Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10 - KAR

@esaturk

 

 

10 - KAR

 

 

Duman - Her Şeyi Yak

15 Aralık 2017 / Cuma

Bir kez daha anlamıştım; Ferit bana ulaşılmazdı, Ferit bana iki gömlek üstündü, ne kadar uzanırsam uzanayım parmaklarım ona dokunmak bir yana, biraz bile yaklaşmayacaktı. Üstelik onun kolları da artık uzanmıyordu bana.

Boyumu aşan yüksek dalgalardı o, ben ise yüzme bilmiyordum. Suyun içinde acınası bir hâlde çırpınan bir kız çocuğuydum. O kadar küçüktüm ki o dalgaların karşısında, olduklarından daha büyük görünüyorlardı. Gün sonunda çırpınmayı bırakıyor, kıyıya vuruyordum. Hırçın dalgaların köpükleri acımasızca tenimi aşındırıyordu. Kıyıda olmanın verdiği güven bir yana dursun, üzerimi örten köpükler bile boyumu aşıyordu.

Ferit benim boyumu aşıyordu.

''Sade kahve,'' Seslenme ile irkilip zeminde gezinen gözlerimi önüme bırakılan kahve bardağına çevirdim. ''Teşekkürler,'' Kahveye uzanırken burnuma dolan, ciğerlerimin müptelası olduğu koku ile derince bir nefes çektim. Gözlerim gayriihtiyari olarak örtülürken bu kokuyu ne kadar özlediğimi fark ettim.

Bir hafta olmuştu ciğerlerime bu koku dolmayalı. Onun yüzünü görmeyeli, sesini duymayalı bir koca hafta olmuştu. Yüz yıl olmuş gibi hissediyordum. Her seferinde öylesine okuyup geçtiğim o şiirin satırlarındaki anlam şimdi kalbimi titretiyordu.

''Firuze,'' Ciğerlerime bir derin nefes daha çektim. Sesine kulak kesildim, bir kez daha seslenmesini istedim adımı. Ona olan özlemimin ne denli derin olduğunu henüz anlıyordum. Yalnızca tek bir haftada boğulmuştum bile o dalgalarda; boğulmuşum.

''Firuze,'' dedi kısık sesi bir kez daha. Başımı dikleştirdim, elime kapak alıp karton bardağa takarken sol omzumun ardına doğru seslendim. ''Efendim Ferit?'' Yaklaşık bir metre ötemizdeki dolapların cam kapaklarına yansıyan yüzünün hatları gevşedi. Gözlerini kısa bir süre için sıkıca yumup açtı.

Bekledim bir süre; konuşması için, sesini duymak için. Fakat sessiz kaldı. Soldaki kapıya doğru yönelmek üzere bedenimi çevirdim. Hızlı bir manevrayla önüme geçti. ''Firuze,'' dedi bir kez daha. Ve bir kez daha devamını getirmedi.

Bıkkın bir nefes verip başımı kaldırdım. ''Adımı biliyorum Ferit!'' dedim öfkeyle. Gözleri hiç beklemeden gözlerimi yakaladı. "Nasılsın?" diye sorarken neredeyse fısıldıyordu. Gözlerim kara harelerini aşındırırken kalp atışlarımı genzimde hissediyordum.

Başımı hafifçe sallayarak boğazımı temizledim. Kendimi toparlamak için aldığım acı bir aksiyondu. "İyiyim, sen?" Ses tonumu düz tutmak için fazladan çaba harcadım. Başını sallayarak, "İyiyim," dedi. Bu kez sesini neredeyse hiç duyamamıştım.

Dudakları aralandı, yeniden kapandı. Siyah irislerinden kelimeler süzülüyordu, yine ve yine. Gözleri ile bir şeyler konuşuyordu ancak bunlar yine benim için bir şey ifade etmiyordu. Yeniden yaşıyordum bunu, yeniden yaşıyorduk. Başa sarmıştık.

Anlamıyordum söylediklerini. Suskunluğunda yatan paragrafları benim için boş birer sayfadan ibaretti. Artık buna tahammül edemiyordum. Başa sarmış olmamız hazmedebileceğim bir şey değildi, gözlerinden geçenleri okuyamamam da. Gözlerimi öfkeyle kısmış, gözlerine dikmiştim. Elimdeki karton kahve bardağını sıkıca tutan avuçlarım kaşınıyor, boynuna uzanmak için bana meydan okuyordu. Artık tahammülüm yoktu tüm bunlara.

Ferit'e rağmen Ferit'e koşmak isteyişimi artık kaldıramıyordum.

"Anlamıyorum Ferit!" derken artık buna gücüm ve sabrım kalmadığını ona da netlikle belirtmiş oldum. "Bakıyorsun yine, konuşuyorsun! Anlamıy-"

Fısıldar gibi, "Özledim seni," dedi beklemeden. Sözlerim onun için bir yeşil ışık mı olmuştu yoksa bu durum artık ona da mı yorucu geliyordu, bilmiyordum. Ancak beklemeden söyledi bunu. Yakararak söyledi. "Bir haftadır görmedim seni, görüşemedik. Özledim seni." derken bu kez sesi oldukça dostaneydi.

Sesine kurulan dostane tavır ile histerik bir gülümseme peyda oldu dudaklarıma. Sarkastik bir gülümsemeye dönüştü akabinde. Dudak kenarlarım biraz acıyla, biraz alayla kıvrılmışken sahte olduğu belli bir gülümseme takınıp, "Dersim var Ferit, görüşürüz." dedim.

Kantin kapısından çıkarak fakülte binasına ilerlemeye koyuldum. Birkaç dakika sonra, rotasını kendisi çizen adımlarıma kızarak duraksadım. Öfkeli ve bıkkın bir nefes vererek geri döndüm. Ferit kantinden çıkmış, mühendislik binasına doğru ilerlerken ben Muhammet'i beklemek üzere kantindeki boş masalardan birine adımlamaya başlamıştım. Başım sağa dönmüş, Ferit'in uzaklaşan sırtını izliyordum. Birine baş selamı verdi. Gözlerim baktığı noktaya çevrildiğinde Muhammet hızlı adımlarla yanıma geliyordu. Kadrajımda olmayan rotama doğru hızlı adımlarla ilerlerken biriyle çarpışmam kaçınılmaz oldu.

