@esaturk
|
Oy ve yorum isterizz 💙 *** Sanki zihnimden geçenleri gözlerimden bir bir okuyormuş gibi, "Gel dersen gelirim Ülkü." dedi. Sesi fısıltıdan hâlliceydi. "Biliyorsun; aradığında açarım. Kal dersen kalırım. Kapımdan çevirmem seni." Kapı eşiğinde; o içeride, ben dışarıda birkaç saniye öylece birbirimize baktık. Göğsünü derin bir nefesle şişirirken beni baştan aşağı süzdü. Gözleri yeniden gözlerimi kıskıvrak kavradı. "Değişmeyen şeyler var. Bu değişmedi. Hiçbir zaman da değişmeyecek." dedi fısıltılı bir sesle. *** Geleceğe dair yaptığınız planları hiç durup düşündünüz mü? Okuyacağınız okulu seçerken, ertesi gün boş vaktinizde neler yapacağınızı düşünürken, beş yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz sorusunu yanıtlarken ya da ergenlik döneminizdeki en yakın arkadaşınızla yıllar sonrasının hayalini kurarken hayatın da sizler için çoktan planlar hazırladığını kaç kez görmezden geldiniz? Ben bunu defalarca kez yaptım. Defalarca kez yanıldım. Fakat yine de bu eserekli tutumumu sürdürmeye hep devam ettim. Gökdemir ile ilk tanıştığımda onunla romantik bir ilişki kurmayacağımdan neredeyse emindim, bu benim için geleceğe dair hazırlanmış basit bir plandı aslında. Sonrasında liseli Ülkü'nün minik kalbinin kaç kere doludizgin çarptığını ve henüz yeni açılmaya başlayan gözlerinden kaç gece yaş döküldüğünü hiç sayamadım. Nisa ile beraber aynı üniversiteye gidip aynı evde kalma hayalleri kurarken birimizin başka şehre gidebileceği gerçeğini kafamdan hiç geçirmemiştim. Şimdi ise en yakın arkadaşımla yılda yalnızca birkaç defa buluşur olmuştuk. Bunlar, açıkça hayatın bana plan yapma deyişinin basit ve etkili örnekleriyken Gökdemir'in gidişinden sonra onu bir daha asla görmeyeceğimi düşünüşüm de, şimdi onun salonunda hasta bir şekilde oturuyor oluşum da aynı tezatlıkla çarpıyordu yüzüme. Titremeye yüz tutmuş hücrelerimin tatlı ağrılarını duyumsarken üzerimde büyük bir havluyla onu bekliyordum. Gökdemir içeri girer girmez beni salona buyur etmiş, üzerime bir havlu sarmıştı. Sarmalandığım havluyla ses çıkarmadan oturuyordum koltuğun köşesinde. İçim titriyordu, bacaklarımın güçsüz olduğunu ve sanki kanımın hafif hafif karıncalanmaya başladığını hissediyordum. Yorgundum ve üşüyordum. Gökdemir bir-iki dakika sonra içeri geldi. Elinde etiketleri üzerinde olan birer pijama ve iç çamaşır takımı vardı. Kadın iç çamaşırı ve pijama takımıydı. Gözlerim yüzüne kayarken, "Sıcak bir duş al istersen, hasta olacaksın." diyor ve bir yandan etiketleri koparıyordu. "Bak bunlar temiz, hiç kullanılmadı." derken maviliklerini yüzüme çevirdi. Bir elindekilere bir de yüzüne bakarken gelip sağıma oturdu. "Kimin bunlar?" diye sordum kendimi biraz zorlayarak. Konuşmaya bile hâlim yoktu oysa. Bir müddet şaşkınca yüzüme baktı. Meraklı sorumdan pişman olmam gereken bir anda olsam da hiç de pişman değildim. Bu bana da sürpriz olmuştu. "Sevgilimin Ülkü!" dedi sivri bir sesle. Sesindeki sivriliğin yanında belli belirsiz bir öfke de seçiliyordu. "Bu hâlde bunu mu soruyorsun gerçekten?" deyip elindekileri ellerime tutuşturdu öfkeyle. "İstemez!" diyerek hiddetle kucağına geri bıraktım. "Islak uyurum!" Kucağındaki pijama ve iç çamaşır takımını yeniden bana uzatırken, "Göksel'in," dedi, bu defa daha sakin bir sesle. Göz ucuyla yüz ifadesini kolaçan etmek istesem de bunu yapmadım. Çünkü tebessüm ettiğinden emindim. Hâlinden memnun yüz ifadesini görmek istemiyordum. "İstanbul'a geldikçe kalırım yanında demişti. Bir sürü şey alıp koydu valizime ben gelirken. Bunlar Göksel'in ve hiçbiri kullanılmadı." Ona ters bir cevap daha vermek, biraz daha dikleşmek istedim fakat mecalim yoktu. Derin bir nefes alıp verdim, sessiz kaldım. "Sıcak bir duş al. Hasta olacaksın." dedi yeniden. Yerimden kalkmak istemiyordum, kılımı dahi kıpırdatmak istemiyordum ancak çok üşüyordum. Biliyordum ki kaynar suyla duş alsam bile içim ısınmayacaktı. Ama o kadar üşüyordum ki en azından denemeye değerdi. Gökdemir sessizliğimi onay olarak aldığında kalkmama yardımcı oldu ve bana banyoya kadar eşlik etti. Bir şeye ihtiyacım olursa seslenebileceğimi, her neye ihtiyacım olursa onu kapıya bırakabileceğini ve ben çıkana kadar da salonda bekleyeceğini söyledi. Soyunmam uzun sürdü. O kadar zor hareket ediyordum ki üzerimdeki triko kazağı çıkarmam bile neredeyse dakikalar aldı. Zar zor