişiz gibi ve sanki oradan başka duracak bir nokta yokmuş gibi yeniden kartal heykelinin yanında durduk aynı anda. Uzun süren suskunluğumuzdan sonra göz göze geldiğimizde ikimiz de tebessüm ettik.

Ellerini siyah şişme montunun ceplerine soktu. ''Ne yemek istersin?'' diye sorup dudaklarını ıslattı.

"Fark etmez." Soluma baktığımda Tavuk Dünyası'nı gördüm. "Girelim işte şuraya'."

İçeri girip en köşedeki masaya oturduğumuzda hızla menüyü aldı eline. Deva'dan, Doğu'yu arayıp nerede olduğunu sormasını istediğimde gözlerini devirmemek için kendini zor tuttuğunu görebiliyordum. Bıkkın bir nefes vermişti onunla kavgalı olduğundan ve ayrıca yüzünü de ekşitmişti. Her ne kadar bunları belli etmek istemese de yüz hatlarına söz geçiremiyor gibiydi.

Telefonunu, yüz ifadesini bozmadan eline aldı. İki elimi yumruk yapıp birbirlerine geçirdim ve çenemi yumruğa dayayıp konuşmayı dinlemeye koyuldum. Ekranda hızla parmaklarını gezdirip telefonu kulağına götürdüğünde kaşlarını çattı, başını dikleştirdi ve ses akorlarını da gür çıkması için ayarladığından emindim.

Sert bir sesle ''Neredesin?'' diye sordu. Bir anda sertleşen bakışlarımla onun sert bakışları ortada buluştular. Başımı eğerek teessüf ettim onu fakat umursamadı. Sertliğinden hiçbir şey kaybetmemiş sesiyle ''Tamam'' deyip telefonu kapattı.

Hayret ifadesi yüzüme son sürat yayıldı ve kendimi geriye atarak arkama yaslandım şaşkınlıkla. Ellerimi de iki yana açtım. ''O nasıl konuşma Deva?'' diye sordum kınayarak.

Kaşlarını kaldırarak ''Öyle bir anda yumuşayamam, öyle bir dünya yok!'' dedi ve telefonu masaya bıraktı. Cevabımı beklemeden önündeki menüyü açtı. Umarsızlığına daha da şaşırdım.

''Yalnız zaten yumuşamıştın.'' dedim gözlerimi kısarak.

Başını menüden kaldırmadan, bakışlarını yüzüme tırmandırdı. Kaşları havalandı ve alnı kırıştı. ''Evet ama bunu onun bilmesine gerek yok, şımarmasın hemen.'' deyip yeniden gözlerini menüye dikti. Menünün sayfalarını sakince, acele etmeden çeviriyor ve gözlerini farklı noktalara değdirip biraz gezdiriyordu. Benim şaşkın bakışlarım ise parmakları ve yüzü arasında gezinip duruyordu.

''Neredeymiş?'' diye sorduğumda beklemeden, ''Motora biniyormuş. Ne söyleyeceksin?'' dedi. Gözlerim menüye dönerken Deva da kadrajına yeniden menüyü aldı. Menüyü biraz daha kurcalayıp siparişlerimizi verdik. Deva Doğu için de ne yemek istediğinden çok emin olduğu siparişi verdiğinde sessizliğe gömüldük.

Sağ dirseğimi masaya dayamış, çenemi ise yumruk yaptığım sağ elime yaslamış bir şekilde geçip giden kalabalığı izliyordum camdan. İnsanların aceleci adımlarla koşturduğunu izlemek beni her defasında daha hayrete düşürüyordu. Cumartesi günü bile nereye koşuyordu bu insanlar? Birbirini taklit eden uzun ve hızlı adımlar akıp gidiyorlardı peş peşe. Aceleci davranmayan kişiler ise yalnızca ergenlik çağındaki gençlerdi. Genellikle en az dört kişilik gezen kızlı erkekli gruplar, durup durup mekanları inceliyor, oturacak yer seçmeye çalışıyor ve genelde kararsız kalıyorlardı. Altı kişiden fazla gruplar ise sürekli ikiye bölünmüş bir hâlde yürüyor, öndeki grup sürekli duraksayıp arkadakini bekliyordu. Camın az ilerisinde, üç erkekten oluşan bir grup daha arkadan gelen üç kızı beklemek için durduklarında, erkeklerden ikisinin birbirlerine hafifçe vurarak şakalaştıklarını gördüm. Yanlarındaki diğer çocuk ve arkadan gelen kızlar da kahkaha atıyorlardı bu duruma. Onları izlerken burnumdan nefes vererek güldüm kısaca. Gençler yaklaşık on sekiz, on dokuz yaşlarında görünüyorlardı. Fakat Z kuşağının hormonal durumunu göz önüne aldığımda, gençlerin yaş ortalamasının on beş, on yedi arası olduğunu tahmin etmiştim.

