Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12 - YENİ BAŞLANGIÇ

@esaturk

Yeniden başlamak...

Bu iki basit kelimenin ağırlığı iki koca paragrafa bedeldi. Gökdemir'in bir adım önünden ilerlerken kollarımı göğsümde bağlamış, bu iki basit kelimenin tam ortasında oluşumla yüzleşiyordum.

İki yıl önce babama karşı başlattığım küçük bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinde bayrağı göndere çektiğimi sanıyordum. Fakat iki yılda her şey o kadar ters gitmişti ki şimdi yeni bir başlangıcın eşiğindeydim. Meğer o zaman babama karşı kazandığımı sandığım o savaş, savaş bile değilmiş. Bununla yüzleşmek yüzümü düşürüyordu. Çünkü bunca zaman kazandığımı sansam da asıl mücadelem şimdi başlıyor gibi hissediyordum.

Bu defa vereceğim mücadele kendimleydi. Bu defa bir şeyleri gerçekten başarmam gerektiğini biliyordum. Ailemden bunu sır gibi gizlerken de, bir işe girip para kazanırken de, kendi ekonomimi yönetirken de; düşersem de kendime olacaktı kalkarsam da.

Sorumluluk bilinci gelişmiş biriydim ancak bunun sorumluluğunun ne denli ağır olduğunu daha şimdiden görebiliyordum.

Üstelik Gökdemir'in savaşı da vardı bir yanda.

Belki çalışıp para kazanacaktım, bir ev tutacak ya da birine ev arkadaşı olacaktım ve okulu da bir yandan yürütüp bu mücadelede galip gelecektim fakat Gökdemir meselesini nasıl aşacağımı bilmiyordum.

Gökdemir'e karşı nasıl galip geleceğimi bilmiyordum.

Neden galip gelmek istediğimi bilmiyordum.

"Ülkü hastaneye gitmeyecek miyiz?!" diye sordu arkamdan, belki onuncu kez.

Sıkıntılı bir nefesle gözlerimi devirirken, "Hayır, iyiyim." dedim. Ve bir kez daha sorguladım; dün gece ona sığınmak, Gökdemir meselesinde beni mağlup edecek ilk adım olmuş olabilir miydi?

Bana kapısını açması, onun eşiğinden geçmem ve beni içeri buyur etmesi; bize çoktan dönüşü olmayacak bir yoldaki ilk adımımızı attırmış olabilir miydi?

"Ülkü!" diye diklenip önümde duraksadı. "Hastasın."

"Değilim!" diye çıkışırken karşısında dikiliyordum. Akabinde sesim düştü. "Yani evet hastayım. Ama bugün o eşyaları almam lazım, Demir. Hastaneye sonra da gidebilirim." Kollarımı iki yana ayırdım. Göksel'in bana kısa gelen, evdeki tek eşofman takımı vardı üzerimde. "Gördüğün gibi dün geceki gibi kötü değilim. İdare edebilirim. Hem düzenli olarak soğuk algınlığı ilacı ve vitamin alacağım. Ayrıca benim hastalıkları çabuk aylattığımı biliyorsun. Eğer kötüleşirsem hastaneye giderim zaten." Yeniden yürümeye başladığımda bina yalnızca birkaç adım ileride kalmıştı.

Gökdemir sıkıntılı bir nefes çekerek sessiz kaldı. Ardımdan yürümeye devam etti. Binaya girdiğimde peşimden gelip dış kapının önünde beklemeye başladı. Her ne kadar o anki tavrı ters olsa da bavulumu taşımak için yardım edebileceğini söylemişti. Uzuvlarım halen tatlı tatlı sızladığı için bu teklifi geri çevirmemiş ancak cevaben tıpkı onunki gibi ters bir üslup takınmaktan geri durmamıştım.

İçeri girip ilk iş kızları kontrol ettim. Söyledikleri gibi evde yoklardı. Odama gidip bavulumu açtım ve eşyalarımı doldurmaya başladım. O kadar hızlı hareket ediyordum ki saatler sürecek bir işlemi saniyelere sığdırmak ister gibi bir hâlim vardı. Keza istediğim şey de zaten buydu. Bu evde bir çöpümü bile bırakmak istemiyordum ve çöpüme varana kadar her şeyi ne kadar hızlı toplarsam o kadar iyi olacaktı.

Kışlık kıyafetlerim, yazlık kıyafetlerim, iç çamaşırlarım, ayakkabılarım, montlarım, ceketlerim, çantalarım, makyaj malzemelerim, kişisel bakım ürünlerim ve okul ekipmanlarım... Hepsi o kadar fazlaydı ki bunların tümünü tek seferde alamayacağımın belli olması beni daha ilk dakikalardan öfkelendirdi. Hayatta istediğim tek bir şeyin; koşulsuz, şartsız, ertelemesiz, anında olmasının neden bu kadar imkansız olduğunu sorgularken kendi kendimi o kadar öfkelendirdim ki sinirden ağlamak üzereydim. Eşyalarımı üçer beşer, öfkeyle bavula doldururken bu hassasiyetimde halen biraz hasta olmamın payı olduğunun da bilincindeydim. Fakat bu öfkelenmeme engel değildi.

Doldurabildiğim her şeyi bavula doldurup daha fazla bir şey alamayacağıma karar verdiğimde dönüp odada göz gezdirdim. Geride kalan o kadar çok şey vardı ki öfkeyle söylendim.

Gökdemir dış kapının arkasından, "İyi misin?" diye seslendi. Sinirden nefes nefese etrafa bakarken bir elim alnımda ne yapacağımı düşündüğüm için sessiz kaldım. "Yardıma ihtiyacın var mı?" diye sordu bu defa.

Gözüm bavula takıldı. Her şeyi gelişigüzel öfkeyle yerleştirdiğim için dağınık duran kıyafetler, kaplamaları gerekenden fazla yer kaplıyordu. "Of!" diye kendi kendime öfkeyle çıkışıp yeniden bavulun başına çöktüm. Bu defa içindekileri sakin sakin katlamam gerektiğini bilmek, beni biraz daha sinirlendirdi. Çünkü sakin hareket etmek istemiyordum.

"Ülkü? Yardıma geleyim mi?" Yanıt alamayan ses tonu biraz daha sertti artık.

Dudaklarımı araladım. Hayır demek istemiştim fakat diyemedim. Gerçekten yardıma ihtiyacım vardı. Sessiz kalışım, onun için olumlu bir yanıt olduğunda içeri doğru hareketlendiğini işittim.

Gökdemir'in odama doğru ilerleyen adım sesleri yaklaşırken bavula üçer beşer attığım kıyafetlerin arasında o poları gördüm; yıllar önce Gökdemir'in Ulus Parkı'na giderken bana giydirdiği ve hiç geri vermediğim lacivert okul polarını.

Ansızın ayaklanıp kapı eşiğine kadar gelmiş bedeninin karşısına dikildim. "Gelme!" diye anlık çıkışım onu şaşırttı. Merakla odaya ve yüzüme bakarken daha nedenini sormasına bile müsaade etmeden, "Şey," dedim daha olağan bir ses tonuyla. Bir bahane düşünmeye koyuldum ancak aklıma hemen bir şey gelmedi.

"Ney?" diye karşılık verdi bu iki-üç saniyelik sessizlikte.

"Özel eşyalarım var. Ondan. Gelme şimdi."

Bir-iki saniye duraksadı. Merakla yüzüme bakıyordu. "Sonra mı geleyim yani?" Gözleri odaya çevrilirken bir adım yana kayarak yeniden kadrajına girdim ve oda ile gözleri arasında bir bariyer oldum. "Yardıma ihtiyacın var gibi. Sonra mı geleyim yani? Şimdi gelme ne demek? Ne dediğini anlamıyorum ki Ülkü!"

"Tamam, ben yardıma ihtiyacım olursa sesleneceğim sana." diyerek onu geçiştirdim.

Ağzının içinde, "Peki," dedi dalgın bir edayla. Arkasını dönüp dış kapıya ilerledi.

O gittiğinde ilk yaptığım şey bavulun üzerine çöküp poları ellerime almak oldu. Bir-iki saniye nefes nefese bakıştım polarla. Nefes nefese kalma sebebim adrenalindi. Gecelerce sarılarak ve ağlayarak uyuduğum polar, artık kokmayan o polar, şimdi öylece ellerimde dururken asıl sahibi birkaç adım ötedeydi. Yıllardır kayıp olan sahibinin bu polara halen sahip olduğumu öğrenmesi, bu hayatta isteyeceğim son şeydi.

Poları bavula, altlara bir yere yerleştirmek için hareketlensem de duraksadım. İçgüdüme karşı koyamıyordum. Biliyordum; kokmuyordu artık. Ancak yine de kaldırıp o kokuyu kontrol etmeden edemedim.

Kokmuyordu.

Bir çocuğun buruk umuduyla yapmıştım bunu. Belki de liseli saf Ülkü'nün içimde bir yerlerde susturamadığım sesi sebep oldu buna.

Yeniden kokladım, yeni bir umutla. Bir mucize istemiştim ancak polarda Gökdemir'in kokusu yoktu.

Oysa Gökdemir'in kokusu şuracıktaydı. Biliyordum; birkaç adım ilerlesem ona çıkışmak için başımı öfkeyle kaldırdığım ilk an o koku dolacaktı burnuma.

Ancak ben o kokuyu polardan duymak istiyordum. Çünkü polarda bizim saf günlerimizin izleri vardı.

Pes etmiş bir şekilde omuzlarımı düşürdüm. Polar ellerimle birlikte bavula düştü. Eşyalarımı toparlama işlemine kaldığım yerden devam ettim.

Artık daha sakin hareket ediyordum.

Belki de yalnızca buruktum.

Toplayabildiğim kadar eşyayı topladım. Sonbahar ayında olduğumuz için daha çok mevsimlik ve biraz da kışlık kıyafet aldım. Gökdemir'in de yardımıyla bavulu asgari kapasitede doldurduk. Kapağını kapatmak ve fermuarını çekmek oldukça zor oldu ki bu işi Gökdemir üstlendi. Ek olarak büyük bir sırt çantasına kişisel bakım ürünlerimi ve makyaj malzemelerimi doldurup bir-iki kol çantası ve bilgisayar çantamı da alıp evden çıktık.

Gökdemir evden çıkarken evi görebildiği kadarıyla incelemeyi ihmal etmedi. "Güzelmiş ev." diye de mırıldandı ağzının içinde.

Onu, öfkeli bir mırıldanmayla, "Sadece kendisi güzel." diyerek cevapladım. Binadan çıkarken ise öfkemin sebebini üzerine alınmasını istemediğim için, "Tekrar gelmem gerektiği için sinirliyim." diyerek küçük bir açıklamaya giriştim.

"O kadar mı kötü aranız?"