hareket ettirebildiğim kollarımla ıslak kıyafetlerden zorlukla kurtuldum, kendimi duş kabinine zorlukla attım ve çok zaman alan duşu zorlukla sürdürdüm. Onun şampuanıyla, onun vücut jeliyle bitirdim duşumu. Kabinin dışına astığı temiz havluyu zorlukla alıp bedenimi zorlukla sarmaladım. Giyinmek istiyordum fakat tek yapabildiğim kambur bir şekilde dikilmekti. Sıcak su biraz da olsa iyi gelmişti ancak bacaklarım halen titriyordu. Bedenimin her bir zerresine iğneler batıyordu. Üşüyordum ve giyinecek gücü bedenimde henüz bulamamıştım. Klozetin kapağının üzerine oturup bir süre dinlendim. Soluklarım yorgun fakat gürültülüydü. Sonsuza kadar orada oturabilirdim. Gökdemir'in adımı seslenmesi üzerine artık aksiyon almam gerektiğini hatırladım, aradan kaç dakika geçtiğini bilmiyordum. İyi olduğumu haber verirken sesim çatallıydı. Kurulanıp iç çamaşırları ve pijamaları giyindim. Kapıyı açtığımda elinde tuttuğu çoraplarla beni bekliyordu. Çoraplar erkek çorabıydı. "Göksel çorap koymamış, bunları bulabildim. Paketten yeni çıkardım." dedi mahcup bir edayla. Önemli olmadığını söylemek istesem de sadece başımı iki yana sallayabildim. Çorapları alıp salona doğru hareketlenmek istedim ancak önüme dikildi. Neredeyse iki büklüm duruyordum. Yüzüne kaldırdığım gözlerimin üzerindeki alnım kırışmıştı. Kollarım ve bacaklarım uyuşmuş gibi hissediyordum. Belim ve sırtım hafif hafif ağrıyordu. Ve Gökdemir tam önümde dikilerek işimi fazlasıyla zorlaştırıyordu. "Saçlarını kurutman lazım." dedi. Göz devirerek bıkkın bir nefes verdim. Yeniden hareketlendim yolu açmayacağını bilerek. Önümde dikleşti. "Saçlarını kurut." dedi yeniden. Bu kez sesi biraz daha yumuşaktı. Pes ederek aynaya döndüm. Kendi yansımamla karşılaşmam, bu gece başıma gelen en kötü şeylerden biriydi. Berbat görünüyordum. Yüzüm solmuş, gözlerim kızarmıştı. Yüzüm yaşlı bir kadının yüzünü andırıyordu. Beden dilim fazlasıyla acınasıydı. "Sağında," dediğinde gözlerimi yüzümden kaçırdım. Sağdaki metal askıda duran saç kurutma makinesini elime almayı denediğimde bunun bile benim için çok zor olduğu ile yüzleştim. Kolum, onu kaldırmayı denediğim gibi geri düştü. Gökdemir uzun bir nefes vererek içeri geldi. Çorabı lavabonun altındaki dolabın kenarına bırakıp makineyi aldı. Çalıştırıp saçlarıma tutmaya başladı. Sıcak hava bedenimle temas ettiği ilk anda gevşediğimi hissettim. Gözlerimi kapattığımda göz kapaklarım yanmaya başladı. Gökdemir bir eliyle saçlarımı parça parça tutup kaldırırken diğer eliyle kurutma makinesini başımda gezdiriyordu. Saçlarımda dolaşan elleri uykumu getirdi. Fakat gözlerimi kapatmak artık işkence gibi geliyordu. Göz kapaklarımı kaldırdığım esnada yüzünün aynadaki yansımasının ne kadar ciddi göründüğü ile karşılaştım. Yıllar evvel onu bu kadar ciddi gördüğüm tek an geldi aklıma. O gece ne kadar ağladığımı unutmam mümkün değildi. Dakikalarca saçlarımı kuruttu. Saçlarımın tamamen kuruduğundan emin olana kadar devam etti. Artık ayakta durmakta fazlasıyla zorlandığımda aynadan göz göze geldik. "Yoruldun, biliyorum. Az kaldı." dedi mırıltıyla. Bir süre daha sabrettim. Birkaç dakika sonra saç kurutma makinesini kapattı. Makine kapandığı an ne kadar gürültü yaptığını fark ettim, yüzüm ekşidi. Beni yeniden salona götürdü. Salondaki kanepede bir yatak hazırlanmıştı. Ağır adımlarla yatağa ilerlerken beni kanepenin diğer ucuna oturttu. "Bekle, geliyorum hemen." dedi ve çorapları bırakıp gitti. Gider gitmez çorapları aldım elime. Ayaklarım donuyordu. Fakat değil onları ayaklarıma geçirmek, eğilmekte bile fazlasıyla zorlanıyordum. Ancak çoraplarımı da ona giydirecek değildim. Zorlukla da olsa, o gelene kadar birini ayağıma geçirmeyi başardım. Diğeriyle mücadele ederken ve nefes nefese kalmışken elinde bir tepsiyle içeri girdi. "Dursana, yardım edeyim!" diye kalayladı beni. "Hallederim." dedim zorlukla. Nefesim sesten yoksun gibiydi ancak beni duymuştu. Yanıma oturup çorabımı giymemi bekledi. Bir-iki kez daha yardımcı olmak istese de reddettim. Çorabı yamuk bir şekilde ayağıma geçirdikten sonra bedenimi serbest bıraktım. Sırtım koltuk sırtına sertçe yaslandı. Eğilip, topuk kısmı neredeyse bileğime kadar çıkan çorabı düzeltti. Geri doğrulduğunda, "Çorba yaptım." diyerek tepsiyi kucağıma bıraktı. Büyük bir kasenin içinde tarhana çorbası vardı. Yanında ise soğuk algınlığı ilacı ve vitamin. Duşta bu kadar uzun mu kalmıştım? Bir süre de çorbayla mücadele ettim. Ağzıma iki kaşık denk getirebilene kadar çorba neredeyse soğumuştu. Gökdemir beni azarlayıp çorbanın kalanını bana yavaş yavaş içirmeye başladı. Önce, "Abartma Ülkü!" dedi dişlerinin arasından. Ardından ilk kaşığı ağzıma gönderirken, "O kadar da değil. Çorbanı da bu şartlar altında içirebilirim bence." dedi. Üstelemedim. Tek istediğim şu damarlarımda gezen mikroplardan kurtulmak ve daha iyi hissetmekti. Sessizce çorbamı içirdi, hiç konuşmadan yudum yudum içtim yaptığı çorbayı. Gözleri her hamlesinde; kasedeki çorba, profilim ve dudaklarım arasında sıra sıra geziniyordu. Başka şartlarda olsak bu anı çok farklı yorumlar ve çok farklı şeyler hissederdim. Fakat o kadar kötü bir hâldeydim ki; şu an, Gökdemir'in yıllar sonra karşıma çıkışının ikinci haftasında, bana kendi evinde, kendi elleriyle çorba içiriyor olması sanki günlük bir rutin gibiydi benim için. Bu benim için, ertesi akşama kadar kayda değer bir şey bile değildi. Çorbam bittiğinde hazırlanan yatağa doğru yönelmek istedim. "Burası senin için değil." dedi. Tepsideki ilaçları önümdeki sehpaya bıraktı ve tepsiyle ayaklandı. "Burayı kendime yaptım. İçeride yatacaksın sen." Uzun ve gürültülü bir nefes vererek yeniden koltuk sırtına yaslandım. Bu kadarı fazlaydı. Onu yatağından da edemezdim. "Saçmalama!" dedim zorlukla. Esef dolu bakışlar atıyordum. Çenesiyle ilaçları ve ağzına kadar dolu cam şişe suyu gösterdi ve böylelikle sitemimi duymazdan geldi. "Bekle, bardak getiriyorum, öyle içemezsin sen onu." Arkasını döndüğünde bu söylediğine gülümsedim. Bu, bir anlığına da olsa tüm uzuvlarımdaki ağrıları dindiren basit bir detaydı. Bu, bir anlığına da olsa toy ve neşeli o genç kız gibi hissettirdi. Saniyeler sonra geri geldiğinde elinde büyük bir cam bardak vardı. Bardağı doldurup ilacı çıkardı. İlacı ağzıma kendim atsam da, bardak da zayıf kaslarım için fazlaca ağırdı. Gökdemir'in ilaçlarımı içmeme de yardımcı olması kaçınılmaz son oldu. İkisini de içirdikten sonra kalkmam için yeniden yardımcı olmak istedi. Başımı iki yana salladım. "Hayır!" diye sesimi yükseltmek istedim fakat sesim biraz kısılmıştı. Bu sebeple çatallı çıktı. Fakat aldırmadım. "Burada yatarım, abartma." "Yatamazsın burada, kanepe yatak olmuyor! Hem sert! Hastasın zaten! Benim yatağımda yat!" Başımı yeniden iki yana salladım. "Ülkü inatçılığın sırası değil! Bu gece o gece değil! Kalk hadi." Yeniden kolumdan kavradı. Kolumun yandığını hissettim. Her bir zerrem git gide daha da ağrıyordu. Ve daha da hassaslaşmıştı. "Hayır!" diye mızmızlandım ve bu basit kelimeyi de zor dile getirdim. "Burada yatacağım." demek de epey zor oldu. Gökdemir bıkkın bir nefes verdi. "Ülkü, kalk!" dedi üsteleyerek. "Zorla götürürüm yoksa. Burada yatamazsın bu gece! Hastasın! Rahat edemezsin!" "Ederim." Yeniden sıkıntıyla soluklandı. "Of Ülkü hâlâ çok inatçısın!" diye söylendi. Ancak pes eden oydu. Yaptığı yatağa yatmama yardımcı oldu. Sehpayı baş ucuma kadar çekti. Üzerinde ilaç, bardak, su ve telefonum vardı. Gidip içeride biraz daha oyalandıktan sonra ateş ölçer getirdi. Ateşimi ölçtük. Küçük aletin üzerine bakarken, "Çok çıkmamış, 37.7 ama çıkabilir." diye mırıldandı kendi kendine. Işığı kapatıp koltuğa, biraz ilerime oturduğunda uyumak üzereydim. Çok uykum vardı ancak gözlerim alev alev yanıyordu. Bu şartlarda nasıl uyuyacaktım? Burnumdan nefes alamıyordum. Tüm kemiklerimin sızladığını hissediyordum. Nefes almak bile zor geliyordu. Nasıl uyuyacaktım bilmiyordum fakat gözlerimi iki kez açıp kapattıktan sonra bir daha uzun bir süre aralamadım. *** Beyaz bir maske, yüzümün önüne hızla yaklaşıp uzaklaşıyordu. Maske her yaklaştığında boğulduğumu hissediyordum. Gülüşme sesleri geliyordu kulağıma. Her şey o kadar rahatsız ediciydi ki her neredeysem koşarak uzaklaşmak istiyordum. Nefes nefeseydim. Nefeslerim dudaklarımdan inler cinsten dökülüyordu ve bütün vücudum dehşet bir ağrı içindeydi. Üşüyordum. Gürültüler çoğaldı. Ama seslerin ne olduğunu anlamıyordum. Parmak uçlarımda çok rahatsız edici bir his vardı ve neye dokunduğumu bilmiyordum. Soğuktan titriyordum. Maske bulanık kadrajıma halen girip çıkıyordu ve inlemeden hâllice çıkan acı sesim, cılız bir şekilde dökülüyordu dudaklarımdan. "Ülkü!" Gürültüler beni delirtmek üzereydi, beynimin içinde