@esaturk
|
"Bu sefer otobüs bozuldu numarasını yemeyecek hocalar." Ton balıklı salatanın son lokmasını ağzıma atarken bir yandan Nisa'ya tebessümle mesaj atmakla meşguldüm. Okul başladığından beri yedi buçuk ay içinde tam dört kez bu yalanı söylemişti. Bu beşinci olacaktı ve tam da yarım gün yok yazılabileceği bir saatte yetişecekti derse. İtiraz mesajını beklerken bir yandan kantinde tek başıma oturduğum için gülümsememeye çalışıyor, bir yandan son lokmamı çiğniyordum. Meyve suyumun son yudumunu kafama dikerken gözlerim kantin penceresine takıldı. Gayriihtiyari çarpıştığım kahverengi gözler, başımı ansızın diğer tarafa çevirmeme neden oldu. Bir çift kahverenginin beni gözetlediği ihtimalini hemen zihnimden savuşturdum. Telaşlı bakan ve pencereden köşe bucak kaçan gözlerim sağa-sola çarparken kadrajıma Firdevs girdi. "Nasılsın bebiş?" diyerek gelip yanıma oturdu. Fazlasıyla neşeliydi ki bu onun her zamanki ruh hâliydi. "İyiyim, sen nasılsın?" diyerek gülümsemeyi denedim. Tam şu an Nisa'ya ihtiyacım vardı. Tam şu an yanımda birinin, güvendiğim birinin olmasına ihtiyacım vardı. Acınası bir hâlde dayanacak bir şeyler aradım. Oysa buna ihtiyacım olması gerekmezdi. Ve düşünmeye başladım. Belki de kendimin üzerine çok gidiyordum. Belki bazı sorumlulukları sırtlanmamalıydım. Üstelik o sorumluluklar bana ait bile değildi. "İyiyim, ne yiyorsun?" Meraklı gözleri plastik kaba dokundu. "Salata yedim." "Ben de mi yesem?" diye mırıldandı. Düşünceli bir şekilde kaba bakarken esmer yüzünü inceliyordum. Firdevs gerçekten çok güzel bir kızdı ve dudağının sağ üzerindeki benin kesinlikle karakteristik bir havası vardı. Salata yeme fikrinden hemen vazgeçip, "Neyse ya, sonraki teneffüs bakarım, aç değilim." dedi kendi kendine. Siyah gözlerini gözlerime çıkardı. "Çağrı'yı gördün mü?" Gözlerim pencereye kaçamak bir bakış attı. Bahçede olduğunu söyleyecek oldum fakat hemen vazgeçtim. Vazgeçişim de apaçık bir kaçıştı. Bir kez daha kendime kızdım fakat yine de, "Bilmem, bahçede falandır herhalde." demekten alıkoyamadım kendimi. Firdevs bahçeye bakınırken benim gözlerim de onun kadrajını taramaya başladı. Arkadaşlarıyla oturmuş sohbet eden Çağrı'yı görüp heyecanla ayaklandı. Bir çift kahverengi göz, bu kez Firdevs'in esmer yüzünde geziniyordu. Firdevs, "Görüşürüz, ben yanına geçeyim." dedi ve uzaklaşmaya başladı. "Görüşürüz," diye mırıldandım arkasından. Kısa bir süre Firdevs'in uzaklaşan sırtını izledim. Akabinde gözlerim yeniden arka bahçeye döndü. Bir kez daha karşılaştım Çağrı'nın gözleriyle. Bu defa hızla ayaklanıp ters istikamete, ön bahçeye ilerlemeye koyuldum. Bir kez daha bir kaçış içindeydim ve bu sefer bunun zemin hazırladığı şey hızlı adımlarımdı. Ön bahçeye çıkıp oturacak boş bir yer bulana kadar ilerledim. Adımlarımın tedirginliği zemini tam anlamıyla eziyordu. Ve düşünmeye başladım. Belki de ben gerçekten söyledikleri gibi şımarık, kuruntulu, yapmacık ve hatta belki de kendini beğenmiş bir ergendim. Boş bir banka oturup kollarımı bağlarken gözlerimi zemine diktim. Nisa gelene kadar öylece oturdum. Tam önümde duran