Telaşla önüme dönerken, ''Ay! Özür dilerim!'' diye telaşlı bir çıkış yaptım aynı anda. ''Önemli değil,'' diyen ve beni baştan aşağı süzen Melih'ti. Yüzümdeki mimikleri hızla yok edip ifadesiz bir yüz takındım. Başımı dikleştirdim ve saçlarımı hafifçe geri savurarak, ''Özür dilerim,'' dedim daha ciddi ve düz bir sesle. Bedenimi ağır ağır yalayan gözleri elimdeki kahveye dokundu, yüzüme çevrildi. ''Yandın mı?'' diye sordu yeniden kapağı kapalı kahve bardağına bakarken. ''Hayır, kusura bakma tekrar.'' derken sesim yine oldukça düzdü. Başını hafifçe eğdi. ''Görüşürüz,'' dedi dostane bir sesle.

İlerleyip boş masalardan birine kuruldum. Hemen akabinde Muhammet de yanımdaki sandalyeyi çekip kuruldu. Başını çevirmiş, Melih'in gidişini izliyordu. ''Bugün kabul günün mü? Bu lavukların ikisini de peş peşe görüyorum.'' dedi imalı bir sesle.

Yüzümü ekşittim. ''Muhammet, zaten canım sıkkın, lütfen.'' Bir yandan montumun cebindeki sigara paketini çıkarıyor, bir yandan sıkıntılı nefesler koyuveriyordum.

Yüksek sesle, ''Anlat,'' dedi ve ardına yaslandı. ''Anlat Firuze, yine en son bana anlat bakalım.'' derken sesi oldukça sitemkârdı. Yan bir bakış attığımda paketinden çıkardığı sigarayı dudaklarına götürüyordu. Uzun bir nefes çekip geri bıraktım. ''Ferit'e artık set çekeceğim Mami.'' dedim mağlup bir sesle.

Burnundan nefes vererek güldü. ''Kaç oldu bu?'' diye sorarken bu kararımla alay etmekten gocunmadı. ''Bilmiyorum, saymadım.'' dediğimde buna benim de gocunmadığım oldukça açıktı.

Gözlerini yüzüme dikti. Derin bir nefes çekip geri bıraktı. ''Ne oldu Firuze?'' diye sordu bana doğru hafifçe eğilerek. Odağına tamamen beni almış, masada gezinen gözlerimi yüzüne çevirmemi ve onunla iletişim kurmamı bekliyordu. Kısa bir süre sessiz kaldım, kafamın içindekilerden saklanır gibi, kafamı kuma gömer gibi sessizliğe büründüm. Akabinde yavaş yavaş, her şeyi birer birer anlatmaya koyuldum.

Yaklaşık yarım saat boyunca beni sessizce dinledi. Tek bir kelime bile etmeden, öylece sustu. Ancak verdiği sıkıntılı ve öfkeli nefesler, alaylı ve öfkeli gülüşleri ve zaman zaman gerilen çenesi, suskunluğunun esasen avaz avaz bir suskunluk olduğunu işaret ediyordu. Nihayet sonuna vardım, hiçbir detayı atlamadan sonuna kadar geldim olanların. Artık sesim titriyordu çünkü hazmedemediğim şeyler, onları dışarı döktükçe azalması gerekirken içimde büyüyordu. Bunun sebebi; bunlarla yüzleşiyor olmamdı. İçten içe inandığım, bildiğim şeyler, sesimden döküldüğünde somut birer gerçek oluyor ve kalbime çizikler atıyordu.

''Ben öylece kaldım orada,'' derken süs havuzunun ardını işaret ettim. ''Tam şurada, öyle kaldım. O da fakülteye gitti.'' İkinci sigaramdan bir nefes çekip acele etmeden üfledim. ''Sonra bir hafta görmedim. Okula falan gelmedi. Hiç konuşmadık. Ben aramadım, o da aramadı. Ben mesaj atmadım, o da atmadı.'' Kadrajıma Muhammet'in sarışın yüzünü aldığımda mavi gözleri öfkeyle çalkalanıyordu. Ancak bunu bana belli etmemeye çalışıyordu. ''Bugün gelmiş okula, kantinde karşılaştık. Geldi, özledim, falan dedi. Bir haftadır konuşmamışız, görüşmemişiz, özlemiş. Nasıl olduğumu sordu.'' dedim alayla.

''Sen ne dedin?'' diye sorarken ilk kez konuşuyordu. Ses tonunda ikaz yüklüydü. ''Bir şey demedim. Dersim olduğunu söyledim, çıktım.'' Bir süre sessiz kaldı. Sigaramı bitirdim, söndürdüm. Masadaki çakmağı çevirmeye başladım. ''Özlemiş?'' dedi sorar gibi. Başımı savurarak gözlerimi devirdim. ''Öyle değil. Sesi oldukça arkadaşçaydı; dostaneydi yani. Yani geçen seneki Ferit gibiydi.''

Bir süre profilimi izledi. ''Bırak artık!'' dedi dişlerinin arasından. ''Bırak artık Sebo! Bırak şu çocuğu! Bırak gitsin, keyfine bak!'' derken öfkesini gizlemeye çalışıyordu ancak başaramıyordu.

''Bıraktım zaten.'' dedim beklemeden. Güldü. ''Kaç oldu bu Sebo ya? Her seferinde aynını söylüyorsun. Ben sayamadım. Artık bırak!'' Yutkundum. ''Her defasında yıkıyor çünkü o kararı Muhammet!'' Sitemle ona döndüm. Sitemim Ferit'eydi. ''Her seferinde set çekiyorum, her seferinde yıkıyor o seti. Elimde değil, bir şey yapıyor ve ben yine ona gidiyorum.''

''Şeytan tüyü var orospu evladında.'' dedi sert bir sesle. Güldüm. ''Haklısın, bence de var. Yoksa bu kadar kolay teslim olmam ben, biliyorsun.'' dedim göz teması kurarak.

Bu fikrime katılmadığı yüz ifadesinden belliydi ancak üstelemedi. Birkaç saniye sessiz kalıp bana doğru eğildi. ''Tamam, de, kırayım ağzını burnunu.'' dedi gülerek. Gözlerimi devirdim. ''Muhammet!'' dedim sitem ederek. Biraz daha büyük bir iştahla güldü. ''Kızım de, tamam, de. Gider hayatını sikerim. Sikmezsem bana Muhammet demesinler.''

Bu kez öfkeyle seslendim adını. ''Hanzo musun ya?! Maganda mısın?! Onlar nasıl laflar?!'' derken sesimi yükseltmemek için mücadele veriyordum fakat sesimdeki öfke yine de seçiliyordu. ''Hah!'' dedi iştahla. Halen gülüyordu. Üzerime eğilip bana sarılırken de gülmeye devam etti. ''Şöyle ya! Yüksel, posta falan koy! Ne o öyle sulu göz ayakları? Biraz Firuze ol kızım! Busun sen!'' derken keyifle gülümsüyordu. Bu duyduklarımla benim dudak kenarlarım da kıvrıldı.

