@esaturk
|
Hoş geldiniz! 💙 Oy ve yorumlarınızı ihmal etmeyinn 💙 *** Ilık bahar günlerinin zaman zaman yağmurlu ya da soğuk olması gibi bir huyu vardı. Bize güneş ışınlarını cömertçe sunar, tam güneşe alıştık dediğimizde ise sert bir rüzgarla karşılaştırırlardı. Ancak bu, soğuk havaları seven insanlar için hiç sorun olmazdı. Kat kat giyinmeyi seven herkes gibi ben de hâlimden fazlasıyla memnundum. Bunu sevmeyenler ise devamlı olarak homurdanıyor, sitem ediyor ve söyleniyordu. Bu kişilerden biri ise Nisa idi. "Bu nasıl hava ya?! Dondum!" derken durumu kesinlikle abarttığını düşünüyordum. Çünkü hava çok soğuk değil, sadece biraz serindi. Yine de kendini güneşli ve sıcak günlerden bir anda esintili bir günde bulmak böyle hissettirirdi. Bu sebeple ona kızmıyordum da. "O kadar soğuk değil ama." dedim gülerek. "Soğuk Ülkü! Nasıl değil?" diye söylenip kapüşonlusunun içine biraz daha sıkışmaya çalıştı. Hızlı hızlı yürüyor, beni beklemek için duraksadığında yerinde hafif hafif zıplıyordu. Yüz ifadesi korkunçtu. "Hadisene ya!" diye söylendi onu beklettiğim için. "Ya abartma Nisa! O kadar soğuk değil ki!" "Soğuk!" dedi son heceyi uzatarak. "Sallana sallana geliyorsun sen de!" Güldüm. "Hayır, sen çok hızlı yürüyorsun!" Son iki adımla yanına vardığımda arkadan birinin ismimi seslendiğini duydum. Dönüp öğrenci kalabalığında göz gezdirirken kadrajıma Çağrı girdi. Ağır adımlarla yanımıza ilerliyordu. Yüzümü ekşitmemek için büyük bir çaba sarf ederken Nisa, "Ne alaka?" diye sordu. "Bilmem. Sen git istersen." dedim kısık bir sesle. Ters ters yüzüme bakmaya başladı. "Zaten Çınar'la görüşeceksin. Yani iki dakika içinde ayrılacağız zaten. Bu soğukta bekleme." Son cümlemle ona en güzel bahaneyi sunmaya çalışıyordum. "Ne soracak ki sana?" dedi memnuniyetsiz bir tavırla. "Ne bileyim ben!" Bu defa mırıldandım çünkü Çağrı tam arkamdaydı artık. "İyi, gidiyorum ben. Çok soğuk. Gelirsin sen de." deyip arkasını döndü Nisa. Hızlı hızlı uzaklaşan bedeninin arkasından, "Gecikmem!" diye seslendim, Çağrı'ya az zamanım olduğu mesajını vermek için. Çağrı'ya döndüğümde beni baştan aşağı merakla süzüyordu. Bu çocukta hoşlanmadığım bir şeyler vardı. Kafamın içinde hâli hazırda dönen şeyler dışında beni rahatsız eden bir şey vardı ancak ne olduğunu bilmiyordum. "N'aber?" diye sordu ilk olarak. "İyidir. Senden?" derken çevremizdeki öğrenci kalabalığında çekingen bir edayla göz gezdiriyordum. Çünkü Çağrı okulda göz önünde olan insanlardan biriydi ve sevgilisi de sevdiğim bir arkadaşımdı. Akranlarımız da insanlara etiket yapıştırmayı ve başka işleri yokmuş gibi birileri hakkında konuşmayı çok sevdiği için fazlasıyla diken üstündeydim. Aklımdan geçenleri okumuş gibi, "Dışarı çıkalım mı?" diye sordu. Gözlerini çevrede gezdirip yeniden bana döndü. "Kalabalık burası." "Neden?" Göz göze geldiğimizde bu tavrımı kaba buldum. "Pek zamanım yok. Bir şey mi soracaksın?" derken kafamdan geçen iki ihtimali değerlendirmeye çalışıyordum. Burada konuşabilirdik fakat bu kadar göz önünde olmak istemiyordum çünkü okulda hatırı sayılı miktarda insan benden ve birkaç öğrenciden hazzetmiyordu ve bu bazı söylentilere sebebiyet verebilirdi. Başka bir yere gidip insanlardan uzaklaşabilirdik fakat bu kez de biri görürse yanlış anlardı ve çirkin dedikoduların önü arkası kesilmezdi. Ben bunları kafamdaki terazide tartarken, "Konuşmak istiyorum biraz seninle." dedi. Niyeti kötü değil gibiydi, buna rağmen onda beni rahatsız eden ne vardı anlamıyordum. Kararsız bir şekilde etrafıma bakarken, "Çok zamanını almayacağım." dedi. "Peki olur." Yeniden etrafta göz gezdirdim. "Okula girelim mi?" Muhtemelen bu en mantıklı fikirdi. Başını hay hay der gibi savurdu. Okula doğru yürümeye başladık. Bir yandan adımlıyor, bir yandan zemine diktiğim gözlerimin arkasındaki düşüncelerin hızına yetişmeye çalışıyordum. Çağrı kötü birine benzemiyordu. Ben gerçekten kuruntulu olabilir miydim? Ya gerçekten kendini beğenmiş biriysem ve bunu kendi gözlerimle göremiyorsam? Öyleyse insanlar hakkımda konuşmakta haklı mı olurdu? Dışarıdan gerçekten sahte mi duruyordum? Ya da hakkımda neden böyle düşünülüyordu? Saçlarımı savurmam, ince bir sese sahip olmam gibi şeyler mi buna zemin hazırlıyordu? İkinci kata çıkıp rastgele bir sınıfa girerken Çağrı da