@esilayldrm
|
1 ☯ Kollarımı göğsümde kavuşturdum. Üşüyor ama içeri adım atmak istemiyordum. Burası bir süredir dışarı çıkabildiğim ama sonunda dönmek zorunda olduğum bir hapishaneden farksızdı. Karlı bir kış gününde bile balkonda oturup dışarıyı izlemek belki bu yüzden bana son zamanlarda daha cazip geliyordu. Bu ev beş yaşındayken bana yuva oldu, bir aile, isim ve Korkut’u verdi. Sonra beni bir katile çevirdi, vicdanımı, insanlığımı, hayatımı elimden aldı. Boğuluyor, ölemiyordum. Elime bulaşan kan kokusu artık midemi bulandırıyordu. Uzanıp neredeyse bir saattir bitiremediğim kahvemi aldım. Üstünde beyaz parçalar oluşmuş, porselen bardağın dışı buz gibi olmuştu. Aldığım yudumun tadı iğrenç olsa da sonuna kadar içip bardağı yerine bıraktım. Yanında duran sigara paketine uzanmıştım ki sürgülü balkon kapısının açıldığını duyunca başımı oraya çevirdim. İlyas kapının hemen önünde durup ellerini önünde bağladı. Bir sigarayı paketinden çıkarıp dudaklarımın arasına yerleştirdiğimde İlyas olduğu yerden ayrılmadan “Hafsa Hanım” dedi. İki elimle hırkamın ceplerini yokladım ama aradığımı bulamayıp kaşlarımı çattım. Sigaramı dudaklarımın arasından çıkarmadan İlyas’a döndüm tekrar. “Çakmağın var mı?” Ne söyleyeceğini merak etmemem onun alışık olduğu bir durumdu. Sorgulamadan kendi cebinden bir zippo çıkarıp bana uzattı ve bir adım geri çekilip yine ellerini önünde birleştirdi. Ben sigaramı yakarken neden geldiğini açıkladı. “Beyefendi sizi çalışma odasına çağırdı.” Çakmağını geri uzatıp sigarayı iki parmağım arasına aldım. Dumanı dışarı üfledikten sonra “tamam” dedim. “Sigaram bitince giderim.” Orkun Balkan beni ya da Korkut’u çalışma odasına çağırdığında burnuma ölümün kokusu dolardı çünkü ne zaman kana susamış olursa ancak o zaman salonda değil orada konuşmayı tercih ederdi. İlyas ben izmariti bardağın kenarına bastırıp içine atana kadar hareketsizce başımda bekledi. Normalde kimse Orkun Bey’i böyle keyfi yere bekletme lüksüne sahip değildi ama manevi kızı olduğum için ya da benim bu tavırlarıma alıştıklarından olsa gerek ki kimse bana sesini çıkarmıyordu. Ayağa kalkıp çalışma odasına yürürken İlyas da peşimden geliyordu. “Yolu biliyorum, sen işine bak.” Bana çalışma odasına kadar eşlik edip görevini yaptığından emin olmak istediğini biliyordum ama bunu saçma buluyordum. Merdivenleri çıkarken İlyas peşimi bırakmış olsa da yukarıda bekleyen Tuna ve Caner beni izliyordu. Yanlarından geçerken sırf sürekli üzerimde olan gözlerinden dolayı onlara hareket çekme isteğimi zorlukla bastırdım. Babam izin vermedikçe cehenneme bile defolamayacağımı adım kadar iyi biliyordum zaten. Çalışma odasının kapısını çalmadan içeri girdiğimde Korkut ve babam solda, camın önündeki deri oturma grubunda oturmuşlardı. Ben girdiğimde konuşmaları bölünmüş yalnızca Korkut’un “hallederim” dediğini duyabilmiştim. Babam her zamanki gibi takım elbisesiyle otururken Korkut çok alışkın olmadığım şekilde koyu lacivert bir kot pantolon ve beyaz kazak giymişti. Bütün gün dışarıdaydı, neyle uğraştığını bilmiyordum çünkü saçma bir sebepten çocuk gibi bana küsmüştü. İzin beklemeden boş olan tekli koltuğa oturdum. Ortadaki sehpada bir yığın fotoğraf, kâğıt duruyordu. Alaycı gülümsememle dudaklarımın arasından sesli bir nefes firar etti. Böyle usturupsuz hareketlerimin babamı sinirlendirdiğini biliyordum ama artık bana ters bakışlar atmaktan bile usanmış olmalıydı ki görmezden geldi. Hakkı ve Onur’un bu odada olmamaları şaşırtıcıydı. Merakla ortada duran kâğıtlara göz gezdirmeye çalıştım. “Biz de seni bekliyorduk.” En üst fotoğrafta yirmili yaşlarında görünen bir kadın vardı. Kıvırcık kahverengi saçlı, ela-soluk yeşil gözleri olan, dolgun dudaklı bir kadındı. Burnunun ortasına taktığı piercing ve yüzündeki ifade ona biraz asi bir hava katıyordu. “Geldim,” gözümle fotoğrafı işaret ettim. “Kim bu?” “Hâlâ buradan gitmek istiyor musun?” Bu soruyla beraber içeri girdiğimden beri yüzüme bakmayan Korkut gözlerini üzerime çevirdi. ‘Hayır’ dersem bütün küskünlüğünü kenara bırakacağını biliyordum ama yapamazdım. O adeta gitmemem için kalbinden feveran eden sessiz yalvarışını gizlemezken babama bakarak sorusunu başımla onayladım. Niyetim Korkut’u yaralamak değildi, bu yüzden dile getirmeye çekiniyordum. Benim hislerim onun ruhuna yavaşça öldüren bir hastalık gibi sirayet ediyor, bu yüzünden de okunuyordu. Orkun Balkan derin bir nefes aldı ve isteksizce “peki” dedi. O da beni kaybetmek istemiyordu ama sebebi manevi kızı olmam mı yoksa beni yetiştirmek adına harcadığı yıllar mı bunu hiçbir zaman anlayamamıştım. O usta bir oyuncuydu, duygularını yalnızca kendi istediği kadar sergilerdi. Buna karşın bana olan sevgisinin sınırlarının çok geniş olduğunu sanmıyordum çünkü sevgi ya da sevgisizlik ne kadar gizlenmek istese de kalple hissedilebiliyordu bir şekilde ve ben sevgisizliği çok küçük yaşımdan beri adım gibi biliyordum. Önünde duran fotoğrafı bana doğru ittirdi. “Öyleyse bu son işin olacak.” Kaşlarımı çattım. Afallamıştım. Öylece gitmeme izin vereceği ihtimali o kadar olanaksızdı ki ilk birkaç saniye ne diyeceğimi bilemedim. Sonunda fotoğrafa bir kez daha bakıp “bir siyasinin kızı falan mı?” diye sordum. “Boka batmış durumda kaldığımda gitmeyeceğimi sanıyorsan baba, polisleri atlatmayı öğreneli çok oldu. Sen öğretmiştin hatırlarsan.” Siyaset içinde yer alan kişilere çok bulaşmazdık, en azından beni bu konuda görevlendirmiyorlardı. Sadece bir kez böyle bir işe karışmış, onda da ne kadar sıkıntılı olduğuna bizzat şahit olmuştum. Burnumdan kıl aldırmıyor görünmeye çalışsam da tek başıma halledemezdim. Bu duruma beni özgür bırakacağı vaadiyle intihar görevine göndermesi dışında bir açıklama bulamıyordum. “Saçmalama.” Korkut fotoğrafı elimden çekip aldı ve babama döndü. “Onu karıştırma, ben yaparım dedim.” Elini masaya vurdu. Öfkesi soğuk hava gibi içeri dağıldı. Somut, rahatsız edici ve ürperticiydi. “Kapa çeneni.” Bu öfkenin ne kadar olduğuna o kadar çok şahit olmuştum ki zihnim onu cehennemin parçası olarak kodlamıştı. “Ne zamandan