@esaturk
|
Hoş geldinizzzz 💙 Oy ve yorumlarınızı yazarınızdan, Ülkü'den ve Gökdemir'den esirgemeyiniz lütfennn 💙 *** Aceleyle mutfağa ilerlerken babamın, "Ülkü!" diye seslenişi üzerine başımı salona doğru uzattım. "Kızım bi' çay ver be!" dedi neredeyse yalvarır gibi ancak tatlı bir edayla. "Tabii babacım." diyerek içeri ilerleyip bardağını aldım ve yeniden mutfağa yöneldim. Çayı doldurup içeri geri götürdüğümde babamın teşekkürü; yerinde doğrulup başıma bir öpücük bırakmak oldu. Ona gülümseyip yeniden mutfağa ilerledim. Dolaptan aldığım yara bandının paketini açmaya çalışırken abim içeri girdi. Büyük bir bardağa soğuk su doldururken yorgun görünüyordu. "Uyumadın mı gece?" diye sordum durgun bir sesle. Abimi evin içinde neredeyse görmüyordum. Suyu bir dikişte bitirip başını salladı. Su ısıtıcıya ilerlerken, "Abi çok kahve içiyorsun!" diye çıkıştım. Isıtıcıyı çalıştırıp tezgâha yaslanırken omuz silkti. "Ne yapayım? Yardımcı oluyor." diye yanıtladı beni. Elimdeki bandı tezgâha bırakıp bedenimi hırsla ona çevirdim. "Bu yüzden çok su içiyorsun. Tamam su içmen güzel ama bu kadar kahve tüketmen iyi değil. İçtiğin suyun bir anlamı kalmıyor!" Suyun ısınmasını beklerken yerde gezdirdiği bakışlarını yüzüme çıkardı. "Başka bir önerin var mı?" Ellerimi iki yana açtım. "Uyumaya ne dersin?" Gözlerini yüzümden kaçırırken cıkladı. "İçim rahat etmiyor öyle." Omuzlarımı düşürdüm. Bu yıl da mezuna kalmadan istediği bölüme girme çabasını anlıyordum ancak kendini içine soktuğu durum içler acısıydı. Bazen aynaya hiç bakmadığını düşünüyordum. "Kendine eziyet ediyorsun." diye mırıldandım. Dolaptan fincan çıkarırken de, fincana granül kahve koyarken de, eli ısıtıcının üzerinde suyun kaynamasını beklerken de sessizdi. Yüz ifadesinden okuduğum kadarıyla bana karşı gelmek gibi bir niyeti yoktu. Çünkü haklı olduğumun o da farkındaydı. Uzun bir nefes verdim. "Abi neden böyle yapıyorsun?" Gözleri yüzümü bulurken ısıtıcının sesi duyuldu. Öylece boş boş yüzüme bakarken, "Dinlenmeden çalışmak sana ne kazandıracak?" diye sordum. "Zihnini sadece yoruyorsun. Bu hangi mantığa sığar? Tüm çabanın çöpe gitmesini mi istiyorsun?" Yeniden omuz silkerken suyu fincana doldurmaya başladı. "Dinlendiğimde içim rahat etmiyor Ülkü, biliyorsun." dedi kısık bir sesle. "Eğer bir şeyler yapabilecek enerjim varsa ama o esnada oturuyorsam, televizyon izliyorsam ya da uzanıyorsam sanki zamanı boşa harcıyormuşum gibi hissediyorum." Bir-iki saniye sessiz kaldığımda gözlerini yüzüme çevirdi. Bir yandan az evvel çıkardığı kaşıkla kahveyi karıştırıyordu. Gerçek anlamda yorgun bakıyordu. Omuzları çökmüş, göz altları morarmış, gözleri kızarmıştı ve bana kalırsa yüzü bile çökmüştü. Sanki şu bir yılda beş yaş yaşlanmıştı abim. "Baskı mı hissediyorsun