Duraksayıp, "Evi terk ettim, Demir." dedim gür bir sesle. Gözlerim yüzüne çıkmıştı. O da duraksadığında merakla yüzüme bakıyordu. "Evi terk etmemi gerektirecek kadar kötüydü yani aramız." Başımı yere eğip yeniden ağır ağır adımlamaya başladım. Sesim yeniden sıkıntıyla kısıldı. "Kalmak istediğin ya da yaşadığın yerden ansızın ayrılmak çok keskin bir karar. Ve cesaret istiyor."

Gökdemir de benimle birlikte adımlamaya başladıktan sonra fazlasıyla sıkıntılı bir nefesle doldurdu ciğerlerini. "Bilirim." Sesindeki okların sivri uçları, bedenime tek tek batıyormuş gibi somuttu. "Keskin bir karar. Ve kolay da değil. Ama bazen şartlar bunu gerektiriyor. Ve bazen o kararı ne yazık ki sen vermiyorsun." Son cümlesinde sesindeki okların uçları biraz daha bileylenmişken yan bakışları yüzüme dokundu.

"Yine de," dedim yüksek ve manidar bir sesle, bir tespit yapar gibi. "Şartlar nasıl gelişirse gelişsin kalmak kişinin elindedir. Gidiş cesaret olduğu kadar bazen korkaklıktır da."

Güldü. Gülüşünde alay vardı. "Öyleyse seninki cesaret miydi korkaklık mı?"

"Cesaretti." diyerek kısaca yanıtladım ancak onun aslında tam tersini sormak istediğini biliyordum.

Başını ağır ağır yukarı aşağı sallarken ikimiz de zemine bakıyorduk. Onun elinde bavulum ve sırtında bilgisayar çantam varken bende sırt çantası ve kol çantası vardı. Susarak sokağın başına kadar yürüdük. Suskunluğumuz da adımlarımız kadar ağırdı. Yolu tüketmek istemez gibi ağır ağır yürüyor, suskunluğu bitirmek istemez gibi ağır ağır susuyorduk.

Fakat o suskunluğu bitiren o oldu. Tüm suskunluklarımız gibi, bunu da o bitirdi. Yıllar sonra, yeniden.

Kısık, oldukça kısık, neredeyse işitemeyeceğim kadar kısık bir sesle, "O kararı ben almadım." dedi. Muhtemelen bunu duymayacağımdan emindi.

Duymamış gibi yaptım. Verecek bir cevabım yoktu. Cevap verirsem atışacaktık, atışırsam yorulacaktım. Geceye göre çok daha iyi olsam da hâlâ hâlsiz hissediyordum. Birkaç adım sonra bizi bekleyen taksinin yanına kadar geldik.

Taksici, "Ya kardeş sokak dar olmasa girerdim." diyerek kendini mahcubiyetle izah etmeye başladı.

Gökdemir, onu bir baş sallamasıyla geçiştirdi. "Eyvallah abi, önemli değil. " Bavulu ve çantaları taksiciye uzatırken, "Bizi aldığın yere döneceğiz." dedi ve duraksayıp bana döndü. "Yani," Yeniden duraksadı. "Değil mi?"

Bıkkın bir nefes verirken bir yandan omuzlarım düştü ve duruşum kamburlaştı. Sıkıntıyla soluklanırken ne cevap vereceğimi düşünüyordum. Bunu saatlerdir, uyandığımdan beri düşünsem de sağlıklı bir yanıta varamamıştım. Çünkü kafam allak bullaktı.

Gözlerimi sağda-solda gezdirirken Gökdemir'le göz göze geldik. Kaşlarını kaldırarak, "Hiçbir şey için ısrar etmem ama bir süre bu şekilde idare edebileceğini söylemiştim." dedi.

Başımı salladım. "Evet, söyledin. Tekrar teşekkür ederim. Ama doğru olmaz. Halledeceğim."

"Doğrusunu yanlışını boş ver şimdi Ülkü. Sence bunu düşünecek bir noktada mıyız? Nerede kalacaksın ki?"

"Halledeceğim." dedim tekrar.

Bu esnada çantaları bagaja yükleyen taksici abi, direksiyon koltuğuna geçip, "Gidebiliriz genç insanlar." dedi neşeli bir sesle.

Taksi şoförüne gayriihtiyari bakıp yeniden göz göze geldik. "Nasıl halledeceksin?" diye sordu Gökdemir. "Ne ara halledeceksin? Hemen şimdi kalacak bir yer bulabilecek misin?"

Bu sorunun cevabının evet olmasının ne kadar imkansız olduğunu ikimiz de biliyorduk. Fakat benim arkadaşlarım vardı. Elbette ki yeni bir ev bulana kadar yatacak bir yatak bulabilirdim. O kadar da ümitsiz değildim.

"Birkaç gün idare edeceğim bir şekilde. İlla ki bulurum bir yer, Demir. O kadar arkadaşım var."

"Tamam da bu akşam nerede kalacaksın?" Eliyle bagajı işaret etti. "Hatta şimdi? Bu kadar çantayla nereye gideceksin ki? Belli ki öğrenci evinde kalan arkadaşın yok. Olsa dün gece oraya giderdin. Gitmediğine göre?"

Sessiz kaldım. Sessizliğime bunalım dolu bir nefes sıkıştı.

Gökdemir sessiz yanıtımla devam etti. "Şu bavulla kimin evine gidersen git ailesi rahatsız olacaktır. Bir kere çocuklarının samimi bir arkadaşının bir nedenle evsiz kalmış olmasını hiçbir ebeveyn hoş karşılamaz. Önce üzülürler. Ah yavrum vah yavrum derler. Sonra çekerler çocuklarını kenara, sen nasıl insanlarla arkadaşlık ediyorsun, anası babası nerede, evinden niye çıkmış, gece gece sokaklarda mı geziyor diye sorarlar. Ayrıca evde bavullu yatılı misafir istemeyebilirler de." Duraksadı. Gökdemir yüz ifademi tartarken ben yere bakıyor ve söylediklerinin çoğunda haklı olmasıyla yüzleşiyordum. "Allah aşkına kime süresiz sığınabilirsin? Kime süresiz yerleşebilirsin ki? Bu bavulla yatacak nereyi bulacaksın Ülkü?"

"Yatacak yeri bavulsuz bulurum ben de." diyerek başımı kaldırdım. Ses tonum ikilemdeydi. Bu söylediğimi halen süzgeçten geçiriyordum. Bir-iki saniye içinde biraz daha mantıklı geldi bana bu fikir. "Yani, söylediklerinde haklı olabilirsin. Ama bu haklılığına bavul ya da kalıcı misafirlik zemin hazırlıyorsa o zaman ben de başka bir bahaneyle kalırım arkadaşlarımın evinde."

"Gençler taksimetre yazıyor, haberiniz olsun." diye araya girdi taksici abi.

Gökdemir ona döndü. "Yazsın abi." deyip yeniden kadrajına beni aldı. "Ne yapmayı düşünüyorsun?"

"Bavul senin evde kalsın o zaman." derken omuzlarımı silktim. "Üzerimi değiştirmem gerektiğinde gelirim. Ya da herhangi bir şeye ihtiyacım olduğunda... Kalacak bir yer bulduğumda da eşyalarımı oraya taşırım."

Bir-iki saniye durup düşündü. "Ama hemen bulabilecek misin?"

Kol saatime baktım. Saat öğlen on ikiydi. Yeniden omuz silktim. "Okula gider bi' bakarım. Ayla veya Leyla'dan rica edebilirim."

Omuzlarını hafifçe düşürürken düşünceli görünüyordu. Ve bu fikir kafasına pek de yatmamış gibiydi. "Dün gece neden gitmedin o zaman?" Gözlerime esef dolu bakışlar yerleşirken hemen toparladı. "Yani, yanlış anlama. Gelmeseydin demiyorum tabii ki. Sadece anlamaya çalışıyorum. Madem Ayla ve Leyla birkaç gün için seni ağırlayabilir, öyleyse dün gece neden gitmedin onlara? Sadece meraktan soruyorum."

Ciğerlerime yorgun bir nefes çektim. Çünkü Ayla ile o kadar samimi değildim ve Leyla da muhtemelen evde düzenli aralıklarla yaşanan gerginliğin ortasına beni davet etmekten çekinecekti. Gerçi bu iki sebep şu anda da geçerliydi. Ancak ben artık bu sebepleri irdeleyemeyecek ya da görmezden gelmeye çalışacak kadar çaresiz hissediyordum. Ve bunu Gökdemir'e nasıl açıklayacağım hakkında en ufak fikrim yoktu.

Alması gereken cevabı, yüzüme oturan sıkıntıdan çabucak anladı ve üstelemekten vazgeçti. "Tamam, sormadım bir şey. Sen bilirsin." dedi ve beni eliyle taksiye buyur etti.

Taksiye bindiğimizde taksici abiye yeniden bizi aldığı yere geri götürmesini söyledi. Bir-iki dakika sessiz kaldık. Konuşan yine o oldu. "Okula gitmek istediğinden emin misin?"

Gözlerim profilini bulduğunda bakışları ön camdaydı. "Evet," dedim düz bir sesle.

"Hastasın ama." derken bana döndü. "Hâlâ iyileşmiş sayılmazsın. Bence bir gün daha dinlen."

"Gitsem iyi olur. Üstümü giyer çıkarım."

Başını savurarak önüne döndü. "Sen bilirsin."

Evine geldiğimizde eşyalarımı proje masasının olduğu çalışma odasına bıraktık. Evden çıkmadan evvel üzerimi değiştirip kendime biraz çeki düzen verdim. Gökdemir'in ısrarlarıyla çıkmadan önce büyük bir bardak C vitamini içtim.

Çantamı alıp evden ayrıldığımızda bankaya gitmesi gerektiğini söylediği için ters istikametlere ilerledik. Bin bir tane sorunun ve yatılı misafirlik konusunun gerginliği ile yirmi dakikadan kısa bir süre içinde yürüyerek okula vardım.

Zaman zaman bedenime batan minik iğnecikler hissediyordum. Belki de hastaneye gitmek iyi bir fikir olabilirdi. Ancak gitmedim. Çünkü o konuyu acilen netleştirmem gerekiyordu.

Leyla'ya mesaj atıp nerede olduğunu öğrendim. Biraz daha ilerledikten sonra kadrajımdaydı artık. Tüm enerjimi toplamaya çalışırken derin bir nefes aldım. Adımlarımı biraz daha hızlandırıp Leyla'nın yanına ilerledim. "Selam!" derken bülbül gibi şakıyordum. Boğazımı zorlamak canımı yaktı.

"Selam!" diyerek neşeyle döndü bana. "Neredeydin sabah? Dersin mi yoktu? Aradım açmadın da, göremedim seni."

Yanına oturup çantamı masaya bırakırken, "Hastaydım biraz." dedim sıkıntıyla.