Bir süre oturup gündemden konuştuk. Akabinde saat bir buçuk olduğunda yanımdan ayrıldı. Kalan yarım saatte Sıla'yı bekleyecek ve iki gibi de derse girecektim. Muhammet'in gidişinin getirdiği yalnızlığı, telefonda konuşarak değerlendirecektim.

Çünkü ben yalnız yaşayan bir kadın olarak, yalnızlıktan hazzetmezdim.

Sigara paketimin bittiğini gördüğümde sandalyemin sırtına astığım çantaya uzandım. Sırt çantasının içine elimi sokmuş, rastgele karıştırırken Suat'ın sesi duyuldu. ''Firuze, nasılsın?'' Yan masamdaki erkeklerin yanlarına oturuyordu. Yüzüme nazik bir gülümseme bocaladım. ''İyiyim Suat, sen nasılsın?'' Gülümseyerek başını eğdi. ''Tekneden haber var mı?''

''Henüz yok. Son nüanslar belli değil daha. Finale bir-bir buçuk hafta kala ancak belli olur.'' dedim. Başını salladı. ''Tamam, haber verirsin bana.'' Ben de başımı eğdim. ''Vereceğim, çok teşekkürler tekrar.'' Gülümsemesi genişledi. ''Rica ederim.'' Birbirimize baş selamı verdik ve önüne döndü.

Sigara paketi, bu kısa sohbet esnasında elime bir türlü gelmediğinden arkama doğru biraz daha çevirdim bedenimi. Kaşlarımı öfkeyle çatmış, elimi artık çantanın içinde daha hararetli gezdiriyordum. Küçük paket nihayet elime geldiğinde önümde eğik duran başımı, önüme dönmek için kaldırdım. Zeminde gezdirdiğim öfkeli bakışlarım karşıma takıldı. Ferit, iki metre ileride, bana dönük duran bir sandalyede oturuyordu. Hafifçe öne eğilmiş, dirseklerini dizlerine dayamış, öylece bakıyordu. Onun kaşları da benimkiler gibi çatıktı.

Gözlerimdeki hâli hazırda konumlanmış öfke biraz daha harlandı. Sanıyordum ki; bir süre, onu her gördüğümde öfke gezinecekti damarlarımda. Beklemeden, duraksamadan, aksiyonlarımı biraz bile yavaşlatmadan önüme döndüm.

Telefonumu elime aldım ve hem öfkemden hem de yalnızlığımdan kaçmak için annemi aramaya koyuldum. Kendimi yalnız hissettiğimde hep onu arardım ve son zamanlarda bunu hissetme aralığım sıklaşmıştı.

Üç çalıştan sonra çağrı yanıtlandı. ''Efendim anneciğim?'' diye bağırarak açtı annem telefonu. Gülümsedim. ''Nasılsın anne?'' Paketi açmaya başladım. Yalnızken sigara tüketimimi de çoğaltıyordum. ''İyiyim yavrum. Sen nasılsın?'' diye sordu neşeyle. ''İyiyim, okuldayım. Öyle bi' arayayım dedim.'' Güldü. ''Yalnızsın galiba?'' dedi imayla sorar gibi. Sigaramı ateşledim. ''Anne! Laf sokmasan olmuyor mu?''

Bir kez daha güldü. ''Olmaz efendim, kusura bakma. Yalnız hissettiğinde arıyorsun beni hep. Bir de moralin bozuk olunca.'' Derin bir nefes aldım. ''Anne aşk olsun ya! Daha iki gün önce aradım seni. Yalnız da değildim, Meryem yeni gitmişti.''

''Bir de moralin bozuk olunca, demiştim.'' diyerek cümlesini yineledi. Sıkıntılı bir nefes verdim. ''Neyse ne, sınavlar nasıl gidiyor?'' Sigaramın külünü silktim. ''Başlamadı daha, bir ay var.'' Kısa bir süre sessiz kaldı. ''Firuze ile konuşuyorum Vedat!'' diye seslendi öfkeyle. Güldüm. Muhtemelen babam, annem yine telefonda konuştuğu için söyleniyordu. Bir anda babamın sesini işittim.

''Yavrum!'' Babam bana böyle içten hitaplarla seslendiğinde her defasında kalbim sızlıyordu. ''Versene telefonu Handan!'' Bir kez daha güldüm. Kısa bir mücadeleden sonra babam telefonu aldı. ''Kızım, nasılsın?'' diye sordu içten bir sesle. ''İyiyim babacığım, sen?''

''İyiyiz Allah'a şükür. Fakülteye gidip geliyorum, bir yaramazlık yok. Sende ne var ne yok?'' Israrla telefonu istedikten sonra yalnızca bir-iki soru sorup anneme geri vereceğini biliyordum. Bu sebeple gülümsemeden edemiyordum. ''Ben de fakülteye gidip geliyorum. Bende de bir yaramazlık yok.''

''Ha, iyi. Zaten ben haberlerini Mümtaz'dan alıyorum. Sen rahatke.'' dediğinde büyük bir kahkaha attım. Babam da benimle birlikte iştahla kahkaha atıyordu. ''Öğrencilerden bayağı bir şey kapıyorsun bakıyorum.'' Mırıldanarak onayladı. ''Onların benden bir şeyler kapması gerekirken ben onlardan jargon kapıyorum, hayat işte! Ne yaparsın?'' dedi sitemle. Haklıydı. Söylediklerini başımı sallayarak dinledim. Cevap vermeme müsaade etmeden, ''Kızım annene veriyorum, kudurdu burada. Bir şey istiyor musun benden?'' diye sordu. ''Yok babacığım, görüşürüz, dikkat et kendine.'' dedim. ''Tamam yavrum, sen de dikkat et. Derslerine odaklan, erkek denen ırka da güvenme bak, onların şimdi akılları bir karış havadadır.'' Bıkkın bir nefes verdim. ''Baba!'' Güldü. ''Görüşürüz yavrum,'' dedi. ''Görüşürüz.''

Annemin sitemli sesi git gide yakından gelmeye başlıyordu. ''Sanki kendi o yaşlarda olmadı. Sanki kendisinin aklı havada değildi!'' Ben kıkırdarken annem söylenmeye devam ediyordu. ''Ben de ona güvenmeseydim o zaman, o da erkek. Allah Allah ya!'' Sigaramdan son nefesi çekerek küllüğe bastırdım. ''Tamam anne boş ver, adam kızına sahip çıkmaya çalışıyor, ne yapsın?'' Uzun bir nefes verdi. ''Aman neyse, neler yapıyorsun?''

