@esaturk
|
Dolu bir otobüste, ayakta ve sıkışık bir şekilde yolculuk yapıyor olmam bile keyfime ket vuramıyordu. Çünkü tepedeki güneş tüm aydınlığını büyük bir cömertlikle sunuyordu bize. Güzel bahar günlerinin, insanın içinde anlamsız neşeler yeşertmek gibi bir alışkanlığı vardı. Tatlı bir esinti, otobüsün tepesindeki yarı açık camdan içeri giriyor ve saçlarımda turlayıp yoluna devam ediyordu. Hava; üşümeyeceğim kadar sıcak, bunalmayacağım kadar serindi. Yılda en fazla on kere denk gelebildiğimiz bu tatlı günlerde en büyük şikayetim, sabah sadece bir-iki saat için sırtıma giymek ve tüm gün de elimde taşımak zorunda kaldığım ceketlerim olurdu. Bu ılık havaların her zaman bir büyüsü vardı. Kimine bu günlerde en yaratıcı ilhamlar uğrar, kimi bu günlerde aşık olur, kimi ise ertelediği işlerini yoluna koymaya karar verirdi. O insanlardan biri olduğumu düşünmüyordum. Çünkü ben okuluna ve evine giden basit bir genç kızdım ve hayattan beklentilerim de fazlasıyla basitti. Oysa onlardan biri olduğumu anlamam yıllar sonraya tekabül edecekti. Yıllar sonra anlayacaktım ki; o otobüsün orta canlarının köşesinde, bedenimi kollarının kafesine almış o toy bedene yakın zamanda hissedeceklerim o günlerde bana hoşlantı gibi gelse de aslında çok daha fazlasıydı. Ve hep düşünüp duracaktım. Acaba Gökdemir o gün yalnızca kalabalıktan bunaldığımı anladığı için mi kalabalıkla aramda bir duvar görevi görmüştü yoksa bu onun için fazlası mıydı? İki karış uzağımda duran vücudu, yine de aramızdaki mesafeyi korumak için geriye doğru zaman zaman meyilleniyordu. "Hava çok güzel." dedi ansızın. Gözlerim yeni arkadaşımın yüzüne döndü. Belli ki ben baharın esintisine kendimi bırakmışken o aramızdaki tuhaf sessizlikten rahatsız olmuştu. Ya da garipsemişti. Yeni tanışmış insanların sessizlikten kaçması da sessizliği garipsemesi de bana hep tuhaf gelmişti. Konuşacak bir şey yokken sohbet açma çabaları nezaket göstergesi olsa da oldukça gülünç gibi geliyordu. Oysa kafeden çıktıktan sonra aynısını ben de yapmıştım. Gülünç bulduğum bir şeyi yapmanın önüne geçemeyişim biraz ahmakçaydı. Fakat basit bir alışkanlıktan başka bir şey değildi. Gülümsedim. "Tam aşık olmalık." dedim kısık bir sesle. Gözlerim Gökdemir'in yüzüne döndü. "Nisa hep böyle söyler bu mevsimde." dedim gülerek. O da gülümsedi. Yüzünden ayrılmak üzere olan gözlerim, gülümseyişinde kısa bir süre oyalandı. Tebessümle, "Doğru söylüyormuş." derken gözleri dışarıyı hedef aldı. "Böyle mevsimlerde aşık mı olursun?" Gülümseyen gözlerim yüzünde geziniyordu. "Öyle bir şey söylemedim." Yan bir bakış attı. "Ama Nisa'nın söylediğine hak verdin." Kaşları havalandı. "Çünkü doğru. Hava tam aşık olmalık bir kıvamda. Yine de bu benim böyle mevsimlerde aşık olduğum anlamına gelmez." Gülümseyerek kollarımı bağladım. "Bence bu şu an sadece kıvırdığın anlamına geliyor." "Hayır, Nisa'ya basit bir şekilde hak verdiğim anlamına geliyor." dedi, eğlenircesine gülerek. "O zaman söylediğine nasıl bu kadar kesinkes katılabiliyorsun? Bunu hiç deneyimlemediysen eğer bu senin için neden sadece bir ihtimal değil?" Gözlerim Gökdemir'in biçimli yüzünde dolaşırken dudak kenarlarımda inatçı bir tebessüm vardı. Başını geri atarak güldü. "Hep böyle detaycı mısındır Ülkü? Bir fikre katılmak için illa onu deneyimlemek mi gerekir?" Bir süre düşündüm. "Bilmem," dedim omuz silkerek. "Gerekmez mi? Bence gerekir." Başını iki yana sallarken halen gülümsüyordu. "Gerekmez. Aşk şanstır. Bence aşk bana uğrayacak kadar şanslı değilim ben." derken o da omuz silkti. Kaşlarım yeniden havalandı. "Çok ümitsiz oldu bu." Gözleri dışarıya çevrildi. "Gerçekler sadece. Aşk herkesin başına gelmez. Öyle kolay değil bence aşık oldum demek." derken yeniden kadrajına beni aldı. "Yani bu mevsimde insanların daha kolay aşık olduğu bir gerçek ama ben o güruha dahil değilim. Yani bir fikre katılmak için onu deneyimlemek gerekmez." Yüzüme alaylı bir ifade konuşlandı. Gökdemir'i baştan aşağı süzdüm. O da bu tavrıma karşılık gülümseyen ve beni kınayan yan bakışlar göndermeye başladı. "Öyle kolay aşık olmam diyorsun yani. Hiç şaşırmadım. Siz erkekler hep böyle şeyler söylüyorsunuz." Derin bir nefes bırakırken, "Keşke diyorum." dedi. "Keşke aşık olsam diyorum aslında." Duraksadı. "Ayrıca niye hep böyle şeyler söyleyelim ki?" "Daha havalı olduğunuzu sanıyorsunuz." derken gülümseyerek göz devirdim. Gökdemir'e takılmak eğlenceliydi. Bu yeni keşfettiğim şeye bir süre maruz kalacağı kesindi. Ve görünen oydu ki; o da buna itiraz etmeyecekti. Yeniden güldü. Bunu yaparken başını iki yana salladı. "Kolay kolay aşık olmam diye bir şey söylemedim. Çok kolay yargılıyorsun." Neredeyse otuz iki diş sırıtıyordu. "Takılıyorum sadece sana. Alıngan mısın yoksa biraz?" Sağ elimi yapmacık bir acıma içinde omzuna yerleştirip ona destek verir gibi yaptım. Başını öne eğip biraz daha yüksek bir sesle güldü. "Daha neler?!" derken kaldırdı başını. Öncekilere nazaran daha yüksek sesle çıkan bu gülüşü, otobüstekilerin bize dönmesine sebep oldu. Uzun bir süredir fısır fısır konuşurken otobüsün gürültüsü sesimizi bastırdığı için hiç dikkat çekmediğimizden, bu ansızın yükselen gülüş insanlara garip gelmiş gibiydi. Bu durum, bir süre sessiz kalmamıza sebep oldu. Sükunet içinde geçen birkaç dakikadan sonra, bizi içinde fazlasıyla sarsan otobüs Yıldız Teknik Üniversitesi durağında durmuştu. Etrafta gezen gözlerimi ansızın ona çevirdim. "Sen Ortaköy'e gitmeyecek miydin?" diye sordum merakla. "Evet," dedi düz bir sesle. Gözleri, duraktaki üniversite öğrencilerinin üzerinde geziniyordu. Bu cevabına şaşırdım. Çünkü ben bu güzergaha dalgınlıkla yöneldiğini düşünmüştüm. "Ama ters istikamete gidiyorsun. Dalgınlığına geldi sandım ben de. Ulus'tan direkt inebilirdin Ortaköy'e. Şimdi Beşiktaş'tan bir daha Ortaköy'e geri mi gideceksin?" Bir-iki saniye bakıştık. Dudakları aralıktı ancak bir şey söylemeye yeltenmiyordu. "Orası daha kısa değil mi?" "Öyle," dedi dalgın bir tavırla. Gözlerim yeniden dışarı çevrilirken, "Bu havalarda yürümeyi seviyorum. Çırağan Caddesi'nin yürüyüş güzergahı güzel." diye mırıldandı. "Ulus'tan Ortaköy'e de yürürdün aslında." Meraklı bakan gözlerim yüzüne döndü. "Yani yürümeyi tercih ediyorsan?" O da yüzünü benimkine çevirdiğinde gözlerimiz ortada buluştu. "Burası daha kolay." Kaşlarım yukarı hareketlendi. "Ulus'tan Ortaköy'e yokuş iniyorsun ama." Onun kaşları da benimkileri taklit etti. "Burada da yokuş çıkmıyorum neticede." "Ama olsun, orası daha kısa değil mi?" Başını tamamen bana çevirdi. Yüzüme doğru hafifçe eğilirken gözlerinde hem bozgun hem eğlenir bir ifade vardı. "Seninle gelmese miydim yani? Açık açık söyle." Gözleri yeşil gibiydi ancak emin olamadım. O gülümsemeye başladığında ben yerimde rahatsızlıkla dikleştim. "Ne ilgisi var? Senin için daha kolay olur diye söyledim sadece. Tamam, demedim bir şey." dedim telaşla. Gülmeye başladı. Otobüsün aniden durması bizi sarstı. Kapıların açılmasıyla birkaç yolcu ile birlikte ağır ağır indik otobüsten. Biraz zaman sonra benzer soruyu o bana yöneltti. "Abbasağa'da oturuyorum dememiş miydin?" derken sahile doğru yavaş yavaş ilerliyorduk. "Evet," "Eve gitmiyor muydun peki?" Hangi renk olduğunu otobüste bile tam anlayamadığım, güneşten kısılmış gözleri merakla bakıyordu yüzüme. "Gidiyorum." Arkasını işaret etti. "Ama Abbasağa geride kalmadı mı? Başka bir işin falan mı var?" Dudaklarımı düşünceli bir tavırla büzdüm. "Yoo, hava güzel. Karnım da biraz aç. Belki bir şeyler yerim. Belki çarşıda falan dolaşırım biraz." Omuz silktim. "Ne bileyim, dediğin gibi yürüyüş havası var." "Annene iki saat diye söz vermiştin hani?" Attığı yan bakışlar yeniden gülümsüyordu. Ben de ona uyum sağlayarak dudaklarıma geniş bir gülümseme bocaladım. "Kalkıp gitmek için söyledim onu. Biraz daha zamanım var." Başını sallayarak ve gülümseyerek önüne döndü. Sessizlikle geçen birkaç saniyeden sonra ansızın, "Ben de açım galiba." dedi kararsız bir ifadeyle. Kısa bir süre ne yiyeceğimizi istişare ettik. Bu istişarenin kısa sürmesinin sebebi, sahildeki bir ağacın altında duran mide tezgahını ve satıcıyı görmemdi. Heyecanla o yöne koşturmam ve Gökdemir'in peşimden gelmesi kaçınılmaz oldu. İlk etapta, "Karnını bununla mı doyuracaksın gerçekten?" diye sordu. Eğer lezzetliyse gayet tabii doyurabileceğimi söyledim. "Bu doyurmaz ki insanı." dedi memnuniyetsiz bir tavırla. Midye yemeyi sevmediğini düşünsem de bunu inkar etti. İkişer adet midye yiyip tatlarının ve dolgunluğunun yetersiz olduğuna karar verdik. Akabinde Gökdemir hamburger ya da pizza yemeyi önerdi ancak benim aklıma midye fikri çoktan girmişti. Bunu anladığında az ilerideki zincir midyeciye gitmeyi teklif etti. "En azından düzgün bir midye yiyelim." diyerek ekledi. Ağır adımlarla mekana ilerlerken bir kez daha midye sevmediğini düşündüğümü ancak neden halen midye yemek konusunda ısrar ettiğini sordum. "Seviyorum. Ama doyurucu değil. Yani sadece doymuyorum." diyerek yanıtladı beni. "Nasıl doymuyorsun ya? Midye gayet doyurucu!" dedim hayretle. Gülümsedi. "O midelerimizin büyüklüğüne göre değişir. Seni doyuruyor olabilir, ben doymuyorum. Yani doyarım ama bayağı bir midye yemem lazım." "Kaç tane mesela?" Mekana birkaç metre kalmıştı ve benim iştahım inanılmaz kabarmıştı. "Yani bi' elli tane yemem lazım doymam için." Şaşkın bakışlarla yüzüne döndüm. Düşünceli görünüyordu. "Yok ya! En az altmış! Hatta belki yetmiş!" diye mırıldandı kendi kendine. Yüzünü yüzüme döndü. "Yani bilmiyorum aslında. Hiç midyeyle aç karnımı doyurmadım. Hep çerezlik olsun diye yedim." "Elli ne ya? Altmış ne? Ben en fazla yirmi tane yiyebilirim. Ve çok açsam." Beni baştan aşağı süzerken içeri giriyorduk. "O yüzden zayıfsın demek." Sözleri bana abartı gelse de kısa süre içinde ikna oldum. Ben on beş tane midye yerken Gökdemir otuz tane yemiş ve doymamıştı. Ardından midye tava istedi. Ekmek arası midye tavayı iştahla yedi ve yine de tam olarak doymadığını söyledi. Elimdeki çay bardağına bakıp, "Midyenin üzerine çay içmeyi hep garipsiyorum." dedim. O da elindeki küçük bardağa baktı. Neden açıklama yapma ihtiyacı duyduğumu bilmiyordum fakat, "Ekşi bir şeyin üstüne çay içmek garip geliyor. Hani midyeye limon sıkıyoruz falan ya..." dedim. Bir süre söylediğimi düşünse de yanıtlamadı. Belki de bu konuda bir karara varamamıştı. Bardağı hafifçe kaldırarak, "İyi gidiyor ama." dedi ve çayından bir yudum aldı. Başımı salladım. "Zaten garipsesem de o yüzden içiyorum. İyi gidiyor cidden." Oluşan bir-iki saniye sessizliği, "Çınar'lar ne yaptı acaba?" diyerek bozdu. Yerimde heyecanla dikleştim. "Sabahtan beri onu düşünüyorum! Nisa'ya mesaj atacağım!" deyip telefonumu çıkardım. Yanıtı yeniden gülümsemek oldu. Gökdemir mütemadiyen gülümseyen bir çocuktu. Hiç beklemeden Nisa'dan durum raporu almaya koyuldum. Ülkü İnci Kamer: Nisaaa Ülkü İnci Kamer: Nasıl gidiyor? Ülkü İnci Kamer: Durumlar nasıll Nisa'dan hemen cevap gelmeyeceğini biliyordum. Bu sırada Gökdemir ile Nisa ve Çınar hakkında kısa süren bir diyaloğa girdik. Çınar'ın Nisa'yı bir süredir gözlemlediğini ve karşılaşmak için an kolladığını, ancak Nisa'dan yana mesafe hissettiği için bir süredir adım atamadığını söyledi. Bunlar aşağı yukarı tahmin ettiğim şeylerdi. Yanıt olarak Nisa'nın Çınar'a güvenmek için biraz zaman geçmesini beklediğini dile getirdim. "Aynısını söyledim ona." dedi. "Yani kız haklı neticede. Her yeni tanıştığı insanla çat diye buluşmak zorunda değil ki." Başımı abartıyla salladım. Gökdemir yanımızdan geçen personelden birer çay daha istedi. Tam bu anda Nisa'nın mesajı düştü telefon ekranıma. Nisa Çevik: Valla güzel gidiyor galiba Nisa Çevik: Tatlı çocuk Nisa Çevik: Güleç olduğunu tahmin ediyordum Nisa Çevik: Biraz iltifat falan yağdırıyor ara ara Nisa Çevik: Onu da tahmin ediyordum Nisa Çevik: Ama içten biri gibi Nisa Çevik: Bunu beklemiyordum Nisa Çevik: Hafta sonu kahve içmek için sözleştik ahxkcks Ülkü İnci Kamer: Yuh ne çabukk Nisa Çevik: Ya kabul etmeyecektim de Nisa Çevik: Şerefsizde şeytan tüyü var ahhaha Nisa Çevik: Bir şekilde ikna oldum Nisa Çevik: Ben de şaşkınım ahahaha Ülkü İnci Kamer: Valla ben de şaşkınım jddkd Ülkü İnci Kamer: Altı üstü bir yüz yüze tanışma için bile on takla attırdın Ülkü İnci Kamer: Ne diyeyim helal olsun ahaha Ülkü İnci Kamer: Gökdemir de bir süredir seninle karşılaşmak için can attığını söyledi Ülkü İnci Kamer: Tabii ne kadar doğru bilemem malum erkek bunlar Ülkü İnci Kamer: Ama inandırıcı geldi yalan yok Nisa Çevik: Ya Nisa Çevik: Çınar da öyle gibi davranıyor Nisa Çevik: Of bilmiyorum Nisa Çevik: Bakacağız artık Ülkü İnci Kamer: Beraber misiniz hala Nisa Çevik: Evet birazdan ayrılacağız Ülkü İnci Kamer: O zaman ben tutmayayım senii Ülkü İnci Kamer: Evde konuşuruz detayları Nisa Çevik: Görüşürüzzzz Başımı kaldırırken dudaklarımda naif bir tebessüm vardı. "Nasıl gidiyormuş?" diye sordu Gökdemir. "İyi gidiyormuş sanırım. Hâlinden memnun gibi." dedim gülümseyerek. Memnuniyetle başını salladı. "İyi bari. Çınar artık kafamı ütülemez. Yemin ediyorum adımdan bıktırdı ya! Demir Nisa sence niye benimle buluşmuyor, Demir bu kız niye böyle yapıyor, Demir bir tezgah kuralım da şans eseri karşılaşmışız gibi yapalım." Gözlerini ansızın gözlerime çıkardı. Bir gaf etmiş ve bundan çabucak pişman olmuş gibiydi ve durum da tam olarak buydu. Dudaklarıma geniş bir gülümseme yerleştirdim. "Ben zaten anladım. Sorun yok. Patavatsızlık etmiş sayılmazsın." Derin bir nefes verdi. "Yani normalde patavatsız biri değilimdir aslında. Bir an ağzımdan çıktı." dedi ve bu rahatlama hâlini üzerinden çabucak attı. "Ama ben senin anladığını anladım zaten." Gözleri kısık bakıyordu. "O kadar Sherlock Holmes izliyoruz. Olsun o kadar!" diyerek böbürlendim. Bu cevabım, bizi uzun süre Sherlock Holmes konuşmaya itti. Gökdemir filmini daha çok sevdiğini söylerken ben dizisini daha çok sevdiğimi dile getirdim. Jim Moriarty'nin dehasını abartıyla sıra sıra överken sahilde yürüyüşe çıkmıştık. Daha doğrusu mekandan çıkan adımlarımız bir şekilde sahilde savrulmaya başlamıştı. Ve yürüdüğümüz güzergah Ortaköy değildi. "Kitabını okumadım ama Moriarty kitapta çok az geçiyormuş. Duyunca çok şaşırdım." derken merakla tepkimi bekliyordu. Tepkim abartılıydı çünkü bu duyduğuma ben de çok şaşırdım. "Yaa!" dedim hayretle. "Dizideki en güzel kısımlar bence Moriarty'nin olduğu kısımlar. Ve hatta kurguya direkt etkili. Kitapta nasıl o kadar kısaymış ki?" "Bilemiyorum. Okuduğunu söyleyen bir kuzenim sadece birkaç sayfada geçtiğini söylemişti. Fazlasıyla arka plandaymış ama ne kadar doğru bilmiyorum. Bir gün alıp okuyacağım." "Ben de okuyayım. Dizisini filmini izledim ama kitabını hiç okumadım." derken gözlerimi zeminde gezdiriyordum. "Aslında böyle yapımların ilk kitabını okumak lazım!" diye bir fikir attım ortaya. Kaşlarını havalandırırken ellerini ceplerine soktu. "Bence de!" dedi şevkle. "Ama öyle olsaydı ne dizisinden ne filminden keyif alırdım." "Gerçekten filmini daha mı çok beğendin?" Memnuniyetsiz yan bakışlar atarken neredeyse deniz müzesine kadar gelmiştik. "Evet Ülkü!" dedi, bu konudaki ısrarıma gülerek ve sitem ederek. "İlk onu izledim. Belki de o yüzden onu daha çok sevdim. Sen ilk hangisini izledin?" "Dizisini." Bir süre düşünceli bir şekilde yeri izledim. Gökdemir'in laf arasında basit bir şekilde dile getirdiği şey aslında oldukça mantıklıydı. Gökdemir bu esnada filminin güzel bulduğu kısımlarını övüyordu. "Gerçekten ilk izlediğimiz şeyi beğenmeye daha mı eğilimliyiz acaba?" Gözlerimiz ortada buluştu. "Yani bu dizi de olsa, film de olsa, kitap da olsa; ilk deneyimlediğimiz şeyi beğenmeye daha mı yakınız sence?" Omuz silkerken duraksadı. Benim adımlarım da onunkilere ayak uydurarak karşısında duraksadığında sağımda büyük bir küllüklü çöp kutusu vardı. Arkasından düşüncelerin geçtiğini neredeyse somut bir şekilde gördüğüm gözleri sağa-sola dokunurken cebinden bir sigara paketi çıkardı. Bu esnada, "Bence evet." dedi. "Yani aslında bunun nedenlerini ya da gerçekliğini uzun uzadıya hiç düşünmemiştim ama hep öyle olduğunu düşünüyordum." Gözleri gözlerime çıktı. Bir an duraksadı. Elindeki paketi işaret edip, "Sorun olur mu?" diye sordu. "Yoo, neden olsun?" "Bilmem, kafede otururken sigara meselesi geçti ya, özenti olduğumu düşünmeni istemem." Dudak kenarlarında galip bir tebessüm vardı. Tebessüm ona yakışıyordu. Ve tam olarak şu an attığı yan bakışlar da öyle. Gülümsedim. "Herkes için böyle olduğunu söylemedik ama. Genelleme yaptık. Birileri genellemelere kurban gider. Bunu konuştuk. Hem de uzun uzun." Sigarasından çektiği ikinci nefesi üflerken geniş bir gülümseme ile tepeden bakıyordu yüzüme. Gülümseyen, daha da çekikleşmiş gözleri beni baştan aşağı ağır ağır süzdü. "Çok kafa bir kızsın." dedi kısık bir sesle. Yüzüme memnuniyet dolu bir ifade otururken ve hatta omuzlarım da dikleşirken beni bir kez daha hızla süzdü ve, "Akıllısın da." dedi kaşlarını kaldırarak. Elimin tersiyle omuzlarımı süpürdüm. Yüzümde fazlasıyla yapay olduğunu bildiğim abartılı bir memnuniyet vardı. "Biraz daha öv beni." dediğimde küçük bir kahkaha attı. Sigarasından bir nefes daha alıp bu yapmacık memnuniyete ayak uydurdu. "Güzel kızsın. Saçlarınla ellerin çok güzel." Her yapay iltifatında omuzlarımı abartıyla biraz daha dikleştiriyor ve saçlarımı savuruyordum. "Gözlerin de öyle." Gülüşünü frenledi. Yüzünü hafifçe ekşitti bu kez. "Biraz safsın ama." Güzel olduğunu söylediği gözlerimi yüzüne çevirdim. "Ayıp ama!" dedim sahte bir sitemle. "Saf derken salak anlamında demedik herhalde, masum anlamında." diyerek kendini açıklamaya koyuldu. Kollarımı bağlarken yüzümde bozgun bir ifade vardı. Bozgunluğum da tıpkı az önceki memnuniyetim gibi yapaydı. "Ne var güzelim ya? Hep övecek miyiz? Senin de olumsuz yönlerin olur illa ki! İnsanız neticede!" dedi gülümseyerek. "Başka olumsuz yönüm de mi var ki?" diye sordum kısık bir sesle. Başımı omzuma doğru hafifçe eğmiş merakla yüzüne bakıyordum. Dudak kenarlarımda belli belirsiz bir tebessüm vardı. Gökdemir bu soruma küçük bir kahkaha daha attı. Sigarasının külünü silkerken, "Çok konuşuyorsun." dedi düz bir sesle. Yerimde dikleşirken kollarımı serbest bıraktım ve ellerimi iki yanıma sarkıttım. Yapaylık tam anlamıyla kayboldu. Çünkü çok konuşup konuşmadığım konusu zaten belli aralıklarla zihnimi kemiriyordu. "Sen kendine bak!" dedim onu tersleyerek. Beklemediği bu tepkiyle büyük bir kahkaha attı bu defa. "Neyim varmış benim?" diye sordu. "Sen de çok konuşuyorsun. Ben kendi kendime konuşmuyorum sonuçta. Her sözüme bir cevap veriyorsun illa ki. Demek ki sen de çok konuşuyorsun." Güleç gözleri bozgunlukla harmanlanmış yüzümü dikkatle izlerken bir an gardını indirecek sandım ancak öyle yapmadı. "Hayır sen çok konuşuyorsun. Ben sadece sana cevap veriyorum." derken kaşları yeniden yukarı hareketlendi. Kollarımı yeniden bağlarken benim de kaşlarım havalandı. "Gökdemir, bütün sessizliklerimizi bozan sensin yalnız! Otobüste bir anda hava sıcak diyen de sendin sessizce otururken Çınar ve Nisa'yı merak ettiğini söyleyen de. Ayrıca kafeden çıktığımızda da sessizliği sen bozmuştun." "Ona bakarsan sen de çay muhabbetine ve Sherlock muhabbetine girdin. Üstelik aşık olmak hakkındaki muhabbeti de sen başlattın. Sohbet konularımızı açan sensin, ben değil." Yüzündeki alaylı gülümseme sinirlerimi iyiden iyiye kamçılıyordu. "Yine de sessizlikleri bozan ben değilim! Sen de çok konuşuyorsun işte! Neden kabul etmiyorsun?" Ben çatık kaşlarla ona bakarken o boğukça kıkırdıyordu. Ara ara nefes aldığı sigarası bitmek üzereydi. "Yani kendinin çok konuştuğunu kabul ediyorsun ve yanına bir arkadaş arıyorsun?" Kollarımı serbest bırakırken yerimde yeniden dikleştim. "Çok ayıp ediyorsun ama!" Gökdemir ise bu hâlime daha çok güldü. "Ne var? Olumlu yanlarından bahsederken iyiydi. Şimdi de savursana saçlarını." Çenesiyle sarı saçlarımı işaret etti. Bir yandan sigarasını söndürüyordu. Ben ise gülmekten fazlasıyla uzaktım. Beklemediğim bir şekilde, gerçek anlamda bozulmuştum. "İyi, bak, iyi izle." deyip saçlarımı savurarak arkamı döndüm. Bir-iki adım sonra kolumdan kavradı. "Ülkü saçmalama! Takılıyorum sana!" diyor ancak halen gülüyordu. Dönüp güleç çehresine bir bakış attım. Eğlenir ifadesi hoşuma gitmiyordu. Hayatımda ilk kez bu kadar küçük bir mesele için çocukça bir alınganlık yapıyordum belki ancak bu mevzu kafamda bir süredir dönüp durduğu için şimdi ansızın gündeme gelmesi hoşuma gitmemişti. Çok konuştuğum ihtimali kafamda sürekli dönüp dursa da bunu hiç somut bir şekilde oturup düşünmemiştim. Ve şimdi Gökdemir'le aramızda geçen muhabbet, bununla tam anlamıyla yüzleşmeme sebep olmuştu. Bu ise canımı fazlasıyla sıkmıştı çünkü ben çok konuşan insanları hiç sevmezdim. Fakat belli ki Gökdemir tam aksini düşünüyordu. Çünkü ben ona tavır takınmış bir şekilde halen ters istikamete ilerlemek için mücadele verirken o kolumu kavramış gönlümü almaya çalışıyordu. "Konuşkan insanları severim Ülkü. Bu durumdan rahatsız olmuyorum." Duraksayıp ona döndüm. "Yani hâlâ çok konuştuğumu düşünüyorsun?" Başımı yeniden omzuma eğmiş, arkasında kalan güneş sebebiyle kısık gözlerle bakıyordum yüzüne. "Tamam, eğlendim sadece." dedi daha ciddi bir tavırla. "Çok konuşmuyorsun, konuşkansın sadece. Hoşsohbetsin diyelim hatta. Çok konuşsan zaten çoktan eve giderdim." "Çok konuşan insanları sevmiyor musun yani?" Bu kez tebessüm etmeye başlamıştım. "Az önce konuşkan insanları severim dedin." "Of Ülkü ya!" derken omuzlarını düşürdü. "Gerçekten çok detaycısın." Duraksadı. "Ve akıllısın da." Yeniden es verdi. "Ayrıca tatlısın." derken genişçe gülümsedi. Az önce yapay iltifatlarını sıralarken ki eğlenir ifadesi vardı yine yüzünde. Derin bir nefes alıp verdim. Bu nefesle omuzlarımı dikleştirirken göğsümü şişirdim. Ve dudaklarıma bir gülümseme oturmasını da engelleyemedim. Evet, az evvel söylediklerine bozulmuştum. Ancak bunu bana takılmak için yaptığının farkındaydım ve bu bozgunluk yalnızca kendi içimde dönüp duran bir meseleden sebepti. Fakat henüz Gökdemir'e bunu izah edecek kadar samimi değildik onunla. Ve daha ilk günden alıngan biri olduğumu düşünmesini de istemiyordum. Çünkü normalde öyle biri değildim. Bu sebeple onun oyununa ayak uydurmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu. "Çok çabuk ikna oluyorsun." dedim zafer kazanmış bir gülüşle. Bir yandan onu baştan aşağı, alayla süzdüm. Kaşları neredeyse saç diplerine kadar havalandı. "Allah Allah?" "Evet. Bence fazla duygusalsın." Genişçe gülümseyerek saçlarımı abartıyla savurdum. Bakışlarımı yüzüne çevirdiğimde dudakları aralık, öylece yüzüme bakıyordu. Gözlerimiz hiç beklemeden ortada buluştu. Abartılı alaycılığımı dağıtmadan, "Ne var canım, senin de olumsuz yönlerin olamaz mı? İnsanız neticede." dedim. Dudak kenarları yukarı doğru ağır ağır kıvrıldı. Gözleri yüz hatlarımda geziniyordu. Kısık bir sesle, "Alımlısın da." derken biraz daha ciddi bir hâli vardı. Fakat halen tebessüm ediyordu. Beklemediğim bu cümle sebebiyle ne reaksiyon göstereceğimi bilemedim. Çünkü sesinden işitilen az önceki eğlenir tonlardan eser yoktu. Afallamış bir hâlde yüzüne bakarken yardımıma tanımadığım bir kadın koştu. Elindeki bir dal kırmızı gülü aramıza uzatırken, "Abi bir gül al ablama be!" dedi, biraz şevkle, biraz kendini acındırarak. Gökdemir'in gözleri kadından yüzüme döndü. "Yok abla sağ ol." dedim umursamaz bir tavırla. Ancak kadın hemen pes etmeyeceğe benziyordu. Gözleri Gökdemir'e çevrildi. "Abi alıver bir gül be! Ablamın da gönlünü al bak!" "Ablacığım istemiyoruz, teşekkürler." dedim kadına ancak muhatabında ben değil, Gökdemir vardı. Çünkü Gökdemir sessizdi. "Kızlar çiçek sever be ya!" dedi bir anda ona. "Al da alıver kızçenin gönlünü!" "Ablacığım gönül almalık bir durum yok ortada!" diye çıkıştım. "Arkadaşımla şakalaşıyoruz sadece!" Kadının gözleri bu kez bana döndü. "Şu kızana bir gül aldır be! Kurutursun evinde." Sinirle gülüp tavrımı yumuşattım. "Yok ablacığım, istemiyorum gül falan. Teşekkür ederiz." Kadın yeniden Gökdemir'e dönünce Gökdemir gülmeye başladı. "Kızçe naz yapar be ya!" dedi hınzır bir gülüşle. Ben şaşkınlıkla kadına bakarken Gökdemir küçük bir kahkaha koyuverdi. "Hasta çocuğum var be oğlum, alıver bir tane!" Gökdemir kadını baştan aşağı süzerken ona kaş göz yapıyordum. Dudaklarını araladığında, "Hayır, harcama boşuna paranı!" diye hızla araya girdim. Kadrajıma kadını aldım. "Abla biz öğrenciyiz, görmüyor musun formalarımızı? Bizim paramız yok." Gökdemir beni umursamadan, "Ne kadar abla gül?" diye sordu. Ben gözlerimi devirip bıkkın bir nefes verirken kadın şevkle yükseldi. "Abim kırk lira ama sana otuz!" "Çokmuş!" dedim. Gökdemir'in kolunu kavrayıp ters istikamete ilerlemeye yeltendim. "Biz öğrenciyiz abla, yetişkinlere sat sen gül." Kadın ajitasyon dolu ısrar cümleleri sarf ederken Gökdemir bir süre sessiz kalıp ardından cüzdanını çıkardı. "Gökdemir saçmalama! Çok pahalı! Kuruyup gidecek zaten, kökü bile yok!" dedim telaşla. "Ben gül falan istemiyorum, alma sakın." Gözleri yüzüme döndü. Yüz ifademi kısa bir süre inceleyip, "Peki, teyzeme alıyorum o zaman." dedi. Cüzdanından çıkardığı bir yirmilik, bir onluğu kadına uzatıp gülü aldı. Kadın hayır duaları ederek salına salına uzaklaşmaya başladı. Gökdemir elindeki bir dal kırmızı gülü inceliyor, ben ise neden annesine değil teyzesine çiçek aldığını düşünüyordum. Gülü kokladı. Ardından koklamam için bana uzattı. Yüzünde fazlasıyla şirin bir ifade vardı. Tebessümle kokladım gülü. Derin bir nefes alıp verdi. "Ee, kahve içelim mi?" Benim göğsüm de onunki gibi şiddetle kalkıp indi. Bu esnada kol saatime göz gezdirdim. Eve yaklaşık dört saat gecikmiştim. Beşiktaş'a indiğimizden beri bir buçuk saat mi geçirmiştik gerçekten? O an, benim için zamanın onunlayken hızlı aktığının ilk ispatıydı. Ben ise bunun farkına varamayacak ve farkına varsam da sebeplerini sorgulamayacak kadar toydum. Belki de Gökdemir'in söylediği gibi, fazla saftım. Yüzümü hafifçe ekşittim. "Aslında biraz ders çalışmam lazım. Biraz da karalama yapmak istiyorum." Omuz silkti. "Peki o zaman, ısrar etmeyeyim. Daha sonra görüşürüz." Tokalaşarak ayrıldık. O Ortaköy yönüne, ben ise Abbasağa yönüne döndüm. Birkaç adım sonra, "Ülkü!" diye seslendi. Merakla arkamı döndüğümde hızlı ancak çekingen olduğu her hâlinden belli olan adımlarla yanıma varmaktaydı. Gözleri sağ elindeki fazlasıyla eğreti duran güldeydi. Dudaklarım, söylemek isteyeceği şeyi tahmin ettiğimden dolayı geniş bir gülümseme kuşanmak için an kolluyordu. Fakat onları dizginledim. "Şey," deyip son iki adımla tam önümde bitti. Gözleri halen kırmızı güldeydi. Merakla yüzüne bakıyordum. Geniş gülümsemeyi her ne kadar engelleyebilmişsem de sıcak tebessümümü engelleyememiştim. Gözleri yüzümü buldu. Tebessümüme karşılık o da gülümsedi. Benimki çekingenken onunki cesurdu. Gülü tutan elini hafifçe kaldırıp, "Bununla yürümeyeyim Ortaköy'e kadar. Delikanlı adamız yani." dedi, abartılı bir böbürlenme ile. "Ne olmuş delikanlı adamsan?" Kollarımı göğsümde bağlarken bu defa yüzüne eğlenir bir ifade oturan bendim. Yine de bu ifadem Gökdemir'i gocundurmadı. Bilakis biraz daha cesur bir gülümseme takındı. "Yani öyle elimde gülle o kadar yol... Yürümeyeyim şimdi." "Yani?" Gözleri güle döndü. "Sen al bunu." derken gülü bana uzattı. Bir güle bir Gökdemir'in yüzüne bakıyordum. "Bahanen güzelmiş." diyerek ağır ağır başımı salladım. Birlikte gülüşmemiz kaçınılmaz oldu. "Sözlerin de gülüşün kadar cesur olsa keşke." Duraksadı. Bu cümleyi beklemediği belliydi. Haklıydı da. Ben bile bunu söylemeyi beklememiştim. Yüzündeki o gülümseme ifadesi dağılır gibi oldu. Gözleri dikkatle aşındırıyordu yüzümü. "Almanı çok istiyorum." derken gözleri gözlerimde git gel yapıyordu. "Eğer almazsan eve gidene kadar çöpe atarım ben bunu. Yazık günah. Sen al." "Peki ben eve nasıl sokacağım?" Dağılan yüz ifadesini dikkatle izlerken muzip bir gülümseme vardı yüz hatlarımda. Bunu hiç düşünmediği belliydi. Bu zahmete şimdi giriyordu ve gözleri sağa-sola dokunurken belki de kız çocuğu olmanın zorluklarıyla yüzleşiyordu. "Yani, bilmem. Düşünmedim." Şaşkın gözleri yüzüme tırmandı. "Sokamaz mısın ki? Yani sorun olur mu?" Dudaklarımı birbirine bastırarak gülü izledim bir süre. Gökdemir beklenti içinde yüzümü izliyordu. "Sokarım aslında." "Nasıl?" "Sevgilim aldı derim." Kaşlarını kaldırdı. "Sevgilin?" "Evet." "Sevgilin var mı ki?" "Sevgilim olsaydı şu an bir erkek bana gül uzatma cüretini gösteriyor olmazdı." derken bir kez daha gülümsedim. "Yalan mı söyleyeceksin yani?" Onun dudak kenarları da yukarı doğru kıvrılmıştı. Omuz silktim. "Şu canlının çöpe gitmesinden iyidir." "Peki bu sevgili konusunun üzerine düşmezler mi?" "Düşerler. Tanıştır bizi derler." "Ne yapacaksın o zaman?" "Sevgili yaparım o zaman." Bu cevabıma kısa bir gülüş koyuverdik. "Şaka yapıyorum. Sormazlar bile gülün nereden geldiğini." Uzun bir nefes verdi. "Öyleyse al lütfen." Gülü ondan alırken, "Teşekkür ederim." dedim. Başını yumuşak bir edayla savurdu. "Rica ederim." "Ama teyzene aldığını sanıyordum." Bir kez daha göz göze geldik. "Ona vereceksin sanıyordum. Yoksa elinde gül gezdirecek olmanı mı öngöremedin yalnızca?" Başını belli belirsiz iki yana sallarken ellerini ceplerine soktu. "Ona almadım." Beni açıkça soru sormaya iten bu cümlesine karşı koyamadım. "Kime aldın? Ya da neden aldın o zaman?" Dirseklerini havalandırarak omuz silkti. "Aldım işte Ülkü." Dudak kenarlarında naif bir tebessüm asılıydı. Tebessüm de çok yakışıyordu ona. Gözleri gözlerimde tur bindirirken, "Biliyorum çabuk solacak ama iyi bak yine de." dedi. Gülü kaldırıp kokladım. "Teşekkür ederim." dedim yeniden, çekingen bir sesle. "Muhtemelen öldüğünde de kitaplarımın arasında yaşayacak." Güldü. "Güzel bir mezar." Birkaç saniye sessiz kaldık. Birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Gülü yeniden kokladım. Gül kokusunu normalde sevmememe rağmen nedense çok güzel kokuyor gibi gelmişti. O gülü, zamanla yanına eklenecek diğer güllerle birlikte yıllarca saklayacağımdan habersizdim. O güller benim için kitap aralığından fazlası olacaktı. Ve sayılarının on altıya tamamlanması fazlasıyla uzun bir zaman alacaktı. *** Twitter: esaturk07 / Instagram: esaturk_07 / Wattpad: esaturk |
0% |