"Aa! Geçmiş olsun. Neyin var?" derken bedenini bana doğru çevirip tüm ilgisini bana verdi. Beni baştan aşağı merakla süzmeye başlamıştı.

"Soğuk algınlığı işte. Şimdi iyiyim ama sabah epey kırgınlık vardı. Ben de ektim dersi."

"Haa anladım. İyisin yani?" Yüzündeki endişenin izleri silinirken konuyu yatılı misafir olarak evlerine gitme ricama nasıl getireceğimi düşünüyordum. Kendimi bir yerlere davet ettirmeyi oldum olası hiç sevmeyen biri olduğum için bu pek de deneyimlediğim bir şey değildi. Açıkçası deneyim bir yana, söze nasıl gireceğime dair fikir bile yürütemiyordum.

"İyiyim iyiyim." dedim dalgınlıkla.

"O cadılar bir ıhlamur yapmamıştır sana!" dedi ekşi bir yüzle. Yüz ifadesi Eylül ve Funda'yı kınıyor, onlardan nefret ediyor ve onlara öfke duyuyordu.

İlk etapta ne söyleyeceğimi bilemeyip yalnızca yüzümü ekşittim. "Yapmadılar." diye mırıldanırken söze girecek bir yol arıyordum.

"Allah'ın cezaları!" diye söylendi Leyla.

"Aslında onlarla aramız çok kötü." dediğimde gözleri anlayışla yüzüme çıktı. Devamında gelecek sözlere açtı, meraklıydı ve teselliye hazırdı. "Eve gitmeyi düşünmüyorum." deyiverdim birden.

"O kadar mı kötü?" diye yükseldi Leyla. Başımı salladım. "E ne yapacaksın? O zaman dışarıda bir yerde oyalanacak mısın? Eve geç mi gitmeyi planlıyorsun onlarla karşılaşmamak için?"

Gözlerimi yukarı çevirip düşünceli bir tavırla sağa-sola bakınırken Leyla'nın işimi zorlaştırıyor oluşuyla yüz yüze gelmiştim. "Yani," diye düşünceli bir tavırla mırıldandım. "Galiba. Bilmiyorum."

Tek isteğim beni davet etmesi ve geceyi de orada geçirebileceğimi ansızın aklına getirip bunu teklif etmesiydi.

Birkaç saniye sessizlik oldu aramızda. Leyla düşünceliydi. Ben ise sıkıntılı bir şekilde öylece oturuyordum.

"Akşam vakti de nereye gideceksin ki?" diye sordu hüzünle. Gözlerimiz ortada buluştuğunda irislerinin arkasında dönüp duran o endişeyi ve kararsızlığı netlikle görüyordum. Ailesi konusunda endişelenmesi muhtemeldi. Fakat yine de ansızın aklına gelmiş gibi, "Akşam bize gel o zaman, yemeğe." dedi. "Başka bir yere gitmene içim el vermez hem. Hem bizimkilerle tanışmış olursun." Sesi, az önceye göre fazlasıyla neşeliydi.

Duraksadım. Kendimi resmen bir yerlere davet ettiriyordum. Bu bana kötü hissettirdi.

Yutkundum. Birinin bana kalacak bir yer vermesi için gözünün içine bakacak kadar çaresizdim. Bu beni mahvetti.

Bu düşünceler, yerimde rahatsızlıkla dikleşmeme sebep oldu. "Rahatsızlık vermeyeyim..." derken Leyla sesimden yalnızca nezaket okuyordu.

Oysa sesimde çaresizliğin bende yarattığı öfkenin notaları vardı. Fakat onları bastırıyor, dilimin altında eziyordum.

"Ay olur mu öyle şey, ne rahatsızlığı?!" diye öfkeyle söylendi. "Ben anneme haber vereyim!" dedi ve telefonunu kaptığı gibi hızla ayaklandı.

Arkasından telaşla, "Ay bak hazırlık falan yapmasın sakın!" diye seslendim ancak beni duyduğundan emin değildim. Duysa bile ciddiye alacağını pek sanmıyordum.

Leyla'nın gidişi ile Burak ve Serhat'ın sesini işittim. Aralarında geçen konuşmaya bakılırsa onlar da yeni karşılaşmışlardı. Masaya adım adım ilerliyorlarken Serhat, "Ayla dün de yoktu, bugün de yok. Rahatsız falan mı?" diye soruyordu Burak'a.

Bu soruyu dün Leyla ve bana da sormuştu ancak biz Ayla ile pek de samimi olmadığımız için ondan haberimiz yoktu. Ayla ile aynı sınıfta okuyan Burak ise meseleye fazlasıyla hâkim bir şekilde, "Yurt dışından akrabaları gelmiş, Ayla'larda kalıyorlarmış." dedi beklemeden. Sandalyeye otururken bana dönüp selam vermeyi ihmal etmedi.

Serhat da bana dalgın bir selam verdikten sonra yeniden Burak'a döndü. "Ne alaka? Misafirlere o mu hizmet ediyormuş?" Dizginlemeye çalıştığı şaşkınlık da öfke de sesinde ayrı ayrı seçiliyordu. Bazen Serhat'ın Ayla'ya karşı fazlasıyla saf duygular beslediğini düşünüyordum.

Ansızın hapşırmam, sohbetlerine ket vurdu. Aynı anda, "Çok yaşa," deyip yeniden kaldıkları yerden devam ettiler. Teşekkür eder gibi başımı eğdim.

Serhat'ın sesindeki tepkileri fark eden Burak, ona doğru anlık bir bakış atıp önüne döndü. "Yok, gezip tozuyorlarmış. Birkaç gün daha gelmeyecekmiş sanırım." deyip konuyu kapattı. Ardından benzer soruyu o Serhat'a yönlendirdi. "Senin kankan nerelerde?"

Yeniden hapşırdım. İkisi de yeniden bana döndü. "Hayırdır? Hasta mısın sen?" diye soran Burak'tı.

"Biraz."

Bu defa söze Serhat girdi. "Geçmiş olsun, neyin var?"

"Grip. Ama iyiyim. Geçiyor. Sağolun."

Burak yeniden Serhat'a döndü. "Bilmiyorum." dedi Serhat. "Bugün hiç konuşmadım Demir'le, haberim yok."

"Bankaya gidecekmiş." diye refleks olarak araya girdiğimde ikisinin de gözleri yüzüme çevrildi. "O yüzden erken gelemeyecekmiş ama geç de gelmem demişti."

Serhat çenesini hafifçe kaldırıp beni baştan aşağı süzerken, "Sen nereden biliyorsun ki?" diye sordu.

Ve bu soru beni hiç bekletmeden afallattı. "Yani," diye bir girizgah yapmak istedim ancak çevremde gezdirdiğim bakışlarıma takılan Gökdemir beni bu çabadan çabucak kurtardı. "Geliyor." dedim çenemle onu işaret ederek. Fakat Gökdemir'in benim için bir kaçış olması fazlasıyla kısa sürdü. Çünkü adımlarının yanımıza varmasına birkaç saniye daha vardı. Ve bu birkaç saniye içinde aynı gözler çoktan yeniden yüzüme dönmüştü. İkisi de meraklıydı. Fakat Serhat daha çok alaylı görünüyordu. "Evlerimiz yakın sayılır." dedim ve bu cevabı garipsememelerini umdum. "Sabah karşılaştık. Öyle lafladık falan..." Cümlemi yarım bıraktım çünkü Gökdemir yanımıza varmıştı.

Hepimizle selamlaşıp yerine otururken, "E çabuk geldin?" diye sordu Serhat.

"Öyle, kısa sürdü işim." diye geçiştirdi Gökdemir.

Leyla fazlasıyla neşeli bir hâlde yanımıza koştura koştura geliyordu. "Ay!" dedi heyecanla, daha oturmadan. Hepimiz odağımıza onu aldık. "Akşam bizdesin! Annem çok sevindi!"

Gökdemir'le göz göze geldik. Yüzünde ne gördüğümü bilmiyordum ancak saniyeler içinde başını belli belirsiz, hallettiğime sevindiğini dile getirmek ister gibi eğdi.

Ben ise odağıma Leyla'yı aldım ve akşam için ne kadar heyecanlı olduğuna şahitlik etmeye başladım.

"Akşam ne izleyelim? Bir şeyler izleyelim!" dedi heyecanla.

Ben daha söze girmeden Gökdemir, "Sherlock." diyerek araya girdi. Mavilikleri yüzümü hedef alırken yan bakışlar atıyordu. "Filmini izleyin ama."

"Yoo, izlersek dizisini izleriz." dedim.

"Ama dizi uzun sürer. Bitmez ki. Kaç sezon ki? Ben hiç izlemedim." dedi Leyla peş peşe.

Bu kez onu aldım kadrajıma. "İlla bitirmemiz mi lazım hepsini? Başlarız işte. Üçüncü sezonun finalini izlerkenki tepkini görsem yeter." derken güldüm.

Serhat da benimle birlikte güldü. Belli ki bölümleri hafızasında tutabilen biriydi. "Ben olsam tepkisini kayda alırdım."

"Üçüncü sezona kadar nasıl geleceğiz ki?" diye şaşkınlıkla sordu Leyla. "Bölümler kısa mı?"

"Hayır, uzun. Ama şaka yapıyordum zaten." dedim. Üzerimdeki kot ceketi önüme biraz daha çekiştirdim. Hava güneşliydi ancak güneş zaman zaman bulutların arkasına saklandığı için anlık olarak üşüyordum. Belki de hastaneye gitmek iyi bir fikirdi. Bunu düşünmemeye çalıştım.

Gökdemir araya girdi. "Ben olsam filmini izlerdim."

"Ama biz sen değiliz." dediğimde tek kaşım kalkmıştı. Masadaki diğer üçlü şaşkınlıkla bakıyordu anlamsız meydan okumama. Anlamsız meydan okumam, onun anlamsız ısrarına yapılmış bir misillemeydi.

Gökdemir başını salladı. "Doğru. Değilsiniz. Önerileri her zaman dikkate almak herkesin yapacağı bir şey değil."

"Öyle mi?" Bu kez iki kaşım da kalkmıştı. "Öyleyse gidip bu akşam dizisini izle. Önerim olsun sana."

"İzledim zaten." dedi beklemeden. "Lisenin bittiği yaz. Ankara'ya döndükten sonra. Önerileri ciddiye alırım ben. Özellikle sevdiğim biri önerdiyse."

Sessiz kaldım. Yalnızca yüzüne bakıyordum. Dudaklarım ona bir cevap vermek için kıvranıyordu. Fakat öylece susuyordum.

Bu boşlukta Serhat araya girdi. "Ha sevdiğin biri önerdi diye? Sen o yüzden seksen kere falan izledin o diziyi?"

"Abart!" dedi Gökdemir.