fazlasıyla düşünceli görünüyordu. Sınıfa girdiğimizde çantamı masaya bırakıp kalçalarımı en öndeki masaya dayayarak kollarımı bağladım. Çağrı da çantasını çıkararak karşıma dikilirken çektiğim derin nefesi geri veriyordum. "Dinliyorum." dedim merakla. Karşımdaki tahtaya sırtını verip bir-iki saniye ayak ucuna baktı. Gözlerini yüzüme çıkarırken, "Ya Ülkü," deyip kısa bir es verdi. Gözlerini gözlerime dikti. "Garip bir şekilde benden kaçıyormuşsun gibi geliyor." Haklıydı. Ancak onun bunu bilmesine gerek yoktu. Çünkü kuruntulu ve kendini beğenmiş damgasını bir kez daha yemeye niyetli değildim. "Yoo," derken başımı savurdum. Ses tonum fazlasıyla olağandı. Kaşları kalktı. Merakla yüzüme bakarken, "Emin misin?" diye sordu. "Eminim." Bir süre sessiz kaldık. Güldüm. "Diyelim ki öyle. Öyle olsa bile bununla neden ilgilendiğini anlayamıyorum." Yutkundu. Gözleri sağa-sola değerken düşünceli bir hâli vardı. Derin bir nefes alıp verdiğinde, "Firdevs'le çıkmıyor musunuz?" diye sordum bir anda. Sorduğum an pişman oldum. Çünkü Çağrı'nın ilişkisinden bana neydi ki? Hem ondan kaçıyor olsam bile bu konuyla ilgilenmesi illa ki benden hoşlandığı anlamına mı gelirdi? Sorum açıkça buna çıkıyordu. Ki ben zaten ondan bu ihtimal yüzünden kaçıyordum. Fakat belki de konunun bununla hiç alakası bile yoktu. Belki de beni kendince yakın görüyor ve bu sebeple de üzülüyordu. Bu bana her ne kadar mümkün gelmese de en nihayetinde bir ihtimaldi. Ben gerçekten kendini beğenmiş biri miydim? "Çıkmıyoruz." dedi kısık bir sesle. Söylediğimi yadırgamamasına fazlasıyla şaşırdım. Çünkü söz konusu ben ya da benim gibi biriyse bu soru kayda değer bir soru olmalıydı. Belli ki Çağrı öyle düşünmüyordu. Ancak şaşırdığım, çok daha fazla şaşırdığım mühim bir detay vardı. "Nasıl çıkmıyorsunuz?" Hayretle yüzüne bakıyordum. Omuzlarını silkti. "Çıkmıyoruz. Sevgili değiliz." Ben şaşkınlıkla ona bakarken o yanıma gelip benim gibi kalçalarını masaya dayadı. Benim gözlerim onun profilindeyken onun gözleri zemindeydi. "O zaman flört ediyorsunuz?" "Etmiyoruz." dedi beni ikna etmeye çalışır gibi. "Ya ne demek etmiyoruz? Firdevs sizin sevgili olduğunuzu düşünüyor, farkında mısın?" derken yükseldi sesim. "Bu benim sorunum değil!" Çıkışının anlamsız olduğunu düşünmüş olsa gerek, sıkıntılı bir nefes vererek sesini alçalttı. "Biz Firdevs ile sevgili değiliz. Birbirimize aşkım, sevgilim, bebeğim diye hitap etmiyoruz. Firdevs böyle düşünüyorsa bu benim sorumluluğumda değil ki! Bir kere bile yanak yanağa gelmedik! Hiç el ele bile tutuşmadık! Biz bunu aramızda açıkça hiç konuşmadık bile Ülkü!" Yorum yapmak, birilerini suçlamak için dudaklarımı araladım fakat sustum. Çünkü birilerinin ilişkisine burnumu sokmak beni muhtemelen biraz daha içten pazarlıklı biri hâline getirecekti. Oysa kimin gözünde böyle bir duruma düşeceğimi sorgulamamıştım bile. Tek düşündüğüm bu olmuştu. Fakat bir yandan da Firdevs için endişeleniyordum. Çünkü bu durum, nereden bakarsak bakalım onu yaralayacaktı. Ve ben Firdevs'i gerçekten seviyordum. Uzun bir nefes çekip bıraktı. "Ülkü benden neden kaçıyorsun?" diye sorarken yüzünü yüzüme çevirdi. "Salak değilim. Benden kaçtığını görüyorum." Ben de onun gibi ciğerlerine uzun bir soluk teneffüs ettim. Belli ki inkar etmenin hiçbir anlamı yoktu. "Çağrı çünkü geçen gün attığın mesajlar beni rahatsız etti." dedim bıkkın bir edayla. "Neden ediyor?" "Ne demek neden ediyor?" Ses tonum hiddetlenirken beden dilim de aynı hiddetten nasibini almıştı. Yerimde dikleşip ona döndüm. "Yani belki de öyle bir amacın yoktu ama flört eder gibi konuştun. Hoşlanmadım bundan. Belki ben yanlış anlamışımdır diye üstelemedim. Ama hoşuma gitmedi." Bıkkınlıkla sınıfa bakınmaya başladım. Sessiz kaldı. Konuşmasını bekledim çünkü ona açıkça bir yanıt hakkı doğmuştu ancak bir şey söylemiyordu. Bakışlarımı yüzüne çevirdim. Aralık dudaklarında bazı kelimeler olduğu belliydi fakat dile getirmiyordu. "İnkar etmeyecek misin?" diye sordum hayretle. Gözlerini gözlerimden kaçırırken yutkundu. "Etmeyeceğim." dedi oldukça kısık bir sesle. Bir adım uzaklaştım. "Ne demek inkar etmeyeceğim? Benim arkadaşımla flört ediyorsun!" Ben dehşete düşmüş bir şekilde ona bakarken o fazlasıyla sakindi. Yüzüme tırmandırdığı gözleri beni alenen kınıyordu. "Ne