üzerinde?" diye sordum, sözlerini geçiştirerek. Çünkü ben, bunun nasıl olduğuyla değil neden olduğuyla ilgileniyordum. Abimin kendini bu sınav için bu kadar harap etmesi bana fazla manasız geliyordu. Çünkü puanları gerçekten iyiydi. Esasen isteseydi önceki sene de gayet güzel bir bölüme yerleşebilirdi. ODTÜ ve mimarlık ikilisindeki ısrarı anlayamıyordum. Geçen seneki puanı ile, daha iki üç sene önce çok istediği inşaat mühendisliğine ya da en kötü ihtimalle olabilir gözüyle baktığı çevre mühendisliği ve gıda mühendisliği gibi bölümlere girebiliyordu. Mimarlık, bir yerlerden çıkagelmiş ve abimin zihnine ebediyen kurulmuştu. Bunun sebebini kestirememek beni çıldırtıyordu. "Baskı falan hissetmiyorum." derken yeniden omuz silkti. "ODTÜ istiyorsun, anlıyorum. Ama puanının yettiği bölümler vardı abi! Girmedin!" dedim hayıflanarak. Çünkü belki de binlerce kişinin sahip olmak isteyeceği cinsten bir başarıydı bu aslında. Abim ise bunu görmeyecek kadar kör, görse bile göz ardı edecek kadar hırslıydı. "Ben de hâliyle üzerinde baskı hissettiğini falan düşünmeye başladım." Kahvesinden bir yudum alıp tezgâha yaslandı. "Sadece fikir değiştirdim, artık mimarlık istiyorum. Ve puanları çok yüksek." "E başka okula git?" "Ama ODTÜ istiyorum." Bir süre bakıştık. O, bu esnada kahvesinden bir yudum daha aldı. "O zaman başka bölüm düşünemez misin?" "Mimarlık istiyorum." dedi çabucak, durgun bir sesle. Derin bir nefesle yerinde doğruldu. "Sen onu bunu boş ver de, okul nasıl gidiyor?" diye sordu ve kolunu neşeyle omzuma attı. Ağır adımlarla yürümeye başladık. Ben de derin bir nefesle şişirdim göğsümü. "İyi gidiyor. Nasıl gitsin, lise iki işte. Geçen seneden daha kolay." Gülümsedi. "Lise bir bana da kâbus gibi gelmişti. Sözeller, sayısallar; hepsi birbirinin içine girmişti." diye söylenirken karşılıklı duran odalarımızın kapıları arasındaydık artık. "Sayısal seçeceğini hiç düşünmemiştim." dediğinde duraksadık. Ben de gülümsedim. "Bakarsın mimarlık okurum." Gözleri büyüdü. "Aman diyeyim!" deyip gülmeye başladı. Kaşlarımı kaldırdım. "Hiç deme. Ben senin gibi ODTÜ de ODTÜ diye tutturmam." "Gelme zaten ODTÜ'ye. Orada bir de seninle mi uğraşacağım?" Ben gözlerimi kısıp esef dolu bakışlar gönderirken o sessizce kıkırdayarak kapısını açtı. İçerisi darmadağındı. Burada havasızlıktan nasıl ölmüyordu? "Hadi kaçtım ben. Çalışayım biraz daha." dedi ve içeri girdi. Elimde evirip çevirdiğim yara bandına bakarken babamın seslendiğini işittim. Yeniden salona yöneldiğimde yeniden çay isteyeceğini düşünmüştüm. Fakat salona geldiğimde gördüm ki babam çayını kendisi almıştı ve sessizce beni içeri çağırıyordu. İçeri girdiğimde abimi sordu. Abimle iletişimimiz o kadar kopuktu ki; aynı evde yaşamamıza rağmen onu çok az görüyorduk. Gördüğümüz