Serhat ise abartıyla, "Yani, seksen yoksa da yetmiş dokuzu vardır!" dedi. "Ne zaman bir şey izlediğini görsem onu izliyordun. Ezberlemişsindir artık sahnelerini."

"Sahneleri değil ama o ısrarı ezbere biliyorum. Dün gibi hatırımda." Gözleri masada dolaşsa da göz ucuyla ifademi kolaçan ettiğini biliyordum.

Leyla'ya döndüm. "Sen ne istersen onu izleyelim." derken ses tonum düşüktü.

Leyla omuz silkti. "Akşam bakarız. Ama bence dizi değil, film izleyelim."

Başımı savurdum. "Tabii, olur."

"Sherlock işte." diyen Gökdemir bu kez gülüyordu.

Biz de gülümsedik. "Önerisi olan var mı?" dedim ortaya.

Gökdemir bir anlık gafletle, "Hemen sürpriz sonlu film düşünüyorum." dedi ve kısa süre içinde, "Makinist, Memento, Old Boy falan geldi aklıma ama izlediniz zaten. Contratiempo diye bir İspanyol yapımı film var. Hiçbirinizin izlemediğinden neredeyse eminim. Müthiş bir film. Kesinlikle onu izleyin. Eğer konusunu sevmezseniz başka sürpriz sonlu da öneririm." dedi.

"Belki Leyla sürpriz sonlu filmler sevmiyordur?" derken bakışlarımı Leyla'ya dokundurdum. "Belki romantik filmler seviyordur. Yada korku, ya da komedi." Tek başıma olmadığımı hatırlattığım Gökdemir hareketsiz bir şekilde yüzüme bakıyordu.

Burak, Gökdemir'le göz teması kurmak ister gibi öne doğru eğildi ve, "Belki Ülkü de sürpriz sonlu sevmiyordur." dedi. Sesi soru soruyor, bu çıkarımı nereden yaptığını sorguluyordu.

"Yani," dedi Serhat, yüksek bir sesle. Bir elini Gökdemir'in omzuna yerleştirdi. "Evet, nereden çıkardın sürpriz sonlu film sevdiklerini? Ayrıca izlediniz zaten falan diyorsun. Nereden biliyorsun?"

Bilirdi. En azından benim, neyi nasıl sevdiğimi çok iyi bilirdi. Ezbere bilirdi. Biz bunları onunla uzun uzun konuşmuş, birbirimize önerilerde bulunmuş, uzun uzun tartışmıştık.

Gökdemir'in Serhat'a attığı yan bakışlarda öfke seriliydi. "Ne bileyim," dedi, bir şeyleri izah etmek ister gibi bir girizgahla. Arkasına yaslandı. "Ben öyle seviyorum diye bir an boşluğuma geldi."

Burak burnundan nefes vererek güldü. "İnsanoğlu işte. Karşısındakini hep kendi gibi sanıyor." derken bir tespit yapar gibiydi el jestleri. "Kaybeden de bu yüzden kaybediyor, düşen de bu yüzden düşüyor."

Leyla hemen araya girdi. Çünkü Burak'a ara sıra gelir giderdi bu büyük laflar. Leyla ise böyle söylemleri kitaplar dışında hiçbir yerde sevmez, komik bulurdu. "Ay! Kes tıraşı tamam, başlama. Valla bazen başımı ağrıtıyorsun Burak!"

Burak, 'Ne yaptım şimdi' dercesine ellerini açarken bizler gülüşüyorduk. Leyla'yı umursamadan gülümseyerek kalktı ve kahve alacağını söyledi. Hepimiz kahve içmeye karar verdiğimizde Serhat da onunla birlikte ayaklandı ve masada üçümüz kaldık.

Onlar içeri ilerlerken Leyla çoktan Gökdemir'e dönmüş, filmin konusunu soruyordu. "Yani Ülkü'nün neyi sevip neyi sevmediğini biliyorsun, o belli." dediğinde ikimizin de yüzündeki o eğlenir mimikler dondu.

Leyla devam etmek istedi fakat Gökdemir araya girdi. "Nereden bileceğim? Yoo! Niye bileyim ki? Ne alaka?"

Leyla'nın gözleri ikimizin yüzleri arasında geziyordu. "Orasını bilemeyeceğim. Ülkü saçma sapan bir şekilde yalnızca ters köşeli, sürpriz sonlu filmleri falan seviyor çünkü. Bir gün romantik film izlettiremedim, bir gün tarihi film izlettiremedim, bir gün dram izlettiremedim."

Araya girdim. "İzledim, Leyla! Abartma!"

İşaret parmağını bana doğrulttu. "Hepsi ters köşeydi! Hepsini ters köşe olduklarını öğrendikten sonra izledin!" Dudaklarımı araladım fakat beni geçiştirdi ve yeniden Gökdemir'e döndü. "Her neyse! Ülkü'ye izlettiremiyorum madem, ben izleyeyim bu kez onun sevdiği şeyi. Neydi filmin adı? Konusu nedir?"

Gökdemir bir bana, bir Leyla'ya bakarken şaşkın ve afallamış görünüyordu. Ben de aynı durumdaydım fakat yine de olağan bir şekilde davranmaya gayret gösteriyordum. Bu gayret, halen biraz zayıf hissettiğim bedenime zor geliyordu.

"Onun seveceğini nereden biliyorsun ki?" diye sordu Gökdemir. Dudaklarının hareketi asgari miktardaydı.

Leyla, önünde eğik duran başını kaldırmadan gözlerini Gökdemir'in yüzüne dikti. "Onu ben değil, belli ki sen biliyorsun." derken en amiyane tabirle sinsi bir sırıtış vardı dudaklarında. "Nereden bildiğine sonra geleceğim." derken bana kısa bir bakış attı.

"Bir şey bildiği falan yok. Nereden çıkarıyorsun?!" diye çıkıştım. Çıkıştım çünkü sıkışmış gibi hissediyordum. "Siz birbirinizi ne kadar tanıyorsanız biz de o kadar tanıyoruz."

Leyla başını savurdu. "Öyle olsun." Es verdi. Kısık bir sesle, "Ama ben salak değilim." diye ekleyip yeniden filmin konusunu sordu.

Gözlerim Gökdemir'e döndüğünde tam anlamıyla afallamış görünüyordu. Göz göze geldik. Bozgun bakan gözlerim, devam etmesi gerektiği mesajını verdi ona. Belli ki Leyla beni zaten bir sorguya çekecekti ve bundan kaçışım olmayacaktı. Burak ile Serhat gelmeden bu konunun kapanması gerekiyordu.

Gökdemir filmin konusunu özetlemek için söze girmeye yeltendi fakat halen şaşkın olduğu için yalnızca, "Yani; bir adam var işte. Bir de kadın var. Bir çocuk ölüyor bir de." diyebildi. Ve sustu.

Bir-iki saniye ikimizle de bakıştı. Leyla başıyla, 'Ee?' der gibi davet etti sözlerinin gerisini.

Gökdemir toparlandı. Yeniden söze girdiğinde sesi bu defa biraz daha olağandı. Fakat yine de normal seyrinde değildi. "Bir adamla bir kadın var. Sevgililer ama ikisi de farklı kişilerle evli. Adam iş adamı, kadın fotoğrafçı. Bir tatil kaçamağında, dağ yolunda kaza yapıyorlar. Genç bir çocuk ölüyor. Cesedin üstünü kapatıyorlar. Sonra birbirlerinden uzaklaşıyorlar tabii. Adam biraz ün kazanıyor. Bu süre zarfında ölen çocuğun babası cinayeti araştırıyor ve adamı orada burada sıkıştırmaya başlıyor. Adam bir avukat tutuyor. Bütün hikayeyi avukata anlatışını izliyoruz."

"Finalde ters köşe var tabii?" dedi Leyla merakla.

Gökdemir'in mavi gözleri Leyla'nın yüzüne çıktı. "Sadece finalde değil. Film baştan sona ters köşe dolu."

Leyla heyecanlanmış gibiydi. Kimse onun da ters köşe sevmediğini yadsıyamazdı. "İzleyelim bakalım!" dedi heyecanla. Ardından yan bakan gözleri yaramaz bir edayla yüzüme dokundu. "Biraz da uzun uzun sohbet edelim akşam."

Gökdemir'le yeniden göz göze geldik. "Kuruntulu gibi davranıyorsun." dedim Leyla'ya.

Kaşlarını kaldırdı. "Belki de. Ama hiç sanmıyorum."

Burak ve Serhat'ın kahvelerle gelişiyle konuyu yekten değiştirdik.

***

Yemek masasında öksürmemek için kendimi zorluyordum. İlaç içeli saatler olmuştu. Yenisini içmek içinse önce karnımı doyurmalıydım. Fakat ilk kez tanıştığım insanların masasında alelacele yemek yemek de kabalık olacağı için onlara belli etmeden boğazımın acısına direniyordum.

Leyla'nın annesi Fadime teyze, "Senin ismini çok duyuyoruz, Ülkü." dedi mutlulukla. Gülümsedim. "Leyla senden çok bahsediyor. O tuvalette ağlarken tanışmışsınız galiba?" Son cümlesini sarfederken gözleri Leyla'yı baştan aşağı süzmekteydi.

Garipti; akşamın en başından beri gülümseyen gözlerine bu cümleyle bir şeyler çöktü. Öfke mi demeliydim buna, bilmiyordum. Ancak irislerindeki o parıltılar gözle görülür bir şekilde sönmüştü.

Leyla'nın, devirmemek için mücadele verdiği gözleri yüzüme dönerken yüzümü ondan annesine çevirdim. Tereddütle, "Evet," derken babası İlyas amcanın da dikkati üzerimizdeydi. Leyla'nın gözlerindeki bıkkın bakışlar babasının gözlerinde de açıkça seçiliyordu. "Kötü bir günümdeydim. Tuvalete girdiğimde birinin ağladığını gördüm. İlk etapta önemsemedim, dediğim gibi; ben de kötü bir günümdeydim. Ama sonra baktım ki birinin içeri girmesinden çekinmeyecek kadar kötü durumda, ne olduğunu sordum." Gözlerim Leyla'ya döndü. "Onun da anlatası varmış. Biraz konuştuk." Yeniden Fadime teyzeye döndüğümde gözleri daha meraklıydı ve belli belirsiz seçebildiğim bir hayal kırıklığı ile bakıyordu.

Afalladım.

Fakat sözlerime devam ettim. Bu kez biraz daha tereddütlüydüm. "Sonra gördüm ki Leyla'nın kaygıları benimkilere çok benziyor. Bakış açısı ve olaylara değiniş şekli de öyle. Sonrasında zamanla yakın olduk." Dudaklarımı birbirine bastırarak gülümsemeye çalıştım. Geriliyordum. Neden gerildiğimi bile bilmiyordum.