''Okula gidip geliyorum işte anne,'' derken gözlerim karşıya, kantinin sağındaki araya takıldı. Ferit ayakta dikiliyor, hiddetle bir şeyler söylüyor, bir şeyler yapıyordu. Ancak önümden geçip giden öğrenciler görüşüme ket vuruyordu.

''Sadece okula mı gidip geliyorsun?'' Gözlerimi kırpıştırarak annemin söylediklerine odaklanmayı denedim ancak yine de gözlerimi o noktadan çekemiyordum. ''O ne demek öyle?''

''Seninle son birkaç defadır konuşurken sesin farklı geliyor kızım. Demeyeyim, demeyeyim diyorum ama bu ses tonun, konuşma şeklin çok tanıdık Firuze.''

Geçip giden öğrenci seli önümde bir perde olmuş, görüşümü zorlaştırıyordu. Ancak devamlı hareket eden, siyah montlara bürünmüş bedenler arasından gördüğüm kadarıyla Ferit'in el jestlerinin harareti arttı. ''En son geçen sene böyleydin sen. Sonra o uzun boylu çocuktan bahsettin. Kumral olan. Neydi adı, Merih mi?''

Tüm o siyah montların, kasvetli havanın altında hareket eden renksiz insanların arasından bir renk göz kırpıyordu. ''Melih,'' dedim. Ferit'in karşısında sarışın bir kız vardı. Koyu yeşil bir mont giymişti. Uzun boyluydu. Uzun sarı saçları neredeyse beline kadar iniyordu.

''Hah, Melih. Bak en son o çocuktan bahsetmeden önce böyleydin Firuze.''

Sarışın kız Hazal olabilir miydi? Kız Ferit'in kollarını tutmuş, parmakları üzerinde yükselerek bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Ferit ise düz bir ifadeyle yüzüne bakıyor, ara sıra kollarını hareket ettiriyordu. Ferit'i doğru bir şekilde gözlemlemek ve içinde bulunduğu duygu durumu hakkında tahmin yürütmek için oldukça uzaktım.

''Sonra anlattın, ağladın, ağladın, ağladın.'' Annemi mırıldanmalarla onaylayarak dinliyordum yalnızca. Normal şartlarda uzun uzun yanıtlardım söylediklerini, muhtemelen sesim de biraz yükselirdi. Ancak aynı anda iki şeye tam anlamıyla odaklanamıyordum. Ferit ve Hazal olduğundan emin olamadığım sarışın kıza bu derece odaklanmışken annemi dinleyebiliyor olmam bile takdir edilesi bir şeydi bence. ''Bu kadar kendini kaptırma, dedim. Tamam, dedin. Sonra ne zaman konuşsak o çocuk için bitti dedin. Demedin mi kızım?''

Kızın hareketleri hiddetlenmişti. Ferit'in aksiyonlarının hiddeti de aynı oranda artıyordu. ''Dedim,''

''Şimdi ne oldu da yine geldi sana bu hâller Allah aşkına? Üzülüyorum kızım, yapma bunu kendine.'' Kız parmakları üzerinde biraz daha yükseldi. Tam o anda oldukça radikal bir davranışta bulundu. Ferit'e doğru uzattığı dudakları, Ferit'in dudaklarını on ikiden vurdu.

O kız Hazal'dı.

Ferit onu itmedi.

Bora'ya bitti, sildim, demişti. Ancak görünen oydu ki silinen herhangi bir şey yoktu. Ben bu durumda ikinci ihtimal olarak bu sandalyede oturuyordum. O kız Hazal'dı ve bana yapılan bu muamele korkunçtu.

''Vallahi üzülüyorum anneciğim, sen üzüldüğünde ben kahroluyorum.'' Önümden geçen öğrenciler görüş açıma halen ket vururken oturduğum sandalyeye çakıldığımı hissediyordum. Gözlerimi masaya indirdim, annemin sesi kulaklarıma dolmaya devam etti. Göğsüm kalp atışlarımla kalkıp inerken zemine serilmiş gibi hissediyordum. ''Hiçkimseyi kendinden öte düşünme. En önemli şey sensin Firuze.''

Gözlerimi yeniden aynı noktaya kaldırdığımda ikisi de orada yoktu artık. Bu kez gözlerimi zemine indirdim. Derin bir nefes alarak sigara paketime uzandım.

Yalnızdım, annemle konuşuyordum ve bu durumda yalnızca sigara eksikti.

''Anneciğim?'' diye seslendi annem. ''Kime diyorum?'' Sigaramı ateşlerken sesimin titrememesi için kendime telkinler veriyordum. ''Buradayım,'' dedim. ''Neden cevap vermiyorsun söylediklerime?'' diye sordu sitemle. ''Haklısın, verecek cevabım yok.'' Bir süre sessiz kaldı. Çünkü bu konuşma aramızda ilk defa geçmiyordu ancak ben ilk kez bu cümleyi kuruyordum. Afallama hâlini üzerinden attıktan sonra derin bir nefes aldı.

''Neyin var kızım senin?'' diye sordu lafı dolaştırmadan. ''Bir şeyim yok,'' dedim. ''O yüzden mi sesin içine kaçıyor Firuze?'' Sıkıntılı bir nefes alıp verdim. ''Bir şey yok anne. Nereden çıkarıyorsun Allah aşkına? Haklı olduğun için verecek cevabım yoktu. Sesim az çıkıyor çünkü yorgunum.'' Bir süre sessiz kaldı. ''Anneler bilir Firuze, sen istediğini söyle, ben anneyim. Ve benim söylediklerimi yabana atma.'' Annemin beni bu kadar iyi tanımasından nefret ediyordum. ''Neyse, kapatmam lazım. Ayten teyzen gelecek. Görüşürüz yavrum, dediklerimi unutma.'' dedi. Sanki görecekmiş gibi başımı salladım. ''Tamam, selam söyle. Öpüyorum babamı da seni de. Dikkat edin kendinize.''

Telefonu kapattıktan sonra sigaramı hızla bitirip ayaklandım. Bu kez rotam gerçekten fakülte binasıydı.

***

Bir saatlik ürün grafiği dersinden çıkmış, sarsak adımlarımı fakülte merdivenlerinden savuruyordum. Proje çantamı taşıyacak kadar bile enerji hissetmediğimden dolabıma bırakmıştım ve çizimlerimi yapmak için okula erken gelmem gerekecekti. Duygusal anlamda bu kadar zayıf olmayı gururuma yediremiyordum ancak elimden bir şey gelmiyordu.

Bu tip şeyleri kafama takmaktan, düşünüp durmaktan ve önceliğim olması gereken şeyleri arka etmekten nefret ediyordum. Fakat yine de bunların önüne geçemiyordum.

Kulaklığımdan gelen telefon bildirimi sesi, dinlediğim müziği bastırdığında telefonu öfkeyle cebimden çıkardım. İlk yaptığım telefonu sessize almak oldu. Merdivenlerin ortasında durup bildirim paneline baktım ve hızla mesaj yazmaya koyuldum.

Hande Gümüşdağ:
Güzelimmm
Gruptan kızlarla da konuştuk ama özelden de yazayım dedim
Gel mutlaka bekliyorum

Siz:
Bakalım
Gelmeye çalışırım
Haber veririm

Hande'nin, henüz taze sayılabilecek o olaydan sonra halen bana bu şekilde hitap ediyor olması, üstelik bunu rahatlıkla yapıyor olması sinirlerimi bozuyordu. Fakat yine de sesimi çıkarmıyordum, bir de buna enerji harcamak istemiyordum. Yirmi iki yıllık hayatımda ilk kez bu kadar yorgun hissediyordum.

Fakülte kapısından çıktığımda yağmur damlaları üzerime dökülmeye başladı. Hava çok soğuk olmasına karşın halen kar yağmıyordu. Birazcık da olsa kar yağması için birçok şeyimi feda edebilirdim. Kar yağdığında garip bir şekilde modum yükseliyor, neşem yerine geliyordu. O yumuşak, küçük taneler, üzerime her düştüğünde ve yumuşaklıklarını her hissettiğimde dudak kenarlarım mutlulukla kıvrılıyordu.

Soğuk havayı umursamadan adımlarımı koruya yönelttiğimde telefonum bir kez daha titredi. Bu kez kulaklıktan yüksek sesle yayılan müzik sesi kısılmadığı için bu beni biraz bile rahatsız etmedi.

Meryem Bağcı:
Firuze
Hande'nin doğum gününe gelecek misin?

Siz:
Bilmiyorum Meryem
Gelmem muhtemelen

Meryem Bağcı:
Yapma Firuze ya

Siz:
Bir şey yaptığım yok

Meryem Bağcı:
Neden gelmiyorsun

Siz:
Ne demek neden?
Olanları unuttun galiba?
Bu kadar çabuk yumuşayacağımı mı düşündün gerçekten

Meryem Bağcı:
Hayır tabii ki unutmadım
Belki Ferit yüzünden gelmiyorsundur diye düşündüm

Yavaşça akan adımlarım duraksadı. Kaşlarım merakla çatılırken, bu konuşmanın beni öfkelendireceğini düşünüyordum.

Siz:
Ferit ne alaka

Meryem Bağcı:
Ferit de gelecekmiş ya
Haberin yok mu

Siz:
Konuşmuyoruz biliyorsun
Haberim yok

Meryem Bağcı:
Bana da Hande söyledi

Siz:
Hayır ne alaka anlamadım
Ferit ne alaka yani???
Ne zamandır Hande ile yakınlar bu kadar

Meryem Bağcı:
Bora da gelecekmiş Ferit de
Akın gelmiyor galiba
Yani belli değilmiş ama Hande muhtemelen gelmez dedi

Siz:
Hayatımda daha saçma bi şey duymadım

Meryem Bağcı:
Asgfgshaj
Valla ben de anlamadım
Ama eğer gelmezsen Ferit yüzünden gelmemişsin gibi olacak
Haberin olsun

Siz:
Bıktım
Cidden bıktım
Hande'ye mesafe koymak istediğimde koyabilmek istiyorum
Ferit'e mesafe koyabildiğimde koyabilmek istiyorum
Gerçekten bazı şeylerin elimde olmaması artık canımı sıkıyor

Meryem Bağcı:
Haklısın güzelim
Ama Ferit'e koyduğun mesafeler hakkında haklı olduğunu düşünmüyorum
Ferit'e çektiğin setleri kendin yıkıyorsun

Siz:
Sağol ya Meryemmm
Cidden

Meryem Bağcı:
Adgahha aşkım kızma
Gerçekleri söylüyorum
Neyse
Bil yani
Ona göre geleceksen gel
Gelmeyeceksen gelme
Haberin olsun

Siz:
Tamam sağol haber verdiğin için

Telefonu cebime sıkıştırıp atıştıran yağmurun altında, rampa aşağı yürümeye devam ettim. Biraz ileride, büyük bir çam ağacının altında duran bank kuru olmalıydı. Ancak bankta oturan başka biri vardı. Böyle bir soğukta, bu denli rüzgar alan bir koruda benden başka hangi ahmak otururdu ki?

Sakin adımlarımı ileri doğru savurdum. İlerledikçe adımlarım yavaşladı. Çünkü attığım her adımda, müptelası olduğum o koku doluyordu burnuma. Bir bankı geçtim, ilerledim, bir bankı daha geçtim. Çam ağacına yaklaştığım her adımda ciğerlerime o doluyordu.

Henüz dün, Siyah Üzüm Buğusu olan ben, yeniden Arkadaş Firuze idim şimdi. Siyah Üzüm Buğusu, nerede olduğunu bilmediğim bir mezarlığa gömülmüştü bir anda. Mezarlığın yerini yalnızca o biliyordu. Gayet tabii, Siyah Üzüm Buğusu'nu toprağın yüzüne çıkaracak da yine oydu. Bu büyük bir haksızlıktı. Ancak bu haksızlığı biraz da ben kendime yapıyordum, bunun da farkındaydım.

Çam ağacının yanına vardığımda adımlarım durmadı. Ferit'i geçtim, ilerledim. Bir bank öteye kadar yürüdüm. Arkadaş Firuze ne yapardı, diye düşündüm. Arkadaş Firuze, arkadaş gibi davranırdı. Radikal bir kararla geri döndüm. Adımlarım bu kez rampadan yukarı tırmanıyordu. Koruda yokuş yukarı çıkarken bayır aşağı savruluyormuş gibi hissediyordum.

Yanına kadar geldim, git gide ciğerlerime daha çok dolan kokusu, bu kez ilmek ilmek işleniyordu ciğerlerime. Saçları, ince ince yağan yağmurdan dolayı biraz ıslanmıştı. Bende şişme mont ve hatta atkı olmasına rağmen onun üzerinde yalnızca deri ceket vardı ve üşüyor gibi de görünmüyordu. Gözlerini karşısından çekmeden yavaşça dikleşti ve oturuşunu toparladı. Sağ dizinin üzerinde duran sol ayak bileğini aşağı indirdi. Dirsekleri hâlâ bankın iki yanına yaslı bir şekilde duruyordu. Yavaşça soluna iliştim.