zamanlarda da iletişimimiz az öncekinden ibaret oluyordu. Abim zamana karşı çok büyük bir savaş açmış gibiydi ve umuyordum ki bu savaşta kan revan içinde kalmazdı. Eğitim sisteminin bizi getirdiği hâlin ne kadar içler acısı olduğunu düşünürken babam abim hakkında endişe duyduğunu dile getiriyordu. Babamla uzun uzun abim hakkında konuştuk. Konuşmanın tam ortasında dışarıdan gelen annem de bize dahil oldu. Bir yarım saat kadar da onunla konuştuktan sonra hiçbir sonuca ulaşamadan kalktım. Bir sonuca ulaşamıyorduk çünkü sonuca ulaşmak için izleyebileceğimiz bir yol yoktu. Yalnızca endişeleniyor, hayıflanıyor, ona kızıyor ve sürekli olarak bunları dile getiriyorduk. Aynı şeyleri konuşuyor, konuşuyor ve evirip çevirip yeniden konuşuyorduk. Salondan çıkmadan önce annemin yara bandını parmağıma takmasını rica edip onlara iyi geceler diledim ve odama gittim. Odama girdiğimde derin bir nefes alıp verdim. Gözüme çarpan telefon, benden yanıt bekleyen Gökdemir'i hatırlattı. Aklıma düşen bu şey, hızlı adımlarla yatağa gitmeme sebep oldu. Aradan geçen bir haftada Nisa ve Çınar flörtlerini epeyce ilerletmişlerdi. Halen sevgili değillerdi ve Nisa'nın isteği üzerine ağırdan alıyorlardı. Çınar'ın buna itirazı olmaması ikimizin de fazlasıyla hoşuna gidiyordu. Çınar'ı gerçek anlamda sevmiştim. Bu bir haftada, okul çıkışında Taksim'e gitmiş ve dörtlü olarak ilk kez uzunca zaman geçirmiştik. Fazlasıyla keyifli geçen bu plandan sonra bu buluşmayı daha sık yapmamız gerektiğine kanaat getirmişlerdi. Ve bu sebeple Çınar'ın isteği üzerine dörtlü bir sohbet grubu oluşturulmuştu. Ancak bu grup sadece birbirimizin numaralarını almamıza yaramıştı. Çünkü Çınar ve Nisa zaten sürekli özelden konuştukları için gruba neredeyse kimse yazmıyordu. İlk iki gün sadece Gökdemir'le ben yazmıştık, Nisa ve Çınar da nezaketen birkaç kez bize cevap vermişlerdi. Anlaşılan oydu ki yalnızca buluşma programlanacağında orada aktif olacaktık. Takip eden günlerde Gökdemir'le birbirimize dalaşacağımız zamanlarda özelden konuşmaya başlamıştık. Uzun uzun sohbet ediyor, birbirimizle uğraşıyor, bazen konuşurken ansızın sabah ezanını duyuyorduk. O akşamlardan biriydi. Fakat bu defa Gökdemir'in yüzüme sürdüğü gülümseme diğerlerinden biraz daha farklı olacaktı. Mesajları açtım. En son mesajı yaklaşık bir saat önce gelmişti. Önce rastgele yukarı kayıp mesaj geçmişini okudum. Ardından onu yanıtladım. Ülkü İnci Kamer: *fotoğraf* Ülkü İnci Kamer: *fotoğraf* Ülkü İnci Kamer: *fotoğraf* Ülkü İnci Kamer: *fotoğraf* Gökdemir Saraçoğlu: Bunları sen mi çizdin? Ülkü İnci Kamer: Evetttt Ülkü İnci Kamer: Nasıll Gökdemir Saraçoğlu: Mükemmel Gökdemir Saraçoğlu: Nasıl çiziyorsun ya Gökdemir Saraçoğlu: Ben çöp adam bile çizemem Ülkü İnci Kamer: Aslında çok kolay Ülkü İnci Kamer: Yani tekniğini bilirsen kolay Gökdemir Saraçoğlu: Tekniği mi var Ülkü İnci Kamer: Evett Ülkü İnci Kamer: Neredeyse her şeyi teknikle çizebilirsin Gökdemir Saraçoğlu: Beni de çizsene :D Ülkü İnci Kamer: Ahahhaah sıraya gir canımmm Gökdemir Saraçoğlu: Ben sıra falan dinlemem kaynakçıyımdır Gökdemir Saraçoğlu: Dalarım araya Gökdemir Saraçoğlu: Umurumda olmazz :D Gökdemir Saraçoğlu: Hem ne sırası yaa Gökdemir Saraçoğlu: Herkese söz mü verdin :D Ülkü İnci Kamer: Her duyan beni de çiz diyor Ülkü İnci Kamer: Belki 50 kişi demiştir Gökdemir Saraçoğlu: Söz verdin mi 50 kişiye? :D Ülkü İnci Kamer: Yokk Ülkü İnci Kamer: He he diyip geçtim Gökdemir Saraçoğlu: E tamam sıra falan yok o zaman Gökdemir Saraçoğlu: Ben birinçç Ülkü İnci Kamer: Skdkskd tamam olur Gökdemir Saraçoğlu: Cidden çizer misin? Ülkü İnci Kamer: Çizerim tabii Ülkü İnci Kamer: Referanslı çizim çalışmam lazım Ülkü İnci Kamer: Hep obje bi yere kadar Ülkü İnci Kamer: Portre de çalışmam lazım Ülkü İnci Kamer: Bi kere Nisa'ya modelim ol dedim Ülkü İnci Kamer: Çok heyecanlandı tamam falan dedi Ülkü İnci Kamer: Ama çok sıkıldı düz durmaktan Ülkü İnci Kamer: Bıraktı Ülkü İnci Kamer: Portre de yarım kaldı Ülkü İnci Kamer: Bazen annemle babama diyorum ama onlar da hemen sıkılıyor Ülkü İnci Kamer: Uzun sürüyor çünkü Ülkü İnci Kamer: Bi tek abim modellik yapıyordu bana sıkılmadan Ülkü İnci Kamer: O da şimdi üniversiteye hazırlandığı için isteyemiyorum :( Gökdemir Saraçoğlu: O kadar uzun sürüyor mu ki Ülkü İnci Kamer: Sürüyor tabii Ülkü İnci Kamer: Eğer sen de sıkılacaksan baştan söyle hiç yapmayalım :D Ülkü İnci Kamer: Rahat 2 saat sürer Ülkü İnci Kamer: Çok hızlı çizemiyorum :( Gökdemir Saraçoğlu: Yok yok sıkılmam ben Gökdemir Saraçoğlu: 4 saat de olur 5 saat de Gökdemir Saraçoğlu: Sıkıntı yokk Ülkü İnci Kamer: Of keşke biri beni de çizse :( Ülkü İnci Kamer: Kara kalemim olsun çok isterdim Ülkü İnci Kamer: Bir tane olsa yeterdi valla Ülkü İnci Kamer: Çizim kursuna gidiyordum bi ara Ülkü İnci Kamer: Çizim tekniklerini oradan öğrendim zaten Ülkü İnci Kamer: O zamanlar sırayla canlı model oluyorduk portre ve figür derslerinde Ülkü İnci Kamer: Ama tabii herkes kendi çizimini alıyordu Ülkü İnci Kamer: Bende hiç kendi kara kalem çizimim yokk :( Gökdemir Saraçoğlu: Ben bilsem çizerdim seni Gökdemir Saraçoğlu: Saatlerce çizerdim hiç sıkılmadan Gökdemir Saraçoğlu: Teknikler zor mu ki? Ülkü İnci Kamer: Yoo çok basit aslında Ülkü İnci Kamer: Yani mantığı kavradıktan sonra sadece çizgilerin ve taramaların güzel görünmesi gerek. O da zaten zamanla oturuyor Gökdemir Saraçoğlu: Öğretsene bana da Ülkü İnci Kamer: Skdldkslskşflfahaj olur Gökdemir Saraçoğlu: He he diyip geçme :D Ülkü İnci Kamer: Ciddi misin :D Gökdemir Saraçoğlu: Çok ciddiyim