Liseye giden Pelin'i hatırlattı bana o liseli gençler. Cam kenarındaki sıranın en arka köşesinde oturan, Alev adında tek bir arkadaşı olan, mahkeme kararı ile adını değiştirmek için gün sayan, içine kapanık liseli Pelin, nasıl oluyordu da, on sene sonra bile böyle hissettiriyordu? Böyle kalabalık bir grupta olmak nasıl hissettirirdi acaba? Yeri geldiğinde gülüp ağladığı, yeri geldiğinde bir daha görüşmek istemeyecek kadar kavga ettiği bir arkadaş grubu olsaydı Pelin'in, yıllar sonra Pera'nın ruh hâli nasıl olurdu? Doğu ve Deva gibi birer arkadaşı olsaydı liseli Pelin'in, bugünkü Pera nasıl bir insan olurdu?

Bu düşüncelerden kaçmak ister gibi ansızın Deva'ya döndüm. ''Doğu'yu arasana, neredeymiş soralım.''

Ona döndüğüm an yay gibi gerilmiş yüzüyle karşılaştım. Pür dikkat, büyük bir ciddiyetle beni izliyordu. Düşüncelerimi mi analiz etmeye çalışıyordu? Aklımdan hızla geçip giden anıları ve düşünceleri ve hatta soruları, tek tek ona sormuşum gibi bakıyordu. Keşmekeşin hakim olduğu yüzünü belli belirsiz salladı iki yana.

''Gelir şimdi'' dedi yalnızca.

Bize doğru hızla atılan adımları duyduğumda, gözlerimi hızla bir çift topraktan çektim. Yeniden toprağın transına girdiğimi bu şekilde fark etmiş oldum. Personel, tabakları masaya yerleştirirken Deva, ''Doğu'yu beklemeyeceğiz herhalde?'' diye sordu huysuz bir çocuk gibi. Uzunca, sesli bir şekilde güldüm başımı çevirerek. Gözlerim yeniden Deva'nın çehresini bulduğunda, başını hafifçe öne eğmiş bir şekilde, gözlerini dikmiş, öfkeli ve sabırsız bir ifadeyle bakıyordu. Sesli gülüşüm kahkahaya dönüştü. Onun yüzündeki sert ifade ise kahkahamla daha da sertleşti. Duruşunu bozmadan kaşlarını çattı. Fakat çatılmış kaşlarda öfke dışında biraz merak da seziyordum.

''Acıktığın zaman çocuk gibi oluyorsun, çocuk gibi konuşuyorsun aynı.'' dediğimde gözlerini masaya çevirdi ve bir tebessüm yayıldı yüzüne.

''Sakın bunu Doğu'nun yanında söyleme'' Gülümseyerek ikaz etti beni. Soru soran bakışlarımı, ''Doğu da hep aynı şeyi söylüyor çocukluğumuzdan beri ama ben kabul etmiyorum bunu.'' diyerek yanıtladı. Dirseklerini masaya yasladı.

''Ama kabul etmen gerek çünkü öylesin.''

''Biliyorum'' dedi ve güldü. ''Ama bunu Doğu'nun bilmesine gerek yok.''

Ben de tıpkı onun gibi dirseklerimi masaya dayadım. ''Sen Doğu'dan nefret ediyor olabilir misin acaba? Çocuğa sen benim sınavım mısın dedin ama bence sen onun sınavısın.''

Şaşırıp kızacağını ve bunu kabul etmeyeceğini bekledim fakat ''Heh! Bunu da sakın ona söyleme çünkü yıllardır bunu da sürekli dile getiriyor.'' dedi ve arkasına yaslanıp tebessüm ederek alt dudağını dişledi.

