@esaturk
|
11 - ISSIZ ORMAN KUYTUSU
Şebnem Ferah - Yağmurlar 17 Aralık 2017 / Pazar Camlara vuran yağmur damlalarının sesi öfkemi daha da harlıyordu. Oysa yağmur sesi bana hep huzur verir, beni hep sakinleştirirdi. Şoför koltuğunda oturmuş, karın ağrımın dinmesini bekliyordum, dinmeyeceğini bile bile. Alnımı direksiyona yaslamış yağmurun durmasını bekliyordum, durmayacağını bile bile. Kulağım telefondaydı; Hafta sonu boyunca hiç konuşmadığım Ferit'in mesaj atmasını bekliyordum, atmayacağını bile bile. Uzunca nefes verdim. Başımı direksiyondan kaldırıp ön cama öfkeyle vuran yağmur damlalarına göz gezdirdim. Kendimi zorlukla ikna edip araçtan indim. Arka koltuktan maket malzemelerimi alıp koşar adımlarla okula ilerlemeye başladım. Saat gecenin on birinde ana kantinde oturan tek tük öğrenciler vardı. Sağanak yağmurun vurduğu büyük şemsiyenin altına sığınmış, sigara içen dört erkek öğrencinin yanından geçerken başımdan geri düşen şapkamı yeniden başıma çekiyordum. Ancak şiddetli Aralık rüzgarı, saçlarımı ıslatmak için ant içmiş gibiydi. Kendimi fakülte binasına attım. Islak saçlarımı öfkeyle yüzümden çektim. Yağmurda ıslanmaktan nefret ediyordum. Oysa kar yağdığında itirazım olmaz, şapkamı kendim geri iterdim. Kara imtiyazım sonsuzdu. Dolabımdan proje çantamı alıp atölyelere indim. Beş atölyeden üçü boştu. Birine girip eşyalarımı masalardan birine rastgele savurdum ve önüme gelen ilk sandalyeye çöktüm. Kollarımı bağlamış, karnıma bastırıyordum. Zaman zaman daha da şiddetlenen karın ağrım beni bağırtacak bir noktaya getiriyordu. Ağrının hafiflemesi için bir süre öylece bekledim. Biraz daha azaldığını hissettiğimde ise ayaklandım ve öfkeli nefesler vererek maket malzemelerimi çıkarmaya başladım. Reglimin ilk günüydü ve evden çıkarken ağrı kesici kalmadığını fark etmiştim. Nöbetçi eczane aramak için ise zamanım yoktu. Bu sebeple öfkem en çok kendimeydi. Saat gece iki olana kadar hiç durmadan, mola vermeden müzik dinleyerek maket yaptım. Sigara yaktığımda bile mola vermiyor, bir yandan zımpara yaparken bir yandan sigara içiyordum. Çünkü durduğumda odağım dağılıyordu. Biraz bile durduğumda karın ağrım sanki şiddetleniyordu, üstelik Ferit'i arama isteğimin baş göstermesi de cabasıydı. İki gün, bizim için, benim için, oldukça uzundu. Ferit'le konuşmadan iki saatim bile geçmezken bu iki gün bana yıllar gibi hissettiriyordu. Telefon melodim aniden atölyede yankı yapmaya başladığında irkilerek elimdeki suyu döktüm. Dökülen suyu umursamadan gözlerimi ekrana çevirdim. Gördüğüm isimle omuzlarım mağlubiyetle çöktü. Sıkıntılı bir nefes verdim ve çağrıyı yanıtladım. ''Efendim Sıla?'' ''Okulda mısın?'' diye sordu şaşkınlıkla. Akşam üstü yapı markette malzeme alırken paylaştığım snapi henüz görmüş olmalıydı. ''Evet?'' dedim düz bir sesle. ''Tek misin?'' Ses tonu oldukça meraklıydı. ''Tekim,'' Ben ise kelimeleri zorlukla itiyordum çünkü ardından gelecek soruları tahmin ediyordum. ''Ferit gelmedi mi?'' ''Neden gelsin?'' ''Neden gelmesin? Hep geliyor.'' dedi abartılı bir imayla. ''Şimdi farklı ama. Eskidendi o.'' dedim kısık bir sesle. Regl sancım yeniden sert bir şekilde beni yokladığında öne doğru acıyla eğildim. ''Ay farklıysa farklı gibi davransın o zaman. Vallahi şiştik artık ya!'' Karın ağrım olmasa gülüp geçeceğim bu tepkiye acılı bir nida ile eşlik ettim. Telefonu ansızın masaya bırakıp, öne doğru eğilmiş ve kollarımı refleks olarak karnıma