Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9. Bölüm

@esaturk


Human Touch - Promise Not To Fall

Köpükleri aceleyle iki yana ittiğimde sarı metalin üzerine bulanan kırmızı sıvının bana hatırlattığı tek bir şey vardı; kan.

Elime aldığım altın metalin ise net ve tek bir şekli vardı; Şah.

♛♚

Koştukça yerimde sayıyordum yine. Yine bir kâbustaydım. Yine hızlı adımlarımı savuruyor, fakat olduğum yerden bir milim dahi ilerleyemiyordum. Yine yüzümü rüzgar yalıyordu ve ben yine nefes nefese kalmıştım. Bu kez vals yapan anne babama koşmuyordum, bu kez yakalamaya değil kaçmaya çalışıyordum. Bu kez küçük Pelin değil, büyük Pera idim.

Bu kez ardımda dörtnala bana doğru gelen bir tazı vardı. Dişlerinin arasından salyalarını akıtıyordu koşarken. Her adımında ağzı daha çok tükürük salgılıyor gibi, yaklaştıkça salyaları daha çok akıyordu. Müthiş bir hırsla, müthiş bir açlıkla yaklaşıyordu bana her geçen saniye. Koşmaktan artık yorulmuştum fakat hızlı adımlarım dur durak bilmiyordu. Tazıdan kaçamayacağımı biliyordum; dişlerini hırsla bedenime geçirecekti. Tazıdan kaçmaya çalışmak anlamsızdı, üstelik her adımımda yerimde sayarken. Fakat işte; içgüdü.

Deva'nın ölü bedenini yok etmeye çalışırken de aynı içgüdü esir almıştı zihnimi; hayatta kalmak ve özgür olmak içgüdüsü. Her şeye rağmen, tüm kabullenişlerime rağmen, tazıdan kaçabileceğime inanıyor ve bu uğurda canımı dişime takıyordum.

Tazının adı Şah'tı.

Ala bulanmış altın metal figür, parmaklarımın arasından kayarak köpük parçalarına gömüldü. Parmak uçlarımda kalan ıslak histen kurtulmak için ellerimi defalarca pantolonuma sürdüm düşünmeden. Adımlarım küçük koridorda sağa sola dönüyordu. Nefesimin kesildiğini hissettiğimde tazının dişlerini çoktan boynuma geçirdiğini düşündüm.

Yavaş yavaş karıncalanmaya başlayan sağ elim göğsüme gitti. Olduğum yerde nefes nefese kalmıştım. Adımlarım kendi etrafımda yalnızca birkaç kez dönmüştü fakat ben maraton koşmuş gibi hissediyordum. Kapıma kadar gönderilen bu küçük koli, ecel terleri döktürüyordu bana. Müthiş bir süratle dibe doğru hızla çakılıyordum ve yıllar sonra, aslında dibi hiç merak etmediğimi anladım tüm bunlar olurken. Yüz kaslarım gerilmekten artık acıyor, harelerimin önünde biriken tuzlu minik damlalar, kadrajımı bulanıklaştırıyordu.

Elim hızla cebimdeki telefona gitti. Hareketlerim aceleci olmasına rağmen, saniyeler geçtikçe gecikmiş gibi hissediyordum. Avuç içlerim terledi ve bu sebeple kurumuş, dağılmış, ince tabaka hâlindeki kan yeniden tazelendi. Genzimde büyüyen yumru, bana nefes alacak bir alan tanımıyordu ve nefes alamadığım her salisede tazının dişlerini hissediyordum. Telefon, titreyen ellerimden kaydı ve köpük parçalarına düşerek yarısı köpüklere gömüldü. Hızla eğilip geri aldım, bir kez daha düştü. Dudaklarımdan bir küfür koptuğunda, serbest bıraktığım nefesim, genzimde biriken hıçkırıkların dökülmelerine olanak tanıdı. Gözyaşlarım ise onların başlattığı isyanı devam ettirerek bir bir dökülmeye başladılar. Parmaklıklar açılmıştı ve özgürlüğe hasret olan tüm feryatlar, yarın yokmuş gibi bedenimden kaçarak hiçliğe karışıyorlardı.

Titrek parmaklarım önce arama ekranına girdiler fakat akabinde oradan hızla çıkarak Whatsapp ikonuna tıkladılar. Whatsapp'ta arama kısmına gelip, 'Liman' ismine tıkladım hızla. Telefonu telaşla kulağıma götürdüm ve bakışlarım merakla odaların kapılarına değmeye başladı. Hızla odalara girip çıktım. Odalarda birinin olmadığını içten içe biliyordum fakat yine de kontrol ettim. Evimde birinin olup olmaması fikri, zihnimde bir çok çarkı çevirdi ve boşta kalan sol elim boynumdan geçirdiğim çantama gitti. Parmaklarım fermuar üzerinde ansızın kaldılar çünkü çantamda şırınga olmadığını hatırladım bir anda. Odalarda ise morfin verebileceğim kimse yoktu fakat defalarca kez girip çıktım yine de o boş odalara.

Telefon beşinci çalışta açıldı. Derin birkaç nefes almayı denedim fakat aldığım nefesler ciğerlerime gidene kadar soluk borumda birkaç kez asılı kaldılar peş peşe. ''Efendim?'' dedi. Dudaklarımı defalarca kez araladım fakat çenem titriyordu ve ses tellerim yırtılıp atılmış gibiydi. Ses çıkaramıyordum sanki. Dudaklarımdan bıraktığım nefeslere bir türlü ses karışmıyordu. ''Pera? İyi misin?'' diye sordu telaşlı bir sesle.

''Amca'' diyebildim yalnızca panikle. Üçüncü denememde söyleyebilmiştim bunu. Çünkü ilk iki denemede kekelemiştim ve sesim kesilmişti. ''Ne oldu?'' diye sordu. ''Amca'' dedim bir kez daha aynı tonda, bu kez ufak bir hıçkırık karışır gibi oldu sesime. Bu döngü tam üç kez tekrarlandı. Ben ona hitap ettim, o ise her seferinde daha da telaşlanan sesiyle ne olduğunu sordu. ''Kutu'' dedim ve zorlukla yutkundum. Kekelememi önleyemiyordum. Elim iki kez dış kapının kulbunu tuttu fakat hızla geri bıraktı. Ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. ''Ne kutusu?'' diye sordu. Sakin kalmaya çalıştığı her hâlinden belliydi. ''Kutu vardı. Kapıda. Şah var.'' diyebildim yalnızca. Devamını getiremedim çünkü hiddetlenen hıçkırıklarım müsaade etmedi.

''Pera, sakin ol, derin bir nefes al ve tane tane anlat.'' dedi sakin bir sesle. ''Amca kutu var, kutu gelmiş, Şah var içinde, eve gelmiş.'' dedim devamlı olarak es vererek. Verdiğim her este bir hıçkırık daha özgür kalıyordu.

Bir süre sessizlik olduğunda, içime atmaya çalıştığım hıçkırıklar, göğsümün teklemesine sebep oldular birkaç kez. Amcam derin bir nefes aldı ve ''Kalma orada, bir iki eşyanı al ve çık. Sarıyer'e git. Ben Ahmet Arif'i de gönderiyorum. O seninle kalır, ilk uçağa binip geliyorum kızım. Sabah orda olurum ben. Acele et ama sakin ol. Bana da gelen kutunun fotoğrafını at.'' dedi. Emir almış robot gibi yalnızca ''Tamam'' dedim, telefonu kapatıp hızla bir fotoğraf çektim ve 'Liman'a gönderdim. Kutunun üzerinden atladım, küçük bir valiz çıkardım ve yalnızca üç, dört gün idare edeceğim kadar iç çamaşırı, alt ve üst kıyafet, ayakkabı, birkaç hijyenik ürün ve son olarak okuduğum kitap ile şarj aletimi yerleştirerek dairemden hızla çıktım.

Kendimi şoför koltuğunda bulduğumda gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım. Beynimde hızla çakılan şimşeklerle, gözlerimi hırsla açtığım an ise ilk yaptığım şey, arabada birinin olup olmadığını kontrol etmek için arka koltuğa göz gezdirmek oldu.

Bu yaptığım, paranoyanın yeniden bedenime hakim olduğunu hissettirdi. Valiz hazırlarken kendimi bir şeylerle meşgul etmek biraz da olsa sakinleşmemi sağlamıştı. Her ne kadar panik ve heyecan hâlinde olsam da, kafam meşgul olduğu için olan biteni sorgulamamış ve bu yüzden de ciğerlerimi soluklarla doldurabilmiştim.

Harelerim kısa bir süre vitesin arkasındaki haznede duran telefonumu buldular, aklımdan Deva'yı aramak geçti fakat ilk önce tekerlekleri hareket ettirmek ve eve gitmek istedim.

Evime gitmek istedim, yuvama, güvenli alanıma.

Pera'dan Sarıyer'deki eve gidene kadar, kırk iki dakika boyunca, gözümün önünden gitmedi o figür. Altına bulanmış al, dünya üzerindeki tüm altınları lekelemişti. Tüm altınlar kan pasına bulanmıştı artık. Altınları paklamak, aldan temizlemek artık imkansızdı. Deva'dan ıslak toprak kokusu gelmesi artık imkansızdı. Pelin'in, mağlubiyetin mahcubiyetle harmanlandığı gömleğini çıkararak o vitrin dolabından dışarı çıkması artık imkansızdı. Çok sevdiğim ve adını aldığım Pera'da yaşamam artık imkansızdı. Yapay anılarımdan ve kalbimi aşındıran şeylerin varlığından kaçmam artık imkansızdı.

Aracın aydınlık beyaz farları, önümde duran demir ve ahşabın uyumu ile tasarlanmış büyük giriş kapısını aydınlatıyordu gecenin karanlığını yırtarak. Aracın farları, koca karanlığı hiçe sayıyordu. Bitmek tükenmez bilmez bir inat ile karanlığı yarıyor, pek de tanıdık olmayan fakat çok iyi tanıdığım o kapıyı, gözlerimin önüne açıkça seriyordu. Kapının önünde, aracın içinde on üç dakika boyunca bekledim. Başımı hızla iki yana savurup düşüncelerden oluşan sağanak yağmurdan kurtarmaya çalıştım zihnimi. Fakat başımı ne kadar savurursam savurayım fayda etmiyordu, damlalardan kaçamıyordum.

Aniden yükselen telefon melodisi, sessizliğin içinden bir ok gibi geçerek kulaklarıma saplandı. Düşünce seline kapıldığım süre boyunca, dişlerimle ezdiğim alt dudağımda da küçük bir yara bıraktım melodinin bedenimde yarattığı deprem etkisi ile. Harelerim, düşüncelerimin oluşturduğu sağanak yağmurun yarattığı bulanık ve flu görüş açısında net bir şekilde görünen kapıdan hızla ayrılarak telefonumun ekranını buldular. Ekranda yazan ismi gördüğümde alt dudağımı bir kez daha dişledim. Çağrıyı yanıtlayıp telefonu kulağıma götürdüğümde duyduğum ses epey endişeli ve çekingendi.

''Pera? İyi misin?'' diye sordu direkt olarak Deva. Aynı kutudan ona da gitmiş olmalıydı. Ahizeden kulağıma çarpan bariton sesinde, yadsınamaz bir telaş vardı. ''İyiyim Deva. Sen?'' diye sordum sakince, keza ben o paniği çoktan atlatmıştım. Bir an duraksadı, uzun bir es verdi ve arkasından sıkıntılı bir nefes sesi çarptı kulaklarıma. ''İyiyim. İyiyim.'' dedi peş peşe. Ses tonu biraz daha sakindi fakat soru sorduğu aşikârdı. ''Sana da mı geldi?'' diye sordum direkt. Sorum, sormak istediği soruya cevap oldu. ''Kutu mu?'' diye sordu ve devam etti; ''Evet, sana da mı geldi?'' ''Evet'' dedim sakince. "Sakin görünüyorsun," dedi yumuşak bir sesle.

"Atlattım galiba, bir saat oluyor kutuyu açtığımdan beri. Ben de seni aramak istedim ama telaşlıydım." dedim. "Anladım, ben yeni geldim eve. Kutuyu açar açmaz seni aradım sana da gelmiştir ve telaş yapmışsındır diye." dedi sakince. Gülümsedim. "İyi yaptın, ben senin kadar soğukkanlı olamadım." dedim yalnızca.

Hâlâ kapıyla bakışıyordum. Bir anda içimi kemirmeye başladan kurtlar sebebiyle kaşlarım çatıldı. "Bana fotoğrafını atar mısın?" dedim direkt. Uzun bir süre sustu. Ben de onun sessizliğine eşlik ettim. "Tabii" dedi en sonunda kekeleyerek. Neden fotoğraf istediğimi anlamamış gibiydi. Anlamaması daha iyiydi keza; artık ondan gelen patrikordan eser yoktu ve Deva da benim için artık herkes gibiydi. Kutuyu bana o bile göndermiş olabilirdi. "Tabii" dedi tekrar. Fakat sesi halen bir şeyleri sorguluyordu. Yine de soru sormadı. "Görüşürüz" dedi, "Yani, hoşça kal" Cevap vermeden telefonu kapattım.

Bir dakikadan da kısa bir süre içinde chat penceresine bir fotoğraf düştü. İlk etapta gördüğüm insan silüeti ile kaşlarım çatıldı. Fotoğraf saniyeler içinde yüklendiğinde Deva'yı gördüğüm an yersiz bir kahkaha attım. Selfie çekip göndermişti. Yüzünü ifadesiz tutmaya çalışmış ancak neden fotoğraf istediğimi anlamadığını gizleyememişti. Uzun süren kahkaham bittiğinde sol gözümden yaş gelmişti. Yaşaran gözümü silip alt dudağımı dişleyerek mesaj yazmaya koyuldum.

Siz:
Deva kendini değil
Kutuyu göndermeni istemiştim aslında
Ahahaha

Deva Altınçayan:
Aaaa
Pardon
Ben de anlamadım zaten neden fotoğraf istediğini
Bana da saçma geldi
Hahaha

Siz:
Belli zaten afsds

Deva Altınçayan:
Fotoğraf neden istedin ki?

Okuduğum mesajla dudaklarım kıvrılmayı bırakıp düz bir çizgi hâlini aldılar. Fakat alt dudağımı dişlemeye devam ediyordum. Bir süre ekranla bakıştım, bu süre boyunca Deva'nın da ekranla bakıştığından emindim. Ona güvenmediğimi düşünmesini istemiyordum her ne kadar ona artık güvenemesem de. Alt dudağımı dişlerimin esaretinden kurtararak yutkundum ve bir bahane yazmaya başladım. Tek istediğim sorgulamadan, geçiştirmeden, direkt olarak fotoğraf göndermesiydi.

Siz:
Aynı şekilde mi göndermiş diye merak ettim

Deva Altınçayan:
Şah var
Köpükler var
Şah'a da kan bulanmış
Yani kan sanırım, kan gibi kokuyor

Fotoğraf göndermek yerine kutunun içinde gördüklerini sayması, sağ bacağımın sallanmasına sebep oldu. Tırnak kenarlarımdaki etleri dişlemeye başladım mesajları okurken. Kaşlarım çatılıyor ve zihnimdeki düşünce tohumu yavaşça filizleniyordu bu yaptığı ile.

Siz:
Fotoğraf atmaya ne dersin?

Deva Altınçayan:
Neden ısrarla fotoğraf istiyorsun anlamıyorum
Yani tabii ki atarım
Da
Israrını anlayamadım

Siz:
Gönder lütfen

Bir süre çevrimiçi kaldı fakat yanıt vermedi. Zihnimde yeşeren tohum, yanlış zamanda, yanlış bir şekilde düştüyse eğer zihin toprağıma, onu epey kırmış olduğum aşikârdı. Bu yeni fikirle kaşlarım, çatılmayı bir kenara bıraktılar ve bu kez ortaları havalandı. Dişlerim ise dudaklarımın içini yemeye başlamışlardı. Nihayet 'yazıyor..' yazısını gördüğümde, yüzüm ekşidi. Deva'nın kalbini durduk yere kırmış olmam ihtimali, fotoğraf atmak yerine beni geçiştirmesini dilememe sebep oluyordu.

Deva Altınçayan:
Anladım Pera
Tabii

Gönderdiği iki mesaj arasında otuz saniyeden fazla bir süre vardı. Son mesajı ile genzime bir yumru oturdu. Hızlı düşünen ve fikir tohumlarını hızla yeşerten bir kadındım belki evet, ancak belki de bu kadar hızlı dile getirmemeliydim düşüncelerimi. Belki bu da benim hatam, benim eksikliğimdi. Hızlı düşünüp, hızlı karar verip, hızlı pişman oluyordum. O anlardan biriydi çünkü chat penceresine fotoğraf düşmüştü.

Deva Altınçayan:
*Fotoğraf*

Görselde bana gelen kutunun aynısı vardı. Kutunun yanına yerleştirilmiş bir altın Şah figürü, figür üzerine bulanmış kan ve etrafa saçılmış köpük parçaları vardı. Kutu ve Şah, mermer bir masa üzerinde duruyordu. Karanlık fakat loş bir ortamdı. Biraz daha incelediğimde mekanın mutfak olduğunu gördüm. Tezgah altı aydınlatmadan sarı, loş bir ışık yayılıyor, altın rengi Şah'a daha da sarılık katıyordu.