asfaltın üzerinde soru cümleleri akıyordu. Her soru cümlesinde sırtıma bir yük daha bindiriyordum. Her yükte biraz daha kamburum çıkıyordu. Etiketlerimi ve kaçışlarımı düşünüyor, tüm bu soru işaretlerinden sıyrılsam ulaşabileceğim çıkış kapısını görmezden geliyordum. Bu düşünceler içimde çığ gibi büyüdüğünde bunaldığımı hissettim. Bunda sıcak havanın da etkisi var sandım ancak hava sıcak falan değildi. Gömleğimi yelleyerek derin derin soluklandım. Stresten nefret ediyordum. Bunalan ensemi havalandırmak için uzun sarı saçlarımı ellerimle omzumun üzerinden geriye ittim. Tam bu esnada önümden geçen iki kız, beni zihnimin çıkış kapısından biraz daha uzaklaştırdı. Bir tanesinin, "Kendini beğenmiş!" diye söylendiğini işittim. Duraksadım. Sesini gizleme ihtiyacı duymamıştı. Ergenlik çağlarındaki yaşıtlarımın ne kadar acımasız olduğu bir kez daha çarpıyordu yüzüme. Bu sözlerin hedefinde benim olmadığına kendimi ikna etmeye çalışsam da bunun benim üzerimde bir etiket olduğunun bilincindeydim. Kendimi kandıramadım. Onlar uzaklaşırken geriye ittiğim saçlarımı yeniden önüme çektim. Akabinde bileğimdeki lastik tokayla tepeden toplamaya koyuldum. Kamburum biraz daha çıkmıştı. Hakkımda neden böyle düşünüldüğünü sorgulamaya başladım bu kez. Yeniden ve yeniden. Önümde apaçık cevaplar olsa da, bana yeterli argümanlar gibi gelmiyordu. Çünkü hepsi fazlasıyla saçmaydı. Bu sebeple onların doğruluğundan emin olamıyor ve biraz daha düşünmeye koyuluyordum. Düşünmekten kaçamıyordum. Omuzlarım biraz daha düştü. Gözlerim zemine yeniden mıhlandı. Yüzüm daha da asıldı ve öylece hareket etmeden oturmaya başladım. Ergenlik çağlarımda kendime dert ettiğim bu meseleler, o güzel günleri kasvete boğmamı gerektirmeyecek kadar değersizdi. Ve benim özgüvenim, bir an önce zihnimin çıkış kapısına gitmem gerektiğini bilmeme rağmen bir şeylere boyun eğecek kadar zedelenmeye başlamıştı. Karakterimin şekillendiği günlerde kendime bu eziyeti yapmam, en büyük pişmanlıklarımdan biri olacaktı. Hızlı ve fazlasıyla neşeli adımlarla yanıma ilerleyen Nisa, "Günaydın!" dedi şevkle. Sesi ve neşesi tüm düşüncelerimi dağıtırken bedenimi dikleştirdim. Ona dönerken asık çehreme geniş bir gülümseme oturdu. "Tünaydın diyelim! Neredesin? Saat kaç oldu." Nisa'ya, beni kendi beynimden kurtardığı için büyük bir teşekkür borçluydum. Kendini yanımdaki boşluğa bıraktı. "Geldim işte. Sabah otobüsü kaçırınca zaten yok yazılacağım diye ektim dersleri, biraz daha uyudum. Zaten zar zor uyanmıştım." "Uykusuzluğunu ve şu gülen yüzünü neye borçluyuz?" Bedenimi tamamen ona çevirdim. "Dün Çınar'la sohbeti biraz fazla kaçırmış olabiliriz." Kaşlarım şevkle havalandı. "Mesela? Ne kadar? Saat kaça kadar mesela?" Gözlerini kısıp başını sağa sola yatırmaya başladı. "Saat sabah dörde kadar gibi diyelim." derken gülümsüyordu. Gülümsemem genişlerken zil çaldı. "Zaten dün de beraberdiniz ne konuştunuz o kadar?" diye sorarken kelimeleri uzattım. Nisa adına fazlasıyla mutluydum. Ellerine bakıp, "Ne bileyim ya sohbet ettik işte. Sarıyor sohbeti." derken halen gülümsüyordu. Onu baştan aşağı