bakıyorsun öyle Çağrı? Hadi sevgili değiliz diyorsun, tamam. Aslında tamam değil, ama hadi tamam diyelim. Ama sen flört etmediğinizi düşünürken Firdevs tam aksini düşünüyorsa burada bir problem var demektir!" "Ülkü, Firdevs'le flört ettik zaten. Ama olmadı. Bir adım ileriye gidemedik. Yani birbirimize uygun değilmişiz işte. Her şey güzellik ya da dış görünüş değil ki." Bu duyduklarım gözlerimi sıkıca kapatmama ve sıkıntıyla solumama sebep oldu. "Bütün okul bizi yakıştırıyordu. Kayıtsız kalmadık. Firdevs beni beğendi, ben onu. Denedik, birbirimizi tanımaya çalıştık ama olmadı. Tamam, arkadaşın için üzülüyorsun şu an. Farkındayım. Ama Firdevs hâlâ aramızda bir şeyler olduğunu zannediyorsa benim elimden ne gelebilir ki? Burada suçlu ben miyim?" "Ama dışarıdan bakıldığında halen flört ediyor gibi duruyorsunuz Çağrı. Sence de burada bir terslik yok mu?" diye sordum hayretle. "Çünkü Firdevs sürekli yanımda. Teneffüslerde sürekli yanıma geliyor. Ben ona artık arkadaş gibi yaklaşıyorum ve bunu gizlemiyorum da. İlk etapta bunu anladığını sandım. O da bana artık arkadaş gibi yaklaşıyor sandım ama zamanla gördüm ki benimle hâlâ flört ediyor. Ne yapayım peki? Yanıma geldiğinde tersleyeyim mi? İnsanların içinde çıkışıp kızı inciteyim mi? Tek yaptığım nazik davranmak. Nezaketi flört sanıyorsa bu benim suçum mu?" Bir-iki saniye bakıştık. "Dalga mı geçiyorsun ya?" diye sordum hayretle. "Kusura bakma ama belli ki senin suçun. Ona onunla ilişki istemediğini açıkça söyledin mi mesela?" Bir-iki saniye yanıtlamadı. En sonunda dudaklarını araladığında kısık bir sesle, "Bunu açıkça hiç konuşmadığımızı söyledim. Kalbini kırmak istemiyorum üstelik." dedi. "Al işte senin suçun!" diye bağırdım. Sonra sesimi alçalttım. "Biliyordum böyle olduğunu. Çünkü Firdevs gurursuz bir kız değil, tanıyorum onu. Ona açık açık arkadaş kalmak istediğini söylesen sana yapışmaz. Belli ki hâlâ flört ettiğinizi düşünüyor. Belli ki hâlâ onunla ilgilendiğini düşünüyor. Şimdi işler bu kadar ilerlemişken, hatta sevgili olduğunuzu bile zannediyorken daha zor olmayacak mı? Nasıl bunları düşünemiyorsun? Kırmamaya çalışıyorum diyorsun da bu şekilde daha çok kırılacağını nasıl akıl edemiyorsun?!" "Of Ülkü konumuz bu değil ki!" diyerek ayaklanırken o da bağırdı. "Hayır, konumuz tam olarak bu!" "Hayır, değil! Ben Firdevs'le ilgilenmiyorum!" "Hayır, konumuz Firdevs! Ben senden zaten bu yüzden kaçıyorum Çağrı! Yakın arkadaşımla flört ettin, kız en son sevgili olduğunuzu sanıyordu ve sen gelip benimle flört etmeye çalışıyorsun! Ben böyle bir şeye dahil olamam!" "Flört etmeye çalışmadım Ülkü, flört ettim! Salak değilim, sana o mesajları atarken flört ettiğimin de senin bunu anlayacağının da farkındaydım! Bunda bu kadar büyütecek ne var? Benden kaçman zoruma gidiyor. Hoşlanıyorum senden." Telaşla, "Hayır hayır hayır!" diyerek iki adım geriledim. "Öyle bir şey yok Çağrı! Benden hoşlanmıyorsun! Ben de senden hoşlanmıyorum ve o mesajlaşmalar hiç gerçekleşmedi!" Omuzlarını düşürerek bir süre sessizce yüzüme baktı. Ben ise stresten nefes nefeseydim. Üzerimde bu etiketler varken bir de bununla anılmak istemiyordum. Ayrıca Firdevs'in hakkımda yanlış şeyler düşünme ihtimali de beni kahrediyordu. Bu düşüncelerden başımı kaldırıp Çağrı ile göz göze geldim. Kırgın görünüyordu. Bu kez de buna üzüldüm. "Çağrı bak, Firdevs sevdiğim bir arkadaşım. Bunu bu şekilde dile getirmeyi istemezdim ama bizim aramızda herhangi bir şey olamaz. Lütfen bana kızma. Senden rica ediyorum bu mesele duyulmasın. Bak o mesajlardan Nisa'nın bile haberi yok. Ben hiçkimsenin bunu duymasını istemiyorum. Lütfen beni anla." Omuzlarını biraz daha düşürdü. Bunu yaparken bir kez daha sıkıntılı bir nefes verdi. Gözlerini çevrede gezdirirken göğsündeki sıkıntının başka bir şeyden sebep olduğu belliydi. Dudakları bir kez daha aralıktı ve bir kez daha kelimeleri dile getirmiyordu. Hayal kırıklığı ile omuzlarımı düşürdüm ben de. "Kim biliyor?" diye sorarken ses tonuma mağlubiyetin notaları karışmıştı. "Çocuklar biliyor." diye mırıldandı. "Kim?" "Bizim çocuklar işte. Ali, Ferdi, Oğuzhan." Mırıldanışı, bana bir noktada hak verdiğini ve arkadaşlarının bu meseleyi bilmesinden tam da şu an pişmanlık duyduğunu gösteriyordu. "Of Çağrı ya!" diye ağlamaklı bir tonla söylenerek