sesleri yankılanıyordu. Beynime çivi çakılıyormuş gibi hissediyordum. Soğuk, binlerce iğne olmuş bedenime batarken tir tir titriyordum. Dudaklarımdan dökülen cılız inlemeler ağzımı kurutmuştu. Kahkahalar çoğalmıştı, kusmak üzereydim. "Ülkü, uyan. Kalk!" Nefes nefese inliyordum. Karların içinde çırılçıplak yatıyor gibiydim. "Git!" diye inledim zorlukla. Sesler yankılı duyulmaya başlamıştı artık. "Ülkü havale geçireceksin! Kalk!" Kollarıma sarılmış birer zincir vardı ve o zincirler alevdendi sanki. Üzerimde her ne olduysa daha çok üşümeye başladım. Cenin pozisyonunu alıp tir tir titremeye devam ettim. "Üşüyorum!" diye inledim. Dişlerim birbirine vuruyordu. Soğuktan kendimi o kadar kasıyordum ki çenem gerilmişti ve sanki boynum kopacaktı. "Duşa! Kalk!" Kafamın içinde gürleyen ses beni sağır etmek üzereydi. Bedenim sarsıldığında o midemi bulandıran maske hâlâ gözümün önündeydi. Bir an için uçtuğumu hissettim. Sanki çırılçıplak yattığım o karlı uçurumdan tam da şu an aşağı yuvarlanıyordum. Üzerimde hissettiğim buz gibi suyla gözlerim sonuna kadar açıldı. "Soğuk!" Kısık sesimin müsaade edebildiği kadar çığlık attım. Ve gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı. Ne olup ne bittiğini idrak edebildiğim ilk anda gördüğüm yüz, Gökdemir'in yüzüydü. Üzerimde pijamalar vardı. Sırılsıklamdım. Elindeki duş başlığından üzerime soğuk su tutuyordu. "Yapma! Yapma! Soğuk! Yapma!" diye çığlık çığlığa bağırırken ellerimi suya siper etmiştim. "Sus! Saat sabahın beşi!" dedi dişlerinin arasından. Fakat elbette bu ikazı ciddiye alabilecek bir durumda değildim ben. Bağıra bağıra ağlamaya başladım. O kadar soğuktu ki içi buzla dolu bir küvete girmiş gibi hissediyordum. "Yapma! Üşüyorum!" Birkaç kez hıçkırdım. "Çok soğuk!" diye bağırdım ve bağırarak ağlamaya devam ettim. Tüm tüylerim tek tek batıyordu bedenime. Soğuktan canım yanıyordu. "Yeter! Yeter, ne olur?!" diye avazım çıktığı kadar bağırdım. "Ülkü ateşten havale geçireceksin!" diye bağırdı Gökdemir. "Dur!" Birkaç dakika daha mücadele ettim onunla. En sonunda suyu kapattı, beni kabinden çıkardı ve üzerimdeki pijamaların üzerine yerleştirdiği havluya sardı. Kelimenin tam anlamıyla titriyordum. Dişlerim birbirine çarparken tüm tüy köklerim canımı yakmak için halen canhıraş bir mücadele içindeydi. "Kuru takımlar var. Bunlarla yatmaman lazım. Giymen lazım onları. Kendin giyebilecek misin?" diye sordu sakin bir sesle. O da sırılsıklamdı, ıslak tişörtü üzerine yapışmıştı ve bunu henüz fark ediyordum. Titreyerek sessiz kaldım önce. O kadar kötü bir durumdaydım ki Gökdemir'in beni soyup geri giydirmesinin doğru olması için her şeyimi feda edebilirdim. Fakat ne yazık ki bu şartlar altında bile doğruyu ve yanlışı bir nebze de olsa ayırt edebiliyordum. Etmemeyi diledim çünkü bunu yapabilecek gücü kendimde bulamıyordum. Başımı zorlukla salladım. Kafamın üzerinde sallanan şeyin kuru saçlarımdan oluşan bir topuz olduğunu fark ettim. Beni kurulayabildiği kadar kuruladı. En sonunda kıyafetleri verip dışarı çıktığında yine uzun süren bir giyinme mücadelesi verdim. Banyoya geri geldiğinde beni yerde, paspasın üzerinde oturur vaziyette buldu. Tüm enerjimi, kırıntılarına kadar, giyinmeye ayırdığım için ayakta durmaya bile hâlim kalmamıştı. Hafif hafif titrerken ve gözlerimi bile açamıyorken bir kez daha ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim. Tek istediğim uyumaktı. Ve Gökdemir de tam olarak şu an bana bunu vermek üzereydi. İçeri gittik, oda karanlıktı. Beni yatağa yatırdığında yumuşak yatağa sarılmak istedim. Başımı yastığa hafifçe gömdüğümde gözyaşlarım yeniden gözlerimden boşalmaya başladı. Yastıkta o koku vardı. Polardaki o koku. O polar halen bendeydi ancak artık kokmuyordu. Ve ben bu kokuyu aslında unuttuğumu, yıllardır o kokudan kalan silik notaları hatırladığımı şimdi fark ediyordum. Başımı hafifçe çevirip yastığa gömdüm. Yastığı buram buram ciğerlerime çekerken içli içli ağlıyordum. Hıçkırıklarım kısa süre içinde düzene girdi. O kadar yorgundum ki hıçkırarak ağlamam bile kısa sürdü. Bedenim biraz daha gevşedi, soğuk adım adım uzaklaşıyordu. "Kokmuyordu," diye mırıldandığımda bir kez daha sesim dudaklarımın arasından inler bir cinsten dökülmüştü. "Ne kokmuyor? Kâbus mu görüyorsun yine?" Alnıma ve hemen ardından boynuma yaslanan soğuk bir şey hissettim. "Polar kokmuyor." diye mırıldanırken yeniden hıçkırdım. "Ne?" dedi fakat başka şeyler söyleyecekmiş de vazgeçmiş gibi ansızın frenledi kendini. "Artık kokmuyor," dedim zorlukla. Belki de bunu söylememiştim bile. Uyku ve uyanıklık arasındaydım ancak hangisine daha yakın olduğumu bilmiyordum. Bedenimin üşümesi ve canımın yanması biraz daha azalmış olsa da, o koku burnuma halen doluyordu işte. "Ülkü, kâbus görüyorsun. Eğer ateşin düşmezse hastaneye gideceğiz." diyerek bir girizgâh yaptı ve söze devam etmek istedi fakat müsaade etmedim. "Koksun. Bir şey yap Gök." diye ağzımın içinde zorlukla, yarım yamalak mırıldandım. Dudaklarımdan çıkan son kelime, onun dudaklarından çıkmak üzere olan tüm kelimeleri bıçak gibi kesti. Gerisi karanlıktı. *** Derin ve titrek bir nefesle neredeyse sıçrayarak uyandığımda hangi kâbustan uyandığımı bile bilmiyordum. O kadar çok kâbus görmüştüm ki tüm gece korkudan inim inim inlemiş olmalıydım. Gözlerimi kırpıştırıp etrafta dolaştırdığımda karşılaştığım ilk şey, Gökdemir'in her şeyden habersiz karşımda duran yüzü oldu. Hayat, yaptığımız planlar ve hayatın bizim için hazırladığı karşı planlar üçlemesi bir defa daha düştü aklıma. Yıllar önce onu koca ülkede bir daha asla göremeyeceğimden eminken şimdi birkaç karış karşımdaki yüzüne bakıyor olmam kabul edilebilir gibi değildi. Yıllar evvel Ortaköy'deki o sokaktan da Ulus'taki o kahvecinin önünden de geçmemek için birkaç kez yolumu değiştirmiş olmamla şimdi onun yatağında hasta bir şekilde uzanıyor oluşum büyük bir çelişkiydi. Evet, onun yatağında yatıyordum ve yatağın yanına çektiği sandalyede, başını ayak ucuma dayayarak uyuyan yüzünü izliyordum. Bu, hayatın benimle alay eder gibi gözüme soktuğu adi bir tezatlıktı. Fakat hayatımda yaşadığım en güzel tezatlıktı. Olgunlaşmış yüzünü uzun uzun izleyecek bu güzel fırsatı bir daha yakalayıp yakalayamayacağımı bilemiyordum. Onu yeniden gördüğüm ilk andan beri öfke denizlerine sürüklenmiş olsam da bu karşılaşma için şimdi şükran duyuyordum. Çünkü büyümüş Gökdemir'in yüzünü uzun uzun izlemek, bedenimde vuku bulan tüm ağrılarımı dindiriyordu. Bu hissettiğim kendime öfkelenmeme sebep olsa da, bu gerçek göz ardı edemeyeceğim kadar güzeldi. Onu gerçekten özlemiştim. Eski Gökdemir'i. Ağzımdan nefes alıp verirken, göğsümün hırıltılı bir şekilde kalkıp inmesini dinlerken yanan ve yüzünde usul usul gezdirdiğim gözlerimi ansızın kapattım. Telaşlı aksiyonuma sebep olan şey; göz kapaklarının kırpışmasıydı. Seslerden ve yatağın hafifçe sarsılışından anladığım kadarıyla uyandı, beni kontrol etti ve yerinde gerindi. Ardından kendine gelmek için biraz oyalanmış olsa gerek, bir süre sonra ayaklandı. Git gide uzaklaşan ayak seslerini ve çektiği kapının sesini dinlerken göğsüme çöreklenen şey bir kez daha kendime kızmama sebep oluyordu. Odada, tavana bakarak ve Gökdemir'in mutfakta çıkardığı sesleri dinleyerek geçirdiğim dakikalardan sonra göğsümden genzime tırmanan şey sebebiyle öksürmeye başladım. Seslerin kesilmesi ve kısa süre içinde kapının çalınması yalnızca birkaç saniye sürdü. Ben halen öksürürken kapıyı yavaşça açıp başını içeri uzattı. "Günaydın," diye mırıldandı, sıcak ancak bir o kadar mesafeli bir sesle. Başımı sallayarak karşılık verip yatakta zorlukla dikleştim. Gelip sessizce yanıma otururken elindeki ateş ölçer ile oyalanıyordu. Ateş ölçeri ayarlayıp bana verdi. Alıp koltuk altıma sıkıştırdım. Sessizce otururken geçen saniyeler, dakikalar geçiyormuş gibi hissettiriyordu. Ben yatağa, o yere bakıyordu. Ateş ölçerin ötmesiyle uzanıp onu geri aldı. Küçük dijital ekrana bakarken, "Otuz yedi derece," diye mırıldanıp ayaklandı. Yeniden bana döndü, beni baştan aşağı süzüp, "Açsın değil mi? Kahvaltı hazırladım." dedi. Bir şeyler yiyecek olmak fikri midemi bulandırdığında yüzümü ekşittim. "İstemiyorum." derken kusacak gibiydim. Çiğnemek eyleminin düşüncesi bile beni fazlasıyla rahatsız ediyordu. Fakat kurt gibi açtım. "Aç değil misin?" "Açım." diye mırıldanırken başımı önümden kaldırdım. Gözlerim yüzüne çıktığında yüzümden gözlerini kaçıran o oldu bu kez. "Ama bir şey yemek istemiyorum. Midem bulanıyor düşününce." Ne hissettiğimi çok iyi biliyor gibi, "O zaman çorba iç. Çiğnemek zor gelecek, biliyorum." dedi ve o da bakışlarını yüzüme çıkardı. "Bir şeyler yemen lazım ki ilaç içebilesin." Gözlerimiz birbirimizin yüzlerinde gezinse de ortada çarpışmıyorlardı. Çorba fikri de pek parlak gibi gelmedi ancak kahvaltı yapmaktan çok daha çekilir bir şeydi. Başımı yukarı aşağı isteksizce salladım. Hiç beklemeden içeri gitti. Toparlanmak ve ayaklanabilmek için derin nefesler alıp verirken kendimi biraz daha sağlıklı hissetmeye zorluyordum. Dakikalarca mücadele verdim fakat nafileydi. Gökdemir yeniden kapıda belirdi. Ellerinde bir kez daha üzerinde çorba olan bir tepsi vardı. Gelip aynı yere, yanıma oturdu. Sessizce çorbamı içerken başımda bekledi. Çorbamı içtikten sonra ise büyük bir bardak su verip ilaçlarımı içmemi bekledi. Bana gösterdiği bu misafirperverlik yüreğimde bir yerlere dokunuyordu. Ağız dolusu teşekkürler edecek kadar minnet duyuyordum ona. Ancak gözlerimi yüzüne bile zor çıkarıyordum. Halen kabullenebilmiş değildim içinde olduğum durumu. Onun varlığını da, yaşadıklarımı da, şu an olduğum bu yeri de, iki kelam edebiliyor olmamızı da, gürültülü suskunluklarımızı da... Kendimi bir şeyler söylemek zorunda hissetmeye başlamıştım. "Dün koltukta yatıyordum." derken sesim genzimden içeri geri dökülmek için canhıraş bir mücadele veriyordu. Başını sallarken, "Burada dinlenmen daha doğruydu." diye mırıldandı. Benim zorlukla açık tuttuğum gözlerim biçimli ve olgun profilini izlerken onun gözleri ellerinde oyalandığı ilaç kutularındaydı. "Çarşaflar temizdi." Yıllar önce mavinin en sevdiğim tonlarını taşıyan gözlerini yüzüme çevirdi. "Sen duştayken değiştirmiştim. Temiz yani çarşaflar." Histerik bir gülüş bıraktım. "Biliyorum. Zaten emindim bundan." "Yastık kılıfları da öyle." Kaşlarını kaldırmış, ne düşündüğümden çok emin gibi bakıyordu. Kokusu, yıkanmış temiz yastık kılıflarına bile sinecek kadar baskındı. Bunu biliyordum, o da bunu bildiğimi biliyordu. Ancak bunu neden izah ettiğini bilmiyordum. Ne söylemem gerektiğini kestiremez bir edayla, "Biliyorum." derken sesim soru soruyordu. Yanıtlamadı, herhangi bir açıklama yapmadı. Yalnızca yüzüme baktı. Bakışları sakindi ancak yıllar önceki o sakinlikten fazlasıyla uzaktı. Bir süre sessiz kaldık, öylece birbirimize baktık. En nihayetinde, "Teşekkür ederim." diye mırıldandım. Gözlerini kaçırıp başını sallarken onun sesi de mırıltıdan farksızdı. "Lafı mı olur?" Başını yeniden bana çevirdi, irisleri yüzümün her bir zerresinde merakla geziniyordu. "Ama hikayeni dinlemek isterim." "Ne hikayesi?" "Keyfinden burada olmadığını biliyorum. Bir anda keyfinden gelmeyeceğini bilecek kadar tanıyorum seni." Güldüm. Bu gülüş, peşinden şiddetli bir öksürüğü getirmek istedi fakat direndim. "Değiştiğimi söylemiştin ama." Başımı yatak başlığına dayadım. Uyandıktan sonra geçen otuz-kırk dakikadan beri artık biraz daha iyi hissediyordum. "Değişmişsin zaten." derken beni baştan aşağı ağır ağır süzdü. "Sen de değişmişsin." Bu kez o güldü. "İkimizin de farklı şeylerden bahsettiğinden eminim, Ülkü." dedi ve ayaklandı. Derin bir nefes alıp verdikten hemen sonra, "Biraz daha dinlen istersen. Tekrar gelip ateşini ölçerim. Şimdi bir duş almam lazım. Evdeyim bugün." dedi ve dudaklarını birbirine bastırarak cevabımı bekledi. Verecek cevabım yoktu. Aramızda fazlasıyla garip ve rahatsız edici bir sessizlik ve bakışma anı oluşmak üzereyken ardını döndü ve banyoya ilerlemeye koyuldu. Kapı eşiğinde duraksadı. Geri dönüp gardırobuna ilerledi. İç çamaşırı ve giyecek kıyafetlerini alıp odadan çıktı. Başımı önüme düşürüp sıkıntılı ve gürültülü bir nefes çekip bıraktım. Birkaç saniye yatakta öylece durup ayaklandım. İlk etapta kemiklerim sızlar gibi oldu fakat hemen toparladım. Telefonumu alıp ağır adımlarla salona ilerlediğimde banyodan su sesi gelmeye başlamıştı. Yerimde biraz gerinerek bedenimi gevşetmeyi denedim. Sırtım, belim, kollarım ve bacaklarım sızlamaya başladı. Buna başımda hissettiğim uyuşukluk eklendi. Biraz daha gerindim. Yeniden aynı sızıları hissetsem de gerinmek bedenimi gevşetmiş ve bana iyi gelmişti. Büyük bir bardak su içip balkona doğru hareketlendim. Güneş, önceki güne tezat olarak bu kez tüm cömertliğiyle sunuyordu sıcaklığını. Balkondaki küçük masaya oturdum. Tek istediğim yarım bir sigara içmekti. Birkaç nefes alsam yetecekti. Etrafa bakınırken telefonum çalmaya başladı. Leyla'nın aradığını düşünsem de ekranda beliren isim Nisa'nın ismiydi. Nisa'yla konuşacak olmak, içimi dökmek demekti şüphesiz. Nisa benim için her zaman içimi dökebildiğim, kendimi şeffafça açabildiğim biri olmuştu. Bu durum, dün akşam evde yaşananları bir bir aklıma düşürmeye başladı. Telefonu hemen açıp heyecanlı selam verişini dinledim. Aynı heyecanlı sesle karşılık vermek isterken sesim hafif çatallı çıktı. Zaten sesim düzgün çıksa da o heyecan sesimde oldukça eğreti duracaktı. "Ne oldu? Hasta mısın?" diye sordu telaşla. "Biraz." derken sesim bu kez titredi. Akşam yaşananlar ve evde kızların söyledikleri aklımdan detaylıca birer birer geçerken yeniden yalnızca hasta hissetmeyi ve bunları aklıma getirmemeyi diledim. Fakat çok geçti. "Niye dikkat etmiyorsun kendine?" Son heceyi uzatan sesi, oldukça endişeliydi. "Ne bileyim, ediyorum aslında." Sesim bu kez daha fazla titremişti ve bu da yetmezmiş gibi ansızın gözlerim dolmuştu. Çünkü Nisa benim güvenli alanımdı. Sesini duyduğumda, yüzünü gördüğümde gardımı indirebiliyor ve kendimi serbest bırakıyordum. Bu benim için Pavlov'un köpeği deneyiyle neredeyse eş değer bir alışkanlıktı. "Niye ağlıyorsun minnoşum?" diye sordu bir çocukla konuşur gibi. "Tamam, iyileşirsin. Ağlama hemen. Ben olsam ilgilenirdim seninle." Yoktu. Yoktu ve onun yokluğu sebebiyle bencilliğini doyurmak isteyen insanlarla baş başa kalmıştım. "Yoksun ama!" derken ağlamaya başladım. "Ülkü!" diye kızarak seslendi. "Ya ağlama! Neden ağlıyorsun?!" Burnumu çekerken gözyaşlarım peş peşe yanaklarıma dökülüyordu. "Çünkü yoksun! Sen olsaydın salak salak insanlarla uğraşmak zorunda kalmazdım! Kimsenin egosunu tatmin edecek bir maskot olmazdım! Kimsenin aç duygularını doyuran kişi olmazdım! Olsaydın keşke burada!" Sesimdeki sitem aslında ona değildi. O da bunun farkındaydı. "Ne oldu?" Sesinin perdesi düşmüş, cevaba aç bir hâlde sordu bu soruyu. Sesi kahroluyor, merak ediyor ve yanıt istiyordu. "Kızlarla kavga ettik dün gece! Demediklerini bırakmadılar! Ben de açtım ağzımı yumdum gözümü!" Hırsla kurduğum son cümle onu da hırslandırdı. "İyi yapmışsın!" diye bağırıp devam etti. "Ne oldu?! Ne saçmaladılar yine?!" Açıklamaya koyulduğumda gözyaşlarım biraz daha yavaş akıyordu yanaklarıma. "Dün gece Funda'nın erkek arkadaşı kapıya dayandı." "Ne?" "Funda'yla Eylül dışarıdaydı. Ben de evde tekim, uyuyorum! Uykudan sıçradım, ödüm koptu korkudan!" "Ne?!" Sorusunu tekrarlarken bu kez bağırdı. "Ne diye kapıya dayanıyor o gerizekalı ya?! O salak kız da nasıl göze alabiliyor böyle bir şeyi?!" "Of! Almış işte! Ne bileyim ben! Sonra çocuk gitti. Karşı komşu geldi eve. Kızlar geç geldi zaten. Geldiklerinde de kavga ettik. Bir sürü şey söyledi Funda! Eve girse ne yapacağım ben diyorum, sen kendini niye bu kadar değerli görüyorsun, sana ne yapacak diyor." Gökdemir her ne kadar duşta olsa da bunları öğrenmesini istemediğim için yüksek bir sesle konuşmuyor ve yanaklarımdan aşağı yuvarlanan yaşları siliyordum. Nisa yeniden bağırdı. Sesindeki öfke fazlasıyla sahiciydi. "Ne?! Ne dedi?! Onun var ya ağzına sıçarım! Aptal mı bu kız?! Buradan bunu mu çıkarıyor?!" Nisa'nın parmak bastığı noktalar, benim önceki gece bire bir değindiğim şeyler olduğu için yeniden o ana gittim. Orada biraz oyalandım, bu esnada gözyaşı döktüm, düşündüm ve yoruldum. Göğsüm tekleyerek derin bir nefes alıp verdikten sonra, "Neyse ya, önemli olan bu değil. Şimdi hatırlamak istemiyorum tekrar." diyerek konuyu kapatmaya yeltendim. "Ne demek önemli olan bu değil Ülkü?! Sen bu insanlarla aynı evde yaşıyorsun! Bu bencillikle ne kadar baş etmeyi düşünüyorsun?!" "Etmeyeceğim. Evi terk ettim dün gece. Önemli olan buydu." Şiddetlenen gözyaşlarımı silip burnumu çektim. "Sonunda!" diye bağırdı. Akabinde ses tonunu düşürdü. "Nereye gittin? Evde misin?" Yutkundum. "Yok. Babamı haklı çıkarmayı göze alamadım." "E neredesin o zaman?" Duraksadım. Masaya bakarak düşünürken balkon kapısında Gökdemir belirdi. Beyaz bir tişört, siyah bir eşofman giyiyordu. Erkeklerin duşlarının bu kadar kısa sürmesinden nefret ediyordum. Gözlerim onun merakla bakan yüzüne dönüp yeniden masaya çevrildi. Yerimde dikleşerek burnumu çektim. Artık toparlanma aşamasına geçmiştim. "Bir arkadaşımdayım." "E iyi de ne kadar kalacaksın?" Sorusunu hemen toparladı. "Yani ev arkadaşı olarak mı yerleşeceksin yoksa ailesiyle yaşayan bir arkadaşına geçici olarak mı gittin?" Nisa, aradan geçen iki haftaya rağmen Gökdemir ile karşılaştığımı halen bilmiyordu. Bunu ondan neden sakladığımı bilmiyordum. Belki de çok soru soracağından dolayı, bu konuyu uzun uzun konuşmaktan kaçıyordum. Sorduğu bu sorular, beni kelimenin tam anlamıyla kafese aldı. Çünkü bir tarafta Nisa, diğer tarafta Gökdemir cevap beklerken ben ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Bunu henüz düşünmemiştim. "Karışık orası biraz. Ben seni sonra arayayım mı?" Bir kez daha çektim burnumu, bunun son çabam olması için içimden dualar etmeye başladım. Çünkü Gökdemir gözünü bile kırpmadan, merakla bakıyordu. Nisa verdiğim yanıttan hoşlanmasa da hasta ve mutsuz olduğumdan olsa gerek, üstelemedi. "En kısa sürede!" diye payladı beni. "Detayları konuşacağız!" Selamlaşıp telefonu kapatırken Gökdemir gelip çaprazıma oturdu. Gözleri masada dolaşıyordu, sessizdi. Konuştuklarımın ne kadarını yakaladığı ile ilgili fikrim yoktu. Kısa bir sessizlikten sonra, "Hava bugün güzel." diye mırıldanırken gökyüzünde göz gezdirmeye başladı. Bu mevzuyu üstelemediği için derin bir nefes alıp bıraktım. "Evet." diye yanıtladığımda uzun bir sessizlik oluştu. Islak saçlarının önünü geriye kaldırdığında gözlerim ona kaydı. Çekingen bir sesle, "Sigaran var mı?" diye sordum. Ters bir bakış attı. "Hasta hasta sigara mı içeceksin gerçekten?" Ters tavrına rağmen ses tonu benimki gibi düşüktü. Tek omzumu silktim. "Verir misin?" Bakışlarını masaya çevirirken, "Veremem," diye tersledi beni. Belli belirsiz bir öfkeyle yüzüne bakarken maviliklerini tekrar yüzüme çıkardı. "Sigaraya mı başladın gerçekten?! Gerçekten mi?!" Yeniden umursamazca omuz silktim. "Seni içerken hiç görmedim." dedim merakla. Sesim halen kısıktı. "Bıraktım sigarayı." derken yeniden mırıldanıyordu ve gözleri bir kez daha masaya dönmüştü. "Ne zaman?" "Ankara'ya döndüğüm yaz." Gittiği yaz. Ona eşlik ederek sessizce masaya bakmaya başladım. "Sen ne zaman başladın?" diye sordu kısık bir sesle. "Ankara'ya döndüğün yaz." İkimizin de gözleri aynı anda masadan kalktı. Ortada buluşan gözbebeklerimiz, birbirlerini hemen yakaladı. Gökdemir'in yüz hatlarına belli belirsiz alaylı bir tebessüm peyda oldu. "Biraz fazla dramatik oldu." dedi kısık bir sesle. Güldüm. "Üzerine alınma, meraktı sadece." Hayır, üzerine alınmalıydı. Ona dair merak ettiğim, onun ilgilendiği ve yaptığı neredeyse her şeyi o dönemde deneyimledim. Beşiktaş'ın maçlarını izledim, Formula 1 takip ettim, sigarada ne bulduğunu merak edip tadına baktım, motosikletleri araştırdım, batak öğrenmeye çalıştım ve kokoreçi sevmeyi denedim. Hepsi kısa sürdü, hepsi bitti. Ne yazık ki bir tek zehir kaldı. "Ülkü," diye mırıldandı ben bunları düşünürken. "Efendim?" Çıt çıkmayan evde neden fısıldadığımız hakkında en ufak fikrim yoktu. Fısıldamak da bulaşıcı mıydı acaba? Üç-dört saniye sessiz kalıp kadrajına yüzümü aldı. "İstediğin kadar kalabilirsin, biliyorsun değil mi?" Ciğerlerime uzun bir nefes çektim. Soluk borumda hırıltı hissettim. Bu konuyu açmak istemediğinden de, beni sıkıştırmak istemediğinden de emindim. Fakat buna rağmen ve daha dün akşam bir daha görüşmemeyi istememe rağmen tanıdığı bu imtiyazlar beni biraz daha mahcup ediyordu. "Biliyorum." dedim yarım ağız. Ben masada nereye baktığımı bile bilmediğim bir noktayı öylece izlerken, "İstediğin kadar kalabilirsin." dedi yeniden. Sesinde bu kez belli belirsiz bir ısrar vardı. Yıllar önce bal olarak nitelendirdiği gözlerimi yüzüne doğru kaldırırken, "Kalacak bir yer bulana kadar kalabilirsin. Yurda mı geçersin, başka bir eve mi çıkarsın bilmiyorum ama burada kalabilirsin." diye devam etti. Gülümsedim. "Teşekkür ederim, biliyorum." Kaşlarını kaldırdı. Dikkatle yüzüme bakarken, "Teşekkür etme, Ülkü. Kal." dedi net bir sesle. "Demir," derken iç çektim. Gözlerimi düşünür bir edayla çevrede gezdirip yüzüne çıkardım. "Çok teşekkür ederim. Ama bir şekilde halledeceğim." "Ülkü," dedi yeniden ismimi bastırarak. "Aradığında açarım, biliyorsun." Sesi fısıltıdan hâlliceydi. Ve aynı tonda devam etti; "Gel dersen gelirim, kapımı çaldığında içeri alırım seni." Gülümsedim, gözlerimin arkasındaki bezler yavaş yavaş tetikleniyordu. Onlara karşı koydum. "Kal dersem de kalırsın, biliyorum." Kaşları yukarı hareketlendi. "Kal deseydin," derken son kelimeyi bastırdı. "Kalırdım. Bunu da biliyorsun." derken yeniden fısıldıyordu. Biliyordum. Dememiştim. ***
Yorum satırı💙
Twitter: esaturk07 |
0% |