süzüp, "Sen aşık olmuşsun haberin olsun." dedim ve sınıfa gitmek için ayaklandım. Gülen gözleri yüzüme tırmandı. "Yok canım abartma!" O da ayaklandığında okula doğru yürümeye başladık. "Yaa! Abartmayayım tabi! Suratının hâlini görsen sen de aynısını derdin. Dikkat et de derste sırıtma." Nisa bana esef dolu bakışlar atarken halen tebessüm ediyordu. "Ne? Tarihe giriyoruz. Egemen Hoca sırıttığını gördüğü an bozar seni. Benden söylemesi!" Binaya girdiğimizde Nisa bu sözlerime bir yanıt veriyordu fakat merdivenlerden çıkarken aynı kahverengi gözlerle karşılaşmam beni gerdiği için sözlerinin gerisini dinleyemedim. Çağrı ağır adımlarla aşağı inerken geniş bir gülümseme takınmıştı. Başını eğerek selam verdi. Ben ise gözlerimi merdivenlere diktim ve selamını almadan yukarı tırmanmaya devam ettim. Birkaç saniye sonra hararetle bir şeyler söyleyen Nisa duraksadı. Diğer katı da çıkarken yüzümü dikkatle inceleyip, "Ülkü sen iyi misin?" diye sordu merakla. Kadrajıma beyaz yüzünü aldım. "İyiyim." derken sesimi olağan tutmaya çalışıyordum. "Emin misin?" Basamaklar bittiğinde ikimiz de duraksayıp nefeslendik. "Eminim." "İnandırıcı gelmiyor." Karşımda dikilmiş nefes nefese baştan aşağı süzüyordu beni. Ben ise siyah gözlerinden kaçmaya çalışıyordum. "Bir şey olduysa anlat." Başımı iki yana salladım. "Bir şey yok. Tarih defterimi evde unuttum sandım bir an. Onu düşünüyordum. Ama sonra aldığım aklıma geldi." Göz göze geldik. "Hadi, sınıfa geçelim." Sınıfa yöneldiğimizde Nisa'nın siyah gözleri halen üzerimde geziyordu ve söylediklerime inanmadığı belliydi. "Neyse," dedi nefes vererek. "Çıkar kokusu." Yanıtlamadım. Sınıfa girer girmez yerime geçip oyalanacak ve Nisa'nın şüphelerinden kaçacak bir şeyler aramaya koyuldum. Telefonuma gelen bildirim imdadıma yetişti sanarken yüzüm biraz daha düştü. Ekranda yazan kişinin ismi 'Çağrı Tekin'di. Attığı mesajda ise, "Ülkü sen benim selamımı almadın mı bana mı öyle geldi?" yazıyordu. Yeniden bir kaçış rotası arayan ellerim çantama koşturdu. Çantamın içinde uzunca oyalandım. En sonunda omuzlarım yeniden düştü. Tarih defterimi evde unutmuştum. *** Ağır adımlarla okulun çıkış kapısına ilerlerken kendi aramızda konuştuğumuz konu yine Çınar'dı. Nisa ne yaparsa yapsın heyecanını gizleyemiyordu. "Dün Gökdemir'le bu konuyu konuştuk." dediğimde heyecanla bakan gözleri hemen yüzüme çevrildi. "Çınar bir süredir seni gözlemliyormuş. Gelip seninle zaman geçirmek istiyormuş ama senin soğuk davrandığını düşündüğü için adım atmaya çekinmiş." Tepkisini ölçmek için ona döndüğümde yüzünde dizginlenemez bir gülümseme gördüm. Bu gülümseme, benim yüzümdekininin de genişlemesine sebep oldu. "Başka ne dedi?" diye sordu heyecanla. "Çok uzun konuşmadık aslında. Gökdemir'in başının etini yiyormuş bir süredir. Seninle yüz yüze gelmek için an kolluyormuş." Gülümsemem genişlerken omuzlarımı dikleştirdim. "Ve hatta dünkü karşılaşmamız da planlıymış." "Nasıl yani?" Sağ kolumu tutmuş, başını bana biraz daha yaklaştırmış, şaşkınlıkla bakıyordu. Yan bir bakış attım. "Yuh Nisa! Anlamadın mı gerçekten bunu?" "Hayır!" diye