sıralardan birine geçtim. Darmadağın bir yüzle, bozgun bakan gözlerle bir noktaya öylece bakarken düşündüğüm tek şey bunun duyulma ihtimaliydi. Okulda daha önce buna benzer şeyler yaşanmıştı. Arkadaşlarının bir dönem ilişki kurduğu insanlarla daha sonrasında ilişki yürüten birileri olmuş ve bir-iki gün kınanıp sonra unutulmuşlardı. Hatta bazıları sonrasında çok yakıştırılmaya bile başlanmıştı. Bu, yaşıtlarımız arasında zaman zaman olağan görülen ya da üstelenmeyen bir şeydi. Ancak bu kişilerin hiçbiri sarı saçları olduğu için yapmacık görülmüyordu. Saçlarını savurmak onlar için basit bir refleks olduğu için kendini beğenmiş oldukları düşünülmüyordu. Bazen içtenlikle konuştukları zaman ses tonları biraz daha ince çıktığında sahte oldukları söylenmiyordu. Hiçbiri Ülkü değildi. Ve haklarında yapılan dedikoduların miadı çabucak doluyordu. "Bu seni niye bu kadar rahatsız ediyor ki?" Çağrı'nın sesinde sahici bir merak vardı. "Bizi sen ayırmış değilsin. Beni reddettin Ülkü. Benim senden hoşlandığım duyulsa bile herhangi bir suçlama ile karşılaşman çok saçma olurdu. Bu sorumluluk bana ait. İlla suçlayacak birilerini ararlarsa ben o sorumluluğu alırım. Neden bu kadar stres oluyorsun?" Ona ters ters bakmaya başladım. "Çağrı konuşulanları bilmiyormuş gibi konuşma. Sen de bu okulda okuyorsun." "Tamam da ben hakkında öyle şeyler düşünmüyorum. Aksine çok doğal bir kız olduğunu düşünüyorum." "Sen böyle düşünüyorsun ama!" dedim sen kelimesini bastırarak. "Birileri konuşsun istemiyorum! Üstelik aradaki kişi sıradan biri değil, benim arkadaşım! Ben neler konuşulacağını şimdiden kestirebiliyorum. Bence sen de kestiriyorsundur!" Başını iki yana sallamaya başladı. Söze girecekti fakat müsaade etmedim. "Lütfen Çağrı!" dedim ısrar eden bir sesle. "Senden rica ediyorum arkadaşlarınla konuş. Bunun duyulmasını istemiyorum. Lütfen!" Cevap vermek istedi fakat ayaklandım. "Firdevs konusunda da seni uyarıyorum. Ortada fazlasıyla ters bir şeyler olduğu da bunların ne olduğu da belli. Firdevs bu konuda bir gün üzülürse bunun sebebi açıkça sensin. Firdevs'i üzme." Başını ağır ağır sallamaya başladı. "Ben hiç senin dediğin gibi düşünmemiştim." dediği esnada çantamı sırtıma geçiriyordum. "Düşün o zaman. Biraz empati kurarak hareket etsen şunların hiçbiri olmaz." O da benimle ayaklandı. "Haklısın. Çocuklarla da konuşacağım. Duyulmayacak merak etme. Üzülmene izin vermem ben." Yan bir bakış attım. Çünkü halen ayaküstü flört etme çabası beni biraz daha rahatsız etti. O da bu rahatsızlığımı anlamış olacak ki mahcup bir edayla güldü. Sınıfın kapısını açıp geçmem için müsaade etti. Sınıftan çıkıp hızlı adımlarla merdivenlere yöneldik. Hiç konuşmadık. Tek kelime etmeden okuldan çıktık. Vedalaşıp ters istikametlere yöneldik. Muhtemelen Nisa ve Çınar çoktan bir yerlere gitmiş, Akmerkez'in önündeki öğrenci kalabalığı da büyük ölçüde dağılmıştı. Orada görebileceğim kimse kalmamıştı ki ben de zaten kimseyle karşılaşmak istemiyordum. Tek istediğim düşünmekti. Yaya geçidinde beklerken kulaklıklarımı takıp rastgele bir şarkı açtım. Ağır adımlarla okulun arkasındaki parka yürürken kulaklarımda ne çaldığını bile bilmiyordum. Oraya gidip oturmak, sessizce müzik dinlemek ve düşünmek istiyordum. Parka girip birkaç adım attıktan sonra oturacak bir yer bulmak için çevrede göz gezdirmeye başladım. Sol köşedeki karşılıklı banklarda başka bir okulun üniformalarını giyen üç erkek oturuyordu. Tam karşımdaki oyun parkının kaydırağında ise sigara içen başka bir kız öğrenci vardı. Diğer kız karşısındaki salıncakta yavaş yavaş sallanıyordu ve sohbet ediyorlardı. Sağ kısma yöneldiğimde gözüme iki adet boş bank çarptı. İki-üç adım attıktan sonra kadrajımdan dışarı taşan ağaç yaprakları görüş açımı netleştirdiğinde banklardan birinde tek başına oturan bir erkek öğrenci gördüm. Krem renkli pantolonu, lacivert poları vardı. Bir elinde tuttuğu telefona bakarken diğer elindeki sigarasından nefesler çekiyordu. Gülümseyerek yanına ilerledim. Kulaklıklarımı çıkarıp kabloyu telefona sardım. Tam soluna otururken, "Selam!" dedim neşeyle. Sanki az önce stresten ağlamak üzere değilmiş ve kimseyi görmek istemiyormuş gibi. Ne renk olduğunu halen tam çözemediğim kısık gözlerini yüzüme çevirdi. "Selam güzellik! Bu ne güzel sürpriz!" dedi