Gökdemir Saraçoğlu: Madem öğrenilebilen bir şey Gökdemir Saraçoğlu: Öğretmez misin? Ülkü İnci Kamer: Öğretirimm Ülkü İnci Kamer: Yani bu kadar istiyorsan Gökdemir Saraçoğlu: Çok istiyorum Ülkü İnci Kamer: Ama karşılığında beni çizeceksin söz verr Gökdemir Saraçoğlu: Söz Gökdemir Saraçoğlu: Ama seni çizmem zaman alır Gökdemir Saraçoğlu: Yani o seviyeye gelmem zaman alır Gökdemir Saraçoğlu: İlk etapta karşılığında birer kahve içebiliriz istersenn Gökdemir Saraçoğlu: Teşekkür mahiyetinde Gökdemir Saraçoğlu: Olmaz mı :( Ülkü İnci Kamer: Ay uyudun muuuu Ülkü İnci Kamer: Yara bandımı değiştirmeye gittim Ülkü İnci Kamer: Hemen gelecektim de bizimkiler lafa tuttu Gökdemir Saraçoğlu: Uyumadım Gökdemir Saraçoğlu: Buradayım seni bekledim Gökdemir Saraçoğlu: Ne yara bandı noldu Ülkü İnci Kamer: Bugün mutfakta parmağımı kestim azıcık :( Somurtkan bir yüzle mesaj penceresine bakarken telefonum çalmaya başladı. Aynı anda Gökdemir'in ismi belirdi ekranda. Somurtkan yüzüme belli belirsiz bir tebessüm yerleşirken çağrıyı hiç beklemeden yanıtladım. "Efendim?" diye sorduğum esnada Gökdemir boğukça kıkırdıyordu. "Ne gülüyorsun?" Bu soruyu biraz öfkeyle, biraz da mızmızlanarak dile getirmişsem de o silik tebessüm halen dudak kenarlarımda asılıydı. "Nasıl becerdin elini kesmeyi?" Boğukça kıkırdamaya devam ediyordu. Alaylı ses tonu açıkça benimle eğlense de orada duyduğum o tınının alaydan sebep olmadığının bilincindeydim. Bozuntuya vermedim. "Kestim işte!" dedim mızmızlanır gibi. Sonra sesimi biraz yükselttim. "Ya! Makarna paketini açmaya çalışıyordum bıçakla. Bıçak bir anda kaydı, parmağımın kenarını sıyırdı." Dudak kenarlarım kelimenin tam anlamıyla yer çekimine karşı koyamıyordu. Utanmasam oturup yalandan ağlayacaktım. Belki de birinin nazımı çekmesi, ya da karşımdaki kişiye nazımı geçireceğimi düşünüyor oluşumdu buna sebep olan. Bu düşünceye, Gökdemir'in nazımı çekecek olması ihtimaline neyin zemin hazırladığı ile ilgili ise en ufak fikrim yoktu. "Çok mu acıdı?" Ses tonu artık biraz daha tekdüzeydi. Yine de hâlâ çok yumuşaktı. "Evet." dedim üzgün bir sesle. Ses tonumu biraz daha olağan ve neşeli tutmaya çalıştım. "Çok kanadı ama ya! Başım döndü. Bayılacaktım." Göğsüm sessiz bir kıkırdama ile birkaç kez kabardı. Gökdemir minik bir kahkaha attı. "Ah kıyamam yaa! Beceriksiz kızım." deyip gülmeye devam etti. "Sensin beceriksiz." Son heceyi uzatan sesim yeniden mızmızlanmaya başlamıştı ve Gökdemir'in duyduğu bu mızmızlanmanın sahte olduğunu bildiğinden emindim. "Kan mı tutuyor seni?" diye soruyordu bu esnada. "Bilmiyorum, tutuyor galiba." Gökdemir ile sözlerimiz yine üst üste bindi. "Ben niye beceriksiz oluyorum? Ben ne alaka?" diye sorarken sesi yeniden eğlenir cinstendi. "Uslu uslu oturuyorum evde. Ben niye