Görseli haddinden fazla inceledim çünkü kapattığım an bir şey yazmam gerekecekti, ben ise ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Aynı görseli uzun uzun inceledim, kendimi kandırmaktan geri durmuyordum, yaptığımın bu olduğunun farkında olsam da. Deva'dan gelen bildirim ile dudaklarımı birbirlerine bastırdım ve fotoğrafı kapatarak parmaklarımı çekingen bir tavırla ekranda gezdirdim.

Deva Altınçayan:
Aynı mıymış

Siz:
Evet aynı
Teşekkür ederim
Kırmadığın için

Deva Altınçayan:
İyi geceler

Siz:
Orada kalmaya devam mı edeceksin?

Deva Altınçayan:
Bilmiyorum
Sen etmeyecek misin?

Siz:
Evet en azından bir süre

Deva Altınçayan:
Anladım
İyi geceler

Çevrimdışı olduğunda gözlerimi devirirken aynı anda sıkıntılı bir nefes verdim ve başımı savurarak telefonu yan koltuğa bıraktım. Araçtan inip kapı şifresini tuşladım çünkü kulübe boştu. Bu yüzden kapı kapalıydı ve bana da düşünce selinde boğulacak bir zaman tanımıştı bu durum. Kapılar iki yana ayrılırken araca bindim. Tekerlekleri hareket ettirdim ve yaklaşık üç yüz metre kadar uzunluğu olan, dar, asfalt yolda ilerlemeye koyuldum. Koru aydınlatmaları açılmıştı, amcamın Ahmet Arif dediği kişi gelmiş olmalıydı.

Asfalt yol bittiğinde taşlık bir avluda savrulacağımı bekliyordum fakat araç gayet sakin bir şekilde ilerliyordu. Farların aydınlattığı zemine baktığımda, taş döşemenin değiştirilmiş olduğunu gördüm. Antrasit renk, mat ve gördüğüm kadarıyla altmışa yüz yirmilik granitlerle döşenmişti evin önündeki alan. Amcam o avluya hayat derdi hep.

Aracı, hayatın ortasında kalan, yuvarlak formdaki bitki adasının yanında durdurdum. Zemindeki değişikliği fark ettikten sonra gözlerim hayatta ve evin dış cephesinde gezmeye başladı. Görüşümü netleştirmek için arabadan indim. İki katlı, geniş ev, tam karşımda duruyordu. Bazı ışıklar yakılmıştı, Ahmet Arif denen adamın geldiğinden kesinlikle emin oldum bunu gördüğümde. Fakat kaşlarım çatıldı, kendi evime henüz ben bile bu kadar rahat giremiyorken, bir yabancının evime rahatlıkla müdahale edebiliyor olması sinir bozucuydu.

Ahmet Arif'i ve çatılmış kaşlarımı kenara iterek, yıllardır görmediğim evi incelemeye koyuldum. Ev eski olduğu için dış cephenin restore edildiği her hâlinden belliydi. Renklerde ve formda değişiklik yapılmamış, yalnızca yenileme yapılmıştı. Bu beni gülümsetti. Zaten amcam, her zaman değerlere saygı duyan ve hâli hazırda olan şeyleri değiştirmekten pek hazzetmeyen bir adamdı.

Evin duvarları beyaz renkti ve yer yer, büyük, antrasit renkli taşlarla kaplanmıştı. Tam ortasında, çift kanatlı, geniş bir dış kapı ve kapıdan hayata uzanan dört adet geniş basamak bulunuyordu. Sağımda çimenlik bir alan kalıyordu. Çimenlik alanda bir bahçe mobilyası takımı ve bahçe salıncağı vardı. Solda kalan kısımda ise adı Badem olan, on altı yıl önce ölen köpeğimin kulübesi vardı. Kulübenin biraz ilerisinde ise kum havuzu vardı. Kum havuzuna küçük bir oyun parkı iliştirilmişti. Bir salıncak, bir kaydırak ve telle zemine tutturulmuş bir at vardı.

Bu eve gelmeyeli yıllar olmuştu. Evime gelmeyeli yıllar olmuştu. Bu ev aslında, yirmili yaşlarımın başına kadar, bana hiç ev gibi hissettirmemişti. Çünkü küçük bir çocuk, yalnızca bakıcı ile yaşadığı bir eve yuva diyemezdi. Ancak yıllar geçtikçe 'Yuva' dendiği zaman aklıma hep o ev geldi. Fakat o evin yuvam olduğunu hissettiğim zamanda ise benimsemek için geç kalmıştım bu kez.

Evle, evimle, yuvamla, ortak noktada, doğru zamanda hiç buluşamamıştık. Belki de bu kez hasret giderme zamanıydı. Belki de artık gerçekten yuvam olacaktı o ev.

"Pera!"

Duyduğum ses ile bakışlarımı oyun parkından çekerek sesin geldiği yöne, kapıya doğru çevirdim. Evin kapısı açıktı, kapıda uzun boylu, genç bir adam duruyordu ve avlunun aydınlatmaları yanmasına rağmen yine de adamın yüzünü seçemiyordum. Merdivenlerden ağır ağır inmeye başladı. Ben de merakla ona doğru yaklaşmaya başladım. "Merhaba" diye seslendim yaklaşırken. "Siz Ahmet Arif Bey olmalısınız."

Adımları durdu. Yüzünü halen seçemiyordum ancak bedenine şaşkınlığın hızla yayıldığını hissetmiştim. Benim adımlarım da ağırlaştı. "Siz mi? Gerçekten mi Pera?!" Kıkırdamaya başladı. Benim ise kaşlarım merakla çatıldı. Adımlarım durmak üzereydi ancak ani bir kararla hızlandırdım. O ise merdivenlerin hemen önünde ellerini belinin iki yanına yerleştirmişti ve gülmeye devam ediyordu. Biraz daha yaklaştığımda, daha büyük bir merakla, "Ahmet Arif Bey mi? Gerçekten mi Pera?!" diye sordu. Bu kez kıkırdayan sesine sahte bir öfke yayılmıştı, üstelik sarkastik bir tını da seziyordum.

Adımlarımı savurdukça git gide yaklaştım ve nihayet yüzünü seçebildiğimde, "Ahmedo'ya ne oldu kızım?" diye bağırdı gülerek. Gözlerim siyah saçlarına, sakallı yüzüne ve artık seçebildiğim ela gözlerine sıra sıra değdikten sonra, "Ahmedo?!" diye bağırdım heyecanla. Ahmet kahkaha attığında aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi koşarak kapattım. Aramızda artık adım atacak bir alan kalmadığında Ahmet'in yaptığı şey beni kucaklamak oldu. Uzunca ve sıkıca sarıldıktan sonra aynı anda ''Neredesin sen bunca zamandır?'' diye sorduk. Peşinden de aynı anda bir kahkaha koparttık ve Ahmet tıpkı çocukken yaptığı gibi sağ işaret parmağı ile burnuma fiske attı. Eş zamanlı olarak ''Gel hadi, içeri geçelim,'' dedi heyecanla. Benim cevabım ise yüzümü buruşturmak oldu. Sağ elimin avucu ile burnumun ucunu sıvazladım. ''Hâlâ mı aynı şey Ahmet ya? Kaç yıl oldu be?!'' Buna cevabı kahkaha atmak ve kolunu omzuma atarak beni içeri yönlendirmek oldu.

İçeri girdiğimizde Ahmet Arif sağa, mutfağa yöneldiğinde ben solda kalan salona doğru ilerledim. Salona döndüğümde gözlerime ilk çarpan şey televizyonun altındaki yanan elektrikli şömine oldu. Mart ayı bitmek üzereydi ve havanın pek de serin olmamasına rağmen yakılmış olan şömineye gülümsedim. Ahmet Arif ilk iş olarak mutfağa ilerlediği için beni bir süre, pek de tanıdık olmayan fakat çok iyi tanıdığım ev ile baş başa bıraktı. Adımlarım şöminenin önünde durdular. Kısa bir süre sonra şöminenin önüne oturdum ve dizlerimi göğüslerime çekerek kollarımı bacaklarımın etrafında sardım. Çenemi dizlerime yasladım, tek yaptığım sessizlik içinde çıtırdayan sahte odunları izlemek oldu. Pelin'in hep yaptığı gibi. Odunlardan kopan kor parçalar bir süre savrularak hiçliğe karışıyordu. Odunlar her patladığında kalbim de onlara eşlik etti, Pelin'in kalbi gibi. Şömineden bedenime vuran sıcaklığa inat sırtım üşüyordu sanki. Yıllar sonra bile, sıcağı ve soğuğu aynı anda hissetmek, tüylerimi ürpertiyordu.

