@esaturk
|
7 - KALP KIRIKLIKLARI
Cem Adrian & Şebnem Ferah - İnce Buz Üstünde Yürüyorum 6 Aralık 2017 / Çarşamba Sağanak yağmur üzerimizdeki büyük şemsiyeye çarparken öğrencilerin uğultuları yağmur seslerine karışıyordu. Kasvetli hava sanki içimdeki öfkeyi daha da harlarken tırnak kenarımdaki etleri dişlemekten alıkoyamıyordum kendimi. Muhammet sessizce aksiyonlarımı izliyor, sigarasından nefesler çekiyordu. ''Ben bizim arkadaşlara bir sorayım, belki elektrik elektronik mühendisliği okuyan birilerini tanıyorlardır.'' Masaya dalmış gözlerim, beyaz masa yüzeyinden başka bir sürü şey görüyordu. Kolayca dolan öfke kotamın aşılmasına sebep olan şey, uzun bir zamandan sonra ilk kez Ferit değildi. ''Ama ödeme yapman gerekebilir.'' dedi akabinde. Derin bir nefes alarak başımı kaldırdım ve gözlerimi solumda oturan Muhammet'e çevirdim. Sol kaşındaki bant kadrajıma girmediği için şanslıydım. ''Sıkıntı yok, öderim. Yeter ki şu finalden kazasız belasız geçeyim.'' Muhammet'in sesi bir anda yükseldi. ''Hayır, anlamıyorum. Eğitimini vermedikleri şeyi nasıl isteyebiliyorlar ki?!'' Sıkıntılı bir nefes vererek sigara paketimden bir dal sigara aldım. ''Biz öğrenci değil, müşteriyiz.'' Normal şartlarda bu kurduğum cümle ile hiddetlenmesi ve üzerine bir dünya söz söylemesi gereken Muhammet sessiz kaldığında ela harelerim sarışın yüzünü buldu. Gözleri karşısındaki noktada sabit, yüzü ise düzdü. Gözlerinin hedefine döndüğümde Ferit'in telefonla konuşarak bize doğru adımladığını gördüm. Siyah bir kot pantolon, siyah bir boğazlı kazak ve siyah şişme mont giymişti. Birkaç adım sonra yanımıza vardı. ''Bilmiyorum,'' dedi sıkıntıyla. Derin bir nefes aldı. ''Bilmiyorum baba,'' Sandalyeyi çekip otururken kaşları çatıldı. ''İstemiyorum. Hayır.'' Gözlerini sıkıca kapatarak bıkkınlık dolu bir nefes daha alıp geri bıraktı. ''Baba! İstemiyorum! Üzerime gelme!'' dedi her harfi bastırarak. Sesi yüksek perdeden dökülüyordu ancak daha da yükselmemesi için çabaladığı belliydi. Bir süre karşı tarafı dinleyip tek kelime etmeden telefonu kapattı. ''Selam,'' dediğinde sesi yine de keyifliydi. Biz de mırıldanarak karşılık verdik. Mırıldandığımızdan olsa gerek gözleri ansızın yüzlerimiz arasında git gel yapmaya başladı. Üç tur sonra benim yüzümde durdular. ''Neyin var senin?'' diye sordu. Gözlerimi masadan kaldırdığımda karşımdaki kantin camlarındaki aksimle karşılaştım. Kaşlarım çatık, yüzüm asıktı. ''Derslerle alakalı ya,'' diyerek geçiştirdim. ''Ne oldu?'' diye sorarken muhatabı Muhammet'ti. Muhammet'in gözleri bana dokundu. ''Mobil araç diye bir dersleri varmış. Firuze'nin final projesinin konusu sürat teknesiymiş; tekne maketi yapacak yani. Proje hocası da, tekneyi juri sunumunda yüzdür, demiş.'' Muhammet'in açıklamasından sonra gözlerim Ferit'e döndü. Kaşlarını kaldırmış şaşkınlıkla bakıyordu. Yüzüne konuşlanan yaraları ile karşılaşmam, yeniden gözlerimi masaya çevirmeme sebep oldu. ''İyi de sizin alanınızda var mı bu?'' diye sordu merakla. Ardıma yaslanarak henüz yarısını içebildiğim sigaramı söndürdüm. ''Sence var mı Ferit? Mühendislik okumuyoruz biz. Sence alanımızda var mı?'' diye sordum öfkeyle. Öfkem ona değildi. Finallere bir buçuk aydan az bir zaman kalmıştı ve projelerin prototiplerini oluşturmak oldukça zaman alıyordu. Ayrıca zaman alanlar yalnızca prototipler değil, uygulama derslerinin tümüydü. Bu sebeple de bir buçuk ay aslında oldukça kısa bir zamandı. Sıkıntılı bir nefes alıp verdim. ''Siz yardım edemezsiniz değil mi?'' diye sordu Muhammet. Ferit ne zaman çıkardığını fark etmediğim sigarasını ateşledikten sonra, ''Tam onu düşünüyordum. Elimden geleni yaparım ama sanmıyorum yardımcı olabileceğimi.'' dedi. Muhammet başını sallarken ben yeniden tırnak kenarlarımdaki etleri dişliyordum. ''Elektrik elektronikten tanıdığınız yok mu hiç?'' diye sordu ansızın Muhammet. Ferit'in yüzündeki yaraları umursamadan hızla ona döndüm. Bakışlarımın beklenti dolu olduğunun bilincindeydim. Gözleri yüzüme dokundu. Bir-iki saniye sessiz kaldı. ''Yok,'' derken sesi oldukça kısık çıkmıştı. Dudaklarını da neredeyse oynatmamıştı ve ses tonu ile yüz ifadesi kendinden emin değildi. ''Hiç mi yok ya?!! diye sordum yakararak. Yerimde dikleşmiş, sağımda oturan Ferit'e doğru hafifçe eğilmiştim. ''Ödemesini yaparım ben. Yeter ki geçeyim! Altı kredilik ders, az değil.'' dedim. Bir süre yüzüme baktı. Başını hafifçe iki yana sallayarak, ''Yok Firuze ama çocuklara da bi' sorarım.'' dedi. Mağlubiyetle geri yaslandığımda, ''Ben yardımcı olmaya çalışırım sana. Daha önce yapmadığım şey değil.'' dedi bana doğru hafifçe eğilerek. Muhammet sessizce bizi izliyordu. ''Daha önce de gece okulda proje yaptığında kaç kere geldim, yine gelirim. Asma yüzünü, hallederiz.'' dedi kısık bir sesle. ''Teşekkürler, düşünmen yeter.'' dedim sıkıntıyla. Ardından sıkıntılı bir nefes verdi ve saatine baktı. ''Benim derse gitmem lazım.'' diyerek sigarasını söndürdü. Aceleci görünüyordu. ''E yeni çıkmadın mı daha? Ara yok mu?'' diye sordum şaşkınlıkla. Başını geri attı. ''Bir saat oldu neredeyse dersim biteli, yukarıda çocuklarla oturduk. Sizi görünce gelip selam vereyim, bir sigara içeyim dedim.'' dedi ve ayaklandı. ''Hadi görüşürüz,'' El selamına aynı şekilde karşılık verdik. Gözlerimi yeniden masaya çevirdiğimde Muhammet, Ferit'in uzaklaşan sırtını izliyordu. ''İyi çocuk aslında,'' dedi mırıldanarak. Gözlerimi devirerek ona döndüm. Mavi gözleri gözlerimi buldu. ''Dengesiz olmasa iyi çocuk Firuze. Ama işte dengesiz lavuk.'' dedi kaşlarını kaldırarak. Hafif yükselen ses tonu, açıkça Ferit'e hayıflanıyordu. Ciğerlerime büyük bir nefes doldurup sıkıntılı bir şekilde, gürültüyle geri verdim. ''Kahve alayım ben,'' diyerek ayaklandım. Kantine girdiğimde halen kamburumun çıktığını hissediyordum. Muhtemelen en az iki gün daha sürecekti bu duygu durumum. Bunu fark ettiğimde hemen akabinde yeni bir şey daha fark ettim. Sanırım ben gerçekten, Ferit'in de dediği gibi karamsar ve negatif bir insandım. Bu fikir, dudaklarımı birbirine bastırarak başımı hafif savurmama sebep oldu. ''Aa! Firuze nasılsın?'' Sağıma doğru döndüğümde Suat gülümseyerek bana bakıyordu. Gözlerim yüzünde hızla dolaştığında saçlarının ve sakallarının gerçekten de o kadar kızıl olmadığını düşündüm. ''İyiyim Suat, sen nasılsın?'' diye sordum gülümseyerek. Gülümsemeyi başarabildiğimi umuyordum. ''İyiyim ben de.'' derken sipariş sırası bana gelmişti. ''İki sade kahve,'' dedim ve yeniden Suat'a döndüm. Tam dudaklarımı araladığımda arkamızdan geçen dört erkek aynı anda önce bana bakıp ardından Suat'a döndüler. Aralarından biri yürüyüp geçerken elini Suat'ın omzuna hafifçe vurdu ve, ''Bekliyoruz,'' dedi. ''Tamam alıp geliyorum.'' diyerek yanıtladı Suat. Arkamdan geçip uzaklaşan çocukların üzerindeki gözlerimi yeniden Suat'a çevirdim. Meraklı gözlerimi cevaplamak ister gibi, ''PlayStation,'' dedi yalnızca. Söylerken hafifçe tebessüm etmiş ve başını hafifçe savurmuştu; bunun gayet olağan ve alışıldık bir durum olduğundan bıkmış gibi. Oysa benim merak ettiğim bu değildi. ''Sen Ferit'lerle aynı dönemde değil misin?'' diye sordum merakla. ''Evet,'' dedi. Sorduğum soruya şaşırmış gibi görünüyordu. Önümüze koyulan gazoza uzandı. ''E dersin yok mu senin?'' Şaşkınlığı artıyor gibiydi. ''Yoo,'' dedi donuk bir ifadeyle. Açıkça sorduğum soruları anlamsız buluyordu. Bu bana daha da garip geldi oysa. ''E Ferit derse çıktı. Senin nasıl yok?"diye sorarak ben de önüme koyulan iki adet kahveye uzandım. "Alttan dersin mi var bu saate denk gelen? Varsa neden girmiyorsun?'' diye sordum. Kapıya doğru yürümeye başladığımızda gülümsedi. ''Alttan bir tane bile dersim yok, ortalamam yüksek. Ben makine mühendisliği okumuyorum ki.'' dedi. Kaşlarım havalanırken açık alana çıkmıştık bile. ''Mühendislik fakültesinde değil misin?'' diye sordum merakla. ''Öyleyim Firuze,'' derken ses tonu, söylediklerime anlam veremediğini açıkça belli ediyordu. ''Elektrik elektronik okuyorum ben.'' dediğinde ansızın ona döndüm. Gözlerim hafifçe büyümüş, dudaklarım hafif aralanmış ve kaşlarım kalkmıştı. Şaşkınlıkla, ''Elektrik elektronik?'' dedim sorar gibi. ''Evet,'' derken yüz ifadesi tepkilerimi sorguluyordu. Oturduğumuz masaya gelip bardakları masaya bıraktım. Başımı ağır ağır sallarken, ''Anladım,'' dedim dominant bir sesle. Bir süre düz bir ifadeyle yüzüme baktı. ''Ben seni makinede okuyorsun sanmıştım da şaşırdım.'' dedim. Ses tonum ve yüz ifadem açıklama yapıyordu. O da başını salladı. ''Neyse çocukları bekletmeyeyim, görüşürüz.'' dedi ve gülümseyerek ekledi; Bir ara bunu daha detaylı konuşalım,'' Ses tınısı ve yüz mimikleri flört ediyordu. Sahte olduğunu anlamamasını umarak gülümsemeyi denedim. ''Görüşürüz,'' dedim. Suat ilerlerken ben sandalyeye oturdum. ''Hayırdır?'' Muhammet yüz ifademi okumakta her zaman oldukça iyi olmuştu. Yıllardır edindiği bu tecrübe, bulunduğumuz bu anda ona avantaj sağlamıştı; yine ve yine. ''Yok bir şey ya,'' diyerek olağan davranmayı denedim ve kahvemden bir yudum aldım. Ferit'i ilk gördüğüm yerde ona öfke kusmayı planlıyordum. *** Ara dersim olan inkılap tarihinden çıkmış, sarkak adımlarla merdivenleri iniyordum. Oldukça yorgundum. Gün içinde üst üste binen öfkem de mental olarak beni çok yormuştu ve bu durum kendimi çok daha yorgun hissetmeme sebep oluyordu. Vereceğimiz aradan sonra ise sanat tarihi dersine girecek olmak yüzümü ekşitmeme sebep oluyordu. Sol elimde proje çantam, sağ elimde sırt çantamın kulpu ile yürürken kamburumun çıkmış olduğunun farkındaydım. Fakültenin kapısından çıktığımda üzerime dökülen yağmur damlaları, montumun şapkasını başıma çekmeme sebep oldu. Kantine adımladıkça Meryem, Muhammet, Bora ve Ferit kadrajıma daha netlikle girmeye başladı. Gördüğüm dörtlü, bir an afallamama sebep olmuştu. Ancak masaya vardığım an, Muhammet'in Ferit'e ara sıra kaçamak olarak dokunan ters bakışları, şaşkınlığımı üzerimden hızla atmama sebep oldu. Proje çantamı, Meryem'in oturduğu sandalyeye dayarken Ferit ayaklandı. ''Otur sen,'' dedi ve boş sandalye bulmak için arka masalara doğru ilerlemeye başladı. Sandalyesine oturur oturmaz ilk iş olarak sigara yaktım. Yalnızca bir dakika içinde Ferit de yeni bir sandalye ile gelip sağıma oturdu. ''Akın yok mu?'' diye sordum Bora'ya. ''Gitti o.'' dedi kısaca. Sert bir rüzgar estiğinde montumun önünü çekiştirdim. Meryem ve Muhammet kendi aralarında konuşurken Bora'nın gözleri telefon ekranındaydı. Ferit, "Kapatsana önünü, hava soğuk." dedi yumuşak bir sesle. "Seni ilgilendirmez." derken sesim oldukça kısık çıkmıştı ve gözlerim masadaydı. Bir süre profilime baktı. Akabinde üstelemeden önüne döndü. ''Pazarlama dersinden mi çıktın? Suratın beş karış.'' Ferit'in soru soran sesi düzdü ve onun da gözleri masadaydı. Suratımın beş karış olduğu bir gerçekti ancak bunun pazarlama ile yahut diğer dersler ile ilgisi yoktu. ''İnkılap tarihi,'' dedim istifimi bozmadan. Ders konusu aklına öğle arasındaki konuştuklarımızı getirmiş olacak ki, "Elektrik elektronikten birini buldun mu?" diye sordu bir anda. Ansızın ona döndüm. Bakışlarımın ters olduğunun ve çehremin çatık olduğunun bilincindeydim. Saklama gereği duymadan, öfkeyle bakmaya başladım yüzüne. Kaşları hafif çatıldı. "Neden öyle bakıyorsun?" diye sordu çatık kaşlarla. Onu yanıtlarken sesimin yükselmesinin önüne geçemedim. "Aptal değilim, diyorsun ama aptal gibi davranıyorsun Ferit! Ya da beni aptal yerine koyuyorsun! Hangisi bilmiyorum ama hata yapıyorsun!" Meryem, Bora ve Muhammet'in gözleri aynı anda bize döndü. Ferit'in kaşları biraz daha çatılmıştı ve gözleri gözlerim arasında tur bindiriyordu. Benim gözlerim de onunkilerden ayrılmıyordu çünkü gözlerimi yüzünde gezdirdiğim an, göz ucuyla seçebildiğim yaralarını netlikle görecektim. Bir anda ayaklandı. "Sen gelsene biraz!" dedi öfkeyle. "Gelmiyorum," diyerek önüme döndüm ve sigaramı söndürmeye koyuldum. "Firuze kalkar mısın?" diye sorduğunda bu kez ses tonu biraz düşmüştü. Sol elini benim sandalyemin sırtına, sağ elini ise kendi sandalyesinin sırtına dayayarak eğildi. "Lütfen," dedi sakin bir sesle. Ters bakışlarımı yüzüne çevirdim. Gözlerimiz buluştu. Siyah gözleri öfkeliydi ancak yüz ifadesi beklenti doluydu. Ağır ağır kalktığımda diğer üçünün gözleri halen üzerimizdeydi. Büyük şemsiyenin altından çıktığımızda yağmur damlaları yeniden üzerimize dökülmeye başladı. Bana kaçamak bir bakış attığını göz ucuyla görebiliyordum. "Şapkanı başına geçir." dedi. İstifimi bozmadım. Derin bir nefes alıp verdi. Uzanıp şapkamı başımın üzerine çekti. Ona dönmeden, herhangi bir şey söylemeden sessizce adımlamaya devam ettim. Adımlarımız bizi okulun korusuna götürüyordu. Ancak Ferit, henüz koruya girmeden, "Neden bana insanların içinde ters yapıyorsun?" diye sordu. Koruya girecek kadar sabredemediği belliydi. Korunun henüz girişinde durmuştuk. Ona doğru hiddetle döndüm. "Suat elektrik elektronik okuyormuş Ferit! Neden söylemedin?!" diye sordum öfkeyle. Bir-iki saniye sessiz kaldı ancak yüzünde şaşkınlığın emaresi yoktu. "Sen nereden biliyorsun?" Sakin bir sesle sorduğu soru sarkastik bir şekilde gülmeme sebep oldu. "Kendisi söyledi!" dedim hiddetle. "Aklıma gelmedi," Kaşlarım havalandı. "Aklına gelmedi?" Dudaklarını ıslattı. Yüzüne dökülen yağmur sebebiyle gözleri kısılmıştı. ''Evet Firuze, aklıma gelmedi.'' dedi tane tane. Ancak sesinin altında gizli bir öfke vardı. Oysa öfkelenmeye hakkı yoktu. ''Suat'ın bana olan ilgisini söylemek aklına geliyor ama okuduğu bölüm mü aklına gelmiyor?! Hem de bölümün adını birden çok kez dile getirmişken!'' ''Gelmedi, diyorum Firuze! Aklıma gelmedi! Ben çevremdeki insanları okudukları bölümle kodlamıyorum kafamda!'' derken onun da sesi yükseldi. ''Ferit! Açık açık sordu sana Mami; elektrikten tanıdığınız yok mu, diye!'' Büyümüş gözlerim, siyah gözlerine öfkeyle bakıyordu ve yanımızdan geçip giden öğrencilerin gözleri bize dönmüştü. Ancak aldırmadım. ''Ya gelmedi, diyorum! Gelmedi aklıma!'' diye bağırırken o da çevredekileri aldırmamış gibiydi. ''Aklıma gelse neden söylemeyeyim Firuze?!'' Ellerini kaldırmış, hiddetle sarsıyordu. ''Bilmiyorum Ferit! Ben de düşünüyorum, neden söylemeyesin?! Ama sonra aklıma bazı sebepler geliyor, o sebeplere öfkeleniyorum bu kez! Çünkü bu kadar bencil bir insan olamazsın!'' Öfkeyle bakan gözleri kısılırken çehresi daha da çatıldı. ''Pardon, ne geliyor aklına?!'' En amiyane tabirle dişlerini sıkarak sordu sorusunu. Sessiz kalarak öfkeyle yüzüne bakmaya devam ettim. Ne cevap vereceğimi düşünürken bir kez daha bağırdı. ''Söyle, neden bencilmişim ben?!'' Derin bir nefes alıp verdim. ''Hayatımda senin kadar aptal bir insan görmedim Ferit!'' Ses tonum tahminimden yüksek çıkmıştı. Sesim neredeyse koruda yankılanmıştı. ''Bencilsin! Ben aptal değilim!'' Ayaklarım, geldiğimiz yöne döneceği sırada, ''Bir dakika, bir dakika!'' dedi. Kolumdan tutmuştu ve birkaç adımla yeniden karşıma geçti. Gözlerindeki öfke harlanmıştı. ''Ne demek istiyorsun?! Açık açık söyle!'' Bağırmıyordu ancak sesi oldukça dominanttı. ''Bana aptal muamelesi yapmandan çok sıkıldım Ferit. Önüme koyulan taşlardan artık sıkıldım.'' Kaşları havalandı. ''Artık insanların bencillikleri arasında sıkışıp kalmak istemiyorum ben. Ve bunu senden de görmek beni kahrediyor şu an.'' Hafifçe yüzüme eğildi. ''Ne saçmalıyorsun Firuze? Ne demek istiyorsun? Suat'ın elektrik