beri emirlerimi sorguluyorsun?” İlk defa dudakları babasına karşı çıkmak üzere aralandığında bu gece daha ne kadar şaşırabileceğimi düşünüyordum. Öz babası onun için babadan çok bir patron gibiydi. Bu güne kadar bir dediğini ikinci kez söylettiğini hatırlamıyordum bile. O yüzden Orkun Balkan’ın tepkisini kestiremeyerek panikle araya girdim. “Tamam.” Çok bağırdığımı üstüme dönen bakışlarla ancak idrak edebilsem de bozuntuya vermedim. Başka zaman olsa bundan utanabilirdim tabii. “Kabul, öldürürüm onu.” Kısa bir sessizliğin ardından Korkut elindeki fotoğrafı masaya attı ve oturduğu yerden kalkıp odadan kapıyı çarparak ayrıldı. Kapının gürültüsüyle gözlerimi kapatıp dudağımı dişlerken zorlukla yutkundum. Ben kolayca üzülmezdim ama onun tepkisiyle dilhun oldum. Hakkım yoktu, gitmeyi seçen bendim. Nefreti de siniri de olağandı ama neredeyse ağlayacaktım. Oysa annem beni siktir ettiğinde dâhi tek damla dökülmemişti gözümden. Alt dudağımı dilimle ıslatıp babama baktım. “Sindirmek için zamana ihtiyacı var.” Aralarındaki problem olmak yeterince kötüydü, Korkut’un beni gönderen kişi olarak babasını görmesine engel olamıyordum ama en azından babamın ona daha anlayışla yaklaşmasını sağlamayı deneyebilirdim. Onun hakkında yorum yapmak yerine fotoğrafı önünde duran ince, siyah bir dosyanın içine koydu. “Hafsa sen bu işler için yetiştirildin. Başka hayat bilmiyorsun, yapamazsın.” Arkama yaslanıp kollarımı göğsümde birleştirdim. Böyle yapacağını tahmin etmeliydim. “Bir an gerçekten beni bırakacağına inanmıştım. Beni yine yanıltmadın.” Hiç değilse umutlandırmasaydı. İlk kez de yapmıyordu bunu. “Korkut seni seviyor, sen de onu seviyorsun. Kal, evlenin. Sizin en iyi ihtimaliniz bu. Gidersen bir daha hiçbirimizin hayatında olamazsın. Yapayalnız kalacaksın.” Birbirimize olan duygularımızın uzun yıllardır inkâr edilebilir bir yanı yoktu. Gerçi hayatımın bir döneminde Korkut’un hislerinin hayatı boyunca yanında olan tek kadın olduğumdan bir yanılgı olduğunu sanmıştım. Bu onu ayrılma kararıma kadar en çok yıkan şeydi. Bana sevgisini kanıtlamak için o kadar uğraşmıştı ki sonunda sevgisinin büyüklüğünden korkmuştum. “Yapamayacağımı bilemezsin. Hiç görmedin.” Yutkundum. “Seviyorum ama hayatım olsun istiyorum. Kendi hayatım olması için vazgeçemeyeceğim hiçbir şey yok.” Dile kolay, kalbe zordu söylemek. Korkut burada olsa asla söyleyemezdim, ne kadar yıkılacağını düşünmek beni bu fikirden vazgeçmenin eşiğine getirmeye yetiyordu. Oturduğu yerden kalkıp arkadaki vitrine ilerledi. İki bardak ve bir şişe viski alıp oturma grubuna geri döndü. Hareketleri ağırdı, bana düşünmem için zaman tanıyordu. Bardaklara viski koyup birini önüme ittirdi. Bir bacağını diğerinin üstüne atıp arkasına yaslandı. Bildiğimi okursam kaybedecek bir şey olan tek kişinin ben olduğuna inanmam için bedenini bile ona göre kullanıyordu. Görmek istemediği şey onu aynı evde yaşamış biri olarak rakiplerinden iyi tanıyordum. Hangi hareketi neden yaptığını bana küçük yaşımdan beri göstermiş, anlatmıştı. Adımın ‘Cellât’a çıkmasının mimarı kendisiydi. “Bu işi alırsan bittiğinde öylece dönüp gidebilecek misin?” Bir işten sonra gitmek daha kolay olurdu. Korkut’la vedalaşmak zorunda kalmamayı tercih ederdim çünkü beni ikna etmek için yapabileceklerinin sınırını ve daha kötüsü benden vazgeçsin diye onu ne kadar kırabileceğimin ölçüsünü kestiremiyordum. “Yıllardır bunu bekliyorum.” “Hiç olmayacağını düşünüyordun, sen sadece özgürlüğün hayalini kurdun. Madalyonun öteki yüzüne, kaybedeceklerine de bakıyor musun?” Psikolojime oynuyordu ya da babalık yapıyordu. Hangisi olduğuna emin olamayacağım bir parıltı vardı gözlerinde. Bu pek sık gördüğüm bir şey değildi. Bir sorguda gibi gerildiğimi hissedince uzanıp önümdeki bardağı aldım. Alkol uyuştururdu, şu konuşmada daha temiz düşünebilmek isterdim ama rahatlamaya çok ihtiyacım vardı. Madalyonun öteki yüzüne bakmasam içim bu kadar kanamazdı. Ben ileri koşarken kalbimi sıkıştığı o prangada bırakacaktım. Kalp kafesinden koparken fark etmemek mümkün değildi ki bunu bana soruyordu. “Yaşayamazsam ölürüm, burada ölmeme de izin vermiyorsun.” “Seni kurtardığımızda bedenin yaşamak için yalvarıyordu. Günlerce yoğun bakımdaydın, hayata tutunmayı kendin seçtin. Ne istediğini bilemeyecek kadar çocuksun hâlâ.” O benim aksime bardağına dokunmuyordu, zaten buz olmadan hiç içmezdi. Her ne deniyorsa kafamı karıştırmakta başarılı olduğu aşikârdı. “Buradan gidersen temizlenmeyeceksin, yalnızca boşuna kirlenmiş olacaksın. Kendin söyledin, boka batmış durumdasın. Bunun yok olacağına inanmak için aptal olmalısın. Sen bu değilsin kızım.” ‘Senin kızın değilim’ diye haykırmak istesem de yapmadım. Bunu yapmaya kalkarsam daha ilk kelimemde gözyaşlarına boğulup ona haklı olduğunu gösterecektim. Beni yenebildiğini görecekti. Onun kızı değildim ama bir o kadar da onun kızı olmak için doğmuştum. Kelimeleri çığ olup üzerime devrilirken çıkış yolumu kaybediyordum. Kazdığım karlar tırnaklarıma doluyor, ya kendi mezarıma ya kurtuluşuma gidiyordum. İki şeye birden sahip olmak bizim hayatımızda mümkün değildi. Gidersem ortalıktan tamamen kaybolmalıydım çünkü beni onlara karşı kullanmak isteyecek çok kişi olacaktı. “Temizlenemiyorum diye daha çok kirlenmek mi mantıklı?” “Çalışma Hafsa, kızım olarak kalırsın. Bizden koptuğunda eline ne geçecek?” Anlamsız bir teklifti, benim tetikçisi olduğumu bilen çok az insan vardı, çoğu için sadece patronlarının manevi kızıydım ve ona rağmen her kurala uymam mecburiydi. Burada yaşayan kimse Orkun Balkan’dan habersiz dışarı çıkamazdı, kimse her zaman kişisel telefonunu yanında taşıyamaz iş için kullanılan tuşlu telefonlar kime ait olursa olsun düzenli olarak kontrol edilirdi. Kaç kişi yaralanıp hastaneye götürülemediği için gizlice ardiyede ameliyat edilmiş, orada belki hastaneye gitse kurtulabilecek kaç kişi can vermişti. Orkun Balkan’ın izni olmayan kimseyle görüşemezdik. Odalarımız aranır, aldığımız her eşya bu eve girerken incelenirdi. Katı bir kural listesi vardı, o listenin dışına