Bu kez ben güldüm. ''Ay çok ilginçsin Deva ya! Ne alıp veremediğin var çocukla? En yakın arkadaşın değil mi? İnsan biraz acır.'' dediğimde bir süre sustu.

''Değil'' dedi düz bir sesle. Yüzümdeki gülümseme henüz dağılmadan, ''Doğu benim en yakın arkadaşım değil, kimsem.'' dedi. Gülümsemem acıyla pekişti. Göz bebeklerini masaya çevirdi, âdem elması yukarı ve aşağı hareket etti. Yüzüne, görülmeye değer bir gülümseme yayıldı. Harelerini yeniden harelerime çevirdiğinde bakışlarımdaki soru soran naif ısrarı gördü ve gülümsedi.

''Bir gün, sekiz dokuz yaşlarımda falandım galiba. Hastalandım, hastaneye gittik; yurttan biri refakat ediyor. Kan alacaklardı benden. Tek girdim perdenin arkasına. Etrafımda benim gibi bir sürü çocuk var, çocuk acildeyiz.'' Anlattığı kısa hikayeyi jest ve mimikleriyle destekliyordu. ''Herkesin yanında annesi, babası var. Hepsi ağlıyor, ben tekim. Etrafıma bakınırken kan alan hemşire saçlarımı okşadı.''

Âdem elması yeniden hareket etti. Genzine takılan ıslak sesi, etrafımızdaki gürültüye rağmen duyduğuma yemin edebilirdim.

''Hemşirenin kucağına oturup onun elini tutmak istedim o an. Ama yapamadım tabii. Bir damla gözyaşım düşmedi. Canım çok yandı ama bir damla gözyaşı dökmedim. O gün çok içerledim. Çocukları resmen kıskandım.''

Histerik bir gülüş bırakırken sağ elinin parmaklarını gözlerine bastırdı. Yüzünü ve acı dolu gülüşünü perdelemek ister gibi yaptı bu jesti. Çocukları kıskandığı için kendinden utanmış gibiydi, sanki bu bir ayıpmış gibi. Elini gözlerinden çekerek yeniden yutkundu ve devam etti.

''Amacım ajitasyon değil.'' Bunu düşündürdüğünü düşünmesi canımı sıktı o an fakat sesimi çıkarmadım. Cevap vererek konuyu dağıtmak istemedim. ''Sonuçta kimsesizliğe alışkınım ve bu benim için hayatım boyunca hiç dert olmadı çünkü ben hatırlayamadığım kadar küçük bir yaşta kimsesizliğin kucağına düştüm zaten. Bundan hiç dert yanmadım. Ama ne bileyim, o gün o kadar içerledim ki yurda gidince tutamadım kendimi ağladım. Zoruma gitti işte. Sonra Doğu geldi, ne oldu, neye ağlıyorsun, falan diye sordu. Onunla konuştum biraz. Senin kimsen yoksa ben varım, dedi o gün bana.'' Gülümseyerek derin bir nefes aldı. ''O yüzden, o benim için herkes. Yani Doğu benim kimsem.''

Sıcacık bir gülümseme hızla yer edindi yüzümde. Bir şeyler söylemek istedim fakat söyleyemedim. Ne söylenirdi ki bunun üzerine? Yalnızca gülümsedim. İçten, sıcacık, kocaman bir gülümseme gönderdim gözlerine. O da bana aynı şekilde karşılık verdi.

''Heh! Geliyor şerefsiz!'' dedi heyecanla. Başımı sağ omzum üzerinden çevirip camdan baktığımda gözlerim Deva'nın hedefini buldular. Doğu koşar adımlarla yanımıza geliyordu. Yeniden kadrajıma Deva'yı aldığımda gözlerini camdan çekerek gözlerime dikti. Aynı gülümseme tekrar yayıldı yüzüne. Doğu içeri girmek üzereyken Deva'ya, onu ikaz eden bir bakış gönderdim ters davranmaması için. Belli belirsiz başını salladı gözlerini kırpıştırarak.