Tıpkı tüm bunları yaparken beynimden komut almayan bedenim gibi, başım da beynimden komut almadan sağa doğru döndü. Gözlerim, şöminenin sağına doğru uzanan ahşap vitrin dolaplarının, alt sırada ve en sağda kalan kapağına kaydılar. Bedenim beynimden almadığı komut ile ayaklandı ve adımlarım hızla dolap kapağının önüne ilerledi. Kapağı hızla açtığımda yalnızca bazı eski defterler olduğunu gördüm.

Pelin yoktu.

"Pel-"

Başımı sol omzumun üzerinden Ahmet'e çevirdiğimde ''Pera?'' diyerek düzeltti ve sorusunu tamamladı. "Ne arıyorsun?" Olduğum yerde dikleştim, ''Hiç, öyle dolapları kurcalamak istedim.'' dedim. Ahmet'in elinde gümüş bir tepsi vardı. Tepsinin üzerinde ise iki tabak mozaik pasta ve içinden duman tüten, içlerinde çay olduğunu tahmin ettiğim iki fincan vardı. Verdiğim cevabın onu tatmin etmediğini belli eden bir bakış attı fakat üstelemedi ve şöminenin karşısındaki üçlü kanepeye doğru ilerledi. Sağ ayağımla dolabın kapağını kapattım ve ben de kanepeye doğru ilerledim. Ayağımı kaldırmadan önce defterlerin olduğu dolaba mağlubiyetle dolup taşan bir bakış atmıştım.

Kanepenin yanındaki tekli koltuğa oturduğum an, ''Neler yapıyorsun?'' diye sordu beklemeden. Uzattığı fincanı alırken gözlerimi Ahmet'in esmer yüzüne tırmandırdım. Şöminedeki alevden yüzüne hareler vuruyordu fakat odanın ışığı açık olduğu için alevlerin gölgeleri silik bir şekilde düşüyordu yüzüne. Bir süre, merak dolu çehresine boş ve ifadesiz bakışlar gönderdim. O boş ve ifadesiz bakışların altından bir ton ifade ve cevapsız soru geçiyordu aslında. Ne yapıyordum cidden hayatımda? Uzun süredir bu soruyu kimse sormamıştı, yahut uzun süredir bu soruyu soran kimsenin gerçekten merak ettiği için sorduğunu düşünmemiştim. Bu kez vereceğim, 'Hiçbir şey' cevabı için uzun bir süre duraksamama vesile oldu bu düşünce. Onu yanıtlamadığım her salisede Ahmet'in yüz ifadesi karıştı ve merak peyda oldu yüz hatlarına. Önce dudaklarımı büzdüm düşünür gibi, gözlerim peş peşe birkaç yere değdiler. ''Bilmem'' dedim ve Ahmet'le göz göze geldiğim an derin bir nefes koyuverdim. Omuzlarım da mağlubiyetle çöktüler. Dürüst oldum ve kısık, bıkkın bir sesle, ''Hiçbir şey yapmıyorum'' dedim.

Tepside kalan son tabağı da otantik orta sehpaya yerleştirirken kaşlarını çatarak ela harelerini yüzüme çevirdi. Tepsiyi sehpaya bıraktı ve bedenini bedenime çevirdi. Gözlerinde yadsınamaz bir şaşkınlık vardı. Şaşkınlığını gizlemeyi bir an olsun düşünmedi. ''Hiçbir şey yapmıyorum, derken?'' diye sordu merakla. Dudaklarımı araladığım sırada, ''Sen?'' diye sordu. Kaşları kalktı ve işaret parmağını bana doğru doğrulttu soruyu sorarken. Bakışlarımı avuçlarımın arasında tuttuğum fincana çevirdim ve eş zamanlı olarak kıkırdadım. Ardından, dudaklarımı birbirine bastırarak kadrajıma yeniden Ahmet'in yüzünü aldım. ''Evet, maalesef,'' dedim ve sıcak çayımdan bir yudum içtim.

Ahmet'in şaşkınlık taşan gözleri, yüzümde ve bedenimde hızla geziniyorlardı. Dirseklerini dizlerine yaslamıştı ve odağına yalnızca beni almıştı. ''Çalışmıyor musun?'' diye sordu ellerini ovuştururken. Başımı uzunca bir süre iki yana salladım. Bu uzun süre boyunca, odun sesleri kulaklarıma dolarken gözlerim eski parke kaplamasında gezindiler. Gözlerimin önünden geçip giden, bu zamana kadar neler yaptığımı özetleyen cümle selinden bakışlarımı kaçırdım ve açık kahverengi harelerim Ahmet'in yüzünü buldu. Histerik bir şekilde gülümsedim. ''Çok uzun zaman geçirmişim.'' dedim anlık gelen aydınlanma ile. ''Çok uzun bir zamanı boşlukta geçirmişim.'' Başımı dikleştirdim, ona doğru biraz daha kaydım tekli koltukta, kısık çıkan sesim gürleşti. ''Ahmet ya! Koca bir zaman hiçbir şey yapmadım. Yıllarım hiçlikte kaybolmuş!'' Hiçbir şey söylemeden gözlerimin içine baktı gözbebekleri, fakat birçok şey söylediğini görebiliyordum.

Boş durmaktan, bir şeyler ile ilgilenmeden zaman geçirmekten nefret eden bir kız çocuğu iken, artık hiçlikte süzülüyor oluşum, ilk kez bu denli somut bir şekilde hissettirmişti kendini. İki yanağım da birer sille yemişler gibi sızlıyordu. İki yanağımda da, gerçekliğin demir ve acımasız tokadının bıraktığı kızarıklıklar olduğundan emindim. Gözbebeklerim ela hareleri arasında hızla gidip gelirken, yüzüme her nasıl bir ifade yayıldıysa, bu ifade Ahmet'i tetikledi. Derin bir nefes alarak göz temasını kesti. ''Ben de Erdem amca ile çalışıyorum.'' dedi, konunun odağını üzerimden kendi üzerine çekmek için. Kendimi hızlıca toparladım ve ''Evet, anlatsana! Nasıl oldu?!'' diye sordum heyecanla. Çayımdan bir yudum daha aldım.

Gülümsedi. ''Yirmi yaşımdan beri Erdem amca ileyim. Sana bahsetmedi sanırım.'' dedi sorar gibi. Başımı iki yana salladım. ''Biz amcamla çok konuşmuyoruz aslında. Yalnızca, benim ne zaman bir şeye ihtiyacım olsa ona koşuyorum, ona sığınıyorum.'' dedim. ''Limanına gidiyorsun.'' dedi tebessüm ederek. Tebessümle karşılık verdim ve başımı salladım.

Her çıkmaza girdiğimde gittiğim, sığındığım limanımdı amcam. Ona bir tek Deva konusunda gitmedim, bir tek o konuda sığınmadım, doğrusu; aklıma bile gelmedi. İlk kez kendi başıma bir şey halletmeyi denedim, keza elime yüzüme bulaştırdım. Amcam benim sığınacak limanımdı oysa, benim kimsem de amcamdı.

''Neler yapıyorsun peki amcamla?'' diye sorduğumda fincanını eline aldı, sıkıntılı bir nefes vererek arkasına yaslandı ve ''Karışık biraz ya, boş ver.'' dedi. ''Yalnız şunu söyleyebilirim; amcana epey yakınım. Ne zaman çağırsa koşa koşa gidiyorum.'' Çayından büyük bir yudum kaydırdı dudakları arasından.

''Yurt dışına?'' Kaşlarımı kaldırarak sorduğum soru ile gözleri gözlerime değdi. ''Manyak mısın oğlum sen, ha deyince yurt dışına mı çıkılır?'' diye devam ettim. Ela hareleri kısa bir süre gözlerimde kaldı ve dudaklarını birbirine bastırarak başını sol omzuna doğru eğdi. ''Yapacak bir şey yok, işim bu.'' dedi.

''Ee? Evlilik, çocuk falan yok sanırım? Ya da hayatında biri?'' Sarkastik bakışları yüzüme değdi. ''Yani, sıklıkla yurt dışına çıkıyorsan bunu kabul edecek pek kimse yoktur sanırım.'' dedim gülümseyerek. Kocaman gülümsedi ve başını ağır ağır salladı. Çayından yeniden büyük, üç yudum aldı. Ben de ona eşlik ettim. ''Ne zaman gelecek amcam? Bilet almış mı?'' diye sordum. Bakışlarımız birleştiğinde ''Haberin vardır.'' diyerek devam ettim. ''Gelecek sabah, almış bileti.'' dedi beklemeden.