neşeyle. "Ne yapıyorsun burada tek başına?" derken etrafa bakınıyordum. Gözleri beni tebessümle baştan aşağı süzüyordu. "Sen ne yapıyorsun burada tek başına?" Gözlerimiz ortada buluştu. "Nisa, bir arkadaşınla okulda kaldığını söyledi. Erkek bir arkadaşınmış." Telefonunu cebine sıkıştırdı. Sigarasından son nefesi çekerken, "Arkadaşım sayılmaz. Tanıdık diyelim." dedim. Yere attığı izmariti ayağıyla ezerken başını salladı. "Öyle olsun bakalım." Yeniden bana çevirdi başını. "Ee? Ne zaman çizim yapmayı öğreteceksin bana? Sözün var!" Bir anda açtığı bu konu gülümsememi sağladı. "Ne zaman istersin?" diye sorarken genişledi gülümsemem. "Şimdi!" dedi şevkle. "Şimdi mi?" "Evet. Şimdi. Olmaz mı?" "Yani, bilmem." Düşünceli bir ifadenin yerleştiğini bildiğim gözlerim rastgele bir yerlere dokunuyordu. "Ani oldu." "Neden ani oluyormuş?" "Öyle plan falan yapmayınca... Ne bileyim." Afallamış sesime ve düşünceli tavrıma güldü. "Plan yapsak ne olacak ki? Bugün için dün plan yapmışız gibi düşün." "Ama duralit falan yok yanımda." "O ne?" "Kağıdı üzerine koyduğun bir tahta." Bu söylediğimi saçma bulmuş gibiydi. "İlginç." derken dudak kenarlarını aşağı büzdü. "E nerede peki materyallerin?" "Okulda." diyerek güldüm. Çünkü bu meseleyi bu kadar yokuş yapmışken okul yalnızca birkaç metre arkadaydı. Verdiğim yanıta Gökdemir de güldü. "E tamam gidip alalım okuldan." Çizim teknikleri öğretmeye bugün başlamanın mantıklı bir fikir olup olmadığını halen şuursuzca düşünürken göz göze geldik. Gülümseyen gözleri fazlasıyla kısıktı. Ki Gökdemir'in gözleri zaten normalde de kısıktı. Bu sebeple görebildiğim tek şey siyah gözbebekleriydi. "Alalım malzemelerini. Sabırsızlanıyorum senden bir şeyler öğrenmek için." diye mırıldandı. Kısık gözlerinin içinde siyah birer inci gibi duran gözbebeklerine takılı kaldım. Sol köşede sohbet eden erkek grubu büyük bir kahkaha bastığında Gökdemir'in kısık gözleri oraya dönüp yeniden yüzümü buldu. "Başka bir yere gidelim mi?" Duraksadı. "Ulus Parkı'na gidebiliriz örneğin. Daha sakindir." "Olur," dedim ancak anlık bir rüzgar estiğinde ansızın hatırlamış gibi, "Ama tepe orası, daha serindir." diye ekledim. "Üşür müsün?" Hava çok soğuk değilse bile tepedeki kuvvetli rüzgarlar biraz üşümeme sebep olabilirdi. Tek omzumu silktim. "Belki." Üzerimde göz gezdirdi. "İncecik bir triko kazak giymişsin gömleğin üzerine." Ayaklandı. Polarını ağır ağır çıkarırken, "Hallederiz eğer üşüyeceksen." dedi gülümseyerek. *** Hafif serin rüzgarların arasında ilerleyen umarsız adımlarımız bizi ağır ağır Ulus Parkı'na doğru götürüyordu. "Ankaralıyım ben." diyordu Gökdemir. Duraksayıp cümlelerini toparladı. "Yani daha doğrusu aslında babamın memleketi Burdur." "Burdurlusun yani?" dedim gülümseyerek. Onun da dudaklarına içten bir gülümseme sürüldü. Gözleri anlık olarak profilime dokunurken, "Hayır, Ankaralıyım." dedi. "Ankara'da doğup büyüdüm." Ankaralı olmak konusundaki ısrarı gülümsememi genişletti. Es verip, "Sen nerelisin peki?" diye sordu. "İstanbul," derken saçlarımı abartıyla savurdum. Ses tonumda da tıpkı el jestlerim ve yüz mimiklerim gibi abartılı bir inatçılık vardı. Güldü. "Nerelisin?" diye sordu ısrarlı bir edayla. Yan bir bakış attım. "Sen Ankara'da doğup büyüdüğün için Ankaralı oluyorsun da ben İstanbul'da doğup büyüdüğüm için İstanbullu olamaz mıyım yani? İstanbulluyum işte." "Tamam Ülkü." dedi gülerek. Gülüşünde ve sesinde pes etmişliğin notaları vardı. "Ben Burdurluyum. Sen nerelisin?" Yüzümdeki gülümsemeyi silmeden, "Isparta." dedim. "Babam Ispartalı. Doğma büyüme buralıyım aslında ama Ispartalıyım işte." derken omuzlarımı silktim. "Ee? Ankaralısın madem, burada ne işin var? Baban memur falan mı?" Cevabın evet olduğundan neredeyse emindim ancak yanıldım. "Yok, bankacı. Liseyi okumak için geldim ben." Bir eli cebinde, diğer elinde proje çantamı tutarak, yere bakarak ve zaman zaman kadrajına yüzümü alarak yürüyordu. Ben ise merakla profilini izleyen gözlerimi yüzünden çekemiyordum. Profili biçimliydi. Gökdemir'in kesinlikle profilden de bir kara kalemini çizmem gerekiyordu. "Genelde üniversite okumak için şehir değiştirilir. Lise için başka şehre gideni ilk kez duyuyorum." Güldü. Bu cevabı bekliyor gibiydi. "Evet, kulağa saçma geliyor ilk duyulduğunda. Ama babam