Doğu içeri girip yanımıza adımlarken onu karşılamak için ayağa kalktım. Deva ise istifini hiç bozmadı. Doğu ile, sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi sıkıca sarıldık. İlk etapta garip bir an gibi geldi, yaptığım garip gibi geldi. Fakat onun da aynı içtenlikle sarıldığını hissettiğim an gevşedim.

''Nasılsın Pera?'' diye sordu heyecanla. Gözleri anlık olarak Deva'nın sol omzuna değiyordu. Gülümseyerek ''İyiyim, sen nasılsın?'' diye sordum. Yalnızca başını salladı, gözleri Deva'ya daha çok değmeye başlamıştı. Güldüm, aklıma ilk tanıştığımız an geldi. O gün de otel lobisinde Deva'yla konuşuyordu fakat gözleri devamlı olarak bana değiyordu. Kahkaha atmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım ve Doğu Deva'nın tepesinde dikilirken olacakları izlemek için yavaşça yerime geçtim.

Ben oturduğumda Deva omzunun üzerinden bir bakış attı Doğu'ya. İkisi de ifadesizdi. Doğu tam hiddetle derin bir nefes aldı ki Deva ayaklandı. Doğu'nun kuracağı, öfke içerikli olması muhtemel cümleleri ona sarılarak kesti. Doğu ise Deva'nın bu hareketi ile afalladı. Kaşlarını kaldırarak şaşkınlığını gizlemedi ve şoka girmiş bir ifade ile bana baktı. Onun şaşkın bakışlarını sıcak gülümsemem karşıladı. Deva, Doğu'nun kulağına bir şey fısıldadı. Doğu'nun yüzüne hızla tatmin ifadesi yayıldı. Gözlerini masadan kaldırıp bana baktı ve göz kırptı memnuniyetle. Yüzünde şahane bir gülümseme vardı.

Ayrıldıkları an ciddileşti ve ''Yeter lan! Kadınlardan hoşlanıyorum ben! İnsanlar yanlış anlayacak! Ayrıca yemeklerimiz gelmiş, uza!'' dedi. Hızla önündeki sandalyeyi çekerken Deva ile göz göze geldik. Ben kahkaha atıyordum o ise ellerini iki yana açmış bir şekilde havada savuruyordu. Yüzünde 'Böyle gelmiş, böyle gider' der gibi bir ifade vardı ve başını sallıyordu.

Deva, otururken, ''Bekle lan! Sabahtan beri seni bekliyoruz hayvan!'' diye bağırdığında gözlerim refleks olarak Doğu'nun tabağına kaydı. Çoktan başlamıştı yemeye.

''Seninle muhatap olmuyorum ben, sus! Pera bekle derse beklerim.'' dedi ve yeniden bana göz kırptı. Deva da ben de gülümseyerek başımızı iki yana salladık ve sessizce çatallarımızı elimize aldık. Sükûnet içinde yiyeceğimizi bildiğim yemeklerimize odaklandık.

Yaklaşık yirmi dakikanın sonunda, tabağımda biraz salata ve bir iki parça tavuk bırakmıştım. Çatalımı, geniş tabağa bırakıp arkama yaslandım. İkisi de yemeklerini bitirmiş, sessizlik içinde oturuyorlardı. Gözlerim ikisi üzerinde de gezdi. Doğu, gözlerini masaya dikmiş, bir şeyler düşünüyordu. Deva ise camdan dışarı bakıyordu.

''Ben şimdi sizi barıştırdım mı yani?'' diye sorarak sessizliği dağıttım. Kollarımı göğsümde bağladım ve memnun bir gülümseme takındım. Kısa bir an, ters ters birbirlerine baktılar. Gülerek, ''İyi, giderayak bir işe yaradım.'' dediğimde Doğu şaşkınlıkla bana döndü.

''Giderayak derken? Kahve içmeyecek miyiz?'' diye sordu merakla.

''Yok, öyle giderayak değil.'' deyip es verdim. ''Ama evet, kahveye de kalamayacağım.''

Doğu'nun kaşları merakla çatıldı. ''Söylediklerinden tek kelime anlamadım.'' dedi yüz ifadesini koruyarak. Bakışlarım Deva'ya döndüğünde onunkiler de beni buldu.

Doğu'ya bakıp, başımla Deva'yı işaret ettim ve ''Deva anlatır sana.'' dedim. Kadrajıma masayı alarak derin bir nefes çektim. Deva'nın hareleri yüzüme çarpıyordu. Doğu ise merakla Deva'nın profiline bakıyordu.

''Ben artık kalkayım. Gitmem gerek.'' dedim ve hızlıca ayaklandım. Deva ve Doğu da benimle birlikte ayaklandılar. ''Bu sefer bende sıra'' diyen Doğu ile hesap ödeme münakaşasına giremeyecek kadar yorgun hissediyordum kendimi. Doğu ağır adımlarla kasaya ilerlerken Deva ile montlarımızı giymeye koyulduk.

Montumu üzerime geçirdikten sonra çantamı da boynumdan geçirdim ve adımlarımı hızla dış kapıya yönelttim. ''Hemen gitme.'' Duyduğum sesleniş adımlarımı durdurdu. Yavaşça arkamı döndüğümde Deva'nın ağır adımlarla yanıma ilerlediğini gördüm. ''Vedalaşmadan mı gideceksin?'' Sesinde saklamadığı bir merak vardı.

''Yoo sigara içeceğim.'' dediğimde dudaklarını mahcup bir şekilde birbirine bastırdı ve elini kapıya doğru kaldırarak beni dışarıya buyur etti.

Deva ile birer sigara yaktık. Sigaralarımız bitmek üzereyken Doğu geldi yanımıza. Bir sigara da o yaktı. Sessizce geçen dakikalardan sonra sigarasını söndürdü. "Hadi gidelim" dedi. Adımlarımız balık pazarına dönerken, Doğu'nun ''Ben motora geçiyorum.'' dediğini işittik ve aynı anda ona döndük.

Onu yanıtlayan Deva oldu. ''Ne motoru ya? Niye gelmiyorsun benimle?''

''Benim aracım Altunizade'de. Çok trafiğe kalırız. Ben motor-metro yaparım.'' dediğinde Deva biraz daha ısrarcı olsa da Doğu kabul etmedi.

''O zaman vedalaşalım.'' deyip iki adımla yanına vardım. Sarılırken, ''Tanıştığıma çok memnun oldum Doğu. Kendine iyi bak.'' dedim ve kendimi geri çekip yüzlerimizin hizalanmasını sağladım.

Sarkastik bir ifade ile ''Neden vedalaşıyor gibi konuşuyorsun?'' diye sordu.

''Çünkü vedalaşıyoruz.'' dedim.

Kaşları çatıldı ve mavi gözlerini Deva'ya çevirdi. Ben de sol omzumun üzerinden ona baktığımda toprak harelerinin ifadesiz bir şekilde üzerimde olduğunu gördüm. ''Ne alaka ya?''

Doğu'nun sorusuna ''Deva sana anlatır.'' diyerek cevap verdim.

Yüzü karışmıştı, soru soran gözleri ikimiz üzerinde de geziyordu fakat arkadaşının bir katil olduğunu söyleyerek bunu ona hatırlatmak da bu açıklamayı yapmak da bana düşmezdi. ''İyi tamam öyle olsun.'' diyerek yeniden sarıldı bana. ''Ben de çok memnun oldum. Kendine dikkat et.'' dedi.

Bedenlerimizi uzaklaştırdığımızda beklemeden arkamı döndüm. Onun çatılmış kaşları altından bakan mavi gözleri ise sorgular bakışlar atarak Deva'da geziniyordu. ''Haberleşiriz'' deyip adımlarıma eşlik etmeye başladı Deva. Yeniden balık pazarına doğru adımlamaya başladık beraber. Aklıma grupça gezen lise öğrencileri geldiğinde burnumdan nefes vererek güldüm. Başımı zemin döşemesinden kaldırdığımda Deva'nın dik bir şekilde tam karşıya baktığını gördüm. Tıpkı geldiğimiz gibi döndük geriye; aynı yoldan, konuşmadan, kafamızın içinde gezen düşüncelerde boğularak. Ben inatçı Pelin'in haykırışlarını dinliyordum yine.