Derin bir nefes alıp gözlerimi evde gezdirmeye başladım. Ahmet'in gözleri de benimkiler gibi duvarlarda, vitrinde, tavanda, halıda gezindiler. ''Özlemiş misin?'' Göz teması kurduğumda gözlerinin içi gülüyordu. Tebessüm ederken bakışlarımı bir süre daha evde gezdirdim. Evin kokusunu duymak ister gibi, koku, soruyu cevaplamama yardımcı olacakmış gibi iki derin nefes daha çektim peş peşe. Oysa sorunun cevabı belliydi; Pelin büyümüştü çünkü. Pelin artık Pera olmuştu.

''Çok!'' dedim her bir harfi bastırarak, özlem yüklü bir duygu ile.

''Hâlâ Sarıyer'de mi yaşıyorsun?'' Oluşan kısa sessizliği, şömineden gelen odun parçalarının sesi Pelin'i hatırlattığı için ve gözlerim, artık içinde Pelin'in olmadığı dolap kapağına devamlı olarak kaydığı için dağıtmak istemiştim. ''Evet, seviyorum burayı.'' dedi kısaca. ''Neden Pera?'' diye sordu akabinde. ''Ben de Pera'yı seviyorum çünkü, liseden beri çok hoşuma gidiyor. Bu yüzden de Beyoğlu'na çok bayılmasam da sürekli Beyoğlu'nda buluyordum kendimi yıllardır.'' diyerek yanıtladım sorusunu. ''Hayır, ismin, neden Pera?'' diyerek sorusunu yineledi. Dudak kenarlarım memnuniyetle kıvrıldılar ve ciğerlerime derin bir nefes gönderdim. ''Ben de Pera'yı seviyorum çünkü.'' diyerek cevabımı tekrarladım. Ahmet muzip bir gülümseme ile yüzümü izledi. ''Ben de adımı Sarıyer mi yapsam acaba?'' diye sorduğunda beraber kıkırdadık. Kıkırdamalarımız kesildiğinde sol kolundaki büyük metal saate baktı. ''Gidecek misin?'' diye sordum. Gözlerini gözlerime çevirdiğinde, ''Kalayım mı?'' diye sordu. ''Kal lütfen,'' dedim beni kırmayacağını bilerek.

Bakışları tepsiyi bulduğunda ''Çay?'' diye sordu. Başımı sallayarak sorusunu yanıtladım. Aslında fincanımın yarısı halen doluydu fakat çay çoktan soğumuştu. Onun fincanının ise dibi görünüyordu. Fincanları eline alarak ayaklandı ve beklemeden mutfağa ilerledi. Mutfağa doğru attığı her adımda uzaklaşan bedeninin arkasından bakıyordum. Sırtını izlerken çocukluğumuz geçti kısaca gözlerimin önünden. Çocuk Ahmet belirdi gözümde. Sonrasında ise sıkıntılı bir nefes verdim çünkü artık aramızda gözle görülür bir mesafe var gibiydi. Ki bu mesafe için ona asla kızamazdım. Yine de canımı sıkmamayı tercih ettim. Çünkü o mesafe de nasılsa bir gün kapanacaktı.

Otantik salon ve ben baş başa kaldığımızda yeniden bir süre bakıştık. Bu kez ayağa kalktım ve büyük salonun içinde gezinmeye başladım. Duvarlar krem renkti, salondaki mobilyaların çoğu klasik tarza sahipti. Oturma grubunun detaylarında oyma ahşap kullanılmıştı. Dikdörtgen orta sehpa yine ahşaptan yapılmıştı ve kenarlarındaki pürüzler ve gelişi güzel duran eğimler, doğal bir hava katıyordu sehpaya. Zeminde koyu renk bir parke döşemesi vardı ve orta sehpa ile parkenin buluştuğu noktaya yine otantik tarzda bir halı iliştirilmişti. Televizyon ve şöminenin yerleştirildiği vitrin de yine ahşaptandı. Şöminenin çevresinde metal kullanılmıştı ve dolap kapakları ile şömine pek de yakın sayılmazdı.

''Bu ev bana küçüklüğümden beri dağ evini andırıyor.'' Arkama, sesin geldiği yöne döndüğümde Ahmet üçlü kanepenin arkasında duruyordu. Elindeki fincanlardan birini üçlü kanepenin arkasındaki dresuara bıraktı. Dresuardan, orada olduğunu henüz fark ettiğim telefonunu alarak pantolonunun arka cebine yerleştirdi ve fincan tabağını yeniden sağ eli ile kavradı. ''Eskiden bana da zaman zaman sıradan bir dağ evi gibi gelirdi ama şimdi evim gibi hissediyorum.'' dedim.

Ahmet koltuğa ilerlediği sırada yüzünde sıcak fakat buruk bir gülümseme vardı. Fincanları orta sehpaya bıraktı. Bu kez sehpa ile şöminenin arasına ilerleyerek yere kuruldum. Fincanımı önüme doğru itti, telefonunu cebinden çıkardı ve sehpaya koydu, bir süre gözleri sehpa üzerinde gezinerek bir şeyler aradı, aradığını bulamamış gibi sol şakağını kaşıdı ve gözleri sehpadaki mozaik pastaların olduğu tabaklara kayınca, ''Mozaik pastanı yemedin. Severdin sen.'' dedi. Şaşkınlıkla bakan gözleri bana değil, tabaklara değiyordu. Akabinde bakışlarını yüzüme çevirdi. ''Sevmiyor musun artık?'' diye sordu şaşkınlıkla. Yüzümde kocaman bir gülümseme ile onu izliyordum. O ise halen büyük bir şaşkınlık ifadesi ile yüzüme bakmaya devam ediyordu. Oturduğum yerden hızla ayaklandım ve ''Özlemişim be seni,'' diyerek yanına koşturdum. Yanına oturup ona sıkıca sarılana kadar yüzündeki şaşkınlık yerini sıcacık bir gülümsemeye bıraktı. Kolları sıkıca belimden dolanarak sırtımı buldu. İkimiz de aynı anda sırtımızı sıvazlamaya başladık. ''Ben de seni çok özlemişim kız,'' dedi samimi bir sesle.

Ayrıldığımızda hiç beklemeden sıkıntılı bir nefes vererek kalktım, ''Biz neden bu kadar zaman görüşmedik Ahmedo?'' diye sordum adımlarım yeniden şömine ve orta sehpa arasına savrulurken. Derin bir nefes aldı ve ''Koptuk işte bir şekilde Pera. Salak gibi!'' dedi çektiği derin nefesi geri bırakırken. ''Artık kopmayalım ama!'' Bu cümlesinde ise net bir ikaz vardı. Yere kurulduktan sonra başımı salladım. ''Çok yalnız kalmışım,'' dedim kısık bir sesle. Dirseklerimi orta sehpaya yerleştirdim. Soru sorar gibi yüzüme bakıyordu. "Bunu yeni fark ediyormuş gibi konuşuyorsun." dedi bir tespit yapar gibi. Bakışlarım bir süre sehpada gezdi. "Yeni fark etmiyorum aslında ama..." kadrajıma Ahmet'in esmer yüzünü aldığımda ciddi bir ifade ile beni dinliyordu. "Seni görünce ve eve gelince..." Bakışlarım bu kez evde bir tur attı. "Zoruma gitti" dedim ciğerlerimden derin bir nefesin firar etmesine müsaade ederek. Gözlerim yeniden Ahmet'in yüzünü buldular. "Bunca zaman yalnız kalmış olmam zoruma gitti." dedim. Bu kendime ettiğim bir itiraftı.

"Ben artık varım Pera." Ses tınısından dökülen samimiyet o kadar somuttu ki uzansam yakalayacaktım sanki. "Merak etme ben artık varım. Pelin'in hep yanındaydım. Pera'nın da hep yanında olacağım, merak etme." dedi yumuşacık bir sesle. Yüzüme büyük bir gülümseme yayılırken ona yeniden sarılmak istedim fakat yerimden kalkmadım. Dirseklerimi orta sehpadan çekmedim. Onun yüzünde de aynı içten gülümseme vardı. Gözlerim mozaik pastayı buldular, "Seviyorum hâlâ," deyip çatalı elime aldım, güldü.

Ahmet'le sessiz bir şekilde pastamızı yiyip çayımızı içerken tuvalete gitmek için yerinden kalktı. O yokken tekli koltuktaki telefonum gözüme iliştiğinde bir süre gözlerim takılı kaldı telefonda. Pastamdan bir parça daha yemek için kaldırdığım çatalı tabağa bıraktım ve kalkarak koltuğa ilerledim. Telefonu elime alıp kendimi koltuğa bıraktım. Düşünmeden, direkt olarak Whatsapp'a girdim. Düşünmeme gerek yoktu çünkü telefona bakış attığım süre boyunca kendi içimde kısa bir istişare yapmıştım zaten. Deva Altınçayan ismine tıklayarak chat penceresine girdim ve hızla "Kaba davrandım sanırım. Seni kırdıysam eğer özür dilerim" yazıp gönderdim.