liseyi hep İstanbul'da okumamı istiyordu. Hatta hep beraber taşınmak istiyordu ama işler hesapladığı gibi gitmedi." "Neden İstanbul'da okumanı istiyordu ki?" "Orada yaşadığımız çevreden pek hoşlanmıyordu. Malum; lise çağları karakterin oturduğu yaşlar. Orada bir çevre edinmemi istemedi. Hem İstanbul kültür mirası bakımından çok zengin. Bunun da etkisi var. Müzeleri gezip ufkumu genişletmemi, sarayları gezip tarihi pekiştirmemi, konserlere gidip gençliğimin tadını çıkarmamı, önemli yapılara gidip deneyim kazanmamı, İstanbul'un güzelliklerini görmemi ve kendimi her anlamda geliştirmemi istiyordu. Daha donanımlı ol, tarihi öğren, kültürlen, genel kültürün zenginleşsin, orada bir çevre edin, eğer üniversiteyi orada okumaya karar verirsen de yabancılık çekme diyordu. Yani kendince bir sürü sebebi vardı." deyip histerik bir gülüş bıraktı. "Ebeveynleri anlamak zor." "Evet, zor." diye mırıldandım. "Ama baban çok mantıklı düşünmüş. Özellikle üniversiteyi burada okuman ihtimaliyle ilgili söylediği şey çok mantıklı. Yani diğer şeyler de mantıklı ama Ankara'da da yapılacak çok şey olduğundan ve kendini fazlasıyla geliştirebileceğinden eminim. Neticede başkent. Son söylediğin bana daha mantıklı geldi." "Yani, orada da bir sürü şey var tabii ki. Ama İstanbul gibi değil. Buranın tarihi yarımadası yeter." Proje çantasını diğer eline geçirip boşta kalan elini cebine soktu. "Ama ben istemiyordum. Ankara'yı seviyordum. Burada özel okul kazanmasam gelmezdim. Teyzem de buraya yakın olunca, kalacak yer de vardı. Yani gelmemem için hiçbir sebep yoktu." "Tam burslu musun?" diye sordum merakla. Başını sallarken zemindeydi gözleri. "Peki üniversitede ne düşünüyorsun? Son senen, değil mi?" Yeniden başını salladı. "Aslında Ankara istiyordum. Dediğim gibi; seviyorum orayı, memleketim neticede." "Şimdi istemiyor musun?" Dudak kenarlarına belli belirsiz bir tebessüm peyda oldu. Bana döndüğü an gözleri gözlerimi kıskıvrak yakaladı. "Bilemiyorum." diye mırıldandı. "Kafam biraz karışık. Belki İstanbul yazarım." Bir süre sessiz kalsak da Gökdemir'in sessizliği bozması uzun sürmedi. "Sen ne düşünüyorsun peki üniversite konusunda? Ailen burada. Burada mı okumayı planlıyorsun?" Bu kez ses tonunda salt merak olan oydu. Derin bir nefes alıp verdim. "Orası biraz karışık ya! Biz Beşiktaş'ta oturuyoruz ama babam taşınmak istiyor. Yani ben burada okusam da ailemle olabilir miyim bilmiyorum." "Başka bir şehre mi?" Kaşları merakla yukarı kıvrıldı bunu sorarken. "Başka bir şehir sayılır." derken alayla güldüm. "Aslında İstanbul ama Sultanbeyli, Sancaktepe, Başakşehir ya da Beylikdüzü gibi yerler düşünüyor." Hayret içinde, "Çok uzak değil mi?" diye sordu. "Çok!" Bu meseleden fazlasıyla rahatsız olduğum için bunu söylerken bıkkın bir tavrım vardı. "Niye taşınmak istiyor ki?" "Seninkiyle benzer sebeplerden. Beşiktaş'ı biliyorsun, biraz sıkıntılı sayılacak bir bölge. En azından genç kız yetiştirmek için." deyip gözlerimi devirdim. "Daha sakin bir yerde, sitede falan oturmak istiyormuş. Beni, sürekli içen gençlerin yanından da bir sürü barın ve meyhanenin bulunduğu muhitten de uzaklaştırmak istiyor sanırım. Bizim evin Abbasağa Parkı'nı görmesi ve orada da geceleri gençlerin takılması cabası tabii." "E İstanbul'da okursan okula nasıl gidip geleceksin? Yani devlet okullarının da özel okulların da olduğu yerler aşağı yukarı belli." "İşte! Sorun tam olarak bu!" deyip gülmeye başladım. "Ne kadar idare edebilirim ki toplu taşımayla? Üniversitelerin servisleri olduğunu hiç ama hiç sanmıyorum. Her gün gidip gelirken ayrı ayrı ikişer üçer saat yol çekmek istemiyorum. Ki İstanbul trafiğinin ne kadar çekilmez olduğunu biliyoruz. Muhtemelen ya yurtta kalacağım ya da ayrı eve çıkacağım." "E baban amacına yine ulaşmış olmuyor ki!" dedi gülerek. "Gel de anlat!" Beraber gülüşmeye başladık. "Ama taktı bir kere kafaya. Mantıklı mı mantıksız mı diye düşünmüyor. Çünkü ona bir kere mantıklı geldi artık." Başımı iki yana sallarken, "Ebeveynleri anlamak zor." diye mırıldandım. Gökdemir başını ağır ağır ve abartıyla yukarı aşağı sallarken Ulus Parkı'na neredeyse vardığımızı fark ettim. Okulun oradan yürüyerek yarım saat süren ve ağır ağır vardığımız bu yere gelişimiz sanki sadece on dakika almıştı. Parka girip ilerlerken çevrede mekanlar ve oturacak yerler olmasına rağmen adımlarımız bizi karşılıklı duran iki banka götürdü. Hava artık biraz daha serin gibiydi. Nisa burada mızmızlansa bu kez ona hak verebilirdim. Ancak şikayet etmedim. Çünkü poların önü açık olsa da sıcak tutuyordu. Gökdemir ise üzerindeki kolları kıvrılmış gömlekle nasıl üşümüyordu, anlamıyordum. Çünkü onun üzerindeki kıyafet için kesinlikle soğuktu parktaki hava. Ben manzaraya bakan tarafa otururken Gökdemir karşıma geçti. Çantamdan duralit ve otuz beşe elli ölçülerde kağıt çıkarırken beni izliyordu. Duraliti kucağıma yerleştirip kağıdı da üzerine koydum. Çantamdan çıkardığım kalem kutumda elime gelen tek eskiz kalemini de çıkardıktan sonra başımı ilk kez kaldırdım. Göz göze gelip bir-iki saniye öylece durduk. "Yanıma gelmeyi düşünmüyor musun?" Soru soran sesime naif bir gülüş karıştı. "Bilmem. Geleyim mi?" "Gel tabii. Nasıl göstereceğim yoksa?" Ben gülerken o tebessümle ayaklandı. Gelip yanıma oturmadan önce karşımızdaki bankı bize doğru çekti ve oturduğunda da ayaklarını banka dayadı. "Heh!" dedim şevkle. "Bu iyi oldu." Ben de ayaklarımı banka dayadığımda yukarıda kalan dizlerim duraliti yerleştirmek için güzel bir destek olmuştu. Fakat etek giydiğimi hatırlamam uzun sürmedi. Ayaklarımı geri indirirken sağa-sola bakıyor, duraliti nereye dayayacağımı düşünüyordum. Gözlerim gayriihtiyari soluma döndüğünde yeniden göz göze geldik. Ne düşündüğümü anlamış gibi, "Tamam benim dizlerime dayarız." dedi çabucak. Duraliti ve kağıdı kendi dizlerine yaslayıp, "Evet," dedi uzun ve heyecanlı bir nefes vererek. "Nereden başlıyoruz?" "Çizgi çekmekten." Şaşkınlıkla bana döndü. "Nasıl yani?" "Bayağı. Çizgi çekmeyi öğreneceksin önce." Gözleri biraz daha büyüdü. Ben bu esnada boş kağıda bakıyordum. "Nasıl çizgi çekmek?" "Bildiğin çizgi işte Gökdemir! Düz çizgi." "Ya Ülkü ne çizgisi? Ben biliyorum çizgi çekmeyi! Bana çizim öğret! Göz, burun, dudak falan! Göz çizmek istiyorum ben!" "Bilmiyorsun canım, bilmiyorsun. Ben de ilk derste bildiğimi sanıyordum, bilmiyorsun." diyerek onu geçiştirdim. Oflamaya başladı. Tavrı bana çok komik gelse de gülmemek için kendimi dizginlemeyi başardım. Bir süre çocuk gibi mızmızlandı. Oldukça sabırsızdı. Ancak boydan boya dümdüz bir çizgi çekmesini istediğimde çektiği ilk birkaç çizgi o kadar yamuktu ki çabucak sustu. Kağıdın ön yüzünü uzunca bir süre; yan, dik ve çapraz çizgilerle doldurduktan sonra neşeyle gülümsedi. Çizgileri çabucak yola soktuğu bir gerçek olsa da bana yine de yeterli gelmiyordu. Fakat yine de uzatmadım çünkü Gökdemir'in heyecanını ve sabırsızlığını görmezden gelemiyordum. "Tamam! Harika!" diye yükseldi. "Şimdi ne yapıyoruz?" Kağıdın boş arka yüzünü çevirdim. "Şimdi daire." dediğimde yeniden mızmızlanmaya başladı. "Ya of Ülkü! Bir saattir çizgi çekiyorum. Onları da yapmayıvereyim!" Kaşlarının ortası havalanmış, çehresine sahici bir hüzün oturmuştu. Küçük bir çocuk gibi görünüyordu. Ve fazlasıyla sempatik duruyordu. Bu kez gülmeden edemedim. "Tamam, söz uzun tutmayacağız. Göz çizmek istiyorum diyorsun, o zaman daire çalışman lazım." Mağlup bir nefes verip ilk dairesini çizdi. Öfkeli çizgisiyle oluşturduğu daire o kadar yamuktu ki; düz çizgide olduğu gibi, daire için de bilek hareketini göstermek adına kendim büyük bir daire çizmek zorunda kaldım. Birkaç daireden sonra çizgilerin tatları sakinleşti, daireler daha biçimli bir hâl aldı. Halen yeterli değildi ancak on beş dakika daire çizdirdikten sonra ona daha fazla işkence etmemeye karar verdim. Yeni bir kağıt çıkardığımda gülümsedi. Heyecanı yerli yerindeydi. Diğer kağıdı çantaya atıp önce obje çizimlerinden başlamamız gerektiğini söyledim fakat bunu şiddetle reddetti. Ne kadar ısrar etsem de obje çizimine ikna edemedim. Onları sonra öğrenebileceğini, şimdi yüz çizmeyi öğrenmek istediğini söylüyordu. Bu defa mağlup nefesi ben verdim. "Tamam, o zaman dudaktan başlayalım." "Neden göz değil?" "Ay Gökdemir taktın göze!" diye çıkıştığımda güldü. "Ne gözmüş arkadaş! Dudak daha kolay, oradan başlayacağız!" Sesim hafifçe yükselmiş olsa da gülüşü en sonunda beni de gülümsetti. Bu, gülümsemenin bulaşıcı olduğunu deneyimlediğim ilk andı ancak bunun farkında değildim. "Şimdi," derken son heceyi uzattım. "Şuraya bir dudak çiz bakalım." dedim ilk etapta. Kucağında duraliti tutan Gökdemir'e biraz daha yanaştım. Kendince bir şeyler çizerken kağıt onun kucağında olduğu için kağıdın kadrajıma düz bir şekilde girmesi adına başımı başına biraz daha yaklaştırdım. Çizgilerine dikkatle bakarken neredeyse yanak yanağaydık. İkimizin de dikkatli bakışları kağıttaydı. Çizimi bitince başını kaldırdı. "Yaptım." dedi kısık bir sesle. İnanılmaz derecede biçimsiz bir dudaktı. "Şimdi sana bunun tekniğini göstereceğim." derken elindeki kalemi aldım. Dizlerini bana doğru kırarak kağıdın önüme gelmesi için acınası bir çabaya girdi. Bir yandan sol eliyle duralitin ve kağıdın tepesinden tutuyor, bir yandan dikkatle yüzümü izliyordu. Elimi eğimli duran ahşaba yerleştirip biraz daha kaydım ona doğru. Elimi duralite halen tam olarak yerleştirememiştim ve düzgün formlar çıkaramama ihtimalim yüksekti ancak o zaten tekniği öğrense yeterdi. "Bak şimdi, dudak çizmek için dairelerden referans alacağız." deyip başımı kaldırdım. Göz göze geldik. Gözlerini ilk kez bu kadar yakından görüyordum. Fakat gözlerini gözlerimden apar topar kaçırıp kağıda döndüğü için irislerini inceleyemedim. Oysa bu muhteşem bir deneyim olacağa benziyordu. Ben de kadrajıma kağıdı aldığımda omuzlarım hafifçe düşmüştü. "Dudak yapmak için ilk etapta üç yuvarlak çizmen yeterli." Bir yandan üst üste attığım belli belirsiz araştırma çizgilerini kullanarak küçük daireler oluşturuyor, bir yandan anlatıyordum. "Böyle hafif hafif çizgiler atıp ortaya belli belirsiz bir şey çıkarman lazım." Gözlerimi yüzüne tırmandırdım. "Buna araştırma çizgisi deniyor." Gözbebekleri yüzümde ağır ağır gezinirken fazlasıyla sessizdi. Başını onaylar gibi salladı. Yüzü mimiksizdi ve gözleri sakinlikle bakıyordu. Yeniden kağıda döndüm. "Yan yana iki tane bitişik yuvarlak atıyoruz. Bu üst dudak boğumumuz oluyor. Sonra hemen altına geniş bir elips atıyoruz. Bu da alt dudak." derken dikkatle üçüncü daireyi yerleştiriyordum. Sesindeki büyüyü ilk kez işittim. "Sonra?" Fısıltısı tam sol kulağımda can bulurken ninni gibi bir tınıda çıkan sesi dikkatimi dağıttı. Gözlerim refleks olarak kağıttan kalkıp karşımda bir yerlere dokundu. Tüylerimin ürperdiğini hissettiğimde üzerimize aynı anda sert bir rüzgar vurmuştu. İrkilerek dikleştim. Yaşadığım, dahası hissettiğim şeyi anlatmak çok güçtü. Tam olarak izah edemezdim fakat o an ses tonu kulaklarımda kelimenin tam anlamıyla çınlıyordu. Bedenimde kol gezen ürpertinin sebebini ise suçsuz rüzgara yüklüyordum. "Üşüdün mü?" diye sorduğunda üzerimdeki poların yakalarını kavradığımı fark ettim. "Kapatsana önünü." dedi, ses tonu halen fazlasıyla yakındı ancak az önceki fısıltılı sesinin büyüsü kaybolmuştu. Gözlerimi yüzüne çevirdiğimde boş baktığımın bilincindeydim. Sarsılmış gibi hissediyordum. Nedenini kestiremiyordum çünkü bunu o an hiç sorgulamadım. Asalak gibi yüzüne bakıyordum yalnızca. Tüm suçu üzerine yıktığım rüzgar bir darbe daha vurdu. Saçlarım uçuşurken, "Kapatsana önünü Ülkü, üşüyeceksin." dedi ve dikleşti. Sağ elini banktan çekerken kolunu arkama ne zaman uzattığını bilmiyordum. Kucağımda duran ellerim birer kum torbası gibi hissettiriyordu. Fakat ellerimi hareket ettiremememin önemi yoktu. Çünkü kağıdı ve ahşabı diğer banka bırakmış Gökdemir zaten çoktan fermuara uzanmıştı. Afallamış bir hâlde yüzüne bakarken aynı ses tonunu yeniden duymayı diliyordum içten içe. O ise poların fermuarını ağır ağır yukarı çekmekle meşguldü. Fermuarı çekti, çekti; yalnızca bir-iki saniye süren bu işlem saatler aldı sanki. Burnuma bir koku dolmaya başladı. Gökdemir fermuarı çekerken ben halen asalak gibi yüzüne bakıyordum. Koku git gide arttı. Sanki saliseler değil, dakikalar geçiyordu peş peşe. Derin bir nefes çekmem için beni zorlayan ve ciğerlerime inen koku şahaneydi. Fermuarı burnumun üzerine kadar çeken ellerini geri indirirken hâlime bakıp içtenlikle güldü. "Çok şirinsin." derken boğukça kıkırdıyor ve beni baştan aşağı kısık gözlerle süzüyordu. Ben ise hareket etmeden yüzünü izliyor ve ona belli etmeden polarını derin derin soluyordum. İki elimin parmağını geçmeyecek günleri bitirişim fazlasıyla yakındı. Kalbimin deli gibi çarpmasına çok az kalmıştı ve ben hiçbirinin biraz bile farkında değildim. *** Yorm satırı 💙 Twitter: esaturk07 |
0% |