Karşımızda kalan İstanbul oldukça kasvetliydi. İlk kez İstanbul'un hüzünlü bir şehir olduğunu düşündüm. Belki de psikolojik olarak yalnız kalmak istemiyordum ve yanıma arkadaş arıyordum.

İstanbul bana iyi bir arkadaş olabilirdi.

Tıpkı benim Ferit'e, Ferit'in bana olduğu gibi. Biz yeniden o garip arkadaşlardık.

Üç hafta sonra, yeniden.

Aynı anda derin birer nefes aldık. Birbirimize dönüp bakmadık bile. Selamlaşmadık. Ancak Ferit'in afalladığını biliyordum, onu tanıyordum. Göz ucuyla gördüğüm kadarıyla düşünceli görünüyordu, hüzünlü görünüyordu; üç hafta önceki Ferit gibi görünüyordu. Gerçekten de üç hafta öncesine dönmüştük biz, her şeyimizle.

Uzun süre sustuk. Nefes seslerimiz birbirine karıştı, ağaçlar sarsılırken yaprakları rüzgarla şakırdamaya devam etti, yağmur damlaları yürüyüş yoluna düşüp durdu, Ferit'in kokusuna ıslak toprak kokusu karıştı ve dakikalar böylece geçti.

"Hazal," dedi nihayet zor çıkan sesiyle. Biliyordum. Başımı sağıma doğru çevirdim yüzüne bakmak için fakat şapkam bir gözümü kapatıyordu. Dudakları aralanmış, kaşlarının ortası kalkmış bir şekilde bana bakıyordu. Önüme, manzaraya döndüm. Ne demek istediğini sorar gibi kollarımı hafifçe sarsarak iki yana açtım yavaşça.

"Hazal'dı," dedi kısık bir sesle. Yanıtlamadım. Dudaklarımı dişliyordum, o ise bunu şapkamdan dolayı göremiyordu. Doğruldu, önüme doğru biraz eğildi. Hâlâ görüş açımda değildi. "Hazal'dı Firuze," dedi ısrar eder gibi. Bir şey söylememi beklediği çok açıktı. "Yani Ferit?!" dedim sesimi yükselterek. Bakışlarımı ansızın ona çevirdim.

Şapkamın kenarına uzandı, biraz geriye doğru çekti. Şapkamın arkasına saklanan sağ gözüm de meydana çıkmış oldu böylece. Bir süre gözlerini gözlerime dikti, hafif yağan yağmurdan dolayı bakışları biraz kısıktı. ''Bizim okulda okuduğunu söylemiştim.'' dedi, yanıtlamadım. ''Konservatuar,'' dedi, yanıtlamadım. Gözlerimi siyah gözlerinden çekmedim. Yüzümde hiçbir ifade yoktu. Bir-iki saniye öylece kaldık. Önüme dönerek, "Yani?" dedim sorar gibi. Bunu yaparken sıkıntılı bir nefes vermiştim. "Neden açıklıyorsun? Anladım zaten." dedim kısık bir sesle. Sesimin bu kadar kısık çıkmasından hoşlanmıyordum.

Bir şey söylemeyecekti. Söylemezdi. Böyle durumlarda susardı.

"Açıklamak istiyorum çünkü Firuze." dedi dominant ancak yumuşak bir sesle. Beni yanıtlamasına şaşırdım fakat gözlerimi manzaradan çekmedim. Onun bakışları ise hâlâ profilimdeydi. Bu kez ben sessiz kaldım.

Bir müddet sonra adımın önündeki sıfatı hatırladım. Arkadaş olmanın gerektirdiklerini de öyle. İçten olmasını umduğum bir gülümseme ile ona doğru döndüm. "Güzel kızmış," dedim koluna dostane bir tavırla dokunarak. "Bence bir şans vermelisin"

Hayretini gizlemeye çalışıyordu. Siyah irislerine yerleşen buydu. Nihayetinde gizledi de; bir-iki saniye sonra yüzüne ifadesizlik büründü. Derin bir nefes aldı ve aynı nefes titreyerek çıktı dudaklarından. Başını iki yana salladı. ''Bir şey yok aramızda.'' dedi. Sarkastit bir gülüş bıraktım. ''Olsun, diyorum ben de. Pişman gibi görünüyordu, zaten sen de öyle söylüyordun. Herkes ikinci şansı hak eder.'' Sessizce yüzüme baktı.

Önüme döndüm. Önüne döndü.

Birer sigara içtik konuşmadan. Sigara dumanını üflerken çıkardığımız nefes seslerimiz bu kez daha gürültüyle birbirine karışıyordu. Bir anda banka yasladığı sırtını çekti sigarasını yere atarken, hızlıca doğruldu. Bana doğru döndü, bana doğru eğildi, ellerini boynuma uzattı. İlk etapta irkilsem de, henüz sigarasını yere atarken ne yapacağını anlamıştım. Boynuma gelişigüzel attığım atkıyı kavradı elleriyle.

Hep yaptığı şeyi yapıyordu.

Gözlerimi yüzüne diktim yine ifadesiz bakışlarla. O ise simsiyah gözlerini, büyük bir ciddiyetle yaptığı işten ayırmıyordu. Uzun atkıyı boynuma sardı, sardı; bir bebeği kundaklar gibi yaptı bunu. Uçlarını montumun içine sıkıştırdı, montumun fermuarını çekeceği sırada gayriihtiyari gözlerime baktı. Alayla gülümsedim. Gerçekten mi, der gibi. Başını hafifçe sol omzuna doğru eğerek gözlerini kıstı; teessüf eder gibi.

Atkımla işi bittiğinde gözlerini gözlerimden çekip arkasına geri yaslanana kadar konuşmadık, sonrasında geçen iki dakika boyunca da öyle.

İkimiz de hâlâ İstanbul'u izlerken sol elinin tersini sağ elimin tersine değdirdi. Buz tutmuş elim sıcacık oldu o an, fakat o bunu fark etmiş miydi, ondan emin değildim.

Şaşkınlıkla başını bana doğru çevirdi doğrularak. Akabinde, ayağa kalkerken sağ bileğimden tutup kibar olmaya çalışan otoriter sesiyle, ''Kalk Firuze!'' diyerek kaldırmak istedi beni. Başımı yukarı doğru kaldırıp yüzüne baktım. Yüzü aşağıdan da çok güzel görünüyordu, güldüm. O neye güldüğümü anlamadan da hızlıca kalktım çünkü koruda geçen yarım saatten sonra çok üşümüştüm ve Ferit'e itiraz edecek bir durumda değildim.

''Hava çok soğuk!'' dedi. Yürümeye başladığımızda, ''Aralık ayında deri ceket giymeseydin.'' dedim. Göz ucuyla yan bir bakış atıp kısık bir sesle güldü. ''Kan değerlerin düşük.'' dedi. Yanıtlamadım ve sessizce avluya doğru ilerlemeye başladık.

Avludaki ana kantinde oturan Bora ve Akın bize selam verdiklerinde, ben de Ferit'e uyum sağlayarak adımlarımı oraya doğru çevirdim. Selamlaşıp yanlarına oturduğumuzda Bora telefonda konuşuyordu. Gözlerini telefonuna dikmiş Akın, ''Mekanik titreşimlerden bi' bok anlamıyorum!'' dedi ansızın Ferit'e dönerek. Öyle mi olmuştu bilmiyordum ancak aynı cümleyi Bora'ya da kurduğunu ve cevap alamadığını hissetmiştim nedensizce. Fakat Ferit de cevap verecek gibi değildi, keza; Bora'nın önündeki siyah deri deftere takılmıştı gözleri.

''O defter ne lan?'' diye sordu kaşlarını çatarak. Bora, işaret parmağını kaldırdı ve beklemesi gerektiğini ifade etti. Ferit'in gözleri yeniden deftere döndü. Bana sıradan bir defter gibi gelmişti ve Ferit'in bakışlarını fark edene kadar ilgimi çekmemişti bile. Akın, Ferit de ona cevap vermediği için gözlerini bana çevirip, Ferit'i teessüf eder bir bakış attı. Alt dudağımı büzerek gülümsedim.

Bora, kısa bir süre içinde telefon görüşmesini sonlandırdı. Ancak bu kez gözlerini telefonda gezdirmeye başladı ve gözlerini telefondan ayırmadan, ''Babamın kanka,'' dedi kısaca.

Ferit'in kaşları hâlâ çatıktı. ''Ne defteri o öyle?'' diye sordu merakla. ''Kallavi bi' şeye benziyor.'' dedi. ''Altı üstü defter, neden bu kadar takıldın?'' diye sordum kaşlarımı kaldırarak. Ferit alt dudağını dişlerken gözlerini bana çevirdi. ''Öyle de,'' dedi ve bakışlarını gülerek Bora'ya çevirdi. ''Başka bir deftere benzettim.''

Bora bakışlarını hızla Ferit'e çevirirken kaşları havalandı ve gülerek dudaklarını araladı; ''Rahmetli Adem amcanın defterine benziyor değil mi?'' Bir aydınlanma yaşamış gibiydi. Ferit gülümseyerek kafasını yukarı aşağı sallarken Bora heyecanla, ''Ben de benzettim ama emin olamadım.'' dedi.

''Rahmetli Adem amca?'' dedim soru sorar gibi. ''Murat'ın babası mı?'' diye sorarken kaşlarım merakla çatıktı. Hatırladığım kadarıyla Ferit ve Murat, Ferit'in babasından yedikleri tokadı anlatırken geçmişti bu isim. Ferit başını salladığında kaşlarım havalandı. ''Mekanı cennet olsun. Bilmiyordum.'' dedim. Bora ve Ferit mırıldanarak, ''Amin,'' derken Akın sessizdi.

Bora ansızın, abartılı bir hayretle, ''Aa! Tanıştınız mı Murat'la? Ferit'in değerlisidir o!'' dedi. Sesi oldukça iğneleyiciydi. Ferit teessüf eder bakışlarını Bora'ya çevirdiğinde göz göze geldiler. Akın gülerken Ferit Bora'ya sitem etmeye başladı. ''Of! Bora saçmalama!'' Bora'nın bu durumu kıskandığı belliydi. Bu durum, dudak kenarlarımın hafifçe kıvrılmasına sebep oldu.

Ferit Bora'yı umursamadan bana dönüp, ''Adem amcanın bi' defteri vardı, aynı bunun gibiydi. Yanından ayırmazdı. Bora ve Murat'la hep merak ederdik neden sürekli yanında taşıdığını. Hatta üzerine komplo teorileri bile üretirdik.'' dediğinde Bora kahkaha attı. Ferit de ona eşlik etti. Akın'la göz göze geldiğimizde onun artık bu tip muhabbetleri merak bile etmediğini fark ettim; telefonunu eline aldı ve bir süre koptu bizden.

Bora ise aksine, elindeki telefonu cebine koyup vücudunu Ferit'e doğru çevirdi. ''Hatırlıyor musun? Murat bir keresinde demişti ki; pezevenk, dünyayı kurtaracak sanki onunla, beni bile o kadar kucağına almamıştır!''

Ferit başını geri atarak kocaman bir kahkaha attı ve akabinde, ''Sen bir ara ciddi ciddi o defterde devlet sırrı falan yazdığını zannediyordun.'' dedi. Bora ise gülerek, ''Haksız mıyım ağabey?'' derken telefonu çaldı ve telefonu cebinden çıkarıp kulağına götürdü; ''Efendim baba?''

Ferit bakışlarını bana çevirdi ve gülümseyen yüzümle karşılaştı. O gülümsemesini büyütürken ben bitirmiştim. Gözlerimi masaya çevirdim ve Bora'nın yükselen sesine kulak astım.

''Ben niye getiriyorum?'' Bora'nın sesini dinlerken Akın halen telefonuyla ilgileniyordu. ''Unutmasaydın o zaman!'' diye hayıflandı. ''Tamam baba! Of! Dersim vardı!'' Ferit ve ben oldukça sessizdik. ''Tamam o zaman, Hamza gelsin alsın! Çıkmayayım bi' daha!'' Gözlerini devirdi. ''Of!'' dedi öfkeyle. Kaşları çatılmış, beyaz yüzü hafifçe kızarmıştı.

Telefonu kapatırken, ''Manyak mı ne ya?! Tutturmuş; hesap-kitap yaptığım defter sendeki çantada kalmış, kalk getir, diye. Unutmasaymış ağabey!'' diyerek söylenmeye başladı. Üçümüz de cevap vermiyorduk. Ferit'le tebessüm ederek göz göze geldiğimizde Bora kendi kendine konuşmaya devam ediyordu. ''Muhasebeci yok mu amına koyayım?! O niye hesap-kitap yapmıyor? Sen yapacaksan o neden var?''

Başımı sallayarak kısık bir sesle, ''Haklı,'' dedim Ferit'e. O da dudaklarını birbirine bastırdı ve başını sallayarak karşılık verdi. Bora bir kez daha çalan telefonunu açmadan önce, ''Ne deftermiş arkadaş ya!'' diyerek söylendi ve hızla ayaklandı. Çağrıyı öfkeyle yanıtlarken defteri de aldı ve hızla ayaklandı.

Ferit sigara yakarken derin bir nefes çekti ve, ''Babalarımız çok garip ya!'' dedi. ''Hepsi birbirine benziyor. Arkadaş arkadaşa benzer, derler ama bu kadar da benzeyemez yani. Babam da aynı böyle.'' dedi ve bana doğru döndü. Sağ elinin işaret ve baş parmağını birleştirerek elini hızlıca aşağı savurdu, vurgulamak ister gibi; ''Aynı!'' dedi y harfini uzatarak.

Akın nihayet başını kaldırdı ve, ''Ben bi' su dökeyim.'' diyerek ayaklandı. Ekşimiş yüzümle gülmemek ve onu kınamamak için kendimi tutmaya çalışıyordum. Ferit ise Akın'a ters bir bakış atarak, ''İğrençsin Akın!'' dedi. Başıyla beni işaret ediyordu. Akın, ''Pardon Firuze,'' derken elinin ayasını gösteriyordu. Başımı iki salladım. ''Önemli değil,'' dedim gülerek. Dudaklarını birbirine bastırarak uzaklaşmaya başladı.

Yalnız kaldığımızda birkaç dakikalık sessizlikten sonra bir anda, ''Firuze,'' dedi ve bana doğru döndü. Sesi sert, bakışları ise yumuşacıktı. ''Hazal'la aramda bir şey yok.'' dedi. Bıkkın bir ifade ile başımı savurarak sıkıntılı bir nefes verdim. ''Bahsettim, biliyorsun; geliyor, gidiyor, kendi kendine bir şeyler yapmaya çalışıyor.'' dedi.

Ona doğru dönerek, ''Ferit beni ilgilendirmez!'' dedim. Sesim kaya gibi sert, bakışlarım ise öfkeliydi. ''İlgilendirir.'' Söylediğini duymazdan geldim. Alaylı bir sesle, ''Hazal'a da onu istemediğini ima eden bir şarkı gönderirsin, olur biter.'' dedim.

Verecek bir cevabı yoktu. Başını serbest bırakarak önüne doğru eğdi, omuzları düştü. Arkadaş Firuze olduğumu hatırlayarak konuyu değiştirdim. ''Babanla aran nasıl?'' Başını kaldırmadan, ''Bok gibi!'' dedi.

''Murat'ın babasının vefat ettiğini bilmiyordum.'' dedim tekrar başka bir konuya girerek. Oysa söylediğim ahmakçaydı. Neden bilecektim ki bunu?

''Kaza; uçurumdan düştü araç.'' dedi düz bir sesle. Gözlerim hafifçe büyürken dudaklarım aralandı. Zemine bakan yüzünü sessizce izlerken sanki ne sormak istediğimi anlamış gibi, ''Evet,'' dedi ve uzun bir nefes çekti. Başını kaldırdı. Gözlerini gözlerime çevirdi, ''Beraber,'' dedi. ''Annemle birlikte yaptılar kazayı.''

Ben kaşlarımı şaşkınlıkla kaldırırken o derin bir nefes alıp devam etti. Oysa ben burada noktalayacağını düşünmüştüm. ''Ben kendimi bildim bileli dostlardı babamla Adem amca. Murat'ın annesiyle annem de iyi anlaşırdı. Babalarımız ortaklık yaptılar, demiştik ya hani, sonra da Murat, düşman oldular, dedi... O dönem ortaklık bozulmuştu işte. İlişkileri bayağı kötüydü, yani araları bozuktu. Birbirlerinin yüzüne bakmıyorlardı. Tanıdıkla iş yapmayacaksın işte.'' dedi ve sigarasını küllüğe bastırdı. Sessizliğimi sürdürürken devam etti.

''Demişler ki; oturalım, konuşalım, bu böyle olmaz. Yemek ayarlamışlar, dördü yemek yiyeceklermiş; yapıcı olmaya çalışıyorlar yani. Annemle Aylin teyze de babalarımızın kaç yıllık arkadaşlıkları bozulmasın diye destek verecekler.'' O izmaritine eziyet ederken ben çatık kaşlarımla onu dinliyordum. Gözleri çoğunlukla masada dolaşırken zaman zaman gözlerime dönüyordu.

''Annem Levent'te bir alışveriş merkezindeymiş. Adem amca Şişli'den geliyor, yemek de Riva'da yenecek. Yani Levent, Adem amcanın yolunun üzerinde. Aylin teyze, Adem amcaya gelirken annemi de almasını söylemiş, babam bir daha Levent'e git gel yapmasın diye. Almış Adem amca annemi. Yolda giderlerken şoförün krizi tutmuş; adam rahatsızdı, hatırlıyorum. Direksiyon hâkimiyetini kaybedince de kaza yapmışlar işte.'' Gözleri masada dolaşmaya devam etti.

Derin bir nefes aldım. Hiçbir şey söyleyemedim. Yeniden başını hafifçe öne doğru eğdi. Vücudunun, derin nefeslerle kalkıp indiğini gördüğümde elimle kolunu sıvazlamaya başladım. Başka hiçbir şey yapamayacakmış gibi hissediyordum. Duruşunu bozmadan, başını önünden kaldırmadan, elini elimin üzerine koydu.

Bir-iki saniye sonra başını hafifçe çevirerek ters bir bakış attı. ''Ellerin çok soğuk.'' dedi. ''Çünkü hava çok soğuk.'' diye karşılık verdim. Elimi elinin altından çekerek kasvetli ve halen hafif yağmur atıştıran gökyüzünde gezdirmeye başladım gözlerimi. ''Kar yağsın istiyorsun.'' dedi. Ona doğru döndüğümde yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı.

Ferit'in beni bu kadar iyi tanıyor olması canımı sıkıyordu.

Başımı salladım. Bir süre sessiz kaldık. Kendimi ikna edersem kalkıp eve gidecektim çünkü dersim yoktu. Gerçi bu saate kadar kimsenin dersinin kaldığını sanmıyordum.

''Çok param olsa kar yağdırırdım.'' dedi kısık bir sesle. Bir kez daha önünde eğik duran başını kaldırmadan derin bir nefes alıp verdi. ''Yapay kar olurdu ama en azından yumuşak olurdu. Sen neredeysen orada yağdırırdım.'' derken sesi fısıltı gibiydi.

***

 

 

Yorum satırı 💙

 

 

Twitter: esaturk07
Insta: esaturk_07
Wattpad: esaturk

Loading...
0%