çıkanların cezaları da başkaları buna cesaret edemesin diye fazlasıyla sert verilirdi. Gelini olarak yaşamım da şu anki yaşamımdan çok farklı olmayacaktı. “Ne anlamı var?” Geçmişte bu evde yaşadığım birçok felaket tek tek gözümün önünden geçerken damağımda kötü bir tat bıraktı. Yutkunmakta zorlanırken daha çok alkol ihtiyacıyla uzanıp cam şişeden bardağa biraz daha doldurdum. “Ben işi bırakıp Korkut’la evlenirsem sevkiyatları mı bırakacağız, yoksa masadan mı çekileceksin baba? Üstelik onun adına bana evlenme teklif ederken ona sormuyorsun bile.” Sorsaydı da Korkut’un buna dünden razı olduğunu bizi tanıyıp bilmeyen yoktu ama bu konuyu ilk defa böyle uzun uzadıya konuşuyorduk. Genelde ben konuşurdum, babam da geçiştirirdi. “Peki, madem kararlısın” dedikten sonra siyah dosyanın üzerine elini koyup masadan kaldırmadan bana doğru ittirdi. “Öldürmeyeceksin, birini yurtdışına kaçıracaksın.” Az önce dosyaya koyduğu fotoğrafın altındaki birkaç fotoğrafı daha alıp onları da bana uzattı. “Anlamadım, neden? Yani kimden kaçırıyoruz?” Fotoğrafları kenara koyup dosyanın içindeki kâğıtlara bakmaya başladım. İki kimlik fotokopisi, sahte pasaportlar, belli yerleri işaretlenmiş bir harita, isim listesi ve anlamadığım bilgilerle dolu bir dosyaydı. “Polisten” dedi. İlk kez yapacağım bir şey değildi. Dosyayı vermeden önce son iş olarak seçmesinin altında bir neden olduğunu, daha zor bir iş olacağını sanmıştım. “Ve peşindekilerden… Bu kadın hapiste şu an. Haftaya duruşması var. Duruşmadan sonra onu oradan çıkaracaklar. Planlanan noktaya kadar başkaları getirecek. Sonra Brezilya’ya götüreceksiniz, adrese teslim edeceksiniz. Takip edilemeyecek şekilde gitmesi gerekiyor. Pasaportlarınız, kimlikleriniz, gereken her şey hazır.” Fotoğrafımın basılı olduğu sahte evraklara bakılırsa gitme konusunda ısrarımı sürdüreceğimden emindi. Brezilya’da iş yaptığımız kişiler vardı. Orayı seçmesi şaşırılacak bir durum değildi. Sadece polisten sakladığımız kişileri genelde sınırdan çıkardıktan sonra bırakırdık. Şimdi neden benim Brezilya’ya kadar gitmemi istediğini anlayamıyordum. Çok sorgulamadım. Belki benim de gitmişken izimi kaybettirip başkaları tarafından ulaşılamaz olmamı istiyordu. “Tamam, yaparım.” “Bak, bu benim için çok önemli Hafsa. Onu zarar görmeden götürmelisiniz.” Birkaç plakanın yazılı olduğu kâğıda bakarken alkolün etkisiyle bir miktar mayışmış zihnim kurduğu cümlenin sonundaki ekle açıldı. “Neden çoğul konuşuyorsun?” Hiçbir şeyin kafamda kurduğum gibi ilerlemeyeceğini o an anladım. Ben öylece gidebileceğimi sanırken babam kalbimi bir kez daha avuçlarıma bırakarak beni mat etmek için satrançtaki son taşını oynadı. “Çünkü bu işi Korkut’la beraber yapacaksınız.” Beni sınıyordu, her zaman sınırlarımı zorlamayı severdi. Yüzündeki ifadeyle tetiklenmemi bekliyordu. İtiraz ederdim ve o da yerimi bildirirdi. Dişlerimi sıktım. Karşılık bulamayacak sessiz protestomu içimde saklayıp "tamam" dedim. "Nasıl istersen." Yıllarca bir hamur misali Orkun Balkan’ın istediği gibi şekillenirken aslında kim olduğumu arayıp durmuştum. Çoğu zaman kitap cümlelerinde, başka kahramanların hayatlarında gizlenirdim ama bazen elimde bir kitap değil zihnimde bir ayna tutuyor gibi hissederdim. İçinde benden bir nefes taşıyan Sabahattin Ali cümlelerinin sadece sonuncusu cama yazılmış yatağımın yanındaki duvara asılı duruyordu ancak her defasında zihnimde tamamlıyordum. ‘İçimizde şeytan var. Can kırıkları var. Nefret var. Yalanlar var. Bir yanımız bizi çoktan terk etmiş, kaçıyor. Melankoli ve hüsran var. Keşke bazı geceler hiç sabah olmasa.’ İşte bu yazıya her baktığımda ruhumun kelimelerle çizilmiş bir portresini görüyordum. Gözlerimi kapayıp hınçla dolu soluğumu gürültüyle bıraktım. Kulaklığın kablosunu çekip kulaklarımdan çıkardığımda çalan müziğin sesi hâlâ duyulmaya devam ediyordu, saatler geçmesine rağmen ben sakinleşemiyordum. Babamın kurduğu dolambacın ortasında duvarlara çarpıp duruyor, sonunu öngöremiyordum. Ayaklarımı yatağın başlığından indirdim, duvarın soğukluğunu tabanlarımda hissetmek bu kez işe yaramıyordu. Karşımdaki duvara asılı saatin altından sarkan siyah dairenin sağa sola sallanışını izlerken Korkut’un bunu bilip bilmediğini düşündüm. Eğer beni ikna edebilecek kadar zaman kazanmayı planlıyor olsalar kapıyı çarpıp çıkmazdı. Gerçi onu bu derece kızdıran beraber iş yapacak olmamız değil benim söylediklerimdi. Kapıdan gelen tıkırtıyla yatakta yan döndüm. “Gel” derken bir elimle yatağa bastırıp destek alarak doğruldum. Demek her ne yaptıysa o benim aksime sakinleşmeyi başarabilmiş, eve dönmüştü. Saat gecenin üç buçuğunda odama gelen ondan başkası olamazdı. İçeri girdi, yüzüme bile bakmadan ezbere bildiği odamda sol köşedeki tekli koltuğa attı bedenini. Bir ayağını diğer bacağının üstüne koyup başını koltuğun arkasına yasladı. Aslan takımyıldızı motifli asma tavanımı izliyor, bana inatla bakmıyordu. İçerideki sigara kokusuna onunki karıştığında alışkın olduğum halde genzim yandı. “Hafsa” dedi sigaranın getirdiği hırıltıyı taşıyan sesiyle bir şiirin ilk mısrasını sayıklar gibi. Sessizliğinde yarım kaldı o şiir, usulca kanıyordu şair. “Hafsa” diye yalvardı tek kelimeyle. “Söylesene.” Ne diyerek ikimizi de yaralayacağını beklerken yatağın ayakucundan sarkıttım bacaklarımı. Hırkamın kollarını ellerime kadar çekip bacaklarımın iki yanından yatağın kenarını sıkıca kavradım. Üstümüze asma tavandaki yıldızların ışığı düşüyordu ama ikimiz de karanlıktaydık. “Neden benim varlığım yetmiyor sana?” Onun hüznüyle durulmuş, bütün gerginliğimden arınmıştım. Dilimin ucuna gelen uzun cümleleri yuttum. Her cevabım onun hislerine saygısızlık olurdu çünkü onun da yaşam şartları benimle aynıydı. “Özür dilerim.” Zaten hiçbir açıklama onu tatmin etmeyecekti. Odaya girdiğinden beri yüzüme baktığı ilk an bu oldu. Gözlerinde bir sonbahar can buldu. Hayal kırıklığı o kadar belirgindi ki ben kaçmak için bir yol aramaya başlayamadan kendi hemen yanındaki kitaplığa döndü. Uzanıp cam bir platformda duran hilal üzerine oturmuş Ay Savaşçısı