okuduğunu bilerek mi söylemedim ben sana? Bilerek mi sakladım? Bu yüzden mi bencilim? Taş mı koydum önüne?'' Ela harelerim siyah hareleri arasında tur bindirirken sesi biraz daha sert çıktı. ''Neden yapayım böyle bir şeyi? Ne zannediyorsun sen?'' Yutkunarak gözlerine baktım. ''Kafanda sorular varsa bana sor ve cevaplarını benden al. Kendi kafanda kurma.'' Kalp atışlarım yükselirken öfke bu kez beni tepeden tırnağa esir aldı. Kanımda dolaşan adrenalin vücut ısımı yükseltti. Bunlar oldukça tanıdık cümlelerdi ve kulaklarıma bir kez daha bu cümleler doluyordu. ''Bencilsin Ferit!'' dedim öfkeyle yüzümü yüzüne yaklaştırarak. ''Ayrıca kırıcısın da! Seni çok yanlış tanımışım!'' Bedeninden sıyrılıp korunun çıkışına doğru yöneldim. Henüz iki adım attığımda arkamdan seslendi. ''İyi! Git Suat yardım etsin sana! Can atar!'' Yanıtlamadan birkaç adım daha attım. Bir kez daha seslendi. Bu kez sesi daha yüksek çıkmıştı. ''Aferin Firuze! Aç kapılarını! Devam et!'' Ansızın duraksayıp hafifçe geriye döndüm. ''Açacağım zaten! Sen de böyle devam et!'' Hızlı ve büyük adımlarım zemini adeta eziyordu. Kantine gelip yeniden aynı masanın başında dikildiğimde üçünün gözleri de yeniden yüzümü buldu. ''Ne oldu?'' diye soran Meryem'di. ''Yok bir şey,'' diyerek Bora'ya döndüm. ''Bana Suat'ın numarasını ver.'' dedim henüz oturmadan. ''Bende Suat'ın numarası yok.'' dedi Bora. Ters bakışlarımı yüzüne çevirdim. Yüzündeki yaralara göz değdirmeden cebimdeki telefonu çıkardım. ''Bul o zaman, şimdi, şu an, bul, ver.'' dedim ve sandalyeye oturdum. Bora gözlerini telefonunda gezdirmeye başlarken Meryem ve Muhammet'in gözü benim üzerimdeydi. Kadrajıma masa takıldığında Ferit'in telefonunun ve cüzdanının masada olduğunu gördüm. ''Varmış,'' dedi Bora sıkıntıyla. ''Tamam, söyle.'' Bora, Suat'ın numarasını okuyor, ben hızla yazıyordum. Muhammet'in üzerimde olan gözlerinin öfkeyle baktığının da bilincindeydim. Ferit'e bir kez daha kızıyordu. Numarayı kaydedip telefonu masaya bıraktım. Cebimden çıkardığım paketten bir sigara alıp yaktım. Sigaramın henüz yarısındayken üçü aralarında bir şey konuşuyordu fakat kulak asmıyordum. Burnuma dolan parfüm kokusu derin bir nefes almam için ciğerlerimi zorladı. Akabinde kadrajıma Ferit'in eli girdi. Hızla, masada duran telefonunu ve cüzdanını aldı. ''N'oldu?'' diye sordu Bora. ''Yok bir şey!'' Onu tersleyip Meryem ve Muhammet'e ithafen konuştu. ''Görüşürüz.'' Meryem ve Muhammet mırıldanarak karşılık verirken hızlı adımlarının rotasına çoktan okulun çıkış kapısını sokmuştu. ''Nereye?'' Gözlerim masada gezerken Ferit Bora'yı yanıtlamadan uzaklaşmaya devam etti. *** Kendimi bir kez daha onu ve onunla olanları düşünürken bulmuştum. Bu durum artık canımı sıkmaya başlamıştı çünkü henüz bir yıl öncesinde, neredeyse aynılarını Melih'le deneyimlemiş ve ona oldukça yoğun duygular beslemeye başlamıştım. Esasen, Melih'e kendimi kaptırmamın sebebini, sürekli onu düşünüyor olmama yormuştum. Henüz birkaç ay, belki de birkaç hafta öncesinde yanımdan defalarca kez geçip giden Melih'ten haberim dahi yokken, haftalar sonra durmaksızın onu düşünür, bana olan yaklaşımını irdeler olmuştum. Melih'i sorguluyor olmak, sürekli zihnimde onun canlanmasına sebep oluyordu. Bazen ona kızıyor, kendimi onunla kavga ederken hayal ediyordum. Bazen yaptığı bir hareket hoşuma gittiğinde ise kendimi onunla yan yana nasıl göründüğümüzü düşünürken buluyordum. Melih'i devamlı olarak düşündüğüm yalnızca birkaç haftada ona kapılmam, bazı şeyleri, iki yıl kadar uzun bir süre boyunca kafamda kurduğunu dile getirmesiyle ise bozguna uğramam kaçınılmaz olmuştu. Bu iki yıl süresince Melih açıkça ağaçlarımdaki aşk meyvelerini toplamış, aldığı ısırıklarla egosunu tatmin etmişti. Ben bunu fark ettiğimde ise ne tek bir ısırık alacak bir meyve, ne de o ağaçlar kalmıştı meydanda. Şimdi ise aynılarını Ferit'le yaşadığımı hissettiğimde tepeden tırnağa bir ürperti sarıyordu bedenimi. Çünkü Ferit'i tanıdığım ilk zamanlarda, bir yıl önce, Melih'ten oldukça büyük bir darbe yemiştim ve bir daha kimseye kendimi bu denli açmayacağıma, kendime bunu yapmayacağıma söz vermiştim. Ancak bugün bulunduğumuz noktada, uzun zamandır sulamadığım kalbimin kurak topraklarında tohumlar yeşertmeye çalışıyordu sanki Ferit. Bense, bu topraklarda tohum filizlenmez, demek yerine köşeme çekilip olan bitene seyirci kalıyordum. Çünkü o topraklarımı inatla sularken benim, yapma, demeye bile mecalim olmuyordu çoğu zaman. Biraz zaman sonra ise, topraklarım nihayet nemlendiğinde, tohumlar nihayet filizlendiğinde arkasını dönüp koşar adımlarla uzaklaşıyordu. Ben yine topraklarımda bir başıma kalıyordum. O gittiğinde nemli topraklarıma çöküp önümde duran ve onlarla ne yapacağımı bilmediğim fidanlarla bir başıma kalıyordum. Çünkü ben onlara nasıl bakılacağını bilmiyordum; onları ben değil, Ferit ekmişti. Yapabileceğim yalnızca iki şey vardı. Ya topraklarımı Ferit'ten uzak tutacaktım ya da fidanlarımın ağaç olmalarına izin verecektim. Fakat ikinci ihtimali tek başıma gerçekleştirmem mümkün değildi. Bu sebeple, birinci ihtimalin peşinden gitmekten başka yapılacak bir şey kalmıyordu. Uzun uzadıya düşünmeme rağmen başka bir çıkış yolu bulamıyordum. Ferit'e hak vermek istiyordum ancak kendimle savaş vermekten ve onu haklı çıkarmaya çalışmaktan yorulmuştum artık. Omuzlarım mağlubiyetle düştüğünde kulaklığımı çıkardım ve masaya bıraktım. "Sebastian?" Başımı kaldırarak Sıla ile göz teması kurdum. Yanımdaki sandalyeye ilişti. "Sebastian ne kızım ya?" Gülümseyerek kaşlarını havalandırdı. Oldukça neşeli bir sesle, "Çeneni kapa, Sebastian'sın sen." dedi. "Bora da Sivas'lı diye biliyorum, o zaman ona da Sebastian deyin." dedim memnuniyetsiz bir tavırla. "Benim onunla samimiyetim mi var Sebo?" diye sordu ve ardına yaslandı. "Hayret, sanat tarihine girmezdin sen." diye mırıldanarak konuyu değiştirdim. "Az kaldı kızım sınavlara." Yüzünü yüzüme döndü. İkaz eder gibi, "Sen de pazarlamaya girmeye başlasan iyi olur." dedi. Başımı sallayarak sıkıntılı bir nefes aldım ve önüme döndüm. Telefonum titrediğinde ekranda Meryem'in adı belirdi. Meryem Bağcı: Siz: Meryem Bağcı: Siz: Ferit Değirmenci: Yukarıdan düşen bildirime uzun bir süre baktım. Bildirim kaybolduğunda dahi gözlerim halen ekranın üzerindeydi. Sabit bir noktaya mıhlanmış gözlerime tezat olarak kalbim hızla kan pompalıyor, kanıma karışan öfke ve öfkeye harmanlanan adrenalin damarlarımda kol geziyordu. Meryem Bağcı: Telefonun yeniden titremesiyle gözlerimi Meryem'in mesaj baloncukları üzerinde gezdirmeye başladım. Konuşma penceresine hapsolmuş gibi, ekranı kaydırıp çıkamıyordum konuşmadan. Bu, Ferit'ten bir kaçış mıydı, öfkeme teslim olma korkusu muydu yoksa ona karşı çizdiğim sınırlara ihanet etmekten mi korkuyordum, bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey vardı; Ferit'e bağırmak, öfke kusmak ve kalbini kırmak istiyordum. Ancak açıkça kaçıyordum bundan. Kalbini ne zaman kırdığımı hissetsem kara dumanlara esir oluyordum çünkü. Bunun önüne geçemiyor, önüne geçemememin sebebini kestiremiyordum. Bu ise kaşlarımı daha çok çatıyor, kalp atışlarımın öfkeyle hızlanmasına sebep oluyordu. Birkaç kısa saniye sonra ekranı kaydırarak konuşma penceresinden çıkmaya yeltendiğimde bir kez daha peş peşe bildirim düştü. Baş parmağım havada asılı kalırken birden fazla his aynı anda kalbime doluyordu. Ferit Değirmenci: Yanıtlamak istiyor ancak ondan kaçıyordum. Öfke ve hüzün aynı anda kalbime çöreklenirken yanlarına bir de adını koyamadığım bir his ilişiyordu. Kalbim, aynı anda sırtlandığı bu hislerin yüklerinin altında eziliyor, kaçacak delik arıyordu. Hızlanan kalp atışlarımı umursamadan derin bir nefes alıp bıraktım. Göğüs kafesimde birikenlerin hepsini görmezden geldim ve sanat tarihi hocasının söylediklerine odaklanmayı denedim. Fakat bir saat boyunca yalnızca denemekle kaldım. Bir saat boyunca devamlı olarak titreyen ve masada yüz üstü yatan telefonumun üzerinde titreyerek gidip gelen çekingen ellerim, nihayetinde kucağıma düşüyordu her seferinde. ''Davud heykeli, Floransa'nın en önemli sembollerinden biridir.'' Hocanın, bir kulağımdan girip diğerinden çıkmaya yüz tutan sesine tutunmak, sesini beynimin içinde hapsetmek ve ardından gelecek olan cümle seline odaklanmak istiyordum. Ancak o sesin hâkim olması gereken kafamın içinde yalnızca telefonun titreme sesi ve Ferit'in koruda söyledikleri yankılanıyordu. ''Çatık kaşlı bir ifadeyle Golyat'ı süzmekte ve onu nasıl alt edeceğini düşünmektedir.'' Telefonum bir kez daha titredi. Konuşmak için ısrar ettiğinden ve özür dilediğinden emindim. Derin bir nefes alarak sağ omzuma doğru eğilmiş duran başımı sol omzuma eğdim. Gözlerimi slayt üzerinde gezdirmeye devam ediyordum ancak Selma Hoca'nın yalnızca bir-iki cümlesini yakalayabiliyordum. ''Michelangelo, kafasında Davud'un görünümünü yaratıp, Davud'a ait olmayan her şeyi mermerden kazıyıp attığını söyler.'' Her ne kadar onunla kavga etmek ve içimde birikenleri kusmak istesem de, nereden geldiğini bilmediğim bir his onunla konuşmamı istiyordu. Tüm zerrelerimden, oluk oluk kanlar akıtırcasına söküp atmak istediğim bu fikir, tüm çabalarıma rağmen diğerini alt edecek gibiydi ancak ben yine de kendimle verdiğim mücadelede mağlup olan taraf olmak istemiyordum. Bu hisse kulak asmamın sebepleri vardı. Eğer onunla konuşursam, onu dinlersem beni ikna edebilirdi. Hayır, ikna ederdi. Tüm kırgınlığımı, kırılan ve etrafa saçılan tüm parçalarımı süpürürdü ve ben bir kez daha ona olan gardımı indirmiş olurdum. Gardımı her indirdiğimde ona bir adım daha atmış gibi hissediyordum. O ise her adımımla bir adım geri çekiliyor, ancak ayak uçlarımızın birbirine değdiğine ikna ediyordu beni. Ben ise ne zaman bir adım geri gitsem aramıza bir perde çekmiş oluyordum. Fakat o, her seferinde itina ile o perdeyi yırtıp atıyordu ve ona uzanan ayaklarım söz dinlemiyordu. Bu bir kısır döngüydü. Bu döngüden nefret ediyordum. Ancak hiçbir kısır döngü bu kadar güzel olmamıştı. Dudaklarından dökülerek öfke kafesine hapsolmama sebep olan cümlelerine rağmen yine de içten içe tüm kırıklıklarımı süpürüp atmasını istiyordum işte. Yine de cümleleri beni ikna etsin, özrünü kabul edeyim ve ona hak vereyim istiyordum içten içe. O bunu hak etmiyordu fakat ben çoğu şeyle ilgili ona daha evvel hak etmediği tavizleri vermiştim zaten. Çünkü süpürüp atmadığı kırıklıklar benim gibi onun bedenine de batıyordu. Bunu açıkça görüyordum, bunu saklamıyordu. Belki de her seferinde, o kırık parçalar kendi canını yakmasın istiyordu. Yahut belki de yalnızca bedenime batan kırık parçalardan rahatsızdı, bilemiyordum. Ancak yine ona yenilmek fikri aklımdan çıkmıyordu. Fakat bu, bu fikre yenileceğim anlamına gelmiyordu. Bu fikre yenilmezsem ona da yenilmezdim. Belki parçalar bedenimin birçok noktasından kanlar akıtıyordu ancak biliyordum ki o yaralar kabuk bağlayacaktı. Ve kabuk bağlayan yara, sonraki darbenin karşısında daha sağlam dururdu. ''Firuze?'' Gözlerimi slayttan çekip Selma Hoca'nın yüzüne çevirdim. Sitemkâr bakışlarla yüzümü aşındırıyordu. ''Davud heykelinin kopyası, Kudüs'e gönderildiğinde neden hoş karşılanmadı?'' Hafifçe dikleşip, ''Çünkü Davud çıplaktı,'' dedim. Dudaklarını ıslatıp tebessüm etti. ''Sonra?'' Bir kez daha titreyen telefonuma refleks olarak bakış atıp yeniden Selma Hoca'ya döndüm. ''Sonra, üzerinde kıyafet olan başka bir heykelin kopyası gönderildi Kudüs'e.'' dedim. Tatmin dolu bir gülümseme ile başını salladı. Gülümseyerek dudaklarını yeniden araladı. ''Davud heykeli ilk olarak nereye konumlandı?'' Sorusunu sorarken gözleri kısılmıştı. Ben de düşünürcesine gözlerimi kıstım. Benim yüzümde de silik bir gülümseme vardı ancak benimki onunkine nazaran biraz daha yaramaz bir gülümseme idi. ''Floransa'ya.'' dedim. Bu kaçamak cevaba derslikte birkaç kişi kıkırdarken Selma Hoca daha genişçe gülümsedi. ''Floransa'da ama nerede?'' diye sordu. Kısa bir süre düşünüp, ''Vecchio Sarayı'nın önündeki meydanda.'' dedim. Kaşlarını kaldırarak, ''Meydanın ismi ne Firuze?'' diye sordu halen gülümseyerek. Dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi kıstım. ''Hatırlamıyorum hocam.'' dedim şirin bir tavırla. ''Signoria Meydanı,'' dedi başını sallayarak. Ben de ona eşlik ederek başımı salladım. Selma Hoca yeniden slayta döndüğünde sağımda oturan Sıla, kaleminin arkasını dişleyerek boş bakışlarla yüzüme bakıyordu. Ne olduğunu sorarcasına başımı salladım. ''Sarayın ismini nasıl hatırladın? Hepsi birbirine benziyor, ben karıştırıyorum.'' dedi kısık bir sesle sitem ederek. ''Vecihi'den geliyor aklıma. Böyle kodlamazsam unutuyorum ben de.'' dedim. Kaşları havalandı. ''Ben de böyle kodluyorum kafamda ama Vecihi hiç gelmedi aklıma.'' dedi. Başını bana doğru biraz daha eğip kısık bir sesle, ''Meydanı nasıl kodlayacağız? Signoria, deyince aklıma birkaç şey geliyor gibi oluyor ama gelmiyor. Bu kadın kesin sınavda sorar bunu.'' dedi. ''Signal'den gelsin işte aklına, sonuna oria eklersin. Zaten bütün ekleri birbirine benziyor, gelir aklına. Bitti gitti işte.'' dedim fısıltıyla. Bir süre sessiz kaldı. ''Signal tamam ama kesin o eki karıştırırım ben. Sınavda sorsa, Signaliato falan yazarım kesin.'' dediğinde bakışlarımız ortada buluştu. Genzimden dudaklarıma koşan doludizgin gülme hissini engelleyebilmek için başımı önüme eğdim. Bu fayda etmediğinde ise alnımı masaya dayadım. Kısa bir süre kucağıma doğru sessiz kıkırdamalar gönderirken, ''Süreyi geçirmişiz, neden söylemediniz? Bugünlük bu kadar yeter.'' dedi Selma Hoca. Başımı ansızın kaldırdığımda Sıla gözlerini devirerek oh çekiyordu. Eşyalarımızı toparlarken derslikte bir uğultu işitiliyordu. Sıla, gözlerini yüzüme değdirmeden, "Senin yüzün niye asık?" diye sordu. Hafifçe yüzümü ekşittim fakat gözleri çantasında dolaştığı için bunu görmedi. "Uykumu pek alamadım, ondandır." diyerek geçiştirdim. Verdiğim cevap, yüzümü bir kez daha ekşitmeme sebep oldu. Bu söylediğime pek inanmadığı belliydi fakat yine de üstelemedi. "Ben kütüphaneye geçeceğim." dedi sıkıntılı bir nefes vererek. Başımı sallayarak bir omzuma sırt çantamı geçirirken bir elime proje çantamı aldım. En alt kata kadar konuşmadan ilerledik. Nihayetinde Sıla kütüphaneye doğru ilerlemeye başladığında derin bir nefes aldım. Yüzüme taktığım maskemden hoşlanmıyordum. Sarkak adımlarla fakülte binasının kapısına doğru ilerlerken bir yanım Ferit'le karşılaşmak, bir yanım ise ondan kaçmak istiyordu. Elimde sıkıca tuttuğum ve bir kez bile ekranına göz gezdirmediğim telefonum yeniden titredi. Bu kez bir süre yerimde sabit kaldım ve zemin katın ortasında kısa bir süre bekleyip mesajlara göz gezdirmeye başladım. Öğrenci seli çevremde bir sağa-bir sola akarken ben hareketsiz bir şekilde bildirimleri okuyordum. Ferit Değirmenci: Ferit Değirmenci: Ferit Değirmenci: Ferit Değirmenci: Ferit Değirmenci: Ferit Değirmenci: Ferit Değirmenci: Ferit Değirmenci: Meryem Bağcı: Meryem Bağcı: Ferit Değirmenci: Ferit Değirmenci: Ferit Değirmenci: Ferit Değirmenci: Ferit Değirmenci: Omuzlarım hafifçe çökerken ela harelerim ekrandaki saate dokundu. 17:21 yazılıydı. Çoktan gitmiş olmalıydı. Derin bir nefes alıp proje çantamı yere bıraktım ve Ferit'in mesajlarını açıp parmaklarımı ekran üzerinde dolaştırmaya başladım. Siz: Bir nefes daha çektim. Bir nefes daha... Ve peşinden bir nefes daha... Proje çantamı alıp omzuma astım ve camın ardından görünen kasvetli hava ile yağmur damlalarına göz gezdirdim. Montumun fermuarını çekip şapkamı başıma geçirdim ve hızlı adımlarımı çıkış kapısına savurdum. Kapıdan hızla geçip adımlarımı basamaklardan aşağı akıtmaya başladım. Bir an önce otoparka gidip arabaya binmek, kendimi eve atmak ve öylece oturmak istiyordum. Beş basamağın henüz yarısında, ''Ne demek konuşacak bir şey yok?!'' diye çıkışan Ferit'in sesini işittim. Başımı sağıma çevirdiğimde merdiven tırabzanlarına yaslanmış, yüzünü merdivenlere dönmüş beklediğini ve yağmurdan ıslandığını gördüm. Sıkıntılı bir nefes vererek omuzlarımın bir kez daha düşmesine izin verdim. Ben omuzlarımı düşürürken o öfkeli adımlarla yanıma varmaktaydı. Tam önüme dikildiğinde avlunun taştan zeminindeydi. Bir basamak daha inerek boylarımızı biraz daha eşitledim. ''Ne demek o öyle?! Konuşacak bir şey yok falan?!'' diye öfkeyle sitem ederken gözlerim zeminde geziyordu. Yüzüm hafif ekşimişti ve hafifçe düşmüş omuzlarımdan dolayı duruşumun kambur olduğunun bilincindeydim. Oysa bu beden dilim, kısacık bir süre içinde kendime kızmama sebep oldu. Haklıydım. Benim karşımda dikilirken onun beden dilinin böyle olması gerekirdi. Kendinden emin tavrıyla sesini yükselten ben olmalıydım. Başımı kaldırıp bedenimi biraz daha dikleştirdim. Çatık ve karmaşık bir yüz ifadesiyle yüzümü aşındırıyordu. Siyah gözlerine öfkenin ve şaşkınlığın yerleşmiş olduğunu netlikle görüyordum. Benden sabırla cevap beklerken gözlerimi yüzünde gezdirdim. Saçları neredeyse tamamen ıslanmış ve bozulmuştu. Yukarı kaldırarak geriye attığı saç tutamlarının neredeyse tümü alnına doğru dökülmüştü. Sakallarından bir damla düştü. Gözleri, yağmur damlalarına meydan okumaya çalışıyor, bu sebeple kısılıyor ve kırpışıyordu. Gözlerim tek tek yaralarına değdi. Öfkeli yüz hatlarımın hafifçe gevşediğini hissettim. Hatta sanki yüz ifademe biraz da hüzün karışmıştı. "Bakma," dedi kısık bir sesle. "Bakma onlara, gözlerime bak." Gözlerimi gözlerine dokundurduğumda kırmızı gömleğin hikayesini hatırlamışa benziyordu. "Yaralarıma bakma, gülsün yüzün." dedi kısık bir sesle. Gözlerimi gözlerinden kaçırarak birkaç kez kırpıştırdım. Biraz daha dikleşip, ''Şapkan yok mu?'' diye sordum. Gözleri, gözlerim arasında birkaç kez hayretle tur bindirdi. "Bu mu yani konumuz Firuze?" diye sordu sitemle. "O mesajın ne öyle? Ne demek o?" Ses tonu yeniden yükselmişti. "Neden gitmedin?" Sorumu umursamadı. ''Firuze, konuşacak bir şey yok, ne demek?'' diye sordu dişlerinin arasından. Bu kez, ses tonunu biraz daha düşük bir seviyede tutmak için çabalamıştı. ''Yok Ferit. Yok işte. Ne anlıyorsan o! Daha ne konuşabilirim seninle?'' diye sordum öfkeyle. ''Ne?! Ne yani?! Daha ne konuşabilirim, ne demek?! Silecek misin beni?! Anlamıyorum!'' dedi öfkeyle. Dizginlemeye çalıştığı ses tonu buraya kadar sabredebilmişti. Bu cümlesi ile kaşlarım öfkeyle çatıldı. Dudaklarımı ıslatıp başımı kendimden emin bir şekilde dikleştirdim. Bu hamlemle biraz daha tepeden bakmaya başladım. Genzime doğru doludizgin tırmanan yüksek ses tonumu dudaklarımdan serbest bıraktım. ''Ferit sen bana ne söylediğinin farkında mısın?!'' diye sordum ansızın. ''Hangi kelimeleri kullandığının farkında mısın?!'' diye bağırdım akabinde. Sorduğum soru ile çatık çehresi gevşedi. Kaşlarının ortası kalkarken kırışan alnını hüzün süsledi. Dudaklarını peş peşe araladı ancak herhangi bir kelime dökmedi sesine. Kendini nasıl savunacağını bilmediği her hâlinden belliydi. ''Ben sana anlattım! Melih'le olanları biliyorsun! Bilmesen bu kadar sinirlenmezdim! Ama biliyorsun! Benim zoruma giden bu! Bunu bilerek söyledin bana o cümleleri! Ben daha ne konuşacağım seninle?! Ne konuşabilirim?!'' Ses desibelimi düşürmek gibi bir niyetim yoktu. ''Silme,'' diyerek sırt çantamı tuttuğum bileğime uzandı. Sıkıntı ile sitemkâr bir nefes çekip bıraktığım sırada bileğime doğru uzanan eli kolumu kavradı. ''Affetme beni; affedebileceğin bir şey yapmadım, biliyorum. Bu konuda ne kadar hassas olduğunu da biliyorum. Girdiğimiz her ortamda bana laf sok. Muhammet'e anlat, o da yapsın. Hatta kızlar da öyle. Ağzıma sıçın hep beraber, razıyım. Ama silme beni.'' Öfkeyle yüzüne doğru eğildim. ''Neden Ferit?! Neden silmiyorum seni?!'' diye sordum dişlerimi sıkarak. Kısa bir süre gözlerini yüzümde dolaştırdı. Bu soruma cevap vermeyeceğinden emindim. Bir umut, beni şaşırtmasını bekledim. Mantıksız da olsa bir şey söylemesini bekledim. Dudaklarını araladığında ses tonu çok daha düşüktü ve sesine sürülen hüznü bu kez sesi tamamen kuşanmıştı. ''Ben seni kırdığımda kahroluyorum.'' dedi yüzünü yüzüme doğru hafifçe kaldırarak. Ben gözlerimi devirip bıkkın ve öfkeli bir nefes verirken o yağmura baş kaldırmaya çalışan kısık gözleri ile yüzümü aşındırıyordu. ''Firuze, senin kalbin kırıldığında mahvoluyorum. Hele ki bunu ben yaptıysam, kendimden nefret ediyorum.'' dedi kısık fakat ısrarcı bir sesle. Kasvetli gökyüzünde bıkkınlıkla gezdirdiğim gözlerimi yüzüne çevirdim. Beklenti içinde bakıyordu ancak söyleyecekleri bitmemiş gibiydi. ''Sen kırıldığında benim de canım yanıyor, benim de kalbim acıyor.'' dedi yakararak. Bu söylediklerinden kısa süre içinde pişmanlık duyacağını ve bu açık üslubu yüzünden bir adım daha geri gideceğini biliyordum. Bana attığı her bir adım için üç adım geri gidiyordu. ''Ferit, Allah aşkına, yapma!'' dedim sitem ederek. ''Benim kalbim sana kırılmaz Firuze. Sen kalbimi kıramazsın. Söyledim, biliyorsun.'' dedi yumuşak bir sesle. ''İnsan kendini kıramaz. Söyledim sana bunu. Bu yüzden, sen kırıldığında ben parçalanıyorum.'' derken kadife gibi yumuşak çıkan sesine bir kez daha yakarış eklenmişti. Yüksek perdeden çıkan sesimle, "Bıktım Ferit!" dediğimde cümlemin kalanını frenledim. "Bıktım," diye yakardım kısa bir sessizlikten sonra. Çünkü başka bir şey söylemek istemiyordum. Sessiz kaldı. Tarumar olmuş çehresine düşen yağmur damlalarını umursamadan, hüzünle bakıyordu siyah gözleri yüzüme. Sessiz kaldı çünkü onun da söyleyecek bir şeyi yoktu. Cümlemin devamını sormadı çünkü neyi kastettiğimi biliyordu. Birkaç saniye o şekilde sessiz kaldık. Yüzündeki yaralara dokunmamaları için gözlerimi gözlerinden çekmiyordum. Onun gözleri de gözlerimden ayrılmıyordu. Siyah harelerinden gözlerime akıttığı kelimeler olduğunun bilincindeydim. Ancak okuyamıyordum onları. "Anlamıyorum," dedim kısık bir sesle. "Şu an bana söylediklerini anlamıyorum Ferit. Bıktım bundan." Kısık sesime sitem kurulmuştu. Başını omzuna doğru eğdi. Bana hak verdiğini yüzünden okuyordum. "Aşamıyorum," dedi kısık bir sesle. "Yenemiyorum Firuze. Olmuyor. Üstenden gelemiyorum." derken sesi fısıltıdan farksızdı. Başımı iki yana salladım. Burnumdan peş peşe bıraktığım nefesler yorgundu. "Konuşacak hiçbir şey yok Ferit, inan bana. Böylesi daha iyi. Ben çok yoruldum." deyip kalan basamağı indim. Kolumu tutup benimle birlikte iki-üç adım ilerledi. "Firuze yapma," dedi titreyen bir sesle. Ona doğru döndüğümde sesim bir kez daha yüksek çıkmıştı. "Ferit yoruldum!" Eli kolumdan düştü. Bu kez başını hafifçe kaldıran ve yüzüne damlalar dökülen bendim. "Sana hak vermeye çalışmaktan, seni haklı çıkaracak sebepler aramaktan yoruldum! Seni anlayamamaktan, seninle savaşmaktan yoruldum ben! Hesaplar artık beni yoruyor! O kadar çok düşünüyorum ki bir süre sonra artık beynim işlevini kaybediyor! Benimle sessizce konuşman sana çok şey ifade ediyor olabilir ama benim için anlamı olmadığı sürece bana zarar vermekten başka bir şey yapmıyorsun!" "Seni kırdığım için özür dilerim." derken sesi bir kez daha titredi. Onca sözümden sonra verdiği cevap, burnumdan nefes vererek gülmeme sebep oldu. Gülüşümde alay vardı. "Beni gerçekten kırabileceğini mi sanıyorsun?" diye sordum alayla. Kırıyordu. "Üzerimde o kadar etkili olduğunu mu zannediyorsun Ferit?" Tahmin ettiğimden de etkiliydi, bu yalanımla anladım. "Sana kırılmadım, sinirlendim sadece." Oysa paramparça olmuştum. "Konuşacak bir şeyimiz yok, zaten senin de kendini ifade etmeye niyetin yok. Benim seni dinlemeye niyetim olmadığı gibi." Onu dinlemek ve kendini ifade etmesi için birçok şeyimi feda edebilirdim. Bu cümlemi kurarken karnıma saplanan ağrı ile anladım bunu da. Son noktayı koymak için, "Unut gitsin," dedim geçiştirircesine. Bu ise istediğim son şeydi. Cevabını beklemedim, cevap vermeye yeltenmedi. Sessizce söylediklerimi dinlerken yalnızca yüzü karışmış ve ifadesi talan olmuştu. Dudaklarını birbirine mıhlamış gibi, bir kez bile ayırmadı. Bir kez bile aralamadı. Yutkundu. Gözlerini gözlerimde gezdirdi. Yüzümü izledi. Yutkundu ve sustu sadece. Hızla arkamı döndüm ve adımlarımı otoparka savurmaya başladım. Öfkeli adımlarım taş zemini ezerken yüzüme dökülen soğuk damlalara tezat olarak, gözlerimden akarak yanaklarımdan süzülenler sıcacıktı. Sıcak ve soğuk birbirine karışıyordu tenimde. Gökyüzünden düşerek yüzümü boylayan damlalar, benden düşenleri kamufle ediyordu. Bu aramızda geçenler eninde sonunda yaşanacaktı. Reaksiyonum buna değildi. Dilimden dökülen cümlelerin hepsi birer yalandı ve ben neden yalan söylemek durumunda kaldığımı düşünüyor ancak bir cevap bulmak istemiyordum. Sesime karışan yalan cümlelerin peşinden kendime verdiğim dürüst cevaplar canımı sıkıyordu. Ferit'in, üzerimdeki etkisi tahmin ettiğimden de büyük gibiydi. Bu hesapta yoktu. Onca karara ve dizginlediğim onca yulara rağmen o dürüst cevapların hepsi birer ok gibi saplanmıştı kalbime. Kendime dürüst olmaktan hoşlanmamıştım. Yalanlarla yaşamak iyiydi. Ancak dürüst cümlelerin kötü bir huyu vardı; saklandıkları yerden bir kere çıktıklarında artık görmezden gelinemezlerdi. Ben o cümleleri kendime itiraf etmiştim ve artık onlardan ne kaçabilir ne de saklanabilirdim. Ferit kalbime iyi geliyordu belki evet, ancak bana iyi gelmiyordu. Onca yalan cümlenin arasında bir tanesi doğruydu; uzak kalmak en iyisiydi, bana iyi gelecek olan buydu. Fakat bir dürüst cümle daha cesurca çıkardı başını ve kendini gösterdi; uzak kalmak en iyisiydi ancak bunu başarmak gerekliydi. Ve o cümle, bunu başaramayacağımı söylüyordu. Ona mağlup olmayacaktım. Hayır, olmamalıydım. ***
Yorum satırı 💙
Twitter: esaturk07 / Instagram: esaturk_07 / Wattpad: esaturk |
0% |