Bu kez gözlerim bir süre de chat penceresine takılı kaldılar. Cevap gelmeyeceğini, dahası; mesajın okunmayacağını anladığımda ekranı kilitledim ve ekranda yazan '02:13' yazısı çarptı bu kez gözüme. Ahmet'in adım seslerini duydum, gözlerim uzun boylu bedenine tırmandılar. "Saat ne kadar geç olmuş!" dedim şaşkınlıkla. "Evet geç oldu. Uykun geldiyse uyuyalım." dedi kibarca. Başımı sallayarak "Olur" dedim. Ayaklanıp orta sehpadaki tabaklara uzandığımda, "Ben hallederim, bırak," diyerek gözüyle tepsiyi işaret etti, tek kişinin bunu halledebileceğini belli etmek ister gibi. Diretmedim çünkü bir an önce odama gitmek istiyordum.

Fakat merdivenlere yöneldiğim an yine salonda kaldım çünkü gözlerim vitrin raflarındaki çerçevelere ilişti. Esasen, çerçeveleri geldiğimden beri görmezden geliyordum, bakışlarım evde her tur attığında çerçevelerin yanından geçip gidiyorlardı. Bu kez de çerçeveleri ıskalamak istemiştim fakat arkamı döndüğüm an ortadaki fotoğrafa mıhlanıp kaldı bakışlarım. Her karesini ezbere bildiğim, kâbuslarıma giren o fotoğrafa, olduğum yerde çivilenmiş bir hâlde bakakaldım. Bir adım atıp yanına ilerleyemedim, uzanıp alamadım, parmaklarımı üzerinde gezdiremedim. Vals yapan anne ve babam tam karşımdaydı fakat ben onlara gidemiyor, eğer bir adım dahi atarsam tıpkı kâbuslarımdaki gibi olduğum yerde manasız bir çaba harcayacakmışım gibi hissediyordum. Ardından o ses kulaklarımda yankılanacaktı sanki.

''Pera sen valizini içeri almadın değil mi?'' Şömineden gelen patlama ve yanan odun seslerine karışan gür ses irkilmeme sebep oldu. Büyümüş gözlerim Ahmet'in yüzüne kısa bir bakış attılar. Kendimi toparlayarak ''Yok, hayır,'' dedim ve başımı salladım. ''İyi misin?'' diye sorduğunda bana doğru atmak üzere kaldırdığı sağ adımı kendinden emin değil gibi görünüyordu. Aslında Ahmet Arif tüm gece boyunca kendinden emin değil gibi, bir şeyler sormak istiyor fakat çekiniyor gibiydi zaten. Sanki görüşmediğimiz uzun zaman boyunca aramıza giren mesafeyi yırtıp atacak olan yegâne şey biz değilmişiz gibi davranıyordu. Ara sıra bunu hissettiriyordu bana, bu his ise ürkütüyordu beni çünkü ben varım artık, demişti. Olacaksa eğer o adımı havada asılı kalmamalı, bana doğru gelerek zemini sertçe ezmeliydi.

''Evet iyiyim, uzun zamandır gelmediğim için zaman zaman tuhaf hissediyorum.'' diyerek yanıtladım sorusunu. Başını sallayarak anahtarımı istedi. Yüzündeki ifadeye yerleşen endişeyi net bir şekilde görüyordum fakat üstelemiyor, yalnızca söylediklerime kısa süre içinde ikna olmuş gibi yapıyordu. Arabanın anahtarını ona uzatırken havanın soğuk olduğunu ve içeride kalabileceğimi söyledi. Yine diretmedim ve hızlıca onayladım. Elinde anahtarla, çift kanatlı geniş dış kapıya yöneldi. Ben de gözlerimi çerçevelere değirmemeye özen gösterdim ve hızla merdivenlere doğru ilerlemeye başladım.

Yukarı çıkıp sağa doğru döndüm ve koşar adımlarla koridorun sonundaki kapıyı açtım. Büyük bir özlemle odayı inceledim. İlk kez görüyormuş gibi, ezbere bildiğim odayı uzun uzun izledim. Kapının tam karşısında boydan olmayan bir pencere vardı. Pencerenin önünde küçük bir armut koltuk, koltuğun yanında küçük bir kütüphane ve pencerenin karşısında, olduğum kapının solunda kalan duvarda bir çalışma masası vardı. Çalışma masasının soluna doğru küçük bir gardırop uzanıyordu. Küçük yatak ise gardırobun biraz ilerisine konulmuştu. Yatak başlığı pencerenin yanında kalan düz duvara yaslanıyordu.

Gecelerce ter içinde uyandığım, gecelerce hıçkırarak ağladığım, bazı geceler uzun uzun kitap okuduğum, bazı geceler ise yağmur ve gök gürültüsü sesini dinleyerek uyumadığım yatak, Pelin'in dünyası ve sırdaşı, tam karşımdaydı yıllar sonra. Tam yedi sene sonra karşımda duruyordu Pelin'i saran, Pelin'e sarılan soğuk çarşaflar. Gözlerimi odada yeniden gezdirmeye başladığımda çalışma masasının üzerinde duran kırmızı kaplı defteri gördüğümde önlenemez bir özlem ve heyecan yayıldı tüm hücrelerime. Defteri gördüğüm an kendimi masanın hemen önünde, defteri ise ellerimde buldum. Defteri bükerek sayfaları hızla yukarıdan aşağı akıttığımda kaşlarımın ortası yukarı kalkmıştı. Kalbim buruk bir özlemle göğüs kafesimi aşındırmaya başladı ve sol gözümden önleyemediğim, önlemediğim bir yaş döküldü. Defteri sararak göğsüme bastırdım. Göz kapaklarım gözlerimi örttüklerinden dolayı, biriken göz yaşlarım hızla yanaklarıma süzüldüler. Gözlerimi kapadığım anda karşımda vals yapan iki beden gördüm. Bu görsel kamburumun çıkmasına vesile oldu. Defteri daha sıkı sardım göğsümde.

''Pera yukarıda mısın?'' Ahmet Arif'in sesini duyduğumda hıçkırıklara karışmak üzereydim fakat hızla kendimi toparladım. ''Evet,'' diye seslendim ve dört kez derin nefes akıttım ciğerlerime. Hıçkırıkları oksijen ile dağıtmak istedim, başardım da. Ahmet Arif kapıda belirdiğinde elleri boştu, valizi koridorda bırakmış olmalıydı. ''Burada mı yatacaksın?'' diye sordu gözlerini odada gezdirerek. Güldüm. ''Hayır Ahmet, bu yatağa nasıl sığabilirim?'' Başını salladı. ''Misafir odalarından birinde kalırım.'' Yanına vardığımda geçmem için bedenini kapı eşiğinden çekti. ''Defter?'' Kadrajıma, Ahmet'in meraksız bir şekilde baktığı defteri aldım. Ellerimde tuttuğum defteri tanıyordu, defalarca kez okumuştu benimle. ''Anılarımı yâd etmek istedim. Yakın hissediyorum bu şekilde, biliyorsun.'' dedim. Başını kendinden emin bir ifade ile üç kez salladı.

Koridora attığım ilk adım ile başım sağda kalan kapıya çevrildi. Gözlerimi kapıdan hızla çektim ve zemine dikerek yürümeye devam ettim. Arkamdan gelen Ahmet'in bakışlarının da kısa bir süre için kapıyı bulduğunu biliyordum. Koridorun diğer kısmına devam ettik. Yan yana duran üç kapıdan ortadakinin önünde durdum. ''Burada kalırım'' dedim kısaca. Ahmet'e döndüğümde elinde valizim vardı. ''Ben de şu odaya geçeyim'' diyerek başıyla sağdaki kapıyı işaret etti. ''Tamam, sen bilirsin,'' dedim. İyi geceler dilerken sıkıca sarıldım yeniden Ahmet'e. Yıllar sonra yalnız hissetmiyordum. Bunu biliyor gibi sıkıca sarılarak karşılık verdi. O da bana iyi geceler diledi ve kalacağımız odaların kapılarını açıp ayrıldık. İçeri girdiğim an ilk yaptığım şey valizi gelişigüzel bir şekilde bırakarak defterle yatağa oturmak oldu.

Annem ve babamdan bana kalan manevi tek şeydi ellerimin arasındaki defter. Hiç tanımadığım annem ve babamla kurduğum tek iletişimdi. Onların benimle konuştuğu tek yol o defterdi. Yıllarca nasıl o defterden uzak durduğumu düşünürken gözyaşlarımı engelleyemiyordum. Yıllarca tüm bu maneviyata rağmen nasıl bu kadar yalnız kaldığımı düşünüyor, kendime kızmadan edemiyordum. Uzun zamandır evsizdim, uzun zamandır Şah yüzünden evsizdim ve aslında yıllardır sahip olduğum yuvama da Şah yüzünden gelmiş ve oraya evim demiştim. On sekiz yaşımdan beri, yedi yıldır almıyordum kırmızı defteri elime. Yedi koca yıl boyunca annemin satırlarını okumuyordum. Yedi koca yıl boyunca, beni bekleyen bir yuvam, annem ve babam varken ben hiçlikte, boşlukta -karanlık ve sonsuz boşlukta- süzülüyordum.

İlk sayfayı çevirdiğim an gözüme çarpan, kırmızı kalemle yazılmış el yazısı hıçkırıklarımı boğazımdan serbest bırakmama sebep oldu.

'Canım yavrum, merhaba. Seninle ilk kez bu satırlar ile iletişim kuracağım. İlk kez bu duyguyu tadıyorum ve çok heyecanlıyım. Sabırsızlanıyorum seni kucağıma almak için. Hoş geldin, demek için sabırsızlanıyorum bebeğim.'

Annem bana hiç hoş geldin, diyemedi.

Bir sayfa daha çevirdim. Yeniden gözüme aynı el yazısı ilişti. Renk yine kırmızıydı. Bu kez tarih de vardı.

12.04.1995

Canım bebeğim,
Bugün doktora gittik. Doktor gayet sağlıklı göründüğünü ve artık yavaş yavaş organlarının şekillendiği bir döneme girdiğimizi söyledi. Kalan sekiz ay nasıl geçecek bilmiyorum. Bir an önce seninle tanışmak istiyorum. Baban sürekli bebeğimiz ne zaman doğacak, diye soruyor. Sanki ben bilerek seni içimde tutuyormuşum gibi. Babanı çok seveceksin. Dünyanın en şanslı bebeği olacağından emin olabilirsin. Ama babanı benden daha çok sevme olur mu? İkimizi de eşit sev. Eğer birini daha çok seveceksen eğer unutma ki seni karnında taşıyan benim.

Seni çok seviyorum.
Annen

Annemi de babamı da hep çok sevdim. Fakat onlarla hiç tanışamadım.

Defteri okurken bedenimden biraz uzak tutmaya gayret etmiş ve dizlerime yatırmıştım. Gözlerimden dökülen yaşların sayfalara düşmesini ve mürekkebi dağıtmasını istemiyordum. Parmaklarımın tersiyle gözyaşlarımı devamlı olarak silsem de fayda etmiyor ve hemen akabinde yeniden yaşlar dökülüyordu. Birkaç sayfa atladım. Yeni açılan sayfada yine kırmızı kalem kullanılmıştı.

04.07.1995

Bir tanem,
Cinsiyetini hâlâ öğrenemedik ama ben sana küçük patikler örmeye başladım. Hayatımda ilk kez deniyorum ve başarılı olacağıma inanıyorum. Baban sürekli beceremediğim için benimle dalga geçiyor. Bir keresinde çok iyi biliyorsa kendisi yapması gerektiğini söyledim. Denedi, aramızda kalsın ama benden daha iyi becerdi. Yine de bu bizim sırrımız olsun, sakın ona söyleme doğduğunda. Cinsiyetini çok merak ediyoruz ama kız da olsan erkek de olsan bizim bebeğimizsin ve cinsiyetinin bizim için bir önemi yok. Zaten odanda kullanacağımız renklerde de sana alacağımız eşyaların renklerinde de mavi ve pembe kullanmayı düşünmüyoruz. Çünkü renklerin cinsiyeti olmaz. Bunu sakın unutma olur mu? Hep bilinçli, donanımlı bir birey ol ve böyle olmak için gayret göster. Biz sana ne kadar doğruyu gösterirsek gösterelim, bir yaştan sonra kendi doğrularını bulacak ve kendi yolunu çizeceksin. Bizim senin yolunu aydınlatamadığımız zamanlar olsa bile sakın unutma, aklın ve kalbin senin yolunu her zaman aydınlatır. İçindeki aydınlığı takip edersen doğru yolu her zaman bulursun. Çocuk yetiştirmekle ilgili zaman zaman endişeleniyoruz fakat iyi birer ebeveyn olacağımızdan eminim. Bir an önce gel lütfen!

Seni çok seviyorum.
Annen

Annem ve babam karanlık bir yolu aydınlatmak için fenerin nasıl yakılacağını hiç gösteremediler. Hiç bir zaman ebeveyn olamadılar.

Küçük bir çocukken yıllarca okuduğum satırlar, yıllar sonra, olgun bir kadınken yeniden okuduğumda artık daha anlamlılardı. Artık daha çok şey ifade ediyorlardı. Ezbere bildiğim bu satırları uzun bir süre hiçe saymış, dahası unutmuş olduğum gerçeği ile dirseklerimi gözlerime kapattım. Karanlıkta kalmak istiyordum. Karanlığa bulanırsam annem ve babam yüzüme yayılan utanç ve mahcubiyeti göremezlerdi. Pelin, bu satırları hayatı boyunca unutmayacak, hep bu satırlarla yolunu aydınlatacaktı. Pera ise, anne ve babasız -deftersiz- geçirdiği uzun yıllar boyunca aydınlığını çoktan kaybetmişti. Uzun bir süre karanlıkta kalmış ve yolunu kaybetmişti çoktan.

Birkaç sayfa daha atladım. Önüme açılan sayfadaki el yazısı farklıydı. Kullanılan kelemin rengi de. Bu kez mavi renkli bir mürekkep vardı sayfada. Babamın yazısına denk geldiğimde gülümsedim. Babamın bu defterdeki tek yazısı idi.

10.10.1995

Kızım, canım kızım,
Annenden gizli yazıyorum bu satırları. Ben de günlüğüne bir şeyler yazmak istedim ama annen izin vermedi. Gidip kendi defterimi almalıymışım, öyle söylüyor! Neden iki ayrı deftere bir sürü yazı yazıp seni sıkalım ki değil mi ama? Annen bana çok kızacak ama olsun, nasılsa sayfayı yırtmaya kıyamaz. Hem ben sen doğduğunda konuşacağım seninle uzun uzun. Annen sırasını savmış olur, aylardır konuşuyor zaten seninle! Seninle konuşacağım, dertleşeceğim, erkek arkadaş sorunlarını dinleyeceğim, bisikletten düştüğün için bisiklete beraber kızacağımız günleri iple çekiyorum!

Sol elimi ağzıma kapatarak hıçkırıklarımı engellemeyi denedim. Babamın benimle tek iletişimi o mavi mürekkeple yazılmış sayfaydı. Ve o sayfada benimle konuşmak için doğmamı beklediği yazılıydı. Oysa dört gözle beklediği, doğduğum gün gözlerini kapatmıştı açmamak üzere. Bu defterde yazılan tüm satırlar bana bu hayatta çok büyük bir şey öğretmişlerdi; hiçbir şeyi ertelememek ve asla ama asla geç kalmamak gerektiği. Belki yaşanılanların önüne geçilemezdi fakat babam doğduğum günü beklemek için bu denli diretmeseydi benimle birkaç sayfa kadar daha konuşabilirdi belki, ya da birkaç satır kadar. Sol elimi ağzımdan çekerek başımı yukarı kaldırdım, gözlerimi kapattım ve yaşların boynuma doğru akmalarına müsaade ettim. Sağ elimde tuttuğum defteri, kolumu uzatarak kendimden uzak tutuyordum. Müthiş bir titizlikle gözyaşlarımdan uzaklaştırıyordum defteri.

Bir gün, daha geniş bir zamanda bu defterde yazılan tüm sayfaları, tüm satırları, yeniden içmeliydim. Fakat o gece değildi, o gece kaldıracak gücüm yoktu. O gece, yıllar sonra yuvama gelmiş, yıllar sonra anneme ve babama kavuşmuştum. Hayatımda ikinci defa kendi canıma kıymak istediğim bir noktadaydım, on beş yıl sonra bir kez daha diliyordum hayatta olmamayı. Başka bir günde, kendimde güç hissettiğim bir anda o defteri yeniden okuyacaktım fakat önce babamın satırlarını bitirmeliydim. Derin bir nefes aldım fakat nefes soluk boruma takıldı, takıldığı yerde asılı kaldı, ciğerlerime inmedi. İkinci nefesi çekmeyi denemedim bile. Defteri yeniden dizlerime yatırdım ve gözlerimi ay ışığının vurduğu sayfalarda yeniden gezdirdim.