Annesi, gözlerini yüzümden tabağına çevirirken derin bir nefes vererek bir şeylere inanamaz gibi gözlerini anlık olarak büyüttü. Uzun nefesi bittiğinde su bardağını eline aldı ve, "Her neyse," dedi gülümsemeye çalışarak. Leyla da babası da tabaklarıyla ilgilenirken biz birbirimize bakıyorduk. "Her ne kadar anlayamasam da, olur öyle şeyler."

"Nedir o?" diye sordum merakıma yenik düşerek.

Suyundan birkaç yudum aldı. "Ağlaması. Bir insan neden her şeye ağlar, anlamıyorum."

Leyla huzursuzlukla soluklanırken İlyas amca, "Fadime!" diyerek ikaz etti eşini. Ben ise şaşkınlıkla annesine bakıyordum.

"Leyla her şeye ağlamaz ama." dedim şaşkınlıkla. "Yani biz iki yıldır falan tanışıyoruz, ağladığını en fazla iki kere görmüşümdür."

Annesinin kaşları abartıyla kalkarken hayretle Leyla'ya döndü. Şaşkınlıkla gülümsüyordu.

İlyas amca tabağına bakarak, "Yemeğini ye, kızım." dedi. Ardından gözlerini yüzüme çevirdi. "Sen de, Ülkü kızım. Karnınızı doyurun, okuldan geldiniz. Açsınızdır."

Masadaki diğer üçlüde şaşkınlıkla göz gezdiriyordum. Babası her ne kadar konuyu kapatmaya çalışsa da Leyla'nın canı çoktan sıkılmıştı.

Annesi yalnızca bir cümle kurmuştu. O tek cümle birkaç saniyeye sığmıştı. O birkaç saniye, Leyla'nın tüm akşamına bedel olacaktı. Belki de tüm akşamlarına.

Annesi başını sabır dilenir gibi savururken halen sinirleri bozulmuş gibi gülümsüyordu. Suyundan iki-üç yudum daha almadan önce, "Bize reva demek ki." diye mırıldandı. Ses tonu o kadar alçaktı ki, muhtemelen bunu duymadığımızı ya da duymadığımı sanmıştı.

Belli ki Leyla'nın, annesinin sayısının oldukça fazla olduğunu iddia ettiği gözyaşları yalnızca bu dört duvar arasında akıyordu. Annesi haklıydı; burada yanlış bir şeyler vardı. Fakat haksızdı; bu durumda hatayı aramamız gereken son kişiydi Leyla.

"İnsan nerede mutluysa güvenli alanı orasıdır, Fadime teyze." dedim kısık bir sesle. Dirseklerimi masadan kaldırıp kollarımı kucağıma indirdim. Yemek benim için bitmişti.

"Anlayamadım çocuğum?" diye sordu. Kalkmış kaşlarındaki küçümsemeyi netlikle görüyordum.

Derin bir nefes alıp verdim. "Yani anladığım kadarıyla Leyla'nın ağladığı yer burası. Bu durumda güvenli alanı, bu ev dışındaki her yer. Oysa bir insanın kendini iyi hissettiği yer evi, yuvası olmalıdır." Gündüzden beri devamlı olarak konuşmak, boğazımın artık yavaş yavaş acımasına sebep olmuştu fakat bunu görmezden gelmeye çalışıyordum.

"Burası Leyla'ya yuva değil mi demek istiyorsun?" diye sorarken kaşları çatılmıştı. Masada oluşan anlık sessizlik, ileri gittiğimi düşündürdü. Evlerine ilk kez misafirliğe geldiğim insanların masasında, onları öfkelendirmek canımı sıktı.

"Hayır, elbette tam olarak öyle söylemek istemiyorum aslında." derken sesim biraz daha yumuşamıştı.

Daha sözüme devam edip kendimi daha açık bir şekilde izah edemeden, "Ne söylemek istiyorsun öyleyse?" diye araya girdi.

Leyla, bacağımı dürttü. Sanırım annesinin öfkelenmesini istemiyordu. Omuzlarımı düşürürken mağlup bir nefes verdim. "Haddimi aştım, kusura bakmayın. Zaten kendimi yanlış izah ettim." diye mırıldandım. Onlar sesimden mahcubiyet seziyordu, ben ise yalnızca öfkeliydim. Kendimi yanlış falan değil, eksik izah etmiştim.

Birkaç saniye süren sessizlikten sonra Fadime teyze, "Sarma da yemez misin?" diye sorup sarmaların dizili olduğu tabağı uzattı. Ne garip kadındı.

"Tabii," deyip nezaketen bir sarma alıp ağzıma attım. Evirdim, çevirdim, bir türlü küçültemedim o sarmayı ağzımda. Dakikalar sürdü, yuttum onu. Boğazım acıdı. Bunun sebebi hasta oluşum değildi.

Buraya ait değilmiş gibi, burada fazlalıkmış gibi hissediyordum. Hem hadsiz gibi, hem de öfkemi dışarı vuramamış gibi hissediyordum.

"Ee Ülkü?" dedi Fadime teyze anlık bir neşeyle. Neşesi sahici mi yoksa yapay mıydı, anlayamıyordum. "Annen baban ne iş yapıyorlar?"

"Babam mali müşavir, annem bir lisede felsefe öğretmeni."

Kaşları kalktı, gözleri tabağındaydı. "Buralı mısınız?"

"Aslen Ispartalıyım, yani babam oralı. Ama ben İstanbul'da doğdum büyüdüm."

"İstanbul'da nerede?" diye sordu merakla.

"İçerenköy'de doğmuşum, ben küçükken birkaç sene orada yaşamışız. Sonra Beşiktaş'a taşınmışız. On dört sene orada kaldık, liseyi falan orada okudum. Lise bittikten sonra bir sene mezuna kaldım. O yıl Kayaşehir'e yeni taşınmıştık. Sonra ben üniversite kazanınca yeniden bu tarafa, Beyazıt'a geldim. Ailem halen orada."

Şaşkınlıkla bana döndü gözleri. Sormak istediği çok soru vardı, görüyordum. "Ha sen uzaksın şu an ailenden?" diye sordu ve anlık olarak baştan aşağı süzdü beni. Başımı salladım.

İlyas amcanın gözleri Fadime teyzenin yüzüne dönmüştü. Bir şey söylemek ister gibiydi ancak sustu. Sıkıntılı görünüyordu.

Yeniden yemeğine dönerken, "Beşiktaş'ta da çocuk büyütmek zordur." dedi kınar gibi.

"Öyle," derken sıkıntılı bir nefes verdim. Üst üste gelen sorular beni daha şimdiden bunaltmıştı.

Meraklı yan bakışlarla, "Ama tabii Dikilitaş tarafındaysanız işler değişir." derken soru soruyordu sesi.

"Hayır," Sesim dalgın çıkmıştı çünkü jest ve mimiklerine anlam yüklemeye çalışıyordum fakat yalnızca çabalamakla kalıyordum. "Biraz daha aşağıda, Abbasağa'daydık biz."

Başını salladı. Tabağıma dönüp bir şeyler daha yemek istedim çünkü onlar halen azar azar yemek yiyordu. Ancak yiyemedim.

"Liseyi nerede okudun peki?"

"Etiler'de, bir anadolu lisesinde." Yeniden başını salladı. Baş sallamaları boş değildi. Ancak altında ne aramam gerektiğini anlamıyordum.

"Tek çocuk musun?" diye sordu bu defa.

İlyas amca araya girdi. "Amma soru sordun Fadime. Bırak kızcağız yemeğini yesin."

"Yemiyor ki! Beğenmedi galiba." derken çenesiyle tabağımı işaret etti.

Tepeden tırnağa kızarırken, "Yok yok, olur mu öyle şey?" dedim ve yerimde dikleştim. Hemen ardından tabağımı aldım ilgi odağıma. "Sabah rahatsızdım biraz. Pek iştahım yoktu. O yüzden yani, yoksa her şey harika. Ellerinize sağlık." deyip tabağıma yeltendim. Zorla da olsa bir şeyler yemeyi denemeye başladım.

Geçen birkaç saniyelik sessizlikte son sorusunun havada kaldığını fark ettim. Yanıtlamak istemiyordum. Çünkü peş peşe gelen sorulardan bunalmıştım fakat kabalık etmek de istemiyordum. Gönülsüzce, "Abim var bir de. Tek çocuk değilim." dedim.

Nedense şaşırdı. "Aa! Kaç yaşında?"

"Üç yaş büyük benden. Yirmi altı yaşında." Ağzımdaki patlıcan kelimenin tam anlamıyla büyüyordu.

"O nereden mezun peki?"

"ODTÜ."

Kaşları yeniden yukarı hareketlendi. "Hangi bölüm?"

Bıkkın bir nefes vermemek için kendimi zorlukla dizginledim. "Mimarlık."

Bu kez dudak kenarları aşağı büzüldü. "Yapmıştır askerliğini?"

"Yok artık!" diye araya girdi İlyas amca. Güldü. "Yahu sana ne kızın abisinin askerliğinden."

Fadime teyze gülümseyerek omuz silkti. Gözlerim Leyla'ya kaydı. Bıkkınlıkla bizi izliyor; sessizce, ağır ağır yemeğini yiyordu. Fadime teyze ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra, "Aman laf olsun diye!" dedi gülerek.

Gülümsemeye çalıştım. Belki de rahatsız edici biri değil, yalnızca patavatsızdı. "Yeni yaptı sayılır."

Fadime teyze güldü. Gülüşü yapaydı ve bir şeyler için bariyerdi ancak ne için olduğunu anlayamıyordum.

Henüz.

"Ee?" dedi neşeyle. "Ailenden uzaksın. Zor olmuyor mu? İlgisiz bir aile değillerdir umarım." derken bu konuyla oldukça ilgili görünüyordu.

"Hayır, değiller." dedim hiç beklemeden. "Aksine, çok ilgililerdir benimle." Duraksadım. Evden ayrıldığımdan bile haberleri yoktu. Bu onları ilgisiz yapar mıydı?

Ben daha kendi kendime sorduğum soruya cevap dahi vermeden, "Nasıl peki öğrenci hayatı?" diye sordu. Bu kez sorusuna anlam yüklemeye çalışmaya başladım. "Yani şimdi teksin ya hani, her öğrencinin hayalidir. Hesap soran yok, nerede olduğunu bilen yok."

Kaşlarım çatıldı. "Yoo, hesap soruyorlar." dedim. "Nerede olduğumu da biliyorlar. Söylüyorum çünkü." Fadime teyze, sırf ailem onlardan uzak kalmama razı diye gerçekten ilgisiz olduklarını falan mı düşünmüştü?

"Ama şimdi her akşam aile evine gitmek başka, kendi evine gitmek başka kızım. Kendi evin, kendi saltanatın demek. Senin kuralların, özgürlüğün demek. Herkes ister kendi yaşadığı yerin patronu olmayı. Hem istersen çıkarsın gezersin de. Ruhları bile duymaz ki."

"Yapmam öyle bir şey." dedim hızla. Sonra aklıma geldi; daha dün gece Gökdemir'in evindeydim. Annem ise kitap okuyup uyuduğumu sanmıştı. Bu fikir beni rahatsız etti.

"Yani hiç çıkmıyor musun akşamları falan dışarı? Öyle kaçamaklar falan yapmıyor musun gerçekten? Bu arada, görüştüğün biri var mı?" Yüz ifadesi, jestleri, mimikleri, bakışları; sanki arkadaşmışız tablosu çiziyordu. Hayır, arkadaşımın annesiydi.

"Fadime!" diye araya girdi İlyas amca. Hemen ardından Leyla, ancak bu kadar sabretmiş olacak ki, "Anne yeter!" diye babasını destekledi.

Fadime teyze çocuksu bir tavır kuşandı. "Ay ne var yahu? Kızımın arkadaşını tanımaya çalışıyorum."

Kaşlarım yeniden çatıldı. Mesele bu muydu? Kızı için uygun bir arkadaş olup olmadığımı anlamaya çalışmasını anlayabilirdim. Fakat madem bu kadar iyi bir anneydi, öyleyse iki yıldır neden beni hiç tanımak istememişti?

Ebeveynlerin bu iki yüzlülüğü canımı sıkıyordu.

Kelimenin tam anlamıyla diken üzerinde hissetmeye başlamıştım birden. Bu evde kalmak, ansızın dayanılamaz bir şey hâline geldi. Çünkü benim aile yapım böyle değildi. Belki buydu doğrusu, belki diğeriydi. Hangisi doğruydu bilmiyordum ancak alışkın olmadığım tavırlara maruz kalmak, konfor alanımdan çıkmama sebep olmuştu işte.

Ayrıca sorguya çekiliyor olmak, bunu her ne kadar yeni fark etsem de, tepeden tırnağa öfkelenmeme sebep olmuştu.

Koşa koşa evime gitmek istiyordum.

Oysa evim neresiydi onu bile bilmiyordum.

Çatalımı gürültüyle tabağa bıraktım. "Belki de Leyla'yı anlamak gerek."

Fadime teyzenin sesi, "Anlayamadım?" derken ansızın yükselmişti.

"Anlamayacak bir şey yok. Belki de Leyla'nın bu evde huzursuz olmasının sebepleri vardır. Belki o sebepler fazlasıyla geçerlidir. Ve belki de suçu Leyla'da aramamak gerekiyordur."

Fadime teyze de çatalını tabağa bıraktı. Benden daha fazla gürültü çıkardığı kesindi. "Bu ne cüret?" diye sordu öfkeyle. Gözleri dehşetle bakıyordu.

İlyas amcayla göz göze geldim. Biraz mahcup, biraz şaşkın, biraz öfkeliydi. Öfkesini görmezden geldim. Çünkü artık ben de öfkeliydim.

Kadrajıma Leyla'nın annesini aldım. Hayatımı sorguya çeken kendisiyken benim cüretimi nasıl sorguladığını dile getirmek istemiştim fakat Leyla ile göz göze geldim. O da babası gibi, annesi yüzünden mahcuptu. Babası gibi, aramızda geçen diyalog sebebiyle şaşkındı. Ancak babası gibi öfkeli değildi. Leyla üzgündü.

Sustum.

Söylemek istediğim her şeyi dilimin altında ezdim, "Ben kalksam iyi olacak." diye ağzımın içinde mırıldandım.

"İyi geceler," dedi Fadime teyze. İstifini hiç bozmadı. Akşam değil gece demesi, gözlerimi saate çevirmeme sebep oldu. Saat on biri geçiyordu.

Leyla ve babası da benimle birlikte ayaklandılar. Beni kapıya kadar geçirdiler. Babasına her şey için teşekkür ettim. Mahcup bir gülümseme bahşederken öfkesi seçilmiyordu artık. "Yine bekleriz çocuğum." dedi o buruk gülümseme ile. Bu söylediğine kendisi de inanmıyordu fakat adetti işte.

Ben de aynı şekilde gülümsedim. "Umarım." dedim adet yerini bulsun diye.

Babasıyla selamlaştıktan sonra Leyla ile kapıda yalnız kaldık. İlk yaptığı şey özür dilemek oldu. "Çok özür dilerim!" dedi kısık ve ağlamaklı bir sesle.

Yüzümü ekşittim. "Saçmalama! Sen niye özür diliyorsun?"

"Olsun! Özür dilerim, ben böyle olacağını beklemiyordum. Yani annemin zor bir kadın olduğunu aşağı yukarı biliyorsun. Ama bu akşamlık idare eder sandım."

Kollarından kavradım. Tıpkı onunki gibi kısık bir sesle konuşmaya devam ettim. "Leyla saçmalama. Özür dileyecek bir şey yok. Annen bana ayıp etti, evet. Ama karşılık olarak ben de ona ayıp ettim, ödeştik." dediğimde histerik bir şekilde güldü. Ben de gülümsedim. "Hem annenin patavatsızlığının suçunu kendine yüklemen anlamsız. Sen onun adına özür dilememelisin."

"Yine de," dediğinde ağlamak üzereydi. Leyla sanırım gerçekten bu evde ağlıyordu. Verdiği esten faydalanarak sarıldım ona. O da benimki gibi sıkı bir sarılmayla karşılık verdi. "Konuşamadık da." dedi muzip bir sesle. Güldüm. Uzaklaşırken, "Konuşacağız bak o konuyu." dedi.

Başımı sallarken gülümsüyordum.

Ne garipti, Leyla az önceki yaşanan gergin havayı çoktan atmıştı üzerinden. Belki de alışkanlık böyle bir şeydi.

Aklıma kısa bir süre için, bahsettiği küçük şeyler üşüştü. Anne ve babasının tartışmaları, Leyla'nın tabiriyle kendi aralarında verdikleri o 'savaş', üstünlük kurma çabaları ve asla kapanmayıp sürekli deşilen aynı anlamsız konular...

Bu evde çözülmemiş çok mesele, kapanmamış çok defter, kesilmemiş çok hesap vardı. Bu açıkça görülüyordu. Ve bu kadın, bu evde göz yaşı dökülmemesini umuyordu. Bu çılgınlıktı.

Oysa akşamları ışıkları yanan kim bilir kaç evde yaşanıyordu bunlar. Bu, bazı evlerin normaliydi. Benim evimin hiçbir zaman normali olmamıştı, şanslıydım.

Leyla ile vedalaştık.

Kapıdan çıktım, kendimi sokağa attım, yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Ve duraksadım. Bu tip şeylerin normal olmadığı bir evim vardı. Fakat ben o eve gidemiyordum.

Sağa-sola bakındım. Nereye gidecektim?

***

"Yani şimdi sen diyorsun ki; Ayla her şeyin farkında ama Serhat'a bilerek mi yüz vermiyor?" Merakla bakan gözlerim Burak'a döndü.

Sigarasından bir nefes çekerken kaşlarını kendinden emin bir şekilde kaldırıp indirdi. "Bence öyle."

"Bunu hiç konuştunuz mu peki? Hiç sordun mu Ayla'ya?"

"Sormadım. Ama sormama gerek de yok. Anlaşılıyor zaten." Dirseklerini banka yasladı.

Birbirine bağladığım kollarımı birbirlerine biraz daha sıkıştırdım. Ceketin içinde küçülmek istiyordum çünkü saat bire geliyordu ve hava çok soğuktu. "Valla ben hiç hissetmedim öyle bir şey. Bence Ayla, Serhat'ın hislerinin farkında değil ya da yeni yeni farkına varıyordur ve henüz kabullenmemiştir."

Burak, sözümü yanıtlamak için bana döndü. Ancak bedenimin içine gömmek istediğim kollarıma kısa bir bakış atması, onu ansızın duraksattı. "Üşüyor musun?"

"Yoo," Gözlerim karşımdaki parka baksa da Burak'ın dik bakışlarını profilimde hissediyordum. "Yani biraz soğuk, evet. Ama üşümüyorum." Başımı ona doğru çevirdiğimde göz göze geldik.

"Emin misin?" diye sorarken yukarı hareketlendi kaşları.

Başımı salladım. Sustuk. Önümüze döndük, aynı anda derin birer nefes çekip bıraktık. Neredeyse iki saattir burada oturuyorduk ve konuşulacak konular tükenmeye başlamıştı. Belki de çoktan tükenmişti.

Gecenin bu saatinde emrivaki yapıp yanıma çağırdığım Burak, onu neden çağırdığımı halen sormamıştı bile. Yalnızca ardına sığındığım bahaneleri dinlemiş ve kalkıp gelmişti. Burada daha ne kadar oyalanabilirdim, bilmiyordum. En nihayetinde kalkıp gidecektik, sabaha kadar burada oturamazdık. Üstelik konuşulacak şeylerin azalarak bitmiş olması canımı sahiden sıkıyordu.

Çünkü zamanın hızlı geçmesi için güvendiğim tek şey oydu.

Üzerimdeki kot ceket, bu serin hava için gerçekten inceydi. Her geçen dakika daha fazla farkına varıyordum. Ya da her geçen dakika daha fazla üşüyordum. Sıkıntılı bir nefes çekip bıraktım. Başımı ansızın ona çevirip, "Bilgisayarını değiştirecektin sen, bulabildin mi yeni bilgisayar?" diye sorduğumda dikkatle bana baktığını fark ettim. Meraklı görünüyordu.

Derin ve sıkıntılı bir nefes çekti. "Ülkü," dedi o nefesi uzunca geri verirken. "Neler oluyor?"

"Ne gibi?"

"Senin hayatında... Tam olarak ne oluyor?" Elindeki bitmiş sigarayı yere attı ve ayağının ucuyla ezdi.

Ciğerlerime sessiz bir nefes çektim. Bu nefes de sıkıntı yüklüydü. "Bir şey olmuyor. Nereden çıkarıyorsun?"

Kadrajına yüzümü aldığında gözlerine esef dolu bakışlar yüklenmişti. "Hayır, oluyor. Bir şeyler oluyor ve hiç bahsetmiyorsun. Bu saatte burada, saçma sapan bir parktasın. Beni çağırdın, yalnız kalmamak için çağırdığını biliyorum. Ama neden gecenin bu saatinde burada durmak istediğini anlamıyorum." Omuzlarını belli belirsiz silkti. "Geldiğimde kendin anlatırsın sanmıştım. Ama öyle ketumsun ki, açıkça sormama rağmen hâlâ reddediyorsun."

Ciğerlerime bir kez daha çektim o sıkıntılı nefesi, bir kez daha ona soğuk hava karıştı. Genzimden yükselen öksürüğü serbest bıraktığımda Burak'ın bu defa kaşları çatıldı. "Üstelik hastasın da!" diye çıkıştı. "Hastaydın, doğru! Ne işimiz var bu saatte burada?"