beceriksiz oldum şimdi?" derken belli belirsiz güldü. Sözlerini umursamadım. Aşık atacak havada değildim. Sesime yeniden neşe bocaladım. "Ben var ya aslında çok güzel yemek yaparım he! Öyle beceriksiz falan diyorsun da!" Son heceyi bir kez daha uzattım, bir kez daha dudaklarımda gülümseme varken sesimde bir kez daha yapay bir şeyler vardı. Yapay şey bu defa sitemdi. Tek hecelik içten bir gülüş bahşetti. "Bak sen!" dedi şevkle. Ve o da son hecesini uzattı. "Ne yapıyorsun mesela?" "Pilav?" Önce boğuk ve fazlasıyla neşeli bir kıkırdama duydum. Ardından abartıyla, "Waow!" dedi uzun uzun. Bu alayı, sesimi yükseltmeme sebep oldu. Bu kez de yapay bir öfke kuşandım. Hatta biraz da bozgunluk. "Pardon da!" derken yine ve yine son heceyi uzun uzun dile getirdim. Gökdemir güldü. "Pilav deyip geçiyorsun da onun kıvamını tutturmak zordur bir kere! Bilip bilmeden konuşma." Sesim çok sert değildi ancak Gökdemir muhtemelen o öfkeyi de bozgunluğu da sahici buluyordu. Çünkü hâlâ yüzümde olan gülümsemeyi görmüyordu. Yine de orada olduğunu sandığı öfkemi de bozgunluğumu da boşverdi ve iştahlı bir kahkaha koyuverdi. "Ya tarif yok mu zaten? Tarife göre yapınca olması lazım zaten kıvamı." Kısık bir sesle, "Çok cahilsin." dedim. Bir yandan gözlerimi kısmış, başımı iki yana sallıyordum. Yeniden içtenlikle güldü. "Peki öyle olsun. Ben cahil olayım madem." Derin bir nefes çekip bıraktı. "Ee bir tek pilav mı?" "Yoo." "Makarna mı bi' de?" Kısık bir sesle güldü. "Salçalı?" "Of Gökdemir ya! Dalga geçme!" diye çıkıştım. "Anlatıyoruz işte müsaade edersen." Bu kez gerçekten sitem ediyordum. Bunu hissetmiş gibi hemen, Tamam tamam." dedi hızla. "Demedim bir şey. Anlat hadi dinliyorum, başka ne yapıyorsun?" Sessiz kaldım. Tek hecelik kısık sesli bir gülüş kaçtı dudaklarından. "Dinliyorum." "Anlatmayacağım." "Ya Ülkü takılıyorum sana." dedi sahici bir yakarışla. "Anlat işte." Sesi bozgun seçiliyordu. "Yok. Uyuyacağım ben." Ses tonum düz olsa da yavaş yavaş yeniden gülümsemeye başlamıştım. Ciddiyetle, "Ya balım yapma böyle." dedi. "Ne uyuması? Dur iki dakika. Dinliyorum, anlat." Neşeyle, "Sendeyim," dedi kelimeyi uzatarak. "Anlat hadi nasıl yapıyorsun pilavı. Baldo mu, osmancık mı, yasemin mi, ne koyuyorsun?" Ses tonu o kadar ciddiydi ki sinsi bir gülümsemeyi dudaklarıma hapsedip sessizce onu dinledim. "Hangi yağı koyuyorsun? Kaç bardak pirinç, kaç bardak su? Başka ne yemek yapıyorsun? Anlat uzun uzun. Dinleyeceğim, söz." Yerimde neşeyle dikleştim. "Sadece pirinç değil bulgur da yapıyorum." derken sanki az evvel bozgunlukla konuşan ben değilmişim gibi şakıdım. "Of bayılırım!" "Hem de meyhane pilavı." "Of! Ona ayrı bayılırım! Başka?" Sesindeki ilgiyi sevmiştim. Az önceki yapay ve gerçek tüm sitemlerim çoktan uçup gitmişti. Yerimde biraz daha dikleştim. Sesim kendinden fazlasıyla emindi. "Karnıyarık, taze fasulye, bezelye, tarhana çorbası, mercimek çorbası. Daha ne olsun?" "Vay vay vay! Şef! Seni alan yaşadı valla!" Gülümseyen sesi yeniden doluyordu kulaklarıma. Kaşlarımı ona meydan okurcasına kaldırdım ancak o bunu görmüyordu. "Cinsiyetçi," dedim tespit yapar gibi. "Ne cinsiyetçisi?" Ahizeden gelen sesi oldukça şaşkındı. Yine de neşesini kaybetmemişti. "Beni alan niye yaşıyormuş? Beni alan kalksın kendi yapsın yemeğini." Ağız dolusu gülmeye başladı. "Ne alaka?" diye sordu ancak halen gülüyordu. "Bunun cinsiyetçilikle ne ilgisi var?" "Çok ilgisi var." Biraz daha dikleştim. Elimde telefon olmasa kollarımı bağlardım. Yalnızca çenemi kaldırabildim. "Güzel yemek yapabiliyorsam beni alan neden yaşıyor? Aşçı mıyım ben? Hem kadınım diye ben mi yemek yapmak zorundayım? Düpedüz cinsiyetçilik." Onunla bir kez daha ters düşsek de amacım yalnızca sözde inatlaşmaktı. Tavrımın onu rahatsız etmediğinin bilincindeydim. Zaten o da gülmeye devam ediyordu. Biraz bile düşünmemişti bunu. "Hiç alakası yok!" diyordu inatla. "Ben de güzel yemek yapıyor olabilirdim. Sen de bana seni alan yaşadı diyebilirdin. Bunun kadın ya da erkek olmakla alakası yok. Yani cinsiyetçilik yapmıyorum. Bu konuşma Çınar'la aramızda geçse ona da aynısını söylerim Ülkü." "Sen güzel yemek yapabiliyor musun ki?" "Hayır." dedi beklemeden. Histerik bir gülüş bıraktı. "O zaman seni alan iki güne kapıya koyar haberin olsun." "Niye koyuyor ya karım beni kapıya? Şu an güzel yemek yapamadığım, evlendiğimde de yapamayacağım anlamına mı geliyor?" Toy sesi, neşeyle gürleyen notalardan hiçbir şey kaybetmemişti. Saçlarımı öfkeyle savurarak, "Aman iyi!" dedim aklıma cevap gelmediğinde. Bu onu daha da güldürdü. "Öğrenirsin o zaman." Minik kahkahasını frenledi. "Saçlarını savuruşunu görmeyi isterdim." Duraksadım. Dudaklarımı yeniden araladığımda sesim biraz kısık, dudak kenarlarım ise hafifçe yukarı kıvrıktı. "Nereden biliyorsun saçlarımı savurduğumu?" "İyi gözlemciyim diyelim. Biliyorum işte." "İyi, öyle olsun bakalım." Bir-iki saniye sessizlik oldu. Oluşan sessizliği o bozdu. "Ee? Tatlı da yapıyor musun?" Hiç beklemeden söze karıştım. "Bir magnolya yaparım, parmaklarını yersin!" "Şaka? Bir gün yap da yiyelim, bayılırım magnolyaya." Hemen, "Ay yaparım!" derken yüzüme hevesin tüm izleri sürülmüştü. Birilerini memnun etmek zaman zaman beni tatmin ediyordu. "Profiterol de sever misin?" Cevabı bir salise bile gecikmedi. "Hastasıyım!" "Onu da çok güzel yaparım bak. Ondan da yapıp getireyim. Bir gün magnolya, bir gün profiterol." Telaşla söze girdi. "Yok yok uğraşma hiç! Kıyamam, zahmetlidir o." "Ya ne olacak be? Magnolya sanki çok zahmetsiz." derken nefes vererek güldüm. Onun