Annen sana bir sürü şey yazmış. Bilinçli ol, kendini bil, aydınlığını bul, sev, güçlü ol ve daha bir sürü şey. En önemli şeyi eklememiş. Vicdanlı ol. Sana kim gelirse gelsin geri çevirme. Kimin, ne zaman, neye ihtiyacı olsa, o zaman orada ol. Biri senin kalbinin kapısına tıklattığında onu geri çevirme kızım. Misafir geri çevrilmez, bize böyle öğretildi. Annen buna karşı fakat ben sana böyle öğreteceğim çünkü sen benim de kızımsın. Hayatta kötü insanlar olabilir, kalbi kararmış bir insan da çıkabilir elbet karşına. Tabii ki temkinli ol, ama sakın unutma; bir insanın kalbi ne kadar kararırsa kararsın, o karaların altında mutlaka temiz bir parça vardır. Çünkü; şunu da asla unutma; her insan, bir günlüğüne bile olsa çocuk olmuştur ve her insanın içinde bir yerde hâlâ küçük bir çocuk vardır. Yalnızca onun nereye saklandığını bulmalısın.

Seni çok seviyorum Pelin'im.
Baban

Defteri kapatarak yatağa fırlattım. Uzun süren hıçkırıklara ve gözyaşlarına bıraktım kendimi. Sırtımı yatak başlığına dayadım ve dizlerimi göğsüme çektim. Kollarımı yeniden bacaklarıma dolayarak çenemi dizlerime yerleştirdim. Kendi kendime sarıldım, Pelin'in hep yaptığı gibi. Pencereden üzerime vuran ay ışığı da beni sarmak istiyor gibiydi yine. Pelin hep buna inanırdı, ben de buna inandım. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülerek dizlerime düşüyor, siyah kot pantolonumda ıslak izler bırakıyordu.

Odadaki sessizlik kulağımı delip geçiyor, bir kez daha kendinden nefret ettiriyordu. Sessizliğin karşılığı benim için her zaman çığlıktı. Her zaman kulaklarıma sessizliğin çığlığı dolardı. Küçük bir çocukken de, büyük bir kadınken de bu hep böyle oldu. Kendimden, benliğimden, Pelin'den bu denli uzaklaşmış olmak, kalbimde büyük bir delik açıyordu ve ben geçen her saniye o delikte kayboluyordum. Kara bir deliğe çekiliyordum misafir odasının yatağında. Kara delik bendim. Kendi kuytularıma düşüyor, kimsenin uzatacağı eli beklemiyordum. Çünkü kimse bilmiyordu o kuytu köşelerin yerlerini. Kimse kara deliği göremez ve bilemezdi.

Şişen göz kapaklarım artık iyice ağırlaşmıştı. Yaşlı, kızarık, açık kahverengi harelerimin üzerini örtüyorlardı yavaş yavaş. Ağırlıklarına direnemiyordum. Yatağa cenin pozisyonunda kıvrılmıştım. Küçülebildiğim kadar küçülmüş, ufacık kalmıştım. Küçük Pelin'in küçük kalbindeki kara deliğe sıkışıp kalacak kadar küçülmüştüm. Anne ve babamın gözünde de bu kadar küçük müydüm acaba?

Ağırlaşmış göz kapaklarımı hissedemediğim, kalbimdeki kara deliği unuttuğum ve bir tüy kadar hafiflediğim bir zaman diliminde sıçrayarak uyandım. İrkilmeme sebep olan şey bu kez kâbus değildi. Kulağıma dolan titreşim sesiydi. Yatağın hemen yanındaki komodinden gelen acı ve telaşlı titreşim sesi, sessizliğin içinden geçerek odada yankı buluyor ve kulak zarlarıma çarpıyordu. Yatakta telaşla doğrulduğumda, sersemlik ile ilk etapta etrafa bakındım. Kalbim sıçramanın etkisiyle yaprak gibi titriyordu, gözlerim ilk olarak yatağın sol kenarındaki deftere değdi. Daha sonra biraz daha ayıldığımda kadrajıma aydınlanmış telefon ekranımı aldım. Gözlerim telefona iliştiği an, ekranda Deva'nın adını gördüm. Odaya hâlâ ay ışığı yayılıyordu.

Telaşla çağrıyı yanıtladım ve telefonu hızla kulağıma götürdüm. Henüz konuşamadan Deva'nın panik dolu bariton sesi çarptı kulağıma. "Pera?! İyi misin?! Neredesin?!" diye soruyordu. Şaşkınlıkla telefonu kulağımdan çekip saate baktım. Saat 03:53'ü gösteriyordu. Ahizeyi yeniden kulağıma yaklaştırdım ve yatakta iyice doğruldum. "Alo? Deva?! Ne oluyor?!" diye sordum merakla. "İyi misin?!" dedi yeniden telaşlı kekeleyen sesi. "İyiyim Deva ben! Ne oldu? Rüya falan mı gördün?!"

Uzun bir sessizlik oldu. Yeniden kulaklarıma çığlık dolmak üzereyken derin bir nefes sesi işittim. "İyisin değil mi? Bir sorun yok yani?" diye sordu. Bu kez sesi biraz daha sakin çıkıyordu fakat halen bir telaş hakimdi sesine. "İyiyim Deva. Ne oldu?!" dedim yeniden. Bu kez panik benim sesime yayılmıştı.

Yeniden sessizlik oldu, yeniden kulağıma çığlıklar dolmak üzereydi fakat Deva bu kez sesini de nefesini de bırakmadı. Sessizliği yırtıp atan ben oldum. ''Deva, saat sabahın dördü! Bir şey olmuş! Ne oldu?!'' Ahmet Arif'i uyandırmamak için sessiz konuşmaya çalışıyordum fakat fısıldamama rağmen Deva'ya alenen bağırıyordum.

Derin bir nefes aldı, nefesinin titrediğini işittim. ''Eve biri girmiş,'' dedi. ''Ne? Nasıl biri girmiş?'' diye sordum. ''Bilmiyorum girmiş işte biri! Ev darmadağın! Ben de yalnızsın diye seni aradım hemen, belki biri senin olduğun eve de girmeye çalışmıştır, ne bileyim!''

''Deva ben iyiyim. İyiyim de, sen uyanmadın mı eve girildiğinde?!'' diye sordum. ''Evde değildim, yeni geldim eve.'' dedi. ''Evdeydin ama konuştuğumuzda.'' dedim, sanki belli bir saatten sonra evden çıkılmıyormuş gibi. ''Sonra çıktım Pera! Canım sıkıldı, kafam atıktı, çıktım!'' dedi hiddetle. Yanıtlamadım, haklıydı; kurduğum cümle epey mantıksızdı. Sıkıntılı bir nefes verdiğini işittim.

''Eve nasıl biri girmiş? Ne almışlar? Hırsız mı yoksa Şah mı?!'' diye sordum fısıldayan fakat yüksek perdeden çıkan sesimle. ''Hırsız falan değil Pera! Hırsız olsa seni değil polisi arardım, hırsız olsa iyi misin diye endişelenmezdim. Zaten evde değerli eşyalarım yok, ben her şeyi bankada saklarım. Elektronik aletler falan, her şey yerli yerinde. Yalnızca ev dağılmış, bir de...'' Derin bir nefes aldı fakat o nefesin ciğerlerine ulaşmadığını ahizenin ucundan anlayabiliyordum.

''Bir de ne?'' diye sordum merakla. ''Bir de fotoğraf var. Yani evden bir şey alınmamış eve bir şey konulmuş.'' dedi titreyen sesiyle. Bu kez sesinin öfkeden titremediğini biliyordum. Bu kez sesi hüzünle titriyordu, bunu tüm zerremde hissediyordum.

''Ne fotoğrafı?'' diye sordu sesim dolup taşan bir merakla. Deva'nın yutkunduğunu duydum, boğazını temizleme ihtiyacı hissetti ardından. ''Babamla bir fotoğrafımız, ben bebeğim daha fotoğrafta.'' dedi. ''Şah mı?'' diye sordum düşünmeden. ''Kim olabilir ki başka?'' dedi. Sesindeki mağlup tını içimi sızlattı ve tüylerimi ürpertti. ''Babanla fotoğrafın Şah'ta olacak kadar hayatında mı bu adam senin? Nereden bulmuş ki?'' diye sordum. Merakım her geçen saniye tırmanıyordu.

Meraklanacağım ve hatta sesini duymak için sabırsızlanacağım kadar uzunca süren bir sessizlik oldu. Deva sesini dudakları arasından özgür bıraktığında, tanıştığımızdan beri ilk kez sesindeki gürlük gitmişti. Gürlüğün yerini, yenik, ağlamaklı, kısık çıkan mahcup bir ses almıştı. ''Benden buldu, fotoğrafı benden aldı.'' dedi.

Tüm tüylerim tek tek, isyan eder gibi başkaldırdılar. Ayaklandılar ve birer zehirli iğne gibi tek tek tenime battılar.

♛♚

Hikaye ve bölüm ile ilgili yorumlarınızı bu satıra bırakabilirsiniz.

Küçük yıldıza dokunmayı unutmayın.

Twitter: esaturk07
Insta: esaturk_07
Wattpad: esaturk

 

Loading...
0%