heyecanla yükseldi. "Gerçekten öyle mi söyledi?" "Evet." dedim ısrarlı bir sesle. "Ben dün direkt anlamıştım. Belki sen de sonradan anlamışsındır dedim ama aklına bile gelmemiş. Gökdemir de ağzından kaçırdı aslında. Sen dün Çınar'a nereye gideceğimizi zaten söylemiştin. O da kalkıp gelmiş işte." Gözlerim yüzünü buldu. "Demek ki gerçekten tanışmak istiyordu seninle. Bence bu harika bir şey." "Bence de!" derken sesi neredeyse heyecandan titriyordu. Onun bu hâline gülümserken, "Başka bir şey söylemedi mi?" diye sordu. "Yok. Dediğim gibi çok konuşmadık." "Yaa Ülkü! Bir daha böyle bir fırsatın olursa ağzından laf alsana! Bir şeyler daha öğren, ne olur?!" Başımı gülümseyerek yukarı aşağı sallarken Akmerkez'in önündeki öğrenci kalabalığında göz gezdiriyordum. Onca öğrencinin içinden kadrajıma ansızın giren iki yüz, heyecanla yükselmeme sebep oldu. "Çınar bugün okula gitmeyecek demedin mi?!" "Evet. Gitmeyecekti. Neden?" "Orada. Akmerkez'in önündeler." Çenemle alışveriş merkezini işaret ettim. Nisa yeniden kolumu tuttu. Gözlerini merakla insan kalabalığında gezdirirken, "Nerede?!" diye sordu. Tavrına kıkırdayarak koluna girdim. "Gel bak, oradalar." Bir köşede sigara içen ikilinin yanına kısa süre içinde vardık. Biz yanlarına geldiğimizde son nefesini alan Gökdemir sigarayı hızla söndürdü. İkimizle de sıra sıra tokalaşıp öpüştü. Ardından Çınar ile tokalaşıp öpüşürken Nisa merakla, "Hani okula gitmeyecektin?" diye sordu. "Gitmedim ki." Omuzlarını silken Çınar'ın sivil olduğunu henüz fark ediyordum. "E niye evde değilsin? Niye geldin buraya?" Nisa'nın bu sorusu üzerine Gökdemir'le göz göze gelip gülmemek için aynı anda dudaklarımızı birbirine bastırdık. Çınar ise bu soru üzerine ilk etapta duraksadı. Ardından omuzlarını silkerek, "Geldim işte." dedi. "Yani, ne bileyim geldim öyle. Belki bi' kahve içeriz. Ne bileyim." Sözlerinin son kısımlarında tebessüm etmeye başlamıştı. Nisa da bu yanıt üzerine tebessüm etti ancak o aynı zamanda hafifçe kızarmıştı da. Bir süre ayak üstü sohbet ettik. Birer sigara daha içtiler. Bu esnada öğrenciler çevremizde zaman geçiriyor, alışveriş merkezine girip çıkıyor ve gülüşüyordu. Dışarıdan bakıldığında görüldüğünü bildiğim o gençliğin tasasız tablosunun bir parçası olmak, o günlerde ne yazık ki değerini bilemediğim bir detaydı. O günleri, o tasasız günleri bu denli özleyeceğimi bilsem o anların tadını daha fazla çıkarmak için elimden geleni yapardım. Elimden ne gelirdi onu da bilmiyordum ancak zamanın bu kadar hızlı akıp gideceğini bilseydim bir şeyler için mücadele verirdim. Zamanın acımasız olduğunu bize kimse söylememişti. Biz sanki hep lise öğrencileri olacaktık. Nisa ve Çınar, Gökdemir ve Çınar'ın sigarası bitene kadar ne yapabileceklerini istişare ettiler. Ve en sonunda Kadıköy'e gitmeye karar verdiler. Nezaketen bizi de davet ettiler fakat ikimiz de bu daveti nazikçe reddettik. "E bari Beşiktaş'a beraber inelim. Biz de oradan vapura geçeriz." dedi Çınar. Gökdemir ve ben bu teklifi onaylarken Çınar'ın gözleri Nisa'ya dönmüştü. "Olur mu?" "Olur olur. Hava güzel, metrobüse