Bunaltıyla ofladım. Sanırım Leyla'ya söylediğim yalanı yinelemenin tam sırasıydı. "Kızlarla aram kötü evde." dedim kısık bir sesle. "Ayaklarım geri geri gidiyor. Eve gitmek istemiyorum."

Devam etmek için dudaklarımı araladım fakat Burak'ın zil sesi, odağımızı dağıttı. Telaşla telefon ekranına baktı. Ekranda Serhat'ın ismini görmesi, onu gözle görülür bir şekilde rahatlattı. Neden gerildiğini o an hiç düşünmedim bile.

"Ayla!" diye söylendi çağrıyı yanıtlamadan önce. "Ayla ile yakın olduğum için benimle yakınlık kurmak istiyor, farkındayım." Dudaklarımı birbirine bastırdım. Serhat'a üzülmemek, zaman zaman içten değildi.

"Efendim?" diyerek açtı telefonu. Sessizce beklemeye koyuldum. Ortam fazlasıyla sessiz olmasına rağmen Serhat'ın sesi işitilmiyordu.

"İyi, ne olsun. Dışarıdayım." dedi önce. Ardından merakla, "Ne oldu?" diye sordu. "Ne zaman geçerim bilmiyorum. Ülkü'yleyim." Karşı tarafı dinledi. "Hiç, oturuyoruz öyle parkta. Laflıyoruz. Buyur sen de gel."

Göz ucuyla Burak'a baktım. Merak ettiğim şey, telefon görüşmeleriydi. Ne kadar kalabalık olursak o kadar işime gelirdi. Zaman hızlı akardı, dakikalar birbirini kovalardı, bu emrivaki için daha az rahatsız hissederdim. Tek sorunum soğuk hava olurdu.

"Eğer geleceksen gel." dedi Burak. "Konum atarım sana." Durdu. "Gelecek misin gelmeyecek misin oğlum? Net bir şey söyle. "Gülerek, "Karar ver." dedi. Yeniden Serhat'ı dinledi. "İyi tamam konum atıyorum ben yine de. Haber verirsin gelip gelmeyeceğini. Görüşürüz."

Telefonu kapatırken, "İyi çocuk." diye mırıldandı kendi kendine.

"Gelecek miymiş?" diye hevesle sorarken hem hevesimi gizleme ihtiyacı duydum hem de yerimde dikleştim.

"Gelmeyecek muhtemelen." derken telefonu cebine soktu. Başını kaldırırken sesi biraz daha gürdü. "Bırak şimdi Serhat'ı sen. Ne oluyor evde?"

Yeniden sıkıntıyla soluklandım. Bu sıkıntılı soluklanmaların sayısının bu denli artmış olması beni fazlasıyla rahatsız etse de elimden bir şey gelmiyordu.

"Ya kötü işte aramız. İletişim kuramıyoruz pek. Kurduğumuzda kavga ediyoruz. Onlar benden rahatsız, ben onlardan. Evde huzursuzum yani. Eve gidesim gelmiyor hiç."

"Ve bu havada, geç saatlere kadar dışarıda zaman öldürmek senin için çözüm mü?"

Omuzlarımı silktim. "Kaçış diyelim." Her ne kadar ev konusunda yalan söylesem de bu gerçekti. Burada oyalanmam kaçıştı. Kızlarla paylaştığım evden değil, diğerinden kaçıyordum.

"Ya kedi gibi oraya buraya mı sığınacaksın Ülkü?!" Bu sorusuyla bedeni tam olarak bana çevrildi. Bu çaresiz çırpınışım belli ki öfkelendiriyordu onu. "Bırak onlar başka yerlere sığınsın! Neden kaçıyorsun ki?!"

"Kaçmıyorum!" diye sitem ettim, sitemim ona değildi. Yalandı, kaçıyordum. "Kızlar evde diye de değil sadece. Evde olmak bunaltıyor beni son zamanlarda."

Birkaç saniye sessizlik oldu. Ben yeniden karanlık ve boş parka bakarken Burak yeniden profilimi izliyordu. "Ee? Nereye kadar peki? Her gece bunu devam ettiremezsin. Ben bugün buradayım, istersen sabaha kadar da otururuz. Ama yarın? Hadi yarın da geldim, eşlik ettim sana. Hadi her gün geldim. Zaten yalnız bırakmam seni gecenin bu saatinde. Ama sen bu tempoya, bu uykusuzluğa nasıl dayanacaksın işte? Nereye kadar?"

Bıkkınlıkla ofladım. "Bilmiyorum ki." diye mırıldandım. "Gittiği yere kadar herhalde."

Derin bir nefes çekip bıraktı. "Ev nerede?"

Başımla arkamda bir yeri işaret ettim. "Arkadaki sokaklardan birinde." Yalandı. Son zamanlarda söylediğim yalanların sayısının artması da canımı sıktı ansızın, tıpkı çektiğim sıkıntılı nefeslerin sayısının artmasının canımı sıkması gibi.

Arkasına yaslandı. Uzun bir sessizlik oldu aramızda. Sessizlikten sıkılmış olcak ki bir şarkı mırıldanmaya başladı. "Yavrum, sen benim balımsın. Tadına alışmış canım."

Daha melodiyi duyduğum ilk andan tüylerim ürperdi. Gözlerim ansızın profiline döndü. "Başka şarkı yok mu?" diye çıkışarak sordum birden.

Hiç beklemediğiniz anda, karşınıza çıkmasını ummadığınız şeyler ansızın bir kapı aralardı. O kapı hep geçmişe açılırdı. O şeyler bazen bir kokuydu, bazen bir renk, bazen bir şarkı, bazen ise bir mekân.

Bu şarkının melodilerini duymak, o kapıyı birdenbire aralamıştı şimdi. Tüylerim ürpermiş, kalbim biraz daha hızlı çarpmaya başlamıştı. Birkaç ay kadar bir süreye, birkaç saliselik kısacık yolculuk yapmıştım. Ve bunun bilançosunu Burak'a kesmiştim o çıkışımla.

"Nasıl yani?"

Afallamış yüz ifadesi, ses tonumu da tavırlarımı da normal seyrine düşürmek için çabalamama neden oldu. "Yani, Duman dinlemeyi hepimiz lisede bırakmadık mı?" derken histerik bir şekilde güldüm. Ceketimin cebine uzanıp bir sigara çıkardım.

Güldü. "Doğru. Duman dinlemeyeli yıllar oldu. Bir yerlerde duydum galiba, saatlerdir kafamda dönüp duruyor şarkı."

Gülümsedim. "O lanet hissi biliyorum. Hele ki şarkının sözleri ezberinde değilse... Çekilmez oluyor."

Boğuk bir kahkaha attı. "Aynen! Aynısını yaşıyorum şu an. Bu şarkıyı doğru düzgün açıp dinlemişliğim bile yok. Bu kısmı kalmış aklımda bir tek. Çevirip çevirip onu söylüyorum." Es verdiğinde düşünceliydi. "Neydi bu şarkının adı ya?"

Sorusunu yöneltirken sigaramı ateşledim. Çektiğim nefesi dışarı üfleyip, "Bal," dedim, oldukça kısık bir sesle.

"Hah!" derken parmağını şıklattı. "Bal!"

O şarkı artık benim kafamın içinde dönüp durmaya başladığında Burak'ın yeniden telefonu çaldı. Dağılan dikkatim sebebiyle kadrajıma ekranı girdi. Çağrıda yan yana iki adet beyaz kalp emojisi vardı. Burak'ın bir kız arkadaşı olduğunu hatırlamak yerimde mahcubiyetle dikleşmeme sebep oldu.

Gözleri yüzüme dokunduğunda düşünceli ve endişeli görünüyordu. Belli ki çıkarken kız arkadaşına haber vermemişti.

"Ben unutmuşum tamamen. Yani, sorun olup olmayacağını bile hiç düşünmedim. Özür dilerim." dedim.

Dudaklarını birbirine bastırarak çağrıya baktı. Sanırım söyleyeceklerini kafasında toparlıyordu.

"Eğer benimle olduğunu söylemeyeceksen söyleme. Ya da söyleyeceksen söyle. Bilmiyorum. Yani ne söylersen söyle, yanlış anlamam ben. Tamamen benim eşekliğim." Burak'ın kız arkadaşı olduğunu nasıl unutabilirdim? Üstelik kız arkadaşından sürekli bu denli gözleri parlaya parlaya bahsederken? Bunu nasıl düşünememiştim? Nasıl bu kadar düşüncesiz olabilmiştim anlamıyordum. Yaptığım zaten bir noktada emrivakiyken bir de aralarında bir yalana sebep olma ihtimali beni her geçen saniye daha da utandırıyordu.

Derin bir nefes çekerek çağrıyı yanıtladı. "Efendim hayatım?" deyip karşı tarafı dinledi. Mahcubiyet içinde sağa-sola bakıyordum. "Ee," deyip duraksadı. Göz göze geldik.

"Özür dilerim," diye oynattım dudaklarımı.

Gözlerini sıkıca yumarken, "Evet, dışarıdayım." dedi. "Tekele gidiyorum. Sigaram bitmiş de."

Kısa bir süre daha konuştular. Kız uzatmadı. Belli ki herhangi bir soru sormadı ya da ikilemde kalmadı. Burak ise tepeden tırnağa mahcuptu. Kısa bir konuşma sürdü aralarında. Yalan söylemesine sebep olmanın mahcubiyetiyle kavruluyordum.

"Görüşürüz bebeğim," derken sigaramı yerde ezdim.

Telefonu kapatır kapatmaz, "Gelmemeliydin!" dedim hayıflanarak.

"Deme öyle." dedi fakat halen kötü hissediyordu, görüyordum. "Arkadaşımsın, Ülkü. Beni buraya çağırdıysan çağırman gerekiyordu demek ki diye düşündüm. Yani normalde böyle şeyler yapan biri değilsin ki. Ne bileyim, zor durumdasındır belki diye düşündüm. Bir derdin vardı belki. Belki iyi değildin. Belki bir arkadaşa ihtiyacın vardı ve geç saat olduğu için de Leyla gelemezdi yanına. Yani bunları düşündüm."

"Yine de gelmemeliydin." diye mırıldandım. Suçluluk duygusu, gözlerime yaşların koşturmasına sebep olmak üzereydi.

"Gelmeliydim." dedi, kelimeyi bastırarak. "İnsanın bazen arkadaşa ihtiyacı olur. Ve senin de bir arkadaşa ihtiyacın varmış zaten. Gelmeliydim."

"Kötü hissediyorsun." Hızla ekledim; "Haklı olarak. Madem sorun olacaktı ya da kendini kötü hissedecektin, neden geldin?"

"Sorun olmazdı aslında. Yani büyük bir sorun hâline dönüşmezdi. Sadece haber verseydim..." Durdu. "Kendimi kötü hissetmezdim o zaman."

Sustuk. Birkaç dakika hiç konuşmadık. Cebimden bir sigara daha çıkardım. Telefon ekranındaki saate baktığımda saat ikiye yirmi vardı. "Git artık bence." dedim.

Bakışlarını yüzüme çevirdi. "Beraber gidelim o zaman. Saat geç. Seni eve bırakayım, öyle giderim."

"Bir sigara daha içeyim, kalkarım ben." dedim elimdeki sigarayı evirip çevirirken." Israr edecek gibi oldu ancak, "Burak!" diye araya girdim. "Zaten kız arkadaşına benim yüzümden yalan söylemek durumunda kaldın. Kendimi zaten yeteri kadar suçlu hissediyorum. Ev arka tarafta zaten. Bir sigara içip geçerim ben de. Hem annemle konuşacaktım, unutmuşum. Evde konuşmayayım, kızlar uyumuştur şimdi."

Bir-iki saniye sessizlik olduğunda gözlerimi yüzüne çevirdim. Kısık gözlerle, kuşkuyla bakıyordu. Güldüm. "Hadi git. Ben de telefonla konuşur on dakikaya geçerim."

İkilemde kaldı. Fakat benzer cümleleri birer kez daha dile getirmem onu ikna etti. Ancak yine de ayaklandığında, "Serhat'ı arayayım gelsin?" dedi sorar gibi.

Güldüm. "Arama kimseyi. Gideceğim zaten, geç oldu. Sen boş ver beni. Git hadi." Biraz daha kolay ikna etmek için, "Git de telefonda konuşayım hadi ya!" dedim sahte bir öfkeyle.

Güldü. "O zaman okulda görüşürüz."

"Görüşürüz. Teşekkür ederim geldiğin için."

Başını eğdi. "Rica ederim. Gecikme." derken ufak ufak adımlamaya başlamıştı ancak işaret parmağı yüzümü hedef alıyordu.

Yeniden güldüm. "Tamam!" dedim sahte bir sitemle. "Görüşürüz."

Gülerek uzaklaşmaya başladı. Önüme döndüğüm an soğuk hava indi ciğerlerime. Öylece karşımdaki karanlık salıncaklara baktım. Sigarayı elimde evirip çevirmeye devam ettim. Dakikalar geçti, oturuşumu bile bozmadım. Üşüyordum ancak soğuk sanırım biraz uyuşturmuştu bedenimi. Pek de umursamıyordum artık bunu.

Dakikalar sonra, sigaramı yakmaya yeltendiğimde adım sesleri işittim. Tam korkuya kapılıp o tarafa dönecekken sakinlikle kaldım öylece. Bir elimde çakmak, bir elimde sigara; ayak ucuma bakarken kalbim kan pompalama işlemini hızlandırmıştı.

Önce kokusu geldi, sonra gölgesi, sonra sesi.

"Oturabilir miyim?" diye mırıldanırken çekingendi.

Elimle banka buyur ettim onu. Sessizce yanıma ilişti. Birkaç saniye sustuk. Bu suskunluk beni boğuyordu. Sigaramı ateşledim.

İlk sorduğu şey, "İlaç içtin mi?" oldu.

Başımı iki yana salladım. O da başını yukarı aşağı salladı abartıyla. Elinde tuttuğu montu uzattı. Dönüp kısa bir bakış attığımda kendi üzerinde deri ceket vardı, Burak gibi.

Hiçbir şey söylemedi. Hiçbir şey söylemedim. Montu alıp omuzlarıma attım. Kot ceketin üzerine yerleşen mont, daha ilk saniyelerden bedenimin buz misali eridiğini hissettirdi. Tüylerim ürperdi.

"Teşekkür ederim." diye mırıldandım.

"Rica ederim." Bir-iki saniye sonra, "Leyla'larda kalacaksın sanmıştım." dedi kısık bir sesle.

"Kalamadım işte." Birbirimize döndük. Gözlerinin mavisi, gece karanlığında bile seçiliyordu. Belki de bu karanlıkta aslında görünmüyordu bile, ben o renkleri yerlerine koyuyordum.

Öylece bakıştık karanlıkta. Kaçmak ister gibi önüme döndüm.

Yeniden sessiz kaldık. Sigaramı bitirdim, söndürdüm. Dakikalar sonra, "Nereden biliyordun nerede olduğumu?" diye sordum. Cevap vermediğinde dönüp ifadesini kolaçan ettim. Teessüf eder gibi yan yan bakıyordu. Alayla gülümsedim. Başımı sallayarak, "Serhat," derken ses tonum bir şeylerin farkındalığına varıyordu. "Doğru."

"Gelmese miydim?"

İyi ki gelmişti. Fakat cevap vermedim.

Derin bir nefes çekti, o nefesi sesli bir şekilde bıraktı. "İlaç içmen gerek."

"İyiyim,"

"Değilsin. Gözlerin kıpkırmızı."

Gözlerimi yüzüne çevirdim. "Ama ateşim yok." derken aslında bu duyduğuma şaşırmıştım ve kendimce onu yalanlamak için bir argüman sunuyordum.

"Nereden biliyorsun?" diye sorarken gülümsedi.

Düşünceli bir edayla çevrede göz gezdirirken, "Burak da fark etmedi aslında gözlerimin kızarık olduğunu." dedim. Ardından yeniden ona döndüm. "Emin misin?"

Bir-iki saniye sıra sıra baktı gözlerime. "Burak fark etmemiştir, çünkü dikkatli bakmamıştır."

Yeniden önüme dönerken bu benim için yeniden kaçıştı.

"İlacını da içmemişsin. Aslında yanımda var ilaç. Su da alabiliriz tekel falan bulup. Ama içemiyorsun şişeden."

Gülümsedim. "Bardak bulduğumuzda içerim."

"Evde var." Sesi fazlasıyla kısıktı.

Yeniden yüzünü aldım kadrajıma. Öylece yüzüme bakıyordu. Beklentiyle bakan gözleri içimi titretiyordu.

"Çorba da var evde." dedi.

"İçseydin aslında." Gülümsüyordum. O gülümsemiyordu.

"İçmedim." dedi omuzlarını silkerek. "Senin çorban o."

Derin bir nefes alıp verdim. Nefes mağlubiyet doluydu. Bu gece mağluptum. Tüm planlarım ters tepmişti, suçluluk duymuştum ve inadıma yenik düşmek üzereydim. Biliyorum; Gökdemir alıp beni evine götürecekti. Gidecektim.

"Aslında sabaha kadar eşlik edebilirim sana." dedi. "Ama hastasın. Hava daha da soğuyacak. Ayaz olacak. Eve gitmemiz lazım."

Başımı salladım. Çünkü doğruydu. Sabaha kadar kalırdı benimle, kalamazdık, çok hasta değildim ancak hava soğuyacaktı.

Ancak burada oturmak istiyordum. Onunla.

Başımı ansızın kaldırdım. "Duman dinlemeyi hepimiz lisede bıraktık mı sence?" Ses tonum toy çıkmıştı, çocuk gibiydi. Bu soruyu soran ben değildim. Bunu liseli Ülkü sormuştu. Ve bir an bile düşünmemiştim bunu sorarken. Yalnızca aklıma gelmişti ve öylece sormuştum. Oysa bunun onun için nasıl bir anlamı olduğunu biliyordum. Benim için de öyle.

Bir-iki saniye yüzüme baktı. "Bırakmadığımı biliyorsun."

"Hiçbirini mi?"

"Bazılarını." Es verdi. "Birini, aslında."

Önüme döndüm. Burak'ın mırıldandığı şarkı kafamda dönüp duruyordu. Bir süre o şarkıyı çaldım kafamda. Bir yerlere gittim, bir yerlerde bulundum. Kısa bir yolculuk yaptım. Oysa o yolculuk yanıbaşımdaydı.

"Hadi, Ülkü." Yutkundum. "Kalk hadi, evimize gidelim." Gözlerimi yüzüne çevirdim. Tebessüm etti. "Orası senin de evin. En azından bir süreliğine." Öylece yüzüne baktım. Saniyeler sonra gülümsedi. "Sherlock izler miyiz?"

Güldüm. "Dizisini izlersek neden olmasın?"

Başını iki yana salladı. "Filmini."

"Dizisini." diye direttim.

Güldü. "Ona gidince bakarız artık." Göz göze geldik. Gözlerini tebessümle yüzümde gezdirdi. "Hadi kalk."

"Bir şartla gelirim." derken ayaklanmıştı. Yüzü, aşağıdan da çok biçimli görünüyordu. "Sen kendi yatağında yatacaksın, ben koltukta yatacağım."

Gülümsemesi genişledi. "Ona da gidince bakarız."

Kaşlarımı, ona diklenir gibi kaldırdım. İşaret parmağımı yüzüne doğrulttum. "Hayır! Şartım bu."

Başını hay hay der gibi eğdi. "Peki. Kendi yatağımda yatacağıma söz veriyorum."

Kalktım. Esasen Gökdemir buraya geldikten sonra bu kadar kolay kalkıp gideceğimizi düşünmemiştim. Onu biraz daha lafa tutmak, biraz daha oyalanmak istemiştim. Fakat hem o çok ısrarcıydı ve söze çok çabuk girdi hem de benim bunu uzatacak takatim yoktu. Üstelik üşüyordum. Bu sebeple kendimi kısa bir süre içinde onunla, onun evine yürürken buldum.

Kendi evime, bir süreliğine.

Bunun artık reddedilecek bir tarafı kalmamıştı.

Hiç konuşmadan yürüdük. Hiç konuşmadan apartmana girdik, eve çıktık. Kapının kilidini açtı, içeri girdik. Duraksadım. Gözlerim evin içinde gezinirken buraya sanki ilk kez geliyormuş gibi hissediyordum. Montlarımızı çıkardık. Onları portmantoya asarken bavuluma ulaşmak için çalışma odasına ilerledim.

Kapı eşiğinde kalakaldım.

Odada göz gezdirirken Gökdemir'in arkamdan gelen sesi git gide yaklaşıyordu. "İstersen duş al. Üşüyorsundur."

Yanımda duraksadı. Ben halen çalışma odasına, eski çalışma odasına bakıyordum. Büyük proje masasının yerinde bazalı bir yatak vardı. Üzerinde ise döşeği ve nevresim takımları hazırdı.

"Bu ne?" diye sorarak yüzüne döndüm.

Odaya bakan gözleri yüzüme kaydı. "Yatağın." Ben öylece gözlerine bakarken onun gözleri yüzümün her bir noktasını aheste aheste tarıyordu. Elini kaldırıp anahtar uzattı. "Yedek anahtar. Senin anahtarın."

Halen sadece yüzüne bakıyordum. Şaşkındım; bunu beklememiştim.

Gülümsedi. "Hoş geldin."

***

Yorum satırı 💙

Loading...
0%