Balık pazarından sonra girdiğimiz ara sokaklardan birinde adımlarımı durdurdum. O da bana eşlik ederek durdu ve bedenini bana doğru çevirdi. ''Burada ayrılıyoruz sanırım.'' dedi yumuşak bir sesle.

''Evet'' diye yanıtladım söylediğini. Birkaç saniye sustuk yalnızca. İkimiz de anlamsız bir şekilde yere bakıyorduk.

Küçük Pelin çığlık çığlığa bağırıyordu. Bir anda başımı kaldırıp gözlerini yakaladım. ''Sormadan edemem'' dediğimde burnundan nefes verdi fakat güldü mü, öfkelendi mi anlayamadım. Başını sol omzuna eğdi ve gözlerini kıstı. Soru sormamam için yakarır gibi bakıyordu, umursamadım. ''Sen mi yaptın gerçekten?''

Gözbebeklerim toprak harelerine mıhlanmışlardı. Dudaklarını ıslattı, başını önüne eğdi gözlerini kaçırmak için. Dilini yanaklarının içinde gezdirdi bir süre. Sabırla bekledim konuşmasını. Başını kaldırırken ''Bunu söyledim zaten sana Pera. Ben yaptım, evet'' dedi. Ancak sesindeki o kendinden eminlik yoktu şimdi. Belki de ben bunu Pelin'in çocuksu ısrarlarına yoruyordum.

Gözleri gözlerime tırmanmıştı. Gözbebeklerim iki gözü arasında defalarca kez tur bindirdiler hızla. Baktım, uzunca baktım. Eline fener almış, bir çift gözü eşeleyen bu defa Pelin değil, bendim. Telaşla, panikle aramaya koyuldum. Uzun bir mücadele, uzun bir uğraş verdim. Fakat artık kararmış harelerde toprağı bir türlü göremedim. Eşeledim fakat eşelediğim toprak değildi, toprak yoktu çünkü. Acı kahve, kurşuni renk ve kara renk arasındaki renk skalasından bir çok ton çalmıştı kendine. Acı kahve yerini ruhsuzluğa, karaya, karanlığa, dumana bırakmıştı. Küçük Pelin sustu. Mağlubiyetim son buldu ona karşı. Onun mahcubiyeti ise katlandı.

Dudaklarımı birbirine bastırdım, başımı hafifçe aşağı yukarı salladım. Kulaklarıma dört kez ıslak genzimin sesi doldu. Dudaklarımın arasından uzun bir nefes kaydırdım ciğerlerime. "O zaman..." dedim derin nefesi verirken.

Yutkundu. "O zaman vedalaşalım" derken o da benim gibi derin bir nefes koyverdi.

Aramızda yaklaşık üç adımlık mesafe vardı. Üç adımı da o attı. Parmak uçlarım çıplak bir şekilde kara batmışım gibi saplanıp kaldım olduğum yerde. Çekingen kollarını bana doğru uzattı ağır bir şekilde. Benim çekingen kollarım da aynı ağırlıkla boynuna doğru uzandılar. "Kendine dikkat et" dedi sarılırken. Dudakları montuma temas ettiği için sesi boğuk çıkmıştı.

"Sen de" dedim yalnızca.

Ne kadar sarıldığımızı bilmiyordum fakat burnuma petrikor dolacak kadar bir süre sarılmıştık. Dolmadı.

Bedenlerimizi ayırdığımızda ''Hoşça kal'' dedim, karşılık verircesine, nazikçe başını eğdi. Arkasını dönüp ağır adımlarla otoparka doğru ilerledi. Benim adımlarım ise etrafımda bir tur attırdı bana. Zihnimle girdiğim kısa bir mücadeleden sonra, girmem gereken sokağı hatırlayıp o istikamete doğru ilerlemeye başladım. Müthiş bir sessizlik içinde yürüdüm. Pelin susmuştu, bir yerlerde saklanıyor olmalıydı. Belki de hep yaptığı gibi, vitrinin en alt dolaplarından en soldakine saklanmıştı. Kapağı açıp onu oradan çıkarmayacaktım. Biraz yalnız kalmalıydı. Bunun bir ceza olacağını düşündüğümde, hızla aklıma düştü; belki de zaten yalnız kalmaya ihtiyacı olduğu. Fakat akabinde, Pelin'in yalnızlığa hiçbir zaman ihtiyacı olmadığı geldi aklıma.