binmeyelim, vapur daha mantıklı." Daha fazla zaman harcamadan durağa geçmek için hareketlendiğimiz esnada yeniden Çağrı girdi kadrajıma. Bir kez daha baş selamı verdi. Bir kez daha gerildim ancak bu kez başımı belli belirsiz eğerek selamını aldım. Yüz ifademi toparlamak için konuşma ihtiyacı hissettiğimde kadrajıma Gökdemir'i aldım. "Yine mi Beşiktaş'tan geçeceksin Ortaköy'e?" Gökdemir duraksarken bir iki adım geride kaldı. Gülerek ona döndüm. Elleri ceplerindeydi. "İstemiyorsan gelmeyeyim Ülkü!" dedi sitemle. Ancak sitemine rağmen dudak kenarlarında yine de tebessüm vardı. Gülerek yanına ilerledim. "Şaka yapıyorum. İsterim, niye istemeyeyim?" diyerek kolundan çekiştirmeye başladım. Onu sürükleyişime karşı koymadı. Durağa yakın bir noktada duraksamış Çınar ve Nisa'nın yanına geldiğimizde onu serbest bıraktım. "Beşiktaş'a kadar bana eşlik etmiş olursunuz madem. Beşiktaş'ta oturuyorum ben de." derken muhatabım Çınar'dı. Nisa'nın yanına oturduğumda ayakta dikilen tek kişi Gökdemir'di artık. Çınar kalçalarını alçak duvara dayarken, "Biliyorum. Abbasağa'da oturuyorsun. Haberim var." dedi. "Yetiştirdin mi hemen?" Merakla bakan ve gülümseyen gözlerim Gökdemir'e döndü. Sorumu yanıtlamak yerine tebessümle baktı yüzüme. Bu esnada Çınar Nisa'yı sinemaya davet ediyordu. Çınar'ın hızı gerçekten benim bile başımı döndürüyordu. Nisa ise bunu erken buldu ve "Kahve içelim, ne sineması? Kaç saat sürüyor." diyerek reddetti. Çınar biraz bile üstelemedi. Bu tavrı, onu gözümde fazlasıyla olumlu bir noktaya yerleştirmişti. "Haklısın," dedi Çınar nefes vererek. "Daha ilk buluşmadan sinemaya mı gidilir?" Alayla gülümsedi. Gözlerim Nisa'nın yüzüne döndü. Tam da beklediğim şeyle karşılaştım. Çınar'ın, flört ettikleri gerçeğini yanımızda açık açık dile getirmesi Nisa'yı utandırmıştı. Nisa'nın beyaz teni yavaş yavaş kızarırken Çınar bunu çabucak fark etti ve, "Yani..." deyip merakla yüzünü izlemeye başladı. Fakat onun yüzünün kızarışını yanlış yorumlamıştı. "Buluşma sayılır, değil mi?" Nisa kızarıklığından hiçbir şey kaybetmemişti ancak bu utancın fazlasıyla gereksiz olduğunu düşünmüş olacak ki konuyu değiştirmek yerine, "Evet. Bence sayılır. Ama ikinci sayılır." dedi. Tam solumda, elleri cebinde, ayakta dikilen Gökdemir, "İlk buluşmada sinema bence de fazla olurdu." deyip güldü. Amacının Çınar'la uğraşmak olduğu açıktı çünkü yüz hatlarında arkadaşını yapay bir şekilde kınayan alaylı mimikler vardı. Çınar'ın gözleri Gökdemir'in yüzüne tırmanırken yüzünde muzip bir tebessüm vardı. "Öyle deme, ilk buluşmada kıza gül alan insanlar da tanıyorum. Bence bu da fazla." "Aaa!" diyerek Gökdemir'e döndüm. Gökdemir ve Çınar sessizce bakışırken yüzlerindeki ifadeler birbirlerine oldukça tezattı. Çınar ona geniş bir gülümseme ile bakarken Gökdemir tebessümle dudaklarını kemiriyordu. Bir-iki saniye süren bu bakışma anını heyecanla bölmeye devam ettim. "Dün verdiğin gülü vazoya koydum. O kadar güzel oldu ki tek başına! Görmen lazım!" Gökdemir'in gözleri yüzüme kaydı. Tepeden bakarken yine tebessüm ediyordu. "İyi yapmışsın. Yaşayabildiği kadar yaşasın, öldüğünde