@esaturk
|
"Ben okula çıkıyorum." diye salona doğru seslendim. Bir-iki saniye yanıt gelmesi için bekledim. Oysa yanıt alamayacağımı biliyordum. Hole çıkan adımlarım, bunu bilmeme rağmen yanıt gelmediği için öfkeliydi. Salona doğru bir bakış attığımda Eylül ve Funda'yı koltuğa kurulmuş televizyon izlerken gördüm. Umursamaz bir tavırla kapıya döndüm. Ancak umursamaz tavrıma rağmen öfkeli soluklar bırakmadan edemedim. Bu çifte standart hoşuma gitmiyordu. "Ülkü banyoyu temizledin mi ki?" diye sordu Funda. Duraksadım. Kapıya bakarken, "Temizlemedim ve temizlemeyeceğim." dedim sert bir tonda. Omzumun üzerinden onlara döndüğüm sırada Funda da gözlerini devirerek bana döndü. "Böyle anlaşmamıştık Ülkü." dedi düz bir sesle. Bedenimi ona çevirdim. "Evet, en başta bazı anlaşmalar yapmıştık. Mesela herkes hastalık gibi durumlar dışında kendi iş gününe uyacaktı. Mesela eve arkadaşlarımız gelmeyecekti. Siz ise sürekli arkadaşlarınızı çağırıp yiyip içip gidiyorsunuz, temizliği ben yapıyorum. Kendi temizlik gününüzde banyoyu duştan sonra pis bıraktığınız için ben temizlemek zorunda kalıyorum. Çünkü banyo pisken kullanamıyorum. Ayrıca sırf ben barbunya sevmiyorum diye iki gündür barbunya yapıyorsunuz ve ben kendime ayrı yemek yapmak zorunda kalıyorum." deyip es verdim. Yükselmeye yüz tutan sesimi kontrol etmeye çalışıyordum. Sesimin bu kadar erken yükselmesini istemiyordum fakat uzun zamandır süregelen bu duruma karşı tahammül seviyem oldukça düşüktü. "Temizlik falan yapmayacağım. Zaten benim günüm değil. Bundan sonra ben de kurallara uymuyorum." Portmantoya uzanıp ayakkabılarımı aldım. "Ülkü sen barbunya sevmiyor olabilirsin, biz seviyoruz!" diyen Eylül ayaklandı. İki ayrı günde pişen barbunyadan sorumlu olan kendisiydi. Bu sebeple savunmaya geçmişti ve en iyi savunmanın saldırı olduğunu düşünüyor olacak ki oldukça agresif bir tutum sergiliyordu. "Her gün senin sevdiğin yemekleri yapamayız!" Elimde ayakkabılarla salona doğru bir adım attım. Bu benim gardımı kuşanma şeklimdi. "Her gün sevdiğim yemekleri yapın mı dedim ben Eylül?! Ispanak ve barbunya sevmediğim tek yemekler! Siz nedense yemek yapmanız gerektiğinde dönüp dolaşıp aynı şeyleri yapıyorsunuz. Sen demiyorum farkındaysan, siz diyorum! Çünkü bunu aranızda konuştuğunuzu biliyorum, salak değilim! Bir de laf etmeyeyim diye araya makarna sıkıştırıyorsunuz; sorsam başka yemek de pişiyor demek için! Salak mı sanıyorsunuz beni?!" Eylül, "Ülkü kusura bakma da bu evde ne pişse beğenmiyorsun!" diye sesini yükseltti. Üstelik el jestleri de hırçınlaşmıştı. Belli ki o da bu anlaşmazlıklar konusunda artık fazlasıyla tahammülsüzdü. Hâlâ oturduğu yerde sakince televizyon izleyen Funda ise bu tartışmayı ilk başlatan insan olmasına rağmen sessizdi. Funda'yı baştan aşağı süzüp yeniden kadrajıma aldığım Eylül bağırmaya devam ediyordu. "Makarna yapıyoruz, suç oluyor! Barbunya seviyoruz diye onu yapıyoruz suç oluyor! Ispanak yapıyoruz, suç! Börek yapıyoruz, suç! Sıktı artık ya!" Genzimden yukarı tırmanan sesimin yüksek perdeden çıkmasını engelleyemedim. "Eylül dalga mı geçiyorsun benimle?! Börek dediğin zaten ıspanaklı börek! Barbunyayı haftada iki kez yaparsanız yemediğim bir yemek olduğu için söylenirim tabii ki! Ya kendime yemek yapmak zorunda kalıyorum ya da dışarıdan söylemek zorunda kalıyorum! Ben yemek yapacağım zaman size soruyorum ne yapayım diye. Bunu yapmak bu kadar zor mu? Neden yemeğe durduk yere para harcamak zorunda kalayım ki? Temizlik yapacağınız gün ikiniz de yarım yamalak yaptığınız temizlikten sonra duşa giriyorsunuz, banyoyu pis bırakıyorsunuz, sorunca yoruldum banyoyu yapamadım diyorsunuz, ben arkanızdan temizliyorum! Ben niye yapmıyorum peki bunu?! Ben neden yorulmama rağmen o banyoyu temizliyorum?! Yemekleri beğenmiyormuşum! Ne anlatıyorsun sen ya?! Bana sorun çıkaran insanmışım muamelesi yapmaktan vazgeçin! Susuyorum, fazladan zahmete girip kendi yemeğimi yapıp yiyorum, ertesi akşam gelip kalanını yiyeceğim zaman yemek bitmiş oluyor! Yemiş oluyorsunuz! Bu kadarı çok fazla!" Sesimin evde yankılanmasını da, gözlerimin öfkeden hafifçe büyümesini de, hararetli el jestlerimi de engelleyemiyordum. Bu konuları daha önce onlarca kez konuşmuş ve hatta tartışmış olmamıza rağmen içimdeki doluluğu azaltamıyordum. Funda oturduğu yerden sakince, "Karnım açtı Ülkü. Eylül uyuyordu, uyandırmak istemedim. Açlıktan bayılmak üzereydim. Bir tabak yemeğin lafını yapma." dedi ancak ona yanıt vermek bile bir yana, duraksamadan sözlerime devam ettim. "Birinizin temizlik, diğerinizin yemek yapacağı bir gün akşam geliyorum yemek yok. Temizliği beraber yaptık yorulduk diyorsunuz. Beraber yapmayın o zaman! Yorgun argın aç karnıma yemek yapıyorum yiyelim diye. Kendime de değil, hepimize yapıyorum! Sonra odama giriyorum odam temizlenmemiş, toz içinde! Sadece kendi alanlarınızı temizleyip benim yaptığım yemeği yiyorsunuz ve zerre utanmıyorsunuz! Ertesi gün olunca 'Ülkü bugün senin temizlik günün. Ülkü bugün senin yemek günün' demeyi biliyorsunuz ama!" Funda araya girdi. "Kendi odanı temizleyebilirsin. O zaman düzeni böyle değiştirelim." Funda'nın zaten ilk etapta önerdiğim şeyi şimdi ilk kez kendisi öneriyor gibi davranması bir yana, sakinliği de sinirlerimi fazlasıyla bozuyordu. Ses tonum biraz daha yükseldi. "Ben zaten en başında bunu kendim söylemiştim Funda! Herkes kendi alanını temizlesin, mutfak banyo gibi ortak alanları haftada bir kişi olarak sıralayalım demiştim! Yemeği de iki günde bir kişi olarak çevirsek bize yeter dedim. Ama siz kendiniz bunu kabul etmediniz. Belli ki temizliği beceremiyorsunuz ve odalarınızı bana iteleme derdindesiniz." "Ülkü ayıp ediyorsun! Resmen deccal muamelesi yapıyorsun şu an!" diye söze öfkeyle karıştı Eylül. "Ayrıca itelemek ne demek oluyor?! Sözlerine dikkat et biraz!" "Hiçbir şey muamelesi yapmıyorum! Siz benim önerimi reddedip temizliği tek kişi tüm evde yapsın diye saçma sapan bir şey önerdiniz. Çoğunluksunuz diye kabul etmek zorunda kaldım. Ama kendi önerinize bile uymuyorsunuz! Sıkıldım artık! En çok yemeği yapan benim, en çok temizliği yapan benim. Sizin günlerinizi de sırf tembelliğiniz yüzünden ben sırtlanıyorum. O zaman benim günlerimde de siz uğraşacaksınız. Ben banyo falan temizlemiyorum. Zaten bugün benim sıram değil." Arkamı dönüp dış kapıya yöneldiğimde arkamdan gelen telaşlı ayak seslerinin Eylül'e ait olduğunu biliyordum. Çünkü bu hep böyle olurdu. Funda ortaya bir şey atar, huzursuzluk çıkarır ve kenara çekilirdi. Benimle aşık atan da Eylül olurdu. Funda'nın Eylül'ü manipüle ettiği su götürmez bir gerçekti fakat ne ben bunu dillendirebilirdim ne de Eylül bunu kabullenebilirdi. Bu sebeple bunu görmezden geliyor ve her seferinde Eylül'le tartışmak zorunda kalıyordum. Kapıyı açıp ayakkabılarımı giyerken arkamdan gelen Eylül öfkeyle soluyordu. "Ne demek benim günümde siz uğraşacaksınız?! Kendi işini bize yıkmaya çalışma! Biz bilerek atlamıyoruz bu işleri! Öyle denk geliyor Ülkü! Ayıp ediyorsun şu an!" Ayakkabımı bağlayıp doğruldum. Eylül'le burun buruna geldik. Bu defa dişlerimi sıkarak konuşuyordum çünkü sesimin apartmanda yankı yapmasını istemiyordum. "Öyle denk gelmesin o zaman Eylül! Her seferinde denk mi geliyor? Mesela Funda banyoya her ince temizlik yapacağı zaman mı belinin ağrısı tutuyor? Her seferinde mi?! Ya da sen ne zaman yemek yapacak olsan aklına barbunya mı geliyor? Barbunya gelmiyorsa ıspanak mı geliyor hep? Ya da ben ne zaman sizin yemek gününüzde kendime yemek yapsam gece acıkıyor ve yemek bulamıyor musunuz?! Neyin cakasını satıyorsun bana?! Hizmetçi yok karşınızda. Ben sorumluluklarımın gayet farkındayım, bence siz de bir an önce farkına varın! Çocuk değilsiniz, yetişkin gibi davranın!" Sözlerimin ağır olduğunun farkındaydım. Fakat yine de bundan biraz bile pişmanlık duymuyordum. Çünkü benim bu konuyla ilgili bambaşka pişmanlıklarım vardı. İlk etapta bazı şeyleri sineye çekmek ve huzursuzluk çıkmasın diye görmezden gelmek yerine bu tepkiyi en başta koymalıydım. Belki o zaman iki yıllık ev arkadaşlığımızda herkes yerini biliyor olurdu ve bugün bunları konuşuyor olmazdık. Eylül'ün söylemek istediklerini ağzına tıkarak ardımı dönüp merdivenlere yöneldim. Sözlerini duymamak ve daha fazla tartışmamak için kulaklığımı taktım ancak yine de merdivenleri hızlı hızlı inerken hırs dolu sesini işittim. "Olaylara hep negatif yaklaşıyorsun Ülkü!" diye bağırdı. Apartmanda ardı ardına yankılanan sesi son olarak, "Ama zaten senin huyun bu! İnsanlara çamur atmak huy sende!" dedi. Basamakların ortasında kalakaldığımda dış kapının gürültülü sesi duyuldu. Peş peşe yankılanan kapının çarpma sesinde doludizgin bir öfke vardı. Öfkeyi kin kovalıyor, kin peşinden nefreti sürüklüyordu. Eylül'ün bana duyduğu kin de, öfke de, nefret de; tam anlamıyla suçluluk psikolojisine ev sahipliği yapıyordu. Yaşadığımız o konuda da bugün tartıştığımız bu konuda da haklıydım ve geri adım atmayacaktım. Merdivenleri hızlı adımlarla bitirip kendimi sokağa attım. Aynı hızlı adımlarım caddeye savruldu. Durakta otobüs beklerken huzursuzlukla sallanan bacağımda da otobüsün demirini sıkıca kavrayan avucumda da aynı öfkenin izleri vardı. Hayatımı paylaştığım, aynı evi paylaştığım, ortak alanlarına dahil olduğum ve ortak alanlarıma dahil ettiğim bu insanlarla bu kadar sorun yaşamak gündelik hayatımı derinden etkiliyordu. Günlerim stresle, öfkeyle ve çatık kaşlarla geçiyordu. Bu durum ise beni yapısal olarak tahammülsüz ve agresif bir insan hâline getiriyordu. Buna bir çözüm bulmak şarttı fakat elimden hiçbir şey gelmiyordu. Bu sebeple beni yoran bu negatif hislerin yanına bir de gelip çaresizlik çörekleniyordu. Gün sonunda hayatımı, birbirini kovalayan bu stres ve agresiflik dolu günlerin içinde idare ettirmek zorunda kalıyordum. Hayata bir kere gelmiştim, gençliğimin dolu dizgin yıllarını bir kere yaşama hakkım vardı ve gülümsememin yüzümden eksik olmaması gereken günlerde hayat kalitem bundan ibaretti. Bu ise beni daha da agresif bir hâle getiriyordu. Sonra bu öfkeyle bir kez daha bunun nedenlerine indiğimde en temelde ev arkadaşlarımı görüyordum. Yeniden, yeniden ve yeniden öfkeleniyordum. Bir paradoksa hapsolmuş gibi hissediyordum. Öfkeli adımlarım, bu karamsar düşüncelerin eskortluğunda beni okulun yanına kadar getirmişti. Bir de bu vardı; günümün çoğu bunları düşünmekle geçiyordu ve ben bu nedenle çok değerli zamanı yakalayıp tutamıyordum. Çatık kaşlarla zemine bakarak Leyla'nın evdeyken haber verdiği ilerlerken başımı gayriihtiyari kaldırmamla bana el salladığını gördüm. Adımlarım kendilerine yeni bir rota çizdi. Arkası bana dönük bir erkeğin karşısında oturan Leyla'nın yanına ilerlerken ifademi düzeltmek için çabalıyordum. Masaya geldiğimde ayağa kalkan Leyla ile sarılarak selamlaştık. Sandalyeme oturmadan önce selam vermek için diğer çocuğa döndüm. Adının Serkan mı yoksa Serhat mı olduğunu hâlâ karıştırdığım çocuk büyük bir şevkle, "Ülkü! Nasılsın?!" diye sorarak ayaklandı. Bıkkın bir nefes verdim ve, "İyiyim, sen nasılsın?" diyerek onunla selamlaştım. Ayla'nın kalbine giden yolun bizden geçmediğini, günün tahammülsüzlük seviyesiyle bas bas bağırmak istedim tam o an. Çünkü biz Ayla ile onun tahmin ettiği gibi samimi değildik. Yine de bunu yapmadım, çektiğim uzun nefesi sakince geri bıraktım. "Otursana," dedi Serkan, Leyla'nın yanını göstererek. Gözlerim Leyla'nın yüzüne çevrildi. Göz deviriyordu. Muhtemelen o da benim aklımdan geçen şeyleri düşünüyordu. Leyla oturduğum an, artık yüzümü daha net görebildiği için olsa gerek, kaşlarını çattı. Serkan gelen çağrıyı yanıtlarken yüzüme hafifçe eğildi. "İyi misin?" Umursamaz bir tavır takındım ancak yine de yüz ifademe söz geçirebildiğimden emin değildim. "Aman, boş ver!" diyerek elimi savurdum. Serkan hattın diğer ucundaki kişiye olduğumuz noktayı tarif ederken ben masada bir şeylerle oyalanmaya başladım. Leyla'nın gözleri ise halen dikkatle yüzümü tarıyordu. "Kızlar mı?" diye sordu bu kez. Omuzlarım düştü, sıkıntılı bir nefes çekip bıraktım ve başımı salladım. "Ne oldu yine?" Leyla'nın kısık sesi, benim de ister istemez ses tonumu o düşük perdeye indirmeme sebep oluyordu. "Her zamanki şeyler." diye mırıldandım. "Çok dışlandığımı hissediyorum." derken sesim neredeyse çıkmadı. Bal rengi gözlerim masada rastgele geziniyordu. "Huzursuzum, mutsuzum, diken üstündeyim, biliyorsun işte. Boş ver." Aslında bir şeyler daha sıralayabilir ve bu listeyi uzatabilirdim ancak sesimin titremesi, sözlerimi frenlememe sebep olmuştu. Leyla da sarsılan ses tonumdan hoşlanmamış olacak ki sessiz kaldı ve üstelemedi. Henüz dün telefonda ağladığını işittiğim ve belki de ilk kez annesiyle babasının çok kavga ettiğinden uzun uzun bahsettiği için konuşma ihtiyacı duydum. Kısık bir sesle, "Sen nasılsın? Evde durumlar nasıl?" diye sorarken bu meseleyi masaya dökmeyeceğini biliyordum. Ancak kayıtsız kalmak da benim karakterime uygun bir şey değildi. O da benimkine benzer sıkıntıda bir soluk teneffüs etti. "Bahsettiğim gibi işte. Aynı." diye mırıldandı. Leyla bana nazaran bu konularda biraz daha içine kapanıktı. Bu sebeple ben de üstelemedim. İkimiz de aynı anda sıkıntılı bir nefes vererek sessizliğe gömüldük. Bu esnada ben çantama uzanırken Serkan, "Gördüm seni!" diyordu hattın diğer ucuna. İkimiz de, odağımızı dağıtacak şeyler aradığımız için olsa gerek, gözlerimizi hiç zaman kaybetmeden Serkan'ın baktığı yöne çevirdik. O noktaya döndüğüm an yerimde kalakaldım. Sigara çıkarmak için çantama uzanan parmaklarım öylece kalmıştı çantanın ağzında. Hareketlerim duraksamış, gözlerim; artık ne renk olduğunu çok iyi bildiğim gözleri hedef almıştı. Oysa metrelerce uzaktaydı. Ve benim gözlerim; o mavi tonları artık nerede görse, kaç metre uzaktan görse tanırdı. Bir daha o renkleri tanıyacağımı hiç sanmıyordum. Yüzlerce maviliğin içinden seçip çıkarabilirdim o ara tonları. Rüyalarıma giren o mavi tonları artık hiçbir şartta yeniden seçmemi gerektirecek bir an olacağını düşünmemiştim. Fakat oradalardı işte. Metrelerce uzaktan adım adım yaklaşıyorlardı ve ben zaman durmuş gibi hareketsiz kalmış, bir asalak gibi izliyordum O'nu. Yutkunma ihtiyacı hissettim ancak boğazım düğümlenmişti. Durup nefeslenmek istedim fakat kokusunu solumak istemiyordum. Biliyordum; kokusu onlarca adım uzaktan bile dolacaktı burnuma. Çünkü burnum o kokunun notalarını ezbere biliyordu. Bu kısacık süreçte tek yapabildiğim gözlerimi kırpıştırmak oldu, O'nun gerçekliğini sorgular gibi. Yıllar sonra bir sanrı görüyor olabilir miydim? Bu ne kadar mümkün olabilirdi? Yıllar sonra neden O'nun hayalini görecektim ki? Sanrı fikri zihnimin içinde at koştururken bu seçeneğe aslında içten içe ihtimal dahi vermediğimi sansam da, bir nebze de olsa bu fikri mantık terazimde tarttığımla yüzleşmem uzun sürmemişti. Bu fikrin saçmalığına kendimi ikna etmeye çalışıyordum ancak yine de bir sanrı görmeyi diliyordum işte. Çünkü çevrede gezinen ve oturduğumuz masayı arayan gözleri bize takıldığında o da duraksadı. Hayır, sanrı görmüyordum. Buradaydı. Serkan ayaklandı, büyük bir özlem ve şevkle kollarını iki yana açarak ona doğru adımlamaya başladı. Ne söylediğini duymadım fakat sesinde neşe vardı. O'nun gözleri ise halen yüzümdeydi. Yerimde dikleştim. Yutkundum. Derin bir nefes aldım. Kalp atışlarımın hızı göğsümü delmek üzereydi. Kalp atışlarımı azmettiren öfkem, burun deliklerimin büyümesine sebep oluyordu. Sık soluklarımın da hızlanan kalp ritmimin de sorumlusu öfkeydi. Şu birkaç saniye içinde fark ettiğim bu şey afallamama sebep oldu. Ben O'na öfkeden başka bir şey hissetmiyordum. Sağ elim arkamda bir yeri işaret etti. "Kahve alacağım." Bedenim de ayağa kalkmaya yeltendi. "Şimdi mi? E beraber içerdik, bekle." dedi Leyla. Bir yandan çantasına uzanıyordu. "Yok." Duraksadım. Gözlerim masada telaşla geziniyordu. "Şeyim var. Alıp şeye geçeceğim." Elim yeniden arkamda bir yeri işaret ediyordu. Leyla ise nedene susamış gözlerle yüzümü inceliyordu. İfadesi allak bullaktı. Dudaklarını araladı ancak henüz neyim olduğunu ve nereye geçeceğimi sormasına müsaade etmeden çantamı kaptığım gibi ters istikamete yürümeye başladım. Adımlarım hızlandı, zihnim altı sene öncesine gidip oralarda gezindi, beni bazı maviliklerle karşılaştırdı ve kendimi tuvalette buldum. Nefeslerim sıklaştı, O'na da O'na olan öfkeme de yeniden öfkelendim. Bir süre mekanın tuvaletinde volta atıp aynanın karşısında duraksadım. Öylece beklerken parmaklarım tezgahta hızlı bir ritim tutuyordu. Boş bakan gözlerim etrafta dolaşıyor, sağ bacağım ise huzursuzlukla sallanıyordu. Neden buradaydım, ne yapacaktım, neden böyle sarsılmıştım ve öfkeme zemin hazırlayan neydi bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey vardı; öfkeden kıpkırmızı olmuştum ve ağlamanın eşiğindeydim. Dökeceğim ilk gözyaşında O'nun adı olmayacaktı. Ben zaten günlerdir ağlamanın eşiğindeydim ve ağlamak eylemi belki de peşinden bir kriz sürüklerdi. Ne sürüklerse sürüklesin, gözyaşlarımda onun adı olmamalıydı. Derin bir nefes alarak telefona sarıldım. Altı sene önceki anılarım, beni altı sene öncesindeki insana, bugünkü güvenli alanıma götürüyordu. Nisa, telefonu üçüncü çalışta açtı. "Efendim aşkım?" diye sorarken sesi heyecanlı ve fısıltılıydı. Önemli bir anın ortasında olduğu açıktı. "Nisa," deyip duraksadım. Yeniden nefeslendim. O, beni buna sürüklememeliydi. "Nasılsın? Ne yapıyorsun?" diye sorarak sakin kalmaya çalıştım. "Hakan'a doğum günü sürprizi yapacağız!" dedi bir çırpıda. Kısık sesi fazlasıyla heyecanlıydı. "Gelmek üzere şimdi, bekliyoruz. Ay, Ülkü! Çok heyecanlıyım!" dedi çünkü bunu çok uzun zamandır programlıyordu. "Ben de yapabildiniz mi, nasıl geçti falan diye sormak istedim. Neyse o zaman sonra ararım ben seni." "Tamam!" dedi şevkle. Sesindeki heyecanın tonları, tam da O'nun yüzünden içinde bulunduğum böyle bir ana denk gelmeseydi dudaklarıma hevesli bir gülümseme sürerdi. Hatta o heyecanın aynı tonları, şartlar farklı olsaydı benim de kalbimi tatlı tatlı attırırdı. "O zaman araşırız. İyi eğlenceler." dedim neşeli tutmaya çalıştığım bir sesle. "Görüşürüz." derken sesi neredeyse gülümsüyordu. Çağrı sonlandığında uzun bir nefes verirken kamburum çıktı. Tuvalette bir süre daha oyalandım. Burada kalışım bir saklanıştı apaçık. Saklanmamam gerektiğini bilmeme rağmen. Birkaç adımla dışarı çıkmak bu denli kolayken olduğum yere çivilenmekten alıkoyamıyordum kendimi. Telefonuma gelen bildirimle tüm odağımı o yöne verdim. Leyla nerede olduğumu soruyordu. Gözlerim saate kaydığında burada yarım saatten fazla zaman geçirdiğimi fark ettim. Hiç beklemeden durum raporu almaya koyuldum. Oysa bunu yapmaya da hakkım yoktu belki. Fakat alacağım cevap, arka kapıya uzanacak adımlarım için bir sebep olacaktı. Ülkü İnci Kamer: Tuvalete girdim Ülkü İnci Kamer: Kim var? Leyla Demirci: Kim mi var? Ülkü İnci Kamer: Serkan mı var yanında sadece Leyla Demirci: Serhat Ülkü İnci Kamer: Her neyse Ülkü İnci Kamer: İkiniz misiniz? Leyla Demirci: Evet de niye sordun? Ülkü İnci Kamer: Sordum sadece ya Ülkü İnci Kamer: Kahve alıp geleceğim de Ülkü İnci Kamer: Almışken hepinize alayım. Ondan sordum Leyla Demirci: Alma kahve falan kimseye Leyla Demirci: Paranı boşa harcama Ülkü İnci Kamer: Öbürü nerede? Leyla Demirci: Öbürü kim? Ülkü İnci Kamer: O gelen çocuk hani Ülkü İnci Kamer: Serkan'ın yanına gelen Leyla Demirci: Serhat Leyla Demirci: Yok o çocuk Ülkü İnci Kamer: Nerede? Leyla Demirci: Ay ne bileyim nerede Ülkü Leyla Demirci: Okula geçti galiba. Ya da başka bir yere. Bilmiyorum Leyla Demirci: Yüksek lisans öğrencisiymiş galiba Leyla Demirci: Anlamadım tam. Sormadım da Leyla Demirci: Sen iyi misin? Garip davranıyorsun Ülkü İnci Kamer: İyiyim ya Ülkü İnci Kamer: Kahve alıp geliyorum Ülkü İnci Kamer: Bir şey istiyor musunuz? Leyla Demirci: Hayır. Ne alıyorsan kendine al sadece Derin bir nefes alarak kafamdaki tüm düşünceleri kovuşturmaya çalıştım. Adımlarım hızlı ancak çekingendi. Hızlı olmalarının sebebi; bu kaçışa öfkeli olmalarıydı. Çekingen olmalarının sebebi ise; karşılaşmalardan hoşlanmamalarıydı. Tuvaletten çıktığımda ilk iş olarak latte siparişi verip ödemeyi yaptım ve siparişi beklemek üzere ilerledim. Boş bakan gözlerimi yeniden duvarlarda gezdirmeye koyuldum. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Geri gelecek miydi bilmiyordum. Şuursuzca kahve siparişi vermiştim yalnızca. Acaba tam şu an kahvemi alıp arka kapıdan çıkıp gitsem, Leyla nedeniyle ilgili ne kadar üstelerdi? Parmaklarım yeniden ritim tutmaya, bacağım yeniden sallanmaya başladı. Birkaç saattir zaten gergin olan bedenim, şimdi O'nun varlığıyla daha da gerilmişti ve ben hislerimi kontrol edemediğim için sinirden halen ağlamak üzereydim. Boş bakan gözlerimin ardından geçen düşüncelere ket vuramıyordum. Yıllar önce O'na karşı hissettiğim o toy kırgınlığın, yıllar sonra büyük bir kine dönüşmüş olması büyük bir sürpriz olmuştu. Bununla yüzleşmek iyi hissettirmiyordu. Bir yandan lisansüstü eğitimi için bu okulu seçmiş olmasının tesadüfüne öfkeleniyor, fakat hemen ardından ise saat farkı sebebiyle O'nu koca kampüste bir daha görmeyeceğimi düşünüyor ve bu sebeple biraz da olsa sakinleşiyordum. Buna inanmak istiyordum; O'nu görmek istemiyordum. Çünkü O'nu ilk gördüğüm an hissettiğim en baskın duygunun öfke olması omuzlarıma bir yük gibi binmişti. Sonra bir an geldi. Tüm bu düşünceler kafamdan uçup gitti. İçeride kahve kokusu, oda parfümü ve insanların parfümleri birbirine karışmışken bir parfüm kokusu gelip ciğerlerime indi. Çatılan kaşlarıma, nefretle harlanan kalp atışlarıma, öfkeyle kapanan gözlerime rağmen derin bir soluk teneffüs etmeyi engelleyemedim. Koku hafızamın bu kadar güçlü olması beni çıldırtmak üzereydi. Öfke zincirime eklenen yeni halka; koku hafızamdı. Ve bu halkaya karşı koyamıyordum. Sipariş verirken bir şeyler söyledi, sesi kulaklarıma dolarak derin bir nefes daha almam için ciğerlerimi azmettirdi. Fakat işittiğim tek şey yalnızca artık olgunlaşmış sesiydi. Sesi harflerden yoksundu. Zihnimi bu öfke zinciriyle ve kokusunun notalarıyla o kadar meşgul etmiştim ki ne sipariş verdiğini bile duymadım. Ağır adımlarla arkama takıldı ve bir adım ardımda dikilmeye başladı. Ben daha da gerilen bedenimle saniyelerin daha da hızlanmasını dilerken sağ elini kaldırıp tezgaha dayadı. Kadrajıma elini aldım. Bileğindeki ince kırmızı ip, içimde O'na bas bas bağırma isteği doğuruyordu. O'ndan nefret ediyordum. Yıllar önce kırgındım, şimdi o kırgınlık yerini nefrete nasıl bırakmıştı? Sağ omzumun arkasında dikilen bedeni gerçekten burada mıydı? Yıllardır nasıl hâlâ aynı parfümü kullanıyor olabilirdi? Koku hafızası, bizi zamanda yolculuğa nasıl bu kadar hızlı çıkarabiliyordu? Önüme itilen kahveyi alıp bardak kapaklarına uzandım. "Hâlâ latte mi?" Çekingen fısıldayışı, parmaklarımın duraksamasına sebep oldu. Sesi, hücrelerimde gezen öfkeyi harladı. Yıllar önce çok sevdiğim sesi şimdi beni nasıl bu kadar rahatsız edebiliyordu? "Hâlâ aynı parfüm mü?!" diye karşılık verdim. "Severdin eskiden." dedi dürüstçe. Ses tonu kısık fakat kendinden emindi. Ses tonu öfkeli ancak yanıta açıktı. "Eskiden!" Başımı ona çevirdim. Koyu mavi gözleri gözbebeklerimi kıskıvrak kavradı. "Eskiden." dedim yeniden, bu kez kelimeyi bastırarak. Çenemi dikleştirerek kendimce gard aldım. Adını dile getirmek benim için zor olmamalıydı. Adını dilime sürmeyişim ondan kaçışım mıydı? Ben kaçan olmamalıydım. "İnsanlar değişir, Demir." Gözlerimi gözlerinden çekmedim. Kaybeden ben olmayacaktım. Gözbebekleri gözlerim arasında gidip geldi. Benim bedenimde başgösteren öfkeye rağmen O'nun gözleri sakin görünüyordu, yüz hatlarındaki tüm o sert mimiklere rağmen. Ağır ağır başını salladı. Beni baştan aşağı süzerken, "Değişmişsin." dedi fısıldayan sesi. Bu cümlenin hedefinde dış görünüşüm yoktu, biliyordum. Bedenim bu tek kelimelik fısıltıya hiç beklemeden reaksiyon gösterdi. Kalp atışlarım yavaşladı. Omuzlarım hafifçe çöktü. Öfke dindi. Kulaklarıma yıllar önceki toy sesi doldu. "Hiç değişme, hep böyle kal olur mu?" Gözlerimi gözlerinden çeken ben oldum. Belki de bu benim kaybedişim olacaktı. Hazırlanmış kahvesi önümüze koyuldu. Bir an için kadrajıma aldığım kahvede göz gezdirirken, "Sen hiç değişmemişsin." dedim kısık bir sesle. Kısık sesim dişlerimin arasından çıkmıştı. Kahveden geri çektim bakışlarımı. Dikkatle gözlerime bakıyordu. "Benim adım Demir değil, Gökdemir." *** Twitter: esaturk07 / Instagram: esaturk_07 / Wattpad: esaturk |
0% |