O zaten yalnızdı. İhtiyacı olan en son şey yalnızlıktı.

Arabada asfalt altımda kayıp giderken, burnuma dolmayan ıslak toprak kokusunu, kaybolan acı kahve hareleri düşünüyordum. Acınası bir çaba ile elime aldığım feneri, eşelediğim hareleri, acı kahvenin tahtına kurulan siyah ve griyi düşünüp durdum. Kurşuni renk bana soğuk bedenini hatırlattı. Zemheri soğuğunu, yardım çığlığını, açık mezarda huzurla uzanan bedenini hatırlattı. Oteldeki paniğim, araçtaki hıçkırıklarım, çıplak bedenindeki morluklar ve Aşkım'ın söyledikleri bir bir kafamın içinde savruluyorlardı. En sonunda aklıma mıhlanan ise bariton sesi oldu. Dudaklarından dökülen ve bir araya gelerek, bedenimi çepe çevre saran zinciri oluşturan kelimeler yankı buluyordu kulaklarımda.

Aracın içinde öylece otururken akıp giden zaman, havanın kararmaya başlamasıyla kendini hatırlattı. Göz kapaklarımdaki perdelerde başlayan film, İstanbul trafiği içinde Pera'ya gelene kadar son bulmamıştı. Aracı durdurduğumda bile halen o film oynuyordu perdelerde. Müthiş bir saygı göstererek 'Son' yazısını görene kadar bitmesini bekledim. Yazıyı görememiştim fakat gösterimin bittiğini biliyordum.

Zihnimde dolanan cümleler adımlarımın biraz yalpalamasına sebep oluyordu. Dışarıdan beni gören biri, belki sarhoş olduğumu düşünebilirdi. Öyle de sayılırdım; beyin kıvrımlarım arasından geçenlerin tümü, tıpkı kanıma karışan alkol gibi, bedenimi de zihnimi de uyuşturmuştu.

Ağır ağır merdivenleri tırmandım ve evin olduğu kata çıktığımda kapının önünde küçük bir kutu gördüm. Merdivenlerin en üst basamağında durup uzak bir bakış attım kutuya. En son ne zaman kargo istemiştim ki? Devamlı olarak bir şeyler sipariş eden bir kadındım ancak bir şeyler sipariş etmeyeli de uzun bir süre olmuş olmalıydı.

Kapı kilidini hızla açtım ve aceleci bir şekilde kutuyu kucağıma aldım. Ayakkabılarımı çıkarıp hızlıca içeriye attım kendimi. Burnuma, sabah demlediğim filtre kahvenin kokusu geldi. Montumu ve çantamı bile çıkarmadan, yalnızca koridorun ışığını yaktım ve elimdeki anahtarla koli bandını yarmaya başladım.

Büyük bir merakla karton kutunun kapaklarını kaldırdığımda gözüme çarpan ilk şey, minik parçalara bölünmüş beyaz köpükler oldu. Kutu, küçük köpük parçalarıyla doluydu. Sağ elimi köpüklerin içine daldırdığımda sert bir cisme değdi parmaklarım fakat yapış yapış ve ıslak bir şey bulaştı parmaklarıma. Refleks olarak elimi hızla geri çektiğim an, parmak uçlarıma bulaşmış koyu kırmızı sıvı, kaşlarımın çatılmasına ve yüzümün ekşimesine sebep oldu. Hızla kutunun başına çöktüm, ellerimle köpük parçalarını avuçlayıp dışarı fırlatmaya başladım. Sarı bir metal göründü gözüme fakat ne olduğunu anlamak güçtü.

Köpükleri aceleyle iki yana ittiğimde sarı metalin üzerine bulanan kırmızı sıvının bana hatırlattığı tek bir şey vardı; kan.

Elime aldığım altın metalin ise net ve tek bir şekli vardı; Şah.

♛♚

Hikaye ve bölüm ile ilgili yorumlarınızı bu satıra bırakabilirsiniz.

Küçük yıldıza dokunmayı unutmayın.

Twitter: esaturk07
Insta: esaturk_07
Wattpad: esaturk

 

Loading...
0%