de kitaplarının arasında yaşayacağı için içim çok rahat." "Gül mü aldın Ülkü'ye?" Nisa'nın gülümseyerek sorduğu soruya sessiz kalan Gökdemir, otobüsün geleceği güzergaha bakıyordu. Sözü ben devraldım. "Bana değil, teyzesine aldı. Ama sonra Ortaköy'e kadar elinde taşımak istememiş. Bana vermek istedi. Ben de kabul ettim." Gökdemir'in delikanlı adam olduğunu söylediği bahanesi aklıma geldiğinde gülmemek için kendimi tutmaya başladım. Nisa da tebessümle ve başını ağır ağır sallayarak yüzüme bakıyordu. Bakışları fazlasıyla manidardı. Gözleri yeniden Gökdemir'e döndü. "Yani kısaca Ülkü'ye gül aldın?" Gökdemir bu kez kadrajına Nisa'yı aldı. "Evet," dedi tereddütsüz. "Ona aldım. Ne olmuş?" Tebessümü yine dudaklarındaydı. Nisa omuz silkti. "Bir şey olmamış canım. Bir şey demedik." Gökdemir ve Çınar yeniden otobüsün geleceği güzergaha döndüğünde Nisa ile göz göze geldik. Bir şey söylemek istedi fakat Çınar'ın, "Hadi! Geliyor!" diyerek ayaklanması üzerine ağır ağır kalktık. Ağır adımlarla otobüse binmek için bekleyen insanların arkasına takıldığımızda Nisa bana doğru eğildi. "Double date yapmamız yok mu şimdi?" derken kısık bir sesle kıkırdıyordu. Ses tonu olabildiğince neşeliydi. "Hayır, saçmalama!" diye fısıldayarak çıkıştım. Çünkü Gökdemir'le flört etme ya da ona bazı hisler besleme ihtimali aklıma hiç gelmemişti. O sadece sevimli ve hoş bir çocuktu. Sohbeti güzeldi, iyi biriydi ve belli ki iyi bir arkadaştı. Ayrıca bonkör, düşünceli ve eğlenceliydi. Fakat hepsi bundan ibaretti. Onunla daha çok kısa süredir tanışıyordum ve bu ihtimali aklımdan dahi geçirmemiştim henüz. "İlla böyle olması mı gerekiyor?! Ne ilgisi var?!" derken en arkadan ilerliyor ve kısık bir sesle konuşuyordum. Nisa'ya kısık bir sesle çıkışmamın nedeni fazlasıyla basitti. Arkadaşımın flört ettiği kişinin yakın arkadaşıyla bir ilişki kurmak zorunda değildim ve yaşıtlarımız bu yazılı olmayan bir kuralmış gibi davranıyordu. Benim Gökdemir'le ilgili bu şekilde bir düşüncem yoktu. Fakat Nisa tam da o an aklıma o fikri sokmuştu ve o fikir oradan bir daha asla çıkmayacaktı. Fikirlerin en kötü huyu buydu. Onlar beynimizi işgal eden süresiz kiracılardı. Ve inatçılardı da. Çünkü onları oradan söküp atmak imkansızdı. Yine de bu fikre bir süre yenilmedim. Nisa'ya kızmış olsam da bu fikre boyun eğmem zaman aldı. Beynim kısa bir süre de olsa bu konuda özgürdü. Bu özgürlüğün tadını çok kısa çıkarabildim. Gökdemir'i gerçek anlamda arkadaş olarak gördüğüm günlerin sayısı iki elimin parmağını geçmeyecekti. Sesinden, kokusundan ve bakışlarından yakın zamanda ansızın etkilenip bir daha arkadaşım olarak göremeyeceğim Gökdemir ile, Nisa ve Çınar ile vedalaştıktan sonra yine Beşiktaş'a indik. Cıvıl cıvıl bir bahar gününde yapılacak daha iyi bir aktivite yoktu. Güzel bir sohbet, iyi bir arkadaş, soğuk bir kahve ve ergenlik çağının ileride çok özleyeceğim o tasasız saatleri; bu güneşli güne fazlasıyla yakışacaktı. Kafelerden birine oturup gündelik şeylerden konuşmaya başladık. Dersler, okul, öğrenciler, arkadaş çevrelerimiz ve sınavlar; bizi uzun bir sohbete sürükledi. İlerleyen dakikalarda telefonuna gelen mesaj bildirimleri dikkatimi fazlasıyla dağıtmaya başladı. Ben bu esnada, sınıfta bir kızın iki gün önce başına gelen ve kendisini çok sevindiren bir şeyden bahsettiğinden ancak sınıfta pek de samimi olmadığı kişilerin bu hikayedeki kendilerince gördükleri açıklara odaklandığından bahsediyordum. Kız en yakın arkadaşına; babasıyla üç gündür küs olduğunu ve babasının barışmak için kendisine uzun zamandır çok istediği kablosuz kulaklıklardan aldığını söylemişti. Esasen varmak istediği şey; babasının o kulaklığı hediye ederken üzerine yazdığı nottu. Ancak söz daha o kısma gelmeden konuya dahil olmayan birisi çıkmış ve, "Maneviyat daha değerli bir şey, bu şekilde barışmak aslında karşındakini satın almaktır." demişti. Kız henüz nottan bahsedemeden sınıftan diğer birkaç öğrenci de diğer kıza katılmışlardı. Kız birkaç kez araya girmek için mücadele etse de en sonunda pes etmiş ve susmuştu. Diğerleri oradan uzaklaşırken kızın tek yaptığı asık bir yüzle en yakın arkadaşının yüzüne bakmak olmuştu. En yakın arkadaşın ismi Nisa'ydı. Kız bendim. Gökdemir'in telefonunun titremesi, gözlerimin anlık olarak yüzünden ekrana kaymasına sebep oldu. O ise bu esnada derin bir nefes alıyordu ve dikkatle yüzümü izleyen gözleri ilk kez ayrılıyordu çehremden. "Notta ne yazdığı önemli değil ki." dedi o nefesi geri verirken. "Arkadaşın o notta yazan güzel satırları söyleseydi de bu kez orada bir açık arayacaklardı. İnsanlar böyledir. Dünya, ruhsal açlık çeken insanlarla dolu." Kaşlarım yukarı doğru hareketlendi. "Yani bunu bilerek yaptıklarını mı düşünüyorsun? Dinlemeden, sonuca varamadan fikir belirtmek sence bilerek yaptıkları bir şey mi?" "Hayır," dedi tereddüt etmeden. "Bilmeden yapıyorlar bence. İnsan, kendisinde ne eksikse karşısındakinde onu suçlamaya çok müsait bir canlı. Bence bu örnekte, o hikayeye kulp takan sınıf arkadaşlarınız aileleriyle problem yaşayan insanlar. Bu çok belli değil mi? Kendi hayatlarındaki eksikliği başkalarında gördüklerinde saldırmaları çok normal." Telefonu yeniden titredi. "Ve bunu istemeden yaptıklarından eminim. Bence bu bir içgüdü." "Ama mesele maddiyattı. Maneviyat değildi. Zaten onlar da buna takıldılar. Senin söylediğin şey, yani aileleriyle problem yaşıyor olmaları; manevi bir şeye saldırmalarını gerektirirdi." "Ülkü, bu bahsettiğin olayın maddiyatla alakası yok. Aslında olay tamamen maneviyatla ilgili. Adam kızıyla barışmak için hediye almayı düşünmüş. Sonra yeniden düşünmüş, en istediği şeyi bulmuş. Gitmiş, almış, getirmiş. Adam kızıyla barışmak için bazı yollar aramış, kafa yormuş, çabalamış. En önemlisi bunu kendine dert etmiş. Bu bahsettiğin olay baştan sona maneviyat." Gökdemir'in hafifçe kalkan kaşları ve yumuşak ancak ısrarlı yüz hatları, masada uzansam yakalayabileceğim kadar somut bir şeyi gözüme sokmak ister cinstendi. Ben düşünceli bakışlarla söylediklerini düşünürken telefonu bir kez daha titredi. En sonunda telefonunu alıp karşı tarafa birkaç satır yazdı. Telefonunu kenara bıraktığı an karşı taraftan cevap geliyor, Gökdemir