bastırmıştım. ''N'oldu sana? Adet misin?'' diye sordu harfleri uzatarak. Telefonu hoparlöre aldım. ''Ay Sıla çok kötüyüm ya! Evet!'' dedim acıyla. ''Uykum da gelmeye başladı. İğrenç bir gece oluyor!'' ''Ağrı kesici aldın mı?'' Genellikle cevabının evet olduğu bilinmesine rağmen çaresizce sorulan bu sorunun cevabı bu kez hayırdı. ''Almadım,'' dedim acıdan dişlerimi sıkarak. ''Ay Firuze! Manyak mısın?! Ağrı kesici almadan nasıl dayanacaksın onun acısına?!'' diye şaşkınlıkla yükseldi bir anda. Öfkeyle doğruldum. ''Ay Sıla ben keyfimden mi acı çekiyorum?! Kalmamış evde, var sanıyordum! Nöbetçi eczane arayacak zamanım da yok!'' deyip ardıma yaslandım. Bir yandan avuçlarımla karnıma masaj yapıyordum. ''Ah be kızım ya! Ben alıp getireyim mi sana?'' diye sordu acıyan bir sesle. ''Yok artık. Karşıda oturuyorsun kızım. Saat gecenin ikisi. Hallederim ben.'' Sarkastik bir şekilde güldü. ''Nasıl halledeceksin acaba?'' diye sordu gülerek. ''Benim öyle sizinkiler gibi çok uzun sürmüyor. Zaten ara ara yokluyor, ara ara diniyor. Saat yediden beri ağrıyor, geçer bir-iki saate.'' dediğimde acım biraz hafiflemişti bu kez. ''Neyse, neyin maketini yapıyorsun, diyeceğim de tutmayayım daha seni.'' Telefonu elime aldım. ''Tamam, görüşürüz. Ben de maketi yapayım.'' dedim. ''Tamam, görüşürüz.'' Telefonu kapattıktan sonra kaldığım yerden devam etmeye koyuldum. Fakat yalnızca bir dakika sonra telefonum bir kez daha çaldı. Yüz üstü bıraktığım telefona baktığımda yeniden Sıla arıyordu. ''Efendim?'' ''Ay Sebo şimdi Instagram'da gördüm; Handan'la Muhammet kavga mı etmişler?'' ''Manyak mısın bunun için mi aradın?'' Kısa keserek, ''Evet ya da hayır de.'' dedi. ''Bilmiyorum Sıla, konuşmadım Muhammet'le. Sen ne gördün ki?'' diye merakla sordum. Çünkü muhtemelen bir paylaşım görmüştü ancak Muhammet özel hayatını paylaşımlara meze etmezdi. ''Handan bir şey paylaşmış.'' dediğinde araya girdim. ''Yuh Handan'ı ne zaman takip ettin? Ben bile takip etmiyorum.'' dedim hayretle. Sıla ile konuşmak karın ağrımı biraz da olsa görmezden gelmem için iyi bir yöntem olmuştu fakat maket için de zamanım kısıtlıydı. ''Ben ettim ama. Bak dur atayım sana da paylaştığı şeyi.'' Ansızın araya girdim. ''Ay yok! İşim gücüm var, atma bana. Zaten ağrım var, uğraşamam.'' Söylenmeye başladığında kısa keserek telefonu kapattım. Yeniden odağıma maketimi aldım ve dikkatimi dağıtmadan bir süre önümdekilerle uğraştım. Ancak yedi-sekiz dakika sonra telefonum bir kez daha çaldı. Öfkeyle oflayarak telefonu elime aldım. Bu kez ekranda Sıla'nın değil, Ferit'in adı yazılıydı. Dikleştim, yutkundum, öfkeli mimiklerim dondu, kalp atışlarım hızlandı, bir an için karın ağrımı bile unuttum, ellerim telaşla telefonun üzerinde gidip gelmeye başladı ve nefes alışverişlerim hızlandı. Tüm bunların hepsi, yalnızca birkaç salise içinde, onun adını gördüğüm an bedenimde vuku bulmaya başlamıştı. Ferit'ten gelen minicik bir aksiyon bedenimin bir kuş gibi çırpınmasına yetiyordu. Onun adı bile artık bu reaksiyonları göstermeme sebep oluyordu. Bu çok fazlaydı. Derin bir nefes alıp çağrıyı yanıtladım. ''Efendim?'' diye sorarken sesimi zar zor itebilmiştim. ''Nasılsın Firuze?'' Onun sesinin de benimkinden aşağı kalır yanı yoktu. ''İyiyim Ferit, sen?'' ''İyiyim,'' Birkaç saniye sustuk. ''İki gündür hiç konuşmadık, görüşmedik de,'' ''Evet, arada olur öyle.'' derken verdiğim cevap, aramızda geçen diyaloğa daha fazla anlam yüklememem gerektiğini hatırlatıyordu bana. Güldü. ''Okulda mısın? Maketin varmış,'' dedi meraksız bir sesle. ''Evet,'' derken karnımda yeniden kendini gösteren sancı ile elimi karnıma bastırdım. "Kalacak mısın?" "Evet," dedim yeniden, bu kez tok bir sesle. Ağrımı belli etmemeye çalışıyordum. ''Tekne mi?'' diye sorarken sesinde merak vardı. Yanımda birilerinin, en çok da Suat'ın olup olmadığını merak ediyordu. ''Hayır, pense ve çekiç. Model ve Prototip dersi, Proje değil'' ''Pense ve çekiç mi?'' diye sordu şaşkınlıkla. Sanırım daha fiyakalı bir şey bekliyordu. ''Evet,'' ''Sen iyi misin?'' diye sordu ansızın. Mırıldanarak onayladım. ''Firuze?'' dedi sorar gibi. ''İyiyim ya, biraz ağrım var.'' diyerek geçiştirmeyi denedim. ''Hayırdır? Kötü bir şey yok inşallah?'' Derin bir nefes alıp verdim, bir anda şiddetlenen ağrım yine yavaş yavaş hafifliyor gibiydi. ''Yok, karnım ağrıyor biraz. Geçer.'' dedim. ''Yediğin bir şey mi dokundu? Zehirlenmedin değil mi? Bir doktora falan gitseydin.'' Nefes vererek güldüm. ''Hayır, öyle değil.'' Kısa bir süre sessizlik oldu. ''Dönemimdeyim.'' dedim çekinmeden. ''Haa, anladım.'' dedi harfleri uzatarak. ''E ağrı kesici falan alsaydın, iyi gelmiyor mu?'' diye sordu. ''Geliyor ama alamadım evde kalmamış.'' dedim. Mırıldanırcasına bir ses çıkardı anladığını ima eder gibi. Bir süre garip bir sessizlik oldu. Yanıma gelmesi için benden davet beklediğini düşünmeye başlamıştım çünkü birkaç hafta öncesine kadar her konuştuğumuzda çağırırdım onu. Çağırmadığım zamanlarda ise kendisi gelirdi. Ancak bu kez bunu yapmayacaktım. Çünkü birkaç hafta öncesinde değildik. Oysa o an kendime içten içe itiraf ettiğim bir şey vardı; onu görmeyi çok istiyordum. O an, sevdiğim parfüm kokusuna ve uzun uzun bakan gözlerine her şeyden çok ihtiyacım vardı. Sohbetine de öyle. Onunla birkaç hafta öncesi gibi uzun uzun zaman geçirmeyi gerçekten çok özlemiştim. Ancak dudaklarımı araladığım her anda, bir şeyi beynimin içinde bir kez daha hatırlatıyordum kendime; 'Artık birkaç hafta öncesinde değilsiniz Firuze.' Dudaklarımı yeniden usulca kapatıyordum. Birkaç saniye sessizlik olduğunda ''Öyle yani'', dedim. ''Anladım'', dedi. İkimizin de sesi kısık çıkıyordu. ''İyi o zaman'', dedim. ''İyi'', dedi derin bir nefes verirken. ''Tamam, görüşürüz'', dedim. Birkaç gün gibi hissettiren birkaç saniye sustu ve ''Görüşürüz Firuze,'' dedi. Telefonu kapattığımda artık göz kapaklarım da ağırlaşmaya başlamıştı. Feridun Düzağaç'ın sesi kaldığı yerden yeniden doldurdu atölyenin içini. Benim de artık bir çalma listem vardı o şarkılardan oluşan. Aklıma, arabada konuştuklarımız geldiğinde ciğerlerime derin bir hava doldu. Kapalı olan göz kapaklarımı kaldırdığımda, kirpik diplerimde özgürlüğü bekleyen yaşlar peş peşe yanaklarıma düşmeye başladı. Hormonal durumum, beni çok daha hassas ve kırılgan biri hâline getiriyordu ve ben bu Firuze'den hiç hoşlanmıyordum. Yine ters istikamete doğru koşar adımlarla uzaklaşıyordum ondan. Bu kez o benden değil, ben ondan kaçıyordum. Çünkü artık kovalamaktan ve beklemekten yorulmuştum. Bir de bunu denemeliydim, dahası; bunu yapmalıydım. Çünkü Muhammet en başından beri çok haklıydı. Esasen onu yanıma çağırmam ve konuşmamız gereken konuları konuşmamız gerekirdi onunla. Fakat yalnızca benim çabamla olacak şeyler değildi bunlar. Yalnızca kendim çabalıyor olmam canımı yakıyordu ve ben artık canımın yanmasını istemiyordum. Onu boğan, sıkan bir insan olmak istemiyordum. Ben ona iyi geliyordum; onun deyişi ile böyleydi bu. Bunu değiştirmek beni kahrederdi. Fakat ona iyi gelmek için kendimi de harap edemezdim elbet. Bu kez gerçekten ondan kaçmam gerekiyordu. Ferit'ten biraz da olsa uzak durmak en doğrusuydu. Onu her gördüğümde, her konuştuğumda düğümlerime yenileri ekleniyordu ve o düğümler artık beni boğmaya başlamıştı. Nefes almaya ihtiyacım vardı. Ondan kaçamadığım noktalarda ise kendime hatırlatmam gereken şeyleri sürekli kafamın içinde telkin etmeliydim. Yaklaşık yirmi beş dakika sessizce oturdum. Telefonumdan peş peşe şarkılar çalıyordu ancak ben kulak asmıyordum. Yirmi beş dakikanın sonunda biraz daha toparlanmıştım. Gözyaşlarım sanırım artık akmaktan yorulmuşlardı. Gözlerimden akan tuzlu damlaları serbest bırakmak bana her zaman çok iyi gelirdi. Sanki içimi esir alan kara renk, gözlerimden akan damlalarda dışarı çıkıyor ve beni serbest bırakıyordu. Bu kadar uzaklaşmak dayanılmaz bir hâl alıyordu her geçen gün benim için. Yarım saatlik moladan sonra kaldığım yerden devam etmek ve diğer makete başlamak için derin bir nefes aldığımda atölyenin demir kapısının ansızın açıldığını işittim. Ve oturduğum yerden irkilmek, kalp atışlarımın biraz hızlanmasına sebep oldu. Arkamı döndüğümde, o bakmayı çok sevdiğim siyah gözlerle çarpıştı ela gözlerim. Kalbim göğsümü dövmeye başladı atışlarıyla. Onun siyah gözleri ise gözlerimden kayıp melodi sesleri yükselen telefonumu buldu. Belli belirsiz gülümsedi fakat akabinde gülümsemesi solmuştu. ''İyi geceler,'' dedi. Gözlerini gözlerime değdirmeden kapıdan ayrıldı, ağır adımlarla karşımdaki sandalyeye doğru ilerlemeye başladı. ''İyi geceler,'' derken elindeki küçük poşeti henüz fark ediyordum ancak gözlerim yüzündeydi. Çünkü hipnotize olmuş gibi onu izliyordum; bu hamlesi beni çok şaşırtmıştı. Çok iyi tanıdığım Ferit Değirmenci'nin aldığı kararlardan uzaktı. Aramızda yaşanan son anlamsız olaylardan sonra, buraya davet edilmeden gelmezdi. Ancak gelmişti işte. Belki de Ferit Değirmenci'yi o kadar iyi tanımıyordum. Sıkıntılı bir nefes vererek poşeti masaya bıraktı ve yavaşça karşıma oturdu. Siyah kaşe kabanının cebinden sigara paketini çıkardı. Gözleri, parmaklarını takip ediyor, benim gözlerim ise halen mıhlanmış bir şekilde üzerinde geziyordu. Gözlerimi önce yağmurdan hafif ıslanmış saçlarına, sonra sırayla, sakallarının altından bile belli olan belirgin çene hatlarına, kaşe kabanının içindeki siyah balıkçı kazağa ve ucunu alevlendirdiği sigarasına değdirdim. Nihayet başını kaldırdı sigarasından ilk nefesi aldığında. Gözleri yeniden gözlerimi bulurken dumanı üfledi sıkıntılı bir nefes ile. "Sen çağırmadın ama ben geldim." dedi zar zor duyulan kısık sesi ile. Ben de sıkıntılı bir nefes vererek arkama yaslandım ve "Evet, geldin," dedim. Çenesiyle poşeti işaret etti. "İlaç aldım sana. Su da var, iç, belki dindirir ağrını." dedi. Gözlerim poşete çevrildi. Oysa bu söyledikleriyle yeniden hissetmeye başladığım ağrımı bir süre için duymamıştım bile. "Gerek yoktu, teşekkürler." dedim ve poşete uzandım. Poşette üç çeşit ağrı kesici vardı. Gözlerim yüzüne dönerek dudaklarıma belli belirsiz bir tebessüm peyda oldu. O ise gülümsemesini gizlemedi. "Hangisini kullandığını kestiremedim. Eczacı bunları önerdi. Evde bulunsun." dedi. Gözlerim yeniden poşete döndü. "Kahve de almışsın." Küçük eczane poşeti, kutu kahvelerin ve suyun olduğu poşetin içinde bulunuyordu. "Borçlusun bana, yine." dediğinde gözlerim bir kez daha esmer yüzünü buldu. Gülümseyerek ardına yaslanıyordu. Sol yanağında gamzesini gözler önüne seriyordu ve bunu yapmaktan çekinmediği belliydi. "Teşekkürler," diyerek önce ilacı içtim. Ardından kahvelerin birini ona uzattım, birini kendime açtım. Onun oluşturduğu çalma listesindeki şarkılar sıra sıra çalarken bir süre sessizliğe gömüldük. Birkaç sessiz dakikadan sonra gözlerimiz birbirine değdiğinde ikimiz de tebessüm ettik. Ne yapacağımı bilemeyerek ayaklandım. Diğer makete başlamak için maket malzemelerimin olduğu poşete ilerledim. İçinden maket bıçağı, aktivatörlü yapıştırıcı, desimetre, kesme pedi, vernik ve daha birçok yeni malzeme çıkardım. Masanın üzerinde uzun uzadıya duran, bir metre uzunluğundaki balsaları sandalyemin önüne doğru çektim. Gözlerini üzerimden ayırmıyordu. Strafor parçalarını da çıkarırken sağ ayağım yerde duran kırmızı sprey boyaya çarptı ve düşürdü. Eğilip kırmızı ve metalik gri renklerdeki sprey boyaları da aldım ve masaya koydum. Gözleri hala üzerimdeydi. Proje çantamdan, ürünlerin blueprint baskılarını çıkardım ve kesme pedi üzerindeki balsaya yerleştirdim. Kulağıma Mabel Matiz'in sesi doluyordu. Parmaklarım paketime gitti ve bir sigara çıkardım. Derin bir nefes alıp verdim ve dudaklarıma götürdüğüm sigaramı ateşledim. Dumanı üflediğimde hızla yapacağım işe koyuldum, yoksa gözlerim gözlerini bulacak ve o gidene kadar da onları çekemeyecektim. Sol dizimi sandalyeye koyarak maket bıçağını var gücümle balsaya bastırmaya başladım. Sert tutuşuma rağmen zarifçe kesmeyi deniyordum balsanın parçalanmaması için. Üst üste yumuşak ama etkili çizikler atıyor, yarığın derinleşmesi için çabalıyordum. Ansızın ayağa kalktı. Sandalyenin sesiyle irkildim fakat belli etmedim. Kokusu bana doğru yaklaşmaya başladı. Gözlerimi bıçaktan ayırmıyor, kalp atışlarımın hızlanmaması için derin nefesler alıp veriyordum. Sağ omzumun arkasında durarak sağ elini sağ elime doğru uzattı ve "Ver bana, sen diğer maketin boyasını yap." dedi. "Gerek yok, zahmet etme. Ben hallederim." dediğimde güldü. Sesi kulağıma çarparken gülüşünü çok özlediğimi hatırladım. Fakat yine de başımı kaldırıp ona bakmadım. "Firuze hadi," dedi yumuşak bir sesle ısrar eder gibi. Bıçağı eline bırakıp doğruldum ve ona doğru döndüm gayri ihtiyari bir şekilde. Gözlerine hiç bu kadar yakından bakmamıştım. Burun burunaydık neredeyse, ona sarılmak istiyordum fakat arkadaşlar durduk yere sarılmazlardı. Kendimi toparlayıp, "İyi tamam. Sen oraya geç, ben burada yapayım." dedim bedenimi sağa sola çevirerek. Karşıma yeniden oturduğunda kabanını çıkarmıştı. Kazağının kollarını geriye doğru sıyırdı ve balsayı kesmeye başladı. Ben ise diğer maketi önüme çekmiş, kırmızı spreyi sağ elimde gürültüyle sallıyordum. Uzun bir gece böylelikle başlamış oldu. "Hande'nin doğum gününe gidecekmişsin?", diye sordum sessizliği bozmak için. Bir yandan pense maketine kırmızı sprey boya sıkıyordum. "Evet," dedi düz bir sesle. "Neden?" diye sorup gözlerimi yüzüne çevirdim. "Çağırdı çünkü." dediğinde kaşlarım havalandı. "Çağırdı?" Siyah gözleri yüzüme tırmandı. Kırışmış alnının altından bakan harelerinde soru işareti vardı. "Evet Firuze?" dedi sorar gibi. "Çağırıldığım yere giderim ben." Kaşlarım bir kez daha havalanırken önümdeki pense modeline döndüm. ''Geleceksin değil mi?'' diye sordu yumuşak bir sesle. ''Bilmiyorum, bakalım.'' derken boyanın kurumasını bekliyordum. Ancak katı ince geçtiğim için kısa sürede kuruyacaktı zaten. ''Annemler gelecekler, yılbaşı geldi sayılır.'' ''Aa! Burada mı olacaklar? E erken geliyorlar, daha on gün var neredeyse yılbaşına.'' dedi şaşkınlıkla. ''Hayır ya, karı koca plan yapmışlar; Bolu'da olacaklarmış yılbaşında. Benim de gönlümü alıyorlar yani, birkaç gün erken gelecekler zaman geçirmek için'' Masadan uzaklaşıp, Ferit'in kestiği parçalardan birini aldım. Bir sandalye çekip önümde boşluk kalacak şekilde zımparaya başladım bu kez. "Birkaç gün kalacaklar. Buradan da Bolu'ya geçecekler. Orada uzun kalacaklarmış. Yazık, yapsınlar tatillerini. Ama yani Hande'nin doğum gününde burada olacaklar." ''Sorun olur mu ki annenler doğum günü için?'' diye sordu merakla. ''Yoo olmaz. Alkol aldığımı falan biliyorlar ama tabii çok kaçırmamak lazım, kaç yaşıma geldim artık, çok utanırım karşılarında.'' Kalan üç parçayı da kesmeyi bitirmiş, yanıma doğru ilerliyordu o da zımpara yapmak için. ''Çok kaçırsam da Hande ile Sıla'da kalırım gerçi. Ama işte o gece annemlerle olsam daha iyi olur." Yanıma oturduğunda o da zımparaya başladı. ''Tabii Hande geceyi Arda ile geçirmezse gidebilirim ancak.'' ''Ne alaka?'' dedi merakla, gözü zımparaladığı ahşap parçalardaydı. ''Hande Arda'nın yanına gidince ev boş kalıyor, Aytaç geliyor.'' dedim kafamı imayla iki yana savurup gülümseyerek. Anlamış gibi gülümseyerek kafasını hafifçe yukarı ve sola doğru savurdu. ''Arda ile Hande daha yeni sevgili olmadılar mı?'' diye sordu merakla. Biraz hızlı gittiklerini düşünmüş gibiydi. Fakat sonra çizmeyi aştığını düşünmüş olacak ki, bir anda susarak kafasını gömebildiği kadar zımparaya gömdü. ''Evet daha yeniler.'' dedim kısaca. Akabinde birkaç dakika daha sustuğumuzda artık ne çaldığını dinlemediğim şarkının ve zımparaların sesi duyuluyordu. Bir şeyler söylemek istiyor ama söyleyemiyor gibiydi. Ara sıra dönüp kısa bakışlar atıyordu bana. ''Söyle,'' dedim otoriter bir sesle. Güldü. ''Yok,'' dedi sessizce. ''Söyle Ferit,'' dedim tekrar aynı sesle. Bana doğru döndüğünde gözlerim zımparadaydı. Birkaç saniye yüzüme bakıp tekrar önüne döndü. Gözlerindeki merakı tam olarak görmesem de anlayabiliyordum fakat çekiniyor gibiydi. ''Ferit!'' dedim sertçe. Tekrar bana doğru döndü. Siyah, hafif çekik gözlerini yavaşça profilimde gezdirdi önce. Derin bir nefes aldı. ''Aslında aramızdaki samimiyete inanarak sormak istiyorum ama çizgiyi geçmek de istemiyorum, bu yüzden de çekiniyorum. Merak sadece. Ama kızacaksın bence. O yüzden boş ver.'' dedi. Aslında bir şey söylemek değil sormak istediğini söylediğinde ne olduğunu daha cümlesi bitmeden anladım; daha az önce konuştuğumuz konu ortadaydı. Güldüm ve, ''Sor,'' dedim. Sessiz kaldı, sormadı. Soramayacaktı ve hâlâ yüzüme bakıyordu. Gözlerimi devirerek ona doğru döndüm ve ''Melih,'' dedim. Yüzünü ifadesiz tutmaya çalıştığı belliydi; ara ara gerilen çene hatlarını dizginliyor, fakat o hatlar yeniden ortaya çıkıyordu. Adem elması yukarı aşağı hareket ettiğinde dudakları aralandı. ''Anlamadım?'' dedi. Yalan söylemeyi beceremiyordu. ''Bunu sormak istemedin mi? Melih'ti,'' dedim. ''İlkim Melih'ti.'' Ben önüme dönerken o sessiz kaldı. ''Sevgili değildiniz diye biliyordum.'' dedi birkaç saniye sonra kısık çıkan sesi ile. ''Değildik zaten,'' dedim ve tekrar ona döndüm. ''Neden Melih'e o kadar bağlandığımı sandın ki? Sana mantıksız gelmemiş miydi bu hiç?'' diye sordum. Gerilen çene hatlarına rağmen ifadesizliği ve sessizliği sinirlerimi bozuyordu. Madem bir soru soracaktı, cevabına da kendini hazırlaması gerekirdi. ''İlkim oydu, ilk kez ona kendimi açtım.'' dedim. Bir şey söylemesini, bir tepki vermesini, en azından, anladım, demesini istiyordum. ''Yirmi yaşıma yeni girecektim,'' derken ayaklandı. Hızla, az önce oturduğumuz masaya yürüdü, elindeki zımpara ve ahşap parçaları masaya bıraktı. Pantolonuna ve kazağının etek kısmına dökülen ahşap tozlarını elleriyle silkeledi. Ellerini birkaç kez birbirine çarptı ve paketine uzandı. Kaşları çatık, çenesi gergindi. Hiçbir şey söylemedi. Sigarasını yakıp oturduğunda ben de elimdeki balsa parçasına son birkaç vuruş daha yapıp karşısına ilerledim. Ayaktayken yaptığının aynılarını sıra ile ben de yaptım. Ahşap parçası ve zımparayı masaya bırakıp kendimi hızlıca temizledim. Sigara yaktım ve karşısına oturdum. Konuşmadık. Arkama yaslandım, bacaklarımı yere doğru uzattım ve başımı geriye doğru atarak telefonumdaki çalma listesinden yükselen seslere mırıldanarak eşlik etmeye başladım o beni izlerken. ''Sen bana geç geldin, ben sana erken. Soyunsun gün, sarsın geceler, vaktimiz varken,'' Tavanı izlerken sigaramdan derin nefesler çekiyordum bir yandan. Bakışlarının yüzümü ve vücudumu yalamasını umursamıyordum. Bir tepki vermesini istemiştim ve vermişti de. Enstrümanları dinlerken bir anda ''Firuze,'' dedi. Sesindeki sertlik gitmişti. Bakışlarımı ona çevirdiğimde gülümseyerek, ''Ne isterdim biliyor musun?'' diye sordu. Kafamı sağa sola salladım sorar gibi. ''Seni hep yanımda taşımayı çok isterdim.'' dedi yüzündeki doludizgin gülümsemeyi soldurmadan. Gülümsedim. ''Böyle, cebimde falan taşımayı,'' Gülümsemem sesli bir gülüşe dönerken o da bana eşlik etti. Cevap vermediğimde ise sesini biraz daha kısarak devam etti; ''Sol tarafında cebi olan bir gömleğimin mesela, cebinde seni taşımayı çok isterdim.'' Gülümsemekle yetindim. Verebileceğim bir yanıt yoktu. Çünkü ona da, kendime de verdiğim yanıtlar gün sonunda bir kafes olup içine hapsediyordu beni. Gözlerimi yeniden tavana diktim, onun gözleri yeniden yüzümü ve bedenimi yalamaya devam etti. Bir anda, "Sen gidecektin değil mi?" diye sorarak doğruldum. Yüzündeki buruk gülümseme yerini şaşkınlığa bıraktı. Ne söylemek istediğimi anlamamıştı belki evet, fakat bu kadar afallaması bana anlamsız gelmişti. "Bu gece yani, sana iş çıkardım değil mi? Öylesine bi' gelip gidecektin aslında." Gözlerini anlık kırparak kaşlarını kaldırdı ve indirdi ne olduğunu anlamış gibi. "Yoo. Maketin olduğunu biliyordum, yardım etmek için geldim." dedi ve sigarasından son nefesi çekti. Sigarasını söndürürken dumanı üfledi ve ekledi; "Seni görmek için bir de." Teşekkür edeceğim sırada ikimizin de bakışları telefonumu buldu. O, bana göndermeyi çok sevdiği; çok seviyorum bu şarkıyı, seni hatırlatıyor, dediği şarkı çalıyordu yine; Firuze. Tebessüm ederek göz göze geldik ve bakışlarımızı önümüzdeki malzemelere çevirdik. Bir sigara daha yaktım. Onunlayken çok sigara içtiğimi düşündüm o an. Şarkı uzun uzadıya çalarken konuşmadık. 'Sevda büyüsü gibisin sen Firuze. Gözlerimi yüzüne doğru kaldırırken, "Orman kuytusu!" dedim bir anda heyecanla karışık bir gülümseme ile. Bir aydınlanma yaşamışım gibi bir ses tonu döküldü dudaklarımdan. Yine şaşkınlıkla bakıyordu. "Orman kuytusu," dedim tekrar. Başını hafifçe iki yana sallayarak göz kırptı; anlamadığını ima ediyordu. Sigaramı söndürürken açıklamaktan vazgeçtim çünkü aklıma adımın önündeki arkadaş sıfatı geldi. Başımı tekrar önüme eğerek balsayı zımparalamaya devam ettim. Birkaç saniye sonra çakmak sesi duydum, o da benimleyken çok sigara içiyordu. Yine birkaç saniye sonra, "Üzüm buğusuna karşılık mı yani?" diye sordu. Anlamıştı. Ne demek istediğimi anlamıştı. Beni anlamasından nefret ediyordum çünkü ben onu anlamıyordum. Masaya dikilen bakışlarımı ona çevirdiğimde sağ elinde zımpara, sol elinde sigara vardı. Sol dirseğini masaya yaslamış, avcuna yüzünü dayamış, tebessüm ediyordu. "Orman kuytusu muyum ben de yani? Damat Ferit yerine bunu mu taktın sen de?" diye sorarken tebessümü gülümsemeye dönüşmüştü fakat sarkastik bir gülümseme seziyordum. Kaşlarımı çattım. Başını hafifçe geriye atarak kahkaha attı. Bu şekilde gülmesine bayılıyordum. Bir şey söylemedim. Gözlerini bana çevirirken, "Saçmalama Firuze," dedi şaşkınlıkla. Şimdi de gülüşünün sarkastik olduğunu düşündüğümü anlamıştı. Beni nasıl bu kadar iyi anlayabiliyordu? Hayretler içinde onu izlerken "Neden peki?" diye sordu ve yarım sigarasını söndürerek elindeki zımpara ve balsa parçalarıyla ilgilenmeye başladı yeniden. "Neden orman kuytusu?" Gözlerimi yüzünden ayırmadan, "Issızsın," dedim. Bu kez üzeri kapalı imalarda bulunan ben olmak istiyordum. Önüme dönerken bakışlarını bana çeviriyordu. Devam ettim kısık bir sesle; "Gizemlisin, anlamak zor, içine dalmak zor." Derin bir nefes aldım ve gözlerimi bir kez bile yüzüne dokundurmadan devam ettim. "Issızsın ve yabani otların var sanki. Güneş pek girmiyor gibi. Fakat buna rağmen toprakların da kuru gibi." Birkaç saniye sustu, belki de haklı olduğumu düşünüyordu. Birkaç saniye daha sustu. Ve bir kaç saniye daha. Kısık çıkan sesiyle, "Haklısın galiba," dedi. Oysa ben bunu kabul edeceğini düşünmemiştim çünkü Ferit benimle didişmeyi severdi. Ve birkaç hafta öncesinde olsak buna şiddetle karşı çıkar, üzerine birçok yeni tez sunar, benimkileri ise çürütmeye çalışırdı. Fakat bir kez daha kendime hatırlattım onu; biz birkaç hafta öncesinde değildik. Onun bakışları hâlâ üzerimdeyken ben zımparayla ilgilenmeye devam ediyordum. "Haklısın evet," dedi tekrar sessizce. "Benim ormanlarımda meyve ağaçları da pek yetişmez." Anlık bir refleksle aniden başımı kaldırdım önümden. Göz göze geldik. Kalbim yeniden göğsümü dövmeye başladı. O an, zamanın durmasını ya da zamanı geri almayı istedim. O anı yaşanmadan silmek istedim. Haklıydı. Issız bir orman kuytusunda meyve ağacının ne işi vardı? Fakat, "Mesela?" dedim üzerine giderek. Derin bir nefes aldı ve, "Mesela," dedi uzun uzun. Bedenimden, kırılan parçaların seslerinin çıktığından emindim. Susmasını diliyordum. O şarkıyı hiç dinlememiş olmamızı, ona bir mahlas takmamış olmayı istiyordum. "Elma ağacı, armut ağacı, karpuz, üzüm salkımı," Uzun süre gözlerinde kaldı gözlerim. Yine gözlerimi deliyor ve içimde bir yerlere dokunuyordu siyah hareleri. Es vererek saydığı dört meyvenin sonuncusunda kalbimde bir sızı hissettim. Un ufak olduğumu hissettim. Kendimin de kalbimin de. Belki yetişirdi orman kuytusunda üzüm salkımı? "Belki yetişir, öyle deme," dedim ısrar eden çocuksu bir sesle. Güldü. "Yetişmez Firuze. Orman kuytusunda üzüm salkımı yetişmez." dedi. Biliyordum; yetişmezdi. Fakat ıssız bir orman kuytusunun kuru topraklarında üzüm salkımı yetişmesi için sahip olduğum her şeyi feda edebilirdim. ***
Yorum satırı.
Twitter: esaturk07 |
0% |