da sesine çabucak gülüş karıştı. "Doğru. Onu da yapma o zaman." "Of karışma işime!" diye kestirip attım konuyu. Yeniden kısık bir sesle gülmeye başladı. Gökdemir'in gülen sesi bağımlılık yapacak bir şekilde tatlıydı. Ayrıca sesi henüz toy olmasına rağmen gerçekten güzeldi. Bunu ilk kez fark ediyordum. Sonrasında bununla ilgili fark edeceğim yeni bir şey ise o an bir şeylerin miladı olacaktı. Bunu ise daha geç fark edecektim. "Neyse," dedim nefes vererek. "Öyle yani. Yani öyle beceriksiz değilimdir. Denk geldi öyle." Mutfakta parmağımı kestiğimi yeniden hatırlamak dudak kenarlarımı bir kez daha aşağı büzdü. "Yok ben ikna oldum zaten beceriksiz olmadığına. Maşallah diyelim." "De tabii! O kadar yemek, tatlı, çorba falan yapıyoruz. Daha ne olsun?" Yeniden yerimde dikleştim. Gökdemir beni görmese de sanki karşımdaymış gibi el jestleri yapmaya başlamıştım. "Mutfakta harbili on numarayımdır!" derken bu jestler hem abartılı hem de kendinden çok emindi. Gökdemir'in buna karşılığı da kendinden emin görünüyordu. "Ben bu işin Sir Alex Ferguson'ıyım diyorsun yani?" Merakla, "O kim?" diye sordum. Bir sporcu olduğundan emindim. İngilizce alfabede okunduğu şekilde, "Man U efsane teknik direktörü." dedi. "Man U ne?" "Manchester United. Bir gün sana uzun uzun Premier Lig'den bahsetmek isterim balım. Hatta yarın okul çıkışı?" Sesindeki tüm o eğlenir tonlar gitmişti. O eğlence, o neşe ve o şen şakraklık kaybolmuştu. Ses tonu halen yumuşak olsa da şimdi biraz daha ciddiydi. Eğlenerek ve abartıyla, "Ooo!" dedim. "Erkeklerin futbol bilgilerinden bahsetmeleri hakkında uzun uzun konuşmuştuk." Güldü. "Birileri futbol bilgisini konuşturuyor. Ne bu? Sek erkekliğini ispatlamaya çalışma yöntemin mi?" Gülüş kayboldu. "Belki de sana kahve ısmarlamaya çalışma yöntemimdir?" İkinci kez duraksadım. Çünkü bunu söyleyiş şekli de, sesi de az evvelkilerden biraz daha farklıydı. Garipsedim ancak neden garipsediğimi de bilmiyordum. "Bir şeyler içtik aslında daha önce." diyerek konuyu ufak ufak irdelemeye karar verdim. "Evet. Ama sana kahve ısmarlamadım." "Olsun. Ismarlaman şart mı?" "E şart." "Nedenmiş?" Bu kez o duraksadı. "Sana kahve ısmarlamak istiyorum Ülkü. Sebebi yok." Bunu söylerken omuzlarını silktiğinden emindim. Bir-iki saniye sessiz kaldığımızda az önceki konuya atıf yaparak, "Yoksa bu da mı kendini ispatlamaya çalışmanla alakalı?" diye sordum. Gülümsüyordum. Sesimdeki gülümseyişi iliklerine kadar hissettiğinden emindim. Muhtemelen aynı içten gülümsemeyle dolu bir yanıt verecekti. Tek hecelik bir gülüş bıraktı. "Çok detaylı düşünüyorsun Ülkü. Biraz daha basit düşün. Sana kahve ısmarlamak istiyorum. Ve durduk yere birilerine kahve ısmarlamak huyum değildir." Gülümsemiyordu. ***
Yorum satırı 💙
Twitter: esaturk07
|
0% |