ise cevap vermekte acele etmiyordu. Çünkü telefonu masaya bırakırken yeniden mesajlar gelmeye başlamıştı. Gözümün ekrana takıldığı kadarıyla profil fotoğrafında esmer genç bir kız olduğunu gördüm. Ekran hemen kilitlendi. Geç kalınmış cevabımı verdim. "Galiba haklısın. Ama yine de bu çok kırıcı bir şey bence." Soğuk kahvemden bir yudum alıp sözü ona devrettim. En sonunda gülümsedim. Beni yanıtlarken o da belli belirsiz gülümsedi. Kırılgan gülümseyişine eşlik eden cümlesi, "İnsanlar zaten kırıcı varlıklar." idi. "Özellikle ergenlik çağındaki gençler." diyerek ekledi. Telefon yeniden üst üste üç kez titredi. Gökdemir'in sözünü yanıtlamak yerine çenemle telefonunu işaret ettim. "Hayırdır?" diye sorarken sesim fazlasıyla yumuşaktı ve sahte bir merakı kuşanmıştı. "Önemli bir şey var galiba. İlgilen istersen. Ailen falan mı?" Dilini damağına vurarak cıkladı. "Bir arkadaş." dedi yalnızca. "Kız mı?" Gülümseyerek yan yan bakıyordum ona. "Kız, evet." Gülümsemiyor, yumruk yaptığı eline yerleştirdiği yüzüne astığı o düz ifadeyle bakıyordu. "Özel biri mi?" Neden bilmiyordum ancak Gökdemir'le onun ilişkisi hakkında konuşmayı çok istemiştim o an. Belki de ilişkilere olan bakış açısını merak ediyordum. "Yok, değil." dedi tereddüt etmeden. Fakat ben bunun böyle olmadığından neredeyse emindim. "Özel olması için ne olması gerekiyor?" diye sorarken kaşlarımı kaldırmıştım. Düpedüz özel biriydi işte. Erkekler bunu neden inkar ederdi, hiç anlamazdım. "Kalbimi attırması gerek mesela." derken düşünceli görünüyordu. "Sen onunkini attırıyor musun peki?" Kısa bir süre düşündü. "Galiba evet." dedi. "Ama bu benim bile isteye yaptığım bir şey değil." Arkama yaslandım. Dudaklarımı birbirine bastırırken uzaktan telefon ekranına bakıyordum. "Üzüldüm onun adına." "Neden üzülüyorsun?" "E senin kalbin atmıyormuş ama onunki atıyormuş. Kırıcı." "Neden? Nereden biliyorsun ki doğru söylediğini?" Şaşkınlıkla ona döndüm. "Neden yalan söylesin ki?" "Yalan söylüyor demedim. Sadece doğruluğunu bilemeyiz dedim. Neden söylemesin? Kendince sebepleri varsa söyleyebilir." Gözlerim kısıldı. "Hep böyle şüpheci misindir?" "Sen değilsin sanırım." Onun ise kaşları kalkmıştı. Kaşlarımın ortası hüzünle havalandı. "Bu kadar kuşku insanı mutsuz eder ama." "Bu kadar güven de hayal kırıklığı ile sonuçlanır." "Evet. Ama yine de hayata hep böyle kuşku penceresinden bakmak insanı çok yorar." derken düşünceli bir edayla masada göz gezdiriyordum. Derin bir nefes alıp verdi. "Herkese karşı böyle değilim tabii ki." Gözlerim yüzüne çıktı. Kısılmış gözlerle, "Eski bir arkadaş diyelim." dedi. "Hmm," diye mırıldandım. Çünkü bu cevap birçok şeyi kafamda oturtmama sebep oldu. "Belki bir gün attırır kalbini." deyip dudaklarımı pipetime uzattım. Ben kahvemden peş peşe yudum alırken gözleri dudaklarım ve gözlerim arasında gidip geliyor ve yine gülümsüyordu. "Yok," dedi dudaklarını neredeyse oynatmadan. Gözleri gözlerimde duraksadığında, "Artık sarışınlarla ilgileniyorum ben." dedi. "Ve tüm sarışınlarla değil." *** Twitter: esaturk07 / Instagram: esaturk_07 / Wattpad: esaturk
|
0% |