figürünü aldı, onu elinde evirip çeviriyor ama gözlerini bir an olsun oyuncaktan ayırmıyordu. Ayağa kalkıp yanına yürürken bedenim bile kendime ağır geliyor, sevgi ve suçluluk birbirine karıştırılmış iki farklı boya gibi ayrışamayacak bambaşka bir hale bürünüyordu. Önceki suçluluklarımla lâl olan vicdanım haykırarak bu aşkın kirini hatırlatmaya çalışıyor, en temiz azabımın onu bırakmak olacağını bana hatırlatıyordu. Elimi omzuna koyup dikkatini kendime çekmeye çalıştım. Oyuncağı ondan alıp yerine geri bıraktıktan sonra kucağına oturdum. İnce parmaklarım kemikli çenesinde gezindi. Usulca yanağından çenesine doğru bir yol çizerken onu öpmek üzere yaklaşıyordum ki bileğimi tutup yüzünden uzaklaştırdı. “Ne yapıyorsun?” Cevap vermek yerine bileğimi ondan kurtarıp elimi kazağının altına soktum. Karnından göğsüne doğru ilerlerken dudaklarının üzerine “sence?” diye fısıldadım. Yüzümü boynuna yaklaştırıp boynunu öperken turuncuya çalan kıvırcık saçlarım onun göğsüne döküldü. Kaskatı kesilmiş, bana hiçbir şekilde karşılık vermeyen Korkut’u teşvik etmek için göğsündeki parmaklarımla onu okşamaya başladım. Öptüğüm yerde dilimi gezdirirken bir anda kollarından birini dizlerimin altından, diğerini sırtımdan geçirdi. Kucağında benimle ayağa kalktığında gülümsedim. Az önceki konunun kapanması yüreğimdeki yükün pahasını hafifletmeye yetiyordu. Sırtım yatakla temas ettiğinde üstüme eğilip ellerini iki yanıma koydu. Nefesi tenimde dolaşacak kadar yakın ama birbirimize değmeyecek kadar mesafeliydik. Ellerimi ensesinde birleştirdim. Yaklaşıp dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Buna beni öptü diyemiyordum çünkü hiç tutku taşımayan bir temastan ötesi değildi. Zaten ben kaşlarımı çattığım anda da geri çekildi. Kahve gözlerinde şimşekler çaktığını gördüğümde onun için konuşmanın geride kalmadığını ancak anlayabildim. Birkaç saniyeliğine gözlerini kapatırken dilini dudakları üzerinde gezdirip alt dudağını dişledi. Ardından hışımla geri çekildi. “Seksle avutabileceğin oyuncağın değilim ben senin Hafsa.” Bu cümlesi içimde şiddetli bir depreme sebep oldu. Böyle yorumlaması beni sarsmıştı çünkü seks ona verdiğim bir teselli değildi. Aklımın ucundan bile geçmemişti. Bana yansıttığı serzenişinden nefret ederek saçlarımı yolma isteğiyle elimi saçlarıma götürdüm. “Tamam.” Ona yapacak açıklamam yoktu. “Git istersen artık.” Beni soktuğu durumdan utanarak ona sırtımı döndüm. “Uyuyacağım.” Yatağımın bir kenarına attığım kulaklıktan bir şarkı çalmaya devam ediyor, ördüğüm duvarların içindeki sessizliği bölüyordu ama artık Korkut ne derse desin duymaya kendimi kapatmak için kulaklığın uçlarını el yordamıyla bulup kulaklarıma taktım. Bacaklarımı kendime çekip ellerimi başımın altında birleştirdikten sonra gözlerimi kapattım. Koyduğum engellerden kapının açılıp kapandığını duymasam ve göremesem de dakikalar sonra onun çıkıp gittiğini hissettim, üşüdüm. Altımdaki battaniyeye sarınıp uykunun beni başka diyarlara götürmesine izin verdim. Sabah uyandığımda saat ona geliyordu. Kahvaltı saatini kaçırmıştım ve daha saatlerce uyuyabilirdim de ama tembellik etmek ya da burada kalıp sonsuz bir karamsarlığa sürüklenmek istemediğimden yataktan çıktım. Odamı özellikle gündüz çok ışık alacak, akşam ise loş bir aydınlığı olacak şekilde tasarlatmıştım. Böylece istesem de gündüz çok uzun saatler uyuyamayacak kadar rahatsız olup kaçta yattığım fark etmeksizin kalkıyordum. Gece uyurken kulağımdan düşmüş kulaklığı, telefonu komodine bırakıp yatağı düzelttim. Gece değiştirmeye üşendiğim kotu ve hırkamı üstümden çıkarıp kenardaki tekli koltuğa attım. Dolaptan siyah bir etek ve kazak çıkarırken yorgun, uykuluydum. Esneyerek tişörtümü de çıkarıp iç çamaşırlarımla banyoya geçtim. Babam kahvaltıda beni görmediğinden fazlasıyla aksi olmalıydı ve ben ne onunla ne de Korkut’la henüz tam ayılmadan karşılaşmak istemiyordum. Duştan çıkınca hızla giyinip saçlarımı yalnızca havluyla kuruladım. Saçlarım ıslak olduğundan siyah saç bandımı bileğime doladım. Parmaklarıma iki eklem yüzüğü, bir tane de normal yüzük taktıktan sonra tuşlu telefonumu cebime atıp odadan çıktım. Salona indiğimde etraf beklediğimden sessizdi. Mutfaktan gelen tabak çanak sesleri dışında bir şey yoktu. Dış kapıya açılan koridorun önünde bekleyen Burak’a “babam nerede?” diye sordum. “Çıktı erkenden. Atıf Bey'le görüşecekler sanırım.” Bir şeyler dönüyordu, hiç bu kadar dışarıda bırakılmamıştım ve bu bilinmezlikten korkuyordum. Babam bir süredir Atıf İlter'in elindeki bir işe ortak olmak istiyordu fakat Atıf hiçbir şekilde yanaşmamıştı. Ancak Orkun Balkan bir şeyi isterse alırdı. Ne pahasına olursa olsun... Bu yüzden Aylin'i içeriğini tam bilmediğim bir göreve göndermişti. Atıf muhtemelen azrail ensesinde yaşıyordu ve kendisi için çalan tehlike çanlarının farkında bile değildi. Büyük bir özgüvenle babamı reddedişini görmüştüm. Orkun Balkan bunu ödetmeden durmazdı. Yine de ben hiç kafasındaki planları gizlediği gruptan olmamıştım. Bu huzursuz ediciydi. Fırtına öncesi bir sessizliğe benziyor, uğursuz bir fısıltı beni içten içe zehirliyordu. Gerçekten öylece gitmeme izin verecek miydi? Kafa karışıklığımı etraftakilere yansıtmaktan kaçınarak “tamam, Zeynep’e söyle bana yiyecek bir şeyler hazırlasın” dedim. Şu yurtdışına kaçıracağımız kadın kimmiş biraz araştırmalıydım çünkü bu daha ayrılma kararım netleşmeden benden gizlenen bir şeydi ve bunun sebebini merak ediyordum. Dosyada ismi yazılı diğer kişilere de bir göz atmak işime yarardı, bir hafta içerisinde mümkün olduğunca bilgi toplamalıydım. Bizim kullanımımıza açık olan ikinci çalışma odasına girip bilgisayarın başına geçtiğimde kenardaki kalemlikten bir kalem aldım. Kalemi dudaklarım arasına sıkıştırıp saçlarımı toparladıktan sonra tek elimle bilgisayarın şifresini yazıp dudaklarım arasındaki kalemle saçlarımı tutturdum. Arama motoruna ‘Gözde Birtan’ yazıp sonuçları hızlıca tararken buradan pek bir şey çıkmayacağının farkındaydım. Kapı tıklatıldığında “gel” diye seslendim. Zeynep elinde bir tepsiyle içeri girip önüme bir sandviç ve çay bıraktı. “Başka bir isteğiniz var mı?” Başımla reddettim. “Rahatsız edilmek istemiyorum.” Yüzeysel başladığım araştırmam kimlik numarası üzerinden daha detaylıya dönerken saatlerce bilgisayar başında oturduğumun farkında değildim. Ancak boynum ağrımaya başladığında elimi enseme atıp ovuştururken saate bakmayı akıl edebilmiştim. Edinebildiğim bilgiler oldukça sınırlıydı ancak kan dondurucu bir gerçeği öğrendiğimde daha fazlasını bilmek istediğimden şüpheliydim. Bilgisayarı kapatıp buz gibi olmuş, beklemekten acılaşmış çayımın kalan yarısını bitirdim. Vücudum oturmaktan uyuşmuş haldeydi. Yerimden kalkmak üzereyken cebimdeki tuşlu telefonun şiddetli titreşimiyle durup elimi cebime attım. Arayan Aylin’di. Telefonu açıp kulağıma götürürken bir elimle araştırmam sırasında not aldığım kâğıtları toparlamaya başladım. “Alo” “Hafsa, nerdesin?” Fısıldıyordu ve sesi telaşlı geliyordu. “Evdeyim.” Soğukkanlılığımı korudum. Paniğin bizim hayatımızda yeri olmadığını öğrenmiştim. ‘Ruhsuz olamıyorsan bile çok iyi rol yapmak zorundasın’ demişti babam. ‘Yoksa sen ya da sevdiklerin çok zarar görür.’ “Bir boklar dönüyor.” Duraksadı. Arkadan hışırtı sesleri geliyordu. “Lanet olsun” diye homurdandı. “Yakalandın mı?” “Siktir.” Bir patırtı duyuldu, neyi devirdiyse artık fısıltıyla konuşmasına gerek olmamalıydı çünkü o gürültüyü yakınlardaki birinin fark etmemesi mümkün değildi. İlk başta bana olan küfrünü bu kez duruma ederek defalarca kez tekrarladı. “Siktir, siktir, siktir.” “Bu bir çeşit şifreli iletişimse bilmelisin ki anlamıyorum.” Dalga geçmek için uygun bir zaman olmayabilirdi ama alaycılık en çok zamansızken duruma uyuyordu. Çoğu zaman baş etmeyi kolaylaştırıyordu. Ya da ben sarkastiğin tekiydim. Aylin “saçmalama” dedi adeta hırlarcasına. “Bu şerefsiz beni sikmek istiyor. Artı Orkun Bey beni resmen başından savdı. Bana bunu yaptırmayacağını düşünüyordum ama... Yapamam Hafsa. Burada zıkkımlanıyorlar şimdi. Pezevenkle arasını düzeltti ama beni burada bırakacak. Sırf istediği videoyu çekemedim diye yapıyor bunu.” Ortada dönen bir şey olduğu kesindi ama Aylin’in anlattığından farklı noktalar beni ilgilendiriyordu. “Yani?” Mesela babamın İstanbul’da olduğundan haberim yoktu. Atıf'ın geldiğini düşünmüştüm. Orkun Balkan kolay kolay kimsenin ayağına gitmezdi. Korkut’un yerini de bilmiyordum. “Anlamadın galiba” dedi. Anlamıştım ama onun için yapabileceğim bir şey yoktu. “Ona aralarını düzeltmek için içeride bir köstebek olduğunu söyledi. Bu herif beni bulursa öldürür.” Çok zor bir durumda kaldığının farkındaydım ama benim elimden bir şey gelmezdi, babam bir karar verdiyse kendine göre haklı sebepleri olurdu ve karışmamıza müsaade etmezdi. “Aylin ben İzmir’deyim. Orada olsaydım bile babam beni mi dinleyecekti? Üzgünüm.” Çok daha acımasız olabilir, ona bir açıklama dâhi yapmadan ‘başının çaresine bak’ diyebilirdim. Bunu yapmamamın tek sebebi canıyla uğraşıyor olmasıydı. “Senden medet uman bok kafamda kabahat” dedi öfkeyle. “Hayatında önemli tek kişi Korkut değil mi? Diğerleri geberse de umurunda değil. En azından denersin sanmıştım, senin bana ayırabilecek birkaç dakikan bile yokmuş. Siktir git Hafsa.” Telefonu suratıma kapattığında söylediklerine üzülmedim. O fevri biriydi, kendince tek şansı olarak beni görüp aramış ve istediği yardımı alamamanın hıncını bu şekilde çıkarmıştı. Duyduğum en kötü sözler de sayılmazdı. Elimdekileri yatak odama bırakıp bir süre ne yapacağımı bilemezken ayaklarım beni Korkut’un odasının önüne getirdiğinde iç sıkıntısıyla durdum. İstanbul’a gidip gitmediğini merak ediyordum. Kapı koluna uzandığımda ne yaptığım ancak kafama dank edip ateşe değmişçesine çekildim. Koşar adım aşağı inip kendimi bahçeye attım. Aldığım nefesler soğuk havada buhar bırakarak benden uzaklaşırken bahçe duvarına oturdum. Gölgeler büyüyordu karanlığımda, topraklarıma dökülen meyveler çürüyordu. Karşısına oturup izlediğim bu evde hiçliğe gömülecekti varlığım bir gün. Kök salıp can bulduğum bu evin her köşesinde can verenlerin hayaletlerini görüyordum. Girişe tanımadığım bir araç yaklaştı. Ev büyük bir arazinin ortasında yer alıyordu, içeri giren aracın buradan başka bir yere gidecek olması pek olası değildi. Ziyaretçilerimiz bahçenin dışında kendilerine gösterilen yere aracı park ederken oturduğum duvardan indim. Otuzlu yaşlarda iki adam bahçe kapısına doğru ilerledi, üstleri aranırken bir tanesi “üç kere arandık zaten” diye söyleniyordu. Ömer kısaca açıkladı. “Güvenlik için.” Aramayı bitirdikten sonra yanındaki adını bilmediğim adama döndü. “Korkut Bey’in yanına gidecekler. Misafir salonuna kadar eşlik et.” Onlar içeri geçerken sürekli kontrol edilmekten hoşnutsuzluğunu dillendiren adam Ömer’e ters bir bakış atmayı ihmal etmedi. Oysa o sadece işini yapıyordu. Yanına gidip ince belli bardaktaki çaylardan muhtemelen onunla çalışan adam için getirilmiş olanı aldım. Demek Korkut buradaydı. “Kim bunlar?” “İş görüşmesine gelmişler.” Ömer kırk üç yaşında, görev yeri sabit olan korumalardan biriydi. Eski asker olduğundan silah kullanmakta profesyoneldi. Bir çatışmada aldığı yaradan sonra görevine geri dönememiş, sonrasında hasta kızının tedavisi için Orkun Balkan’ın yanında çalışmaya başlamıştı ve tedaviye başlanmasına rağmen ne yazık ki kızını iki sene önce kaybetmişti. Üstüne karısı da intihar ettiğinde Ömer adeta yaşayan ölüye dönmüş ama bir şekilde acısıyla baş etmiş, hayatta kalmıştı. “Hım, biraz aksi bir tipe benziyordu biri.” Artık benim olan çaydan bir yudum aldım. Bedenim üşürken içimdeki cehennem alevi daha çok harlandı. “Toy demek ki… Pişer, öğrenir.” Çay bardağını yandaki tahta masaya bırakıp cebimden sigara paketini çıkardım. Önce Ömer’e uzattığımda elini kaldırıp geri çevirdi. “O beni kesmez.” Özel bir tütün kullandığını daha önce görmüştüm, omuz silkip kendime çıkardığım sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirdim. “Çakmağın var mı?” Benim cebimde her zaman bir paket sigara olurdu ama çakmağımın olduğu pek nadir görülen bir şeydi. Ömer ceketinin iç cebinden çıkardığı çakmağı yakıp bana doğru uzattığında sigaramı ateşe değdirdim. Tekrar çayımı aldığımda az önceki adam geri gelmişti. “Bu herif de hep asabi” dedi. Neyin azarını yediğini tahmin dâhi edemiyordum çünkü Korkut yalnızca bana çiçekler açardı. Ömer onu kaş göz yaparak uyarırken dudaklarım yukarı kıvrıldı. Adam anlamadı. “Ne abi, sıfatımda mı uyuzuna giden bir şey var anlamadım. Her gördüğünde bir posta tersliyor.” “Alışırsın” dedim. Üstü başına bakılırsa niye Korkut’un ondan haz etmediği belliydi. Gömleği ütüsüz, kravatı yamuktu. Düzene babam gibi o da çok önem verirdi. “Giyimine çeki düzen ver. Böyle berduş misali gezersen daha çok terslenirsin.” “Siz onun kusuruna bakmayın Hafsa Hanım. Nedim yeni başladı sayılır, öyle ağzına geleni konuşuyor.” Çayı bitirip masaya bıraktıktan sonra iki kez hafifçe Ömer’in koluna vurdum. Az önce onun söylediğini tekrarladım. “Pişer.” Buraya gelip de pişmeyen adam tutunamazdı. Uzaklaşmak için döndüğümde izlendiğim hissiyle etrafa bakındım. Birkaç saniye içinde o kahve gözlerle karşılaştım. Üst katta, bahçeye bakan misafir salonunun camında durmuş beni izliyordu. Arsızlığı damarlarıma öfke olarak aktı. Ona hak veren yanımı dün kendi yaralamıştı. Göz temasımızı kesip içeri ilerledim. Ben daha kapıdan girmeden telefonum titremeye başladı. Aylin tekrar arıyorsa bu kez beni rahat bırakmasını daha net ifade etmem gerekecekti. Telefonu elime aldığımda arayanın Korkut olduğunu gördüm. Açıp kulağıma götürdüm. “Ne var?” “Yukarı gel.” Eğer görebiliyor olsa dik dik bakardım. “Gelmiyorum.” İşle ilgiliyse de umurumda değildi. Bana böyle ters bir sesle emir verecek cüretini münasip bir yerlerine sokabilirdi. Nefesinin sesini duydum. Sabrını zorladığımda hep durup gürültülü bir nefes bırakırdı. “Hafsa, gel.” Telefonu yüzüne kapattım. Bizi bu çocukça çekişmeye sürükleyen kendisiydi. Odama geçip kitaplığımın önünde okuyacak bir şeyler arıyordum ki birkaç dakika sonra aniden kapım açıldı. “Ne yapıyorsun?” Yüksek sesli soruma cevap vermek yerine önüme geldi. Omzundan kavrayıp benimle karşılıklı dururken “asıl sen ne yapıyorsun?” dedi. Sesi benimki kadar yüksek değildi ama kalın, boğuktu. “Hafsa benim tanıdığım o muhteşem kadını nereye sakladıysan ona çok ihtiyacım var.” Yakarışı hangi hareketimeydi anlamadım. Omzuma uzanan elinin bileğini kavradım. Ben de alabora olmuş haldeydim, görmüyordu. Gözlerime perde çektim, yoksa şimdi olmasa da bu anı her hatırladığında ne düşündüğümü okurdu. Söz konusu ben olduğumda inanılmaz bir hafızası vardı. Tanıştığımız anı bile dün gibi hatırladığına emindim. “Senin tanıdığın o muhteşem kadını ben tanımıyorum.” Yutkunup arkamı döndüm. İsmini bile okumadan bir kitaba uzanıp aldım. “Neden çağırdın beni?” Sorumu cevapsız bıraktı. Benim zihnimde dolanan tilkiler onunkini de es geçmiyordu. “Seninle böyle olmaktan nefret ediyorum.” İsyanına şahitlik eden kalbim onu affetmeye hazırken yüzüne bile bakmadım. Tekli koltuğuma oturup raftan aldığım kitabın ilk sayfasını açtım. Kelimelerin üzerinde bomboş göz gezdiriyor, buna okumak diyemiyordum. Odaklanamayacak kadar dağılmıştım. Konuşmayı sürdürmeyeceğimi kabullenmesi çok sürmedi. “İstanbul’a gideceğiz. Hazırlan.” Çıktı, gitti. Yine yarım kaldık. Bizi kelimeler tüketiyordu, sarılıp özür dilese affederdim. Çünkü bana ne yaparsa yapsın kalbim onu affetmeye hep hazırdı. Bütün çıplaklığıyla tanıdığı ruhumun bilmediği tek parçası buydu. Ufak, silindir şeklindeki deri çantaya ne olur ne olmaz diye koyduğum üç beş parça eşyayla otoparka inmeden camdan bahçeye baktığımda Korkut'un tek sıra halinde dizilmiş her birini tanıdığım bir gurup adamın önünde, elinde bir naylon poşetle durduğunu gördüm. Üstünde siyah, boğazlı bir kazak, deri ceket ve kot pantolon vardı. Ayağına giydiği postallarla baştan aşağı kapkaraydı. Genelde evde bile takım elbise giyerdi. Telefonları teker teker topladı. Yaklaşan siyah minibüs tipi araç için Ömer büyük demir kapıyı açtırdı. Korkut telefonları toparladıktan sonra torbaya önce kendi telefonunu ekleyip ardından ağzını bağlayıp Ömer’e verdi. Minibüsün sürgülü kapısı açıldığında herkes tek tek içeri geçmeye başladı. Aracın camları içeriyi gizliyordu. Dışarıda yalnızca Korkut’la ben kaldığında ben de odanın içindeki gizli asansörden en alttaki otoparka indim. İlyas camları filmli bir aracın kapısını benim için açmış bekliyordu. İçeri geçip sürücü koltuğunun arkasında kalan, iç kısma bakan krem koltuklardan ikili olanın cam tarafına oturdum. Çantamı ayaklarımın önüne bıraktım. Saniyeler sonra otoparka giren Korkut da yanıma oturdu ve kapı kapanırken rahat koltukta arkama yaslandım. Yolculuğumuz uzun süreceği için araç hareketlenirken başımı arkaya dayayıp gözlerimi kapattım. Duygularım öylesine ölüydü ki neden gittiğimizi dâhi merak etmiyordum. Belimdeki silah rahatsız etse de öyle değilmiş gibi kollarımı göğsümde bağladım. Aynı şekilde her soluğumda genzimi yakıp geçen kokuyu da görmezden geliyordum. Gözkapaklarımın ardında açılan bambaşka bir evrende bu kokunun sahibiyle uçsuz bucaksız bir aşk yaşıyorduk. Orada bu adam yuttuğum bir kor parçasından farklıydı, göğsümün orta yerindeki ılık nefesti. Araç taşlı yolda ilerlerken sarsılıyor, Korkut’un kotu düzenli olarak eteğin çıplak bıraktığı bacağıma sürtünüyordu. Dışarıdan sesler geliyor ama hiçbiri benim kafamda uğultudan öteye geçmiyordu. Çok geçmeden de bilincimi uykuya teslim ettim. Artık hareket etmediğimizi hissettiğimde gözlerim aydınlığa aralandı. Ne zamandır hareket etmediğimizi bilmiyordum ama ona dönüp bakmasam da yanımda oturan adamın sıcaklığını hâlâ hissediyordum. Tek elimle sırasıyla gözlerimi ovuşturup boğazımdaki kuruluğu gidermek istercesine yutkunurken camdan dışarı baktım. Minibüsteki adamların bazıları inmiş, Korkut onlarla bir şeyler konuşuyordu. Açık sürgülü kapıdan içerideki adamları görüyordum. Tolga dönüp Süleyman’ın ona uzattığı maskeleri aldı ve birini önünden yürüyen Yusuf’a verdi. Araçtan inerken ikisi de ellerindekini yüzlerine takıyordu. İlyas beni görmemeleri için aracı biraz geri park etmişti. Korkut'un geri dönmesiyle araç tekrar hareketlendi. Yanımızdaki yoldan geçen tek tük araçlar İstanbul’da olduğumuzdan şüphe etmeme sebep olsa da çok geçmeden trafik hareketlenmişti. Yol boyu minibüs birkaç kez daha durup birilerini indirdi. İnenler farklı araçlarla ayrı yollardan devam ediyordu. Bu şekilde takip edilme riskini azaltıyorduk. Sessizlik artık rahatsız ediciydi ve daha fazla uyuyamayacaktım. Dakikalar sonra ben başımı cama yaslamış geçtiğimiz yol çizgilerini seyrederken kolu koluma sürtündü. Ona bakmadığımda bunu tekrarladı. Dikkatimi çekmek için kasıtlı yaptığını fark ettiğimde diretmek istesem de bu anlamsız çabaya girmedim. Onu görmezden gelemezdim. “Ne istiyorsun?” Hışımla dönüşüm bizi yüz yüze getirmiş, aniden aramızda oluşan aşırı yakınlık beni duvara çarpmışçasına sarsmıştı. Bana doğru eğildiğini birkaç saniye beklesem saçlarıma çarpacak olan ama ona döndüğüm için yüzüme vuran soluğundan anlayacaktım ama öfke bedenimi kontrol altına almıştı. Ve gözlerini gördüğüm an o şiddetli deniz süt liman oluvermiş, kalbim dindirilen isyanıma inat gürültüyle çarpmaya başlamıştı. Bundan nefret ediyordum. “İrislerine yerleştirdiğim hayal kırıklığını oradan almayı.” Yutkundum. Onu çoktan affetmiş, sadece söylememiştim. Aptal kalbim yüzünden onu aklayacak sebepleri listeleyip en başa da onda bıraktığım kırgınlığı eklemiştim. Bu bile tek başına yeterliydi. O yüzden omuz silktim. “Boş ver.” Elini yanağıma yerleştirip başparmağıyla elmacık kemiğimi okşadı. “Nt” sesi çıkarıp beni diğer eliyle kendine biraz daha yaklaştırdı. Başımı omzuna yasladığında sıcaklığına sokuldum. “Olmaz.” Hareket eden âdemelmasına takılan gözlerimi onun oturduğu taraftaki cama çevirdim. “Hafsa, sensiz bir hayatı düşündükçe çileden çıkıyorum. Dünyayı yakıp yıkmak istiyorum ama senin yokluğun fikrinin beslediği o canavar seni üzgün görünce yüzüme tükürüyor.” Anlattığı şeyleri zaten biliyordum. Bana olan zaafını görmemek için aptal olmak gerekirdi ama kalbini koyduğu cümleleri duymak bir ihtiyaçtı. Bu yüzden anlattığı her şey benim için bir müzik dinlemek kadar huzur vericiydi. O konuştukça ben yürüdüğüm bir yolun sonunda yaslandığım ağacın gölgesinde dinleniyordum. “Ben insanlıktan çıksam da yalvarırım çekme kahvelerini benden, ben başka yere sığamıyorum.” Yanağımdaki elini tutup kucağıma çektim. Ondan başkası yoktu ki kendi dünyama alabileceğim, ben tamamen onunla doluydum. Bacaklarımın üzerindeki elinin parmaklarıyla oynarken başımı eğdim. Hayatta elde edebileceğim en değerli şeyin aşk olup olmadığını bir süredir düşünüyordum, eğer öyleyse Korkut bana daha çocukken bahşedilmiş en kıymetli hediyeydi. Ve ben hiç armağanlara alışık olmadığımdan nankörlük ediyor olabilirdim. Araba bir garajda durduğunda Korkut benden önce indi. Elime diğerlerinin taktığı maskelerden tutuşturdu. Beyaz, zırhlı bir Volvo’nun arka koltuğuna bindiğimde önümde durup kendi maskesini taktı. Sonra önümde eğildi ve uzanıp ellerime bir çift deri eldiven geçirdi. “Bir gün dövmelerin seni ele verecek.” İşaret parmağı bileğimden açıkta kalan dövmeyi okşadı. Onun da dövmeleri vardı ama benimki kadar çok değildi ve kıyafetleriyle kolaylıkla gizleyebiliyordu. “Henüz olmadı.” Bir işte kendimi gösterseydim muhtemelen çoktan öldürülmüştüm. Böyle büyük bir hataya babamın tahammülü yoktu. “Arkamı toplarsın en kötü, yapmaz mısın?” Göz devirip doğruldu ve kapımı kapattı. Ön yolcu koltuğuna geçti. Merkeze uzak dört-beş katlı bir binanın önünde durduk. “Ne yapıyoruz?” “Silahını al.” Sorumun tam cevabı sayılmazdı ama açıklama için geçti sanırım. İkiletmeden silahımı çıkardım. Bu tip durumlarda kanlı bıçaklı derecede kavgalı olsak bile hemen söylediğini yapardım. Kastettiği tabanca olmadığından inmeden etrafı bir gözlerimle taradım. O benden önce kontrol edecekti ama babam sağolsun tedbirli olmak konusunda hastalıklı derecede takıntılıydım. Üst katına çıktığımız bina, bahçeli, büyükçe bir evi görebileceğim mesafedeydi. Korkut'un yönlendirmesiyle yerimi aldım. Camları bu kadar fazla bir ev tercih etmek böyle bir hayat yaşayan biri için aptalcaydı. "Görüşün nasıl?" "Net." Atıf'ın kel kafasını da, karşısında oturan babamı da gayet iyi görüyordum. "Tamam, bekle." Görev için kullandığımız telefonlardan birini çıkardı. O sırada evin etrafına birkaç tanıdık araç yaklaştı. Karşıdaki kimse çok hızlı cevap vermiş olacak ki “çıkmak için hazır ol, bahçe kapısı" dedi. Arabalardan ikisi önden geçip sağa dönerek evin yan tarafına geçmişti. “Ne demek gelemem? Aylin vaktimiz yok. Kapatıyorum. İşareti alır almaz çık.” Telefonu kapattı. Başıyla bir onay işareti yaptığında Atıf'ı başından vurdum. Adam kısa sürede sandalyesinde düşerken panikleyen korumalar arasından koşmaya çalışan Aylin'i kapıda gördüm. Bizimkiler onu korumak için destek atışına başlamıştı. Arkasındaki bir adamı vurmak için nişan aldım. Ateş edemeden Korkut omzumu tuttu. "Gitmemiz lazım, hemen." Derin bir nefes aldım. İkinci atışımı yapıp, hedefimdeki adamı vurdum. Kafamın içinde Orkun'un sesi dönüp duruyordu. "Silahını doğrulttuysan ateş edeceksin Hafsa. Yoksa ölürsün. Duydun mu?" Eğer ateş etmeseydim bu ses beni gece boyu boğacaktı. Yapmak zorundaydım. Hızlıca toparlandım. Arabaya bindiğim gibi Korkut da peşimden girip kapıyı çekti. "Sür." ☯ O gün Aylin kurtulduğuna sevinmekten çok yaşadıklarına nefret doluydu. İzmir'e döner dönmez kendini odasına kapatmış akşam yemeğine dâhi inmemişti. Bu cesaretini babamın evde olmayışının körüklediği ihtimali olsa da bence Aylin'in sadakat bağı o gün kopmadıysa da ciddi bir hasar almıştı çünkü defalarca kez ölüm tehlikesiyle yüz yüze gelmiş olsak da güvendiği Orkun Balkan ilk defa alenen tacize uğramasına sessiz kalmıştı. Hatta onu özellikle bunun için görevlendirmişti. Eve gelir gelmez hepimizin ne kadar iğrenç olduğunu haykırıp bir daha ağzını bile açmamıştı. Ona yardım etmediğimden bana da öfkeliydi ama aynı durumda olsaydım onun da bir şey yapamayacak olduğu gerçeğini unutuyordu. Bu evde Orkun Balkan ne isterse o olurdu, o istemezse kapıdan dışarı adım dâhi atamazdık. Atarsak o ayağı kırardı. Oğlundan bile zerresine kadar sakındığı tavizi başkasına sunacağını ummak pembe kar yağmasını beklemekten bile aptalcaydı. Buna rağmen ne kapısına gidip kendimi savundum ne de su yüzüne çıkmaya hazır bekleyen suçluluk hissimi besledim. Hayatım boyu iyi biri olmamıştım, hatta iyiye yaklaşmamıştım bile çünkü hayatta kalmanın öyle bir şey olmadığını öğrenmiştim. Bir şeylerin seçimim olmadığını da bu evin ardiyesinde daha beş yaşında kavramıştım. Bir kabuğun içinde sıkışıp kaldığında çırpınırsan incinirsin, senden istenilen şekle girmek zorunda kalırsın. Duygularına fazla kulak verirsen tetiği çekemezsin. Babamın cümleleri mıh gibi aklımdaydı. "Dalgınsın." Kaşığımı yarısını içtiğim çorba kâsesinin kenarına bıraktım. "Yoruldum." İç dünyam başkalarının dertlerini ağırlayamayacak kadar kalabalıktı ama en azından artık karanlığın ortasında dururken ışığı görebiliyordum. Kalbim bunu düşününce heyecanla atıyordu. Korkut'un yeni hayatımda olamayacağını bilsem de kalan zamanımızı iyi değerlendirmek istiyordum. "Bu gece benimle kalır mısın?" Aslında son yaşananlardan sonra böyle bir şeyi asla söylemeyecek kadar gururum vardı tabii ki ama bu gurur biraz ertelenebilirdi. Öfkesinin haklı gerekçesini düşünen ve onu delicesine seven kalbim ne yaparsa yapsın yumuşuyordu ve şimdiden aramıza duvarlar örersem bunun pişmanlığını yaşayacağımı adım gibi biliyordum. Yüzüme bakan gözlerinin içinde hüznün dalgaları olsa da yutkunup gülümsedi. "Olur." Nedenimi anlamıştı. Arkama yaslandım. Çok bir şey yediğim söylenemezdi ama bir lokma daha yiyecek kadar da iştahım yoktu. "Hafsa..." dedi birden aklına yeni bir şey gelmiş gibi. Beni suçladığından mı yoksa onu giremeyeceğini bildiğim bir yola tek sözümle sürükleyebileceğimi hatırlatmak istediğinden mi bilmem "sen istediğin sürece ben hep kalırım" diye devam etti. Yanımda kalamazdı çünkü arkada kalması gerekiyordu. Çünkü o bir Balkan'dı. Soyundan bu soy ismini onun kadar esaslı taşıyan biri olmuş muydu merak ediyordum. Nasıl ki bir rivayette Balkanlar için bal ve kan diyarı diyorlardı, onun toprakları da öyle bal kadar tatlı ancak kanın oluk oluk akıp, hayatların heba olduğu bir diyardı. Korkut bana dünyaları verebilirdi ama o dünya her zaman ölüm kokardı. Burada yaşarken çok şey öğrenmiş, Orkun Balkan'ın oğlu dâhil kimseye borçlu kalmama ve her işin bedelini ödeme takıntısı sayesinde hiç kullanamayacağımı sandığım kadar para biriktirmiştim. Böylece gittiğimde hiç var olmamış gibi ortalıktan kaybolabilirdim. Zaten başka türlüsüne ne babam izin verirdi ne de düşmanları beni rahat bırakırdı. Korkut da her zaman eksenimde kalırdı. Oysa hayatına devam edebilmesini istiyordum. Ben de uzak, küçük bir yerde hayatımı kurabilir ya da bir gezgin olabilirdim belki. Derin bir nefes aldım. "Ben bir sigaraya çıkayım." Kaçıyor, kaçarken de onda açtığım yaraları kanatıyordum. Daha ben kalkmadan takım elbisesinin ceketinin iç cebinden bir çakmak çıkarıp masanın üzerinden bana doğru itti. Geldikten sonra evden çıkmamasına rağmen takım elbisesini giymişti. Gerçi evde eşofmanla gezen biri pek olmazdı. Her an bir iş çıkabilecek olması bir yana korumalardan dolayı ev hep çok kalabalıktı. O yüzden ben de gelince duş aldıktan sonra üstüme kazak ve kot pantolon geçirmiştim. Kalkarken çakmağı aldım. Üst kata çıkarken yine birçok göz tarafından izleniyordum ki pek çok şeye alışmış olsam da bu hâlâ yadırgadığım bir durumdu. Daha balkonun sürgülü kapısını açtığım an soğuk iliklerime kadar işledi. Dönüp mont almaya üşendiğimden geçip koltuğa oturdum. Daha sigarayı yakarken titremeye başlamıştım. Parmaklarım, burnum hızla kızarmaya başlamıştı. Kazağımı sol elimin üstüne çekiştirdim. Bacaklarımı sıkıca birbirine bastırıp biraz öne eğildim. Tamamen psikolojik olarak, büzüştükçe daha az üşüyeceğime inanıyordum. İzmir'e kar pek yağmaz, yağsa da tutmazdı ama yaşadığımız yere İzmir demek de ne kadar doğru tartışılırdı gerçi. Daha sigaramın yarısındayken arkamdaki kapı açıldı. Başımı geri çevirdiğimde Korkut omuzlarıma kalın montlarımdan birini bıraktı. "Gelecektim birazdan." "Kendine hiç dikkat etmiyorsun." Beni böyle eleştirmesi artık alışkanlık olmuştu. Bazen haklıydı da ama bazı zamanlar abartıyordu. Yanıma oturup masaya bıraktığım çakmağı aldı ve kendi de bir sigara yaktı. Orada öylece oturup sessizce kendimizi zehirledik. İkimiz de çok konuşkan insanlar değildik, uzun cümleler kurmazdık da. İç dünyalarımız ne kadar kaotik, gürültülü, kalabalık olsa da dışarıya bir o kadar sessiz ve soğukkanlı duruyorduk. Bu kadar aynı olmamız bizi büyüten kişi aynı olduğu için miydi yoksa en başta tohumlarımız hüzün toprağına ekildiğinden miydi bilmiyordum. Soğuğa rağmen sigaramı bitirdiğim halde onu bekledim. O sigarayı keyif alırcasına yavaş yavaş çekerdi ciğerlerine, ben telaşla bir yere yetişmeye çalışır ya da bir şeyden kaçar gibi. Bu da aynılıklarımızın içinde terse bakan yüzlerimizdi. "İzmir bu günlerde Ankara gibi" deyiverdim aniden. Bu soğuklar çocukluğumu bıraktığım gri şehri anımsatıyordu. Bazen hiç çocuk olmamışım da acı dolu, perişan çocukluk günlerimi bir kitaptan okumuşum kadar uzak gelirdi o zamanlar ama bu soğuk tenime çarpınca yeniden dönerdim o küçük kızın bedenine. Gerçi kapağını karaladığım o eski kitap açılmasın diye mücadele de ederdim, saçlarımı hiç göğsümün üstüne kadar kestirmezdim mesela. Annem ne zaman saçlarım omuzlarıma dökülmeye başlasa o soluk gözleriyle bakar, yine uzadı çalı saçların der ve çekiştire çekiştire keserdi. Sırf çalı gibi kalsın diye hiç düzleştirmemiştim saçımı. Çürüyen, moraran ve kıyafetin her zaman örtemediği her yerimi baktıkça aklıma gelmesin diye dövmelerle örtmüştüm. Bu yüzden sol kolumun neredeyse tamamı dövmeyle kaplıydı. Sağ kolumdakiler de hatırı sayılacak kadar fazlaydı. Ve en önemlisi Ankara'ya bir daha adım atmamıştım. İş için bile olsa, asla gitmeyi kabul etmemiştim. Bir elinin tersiyle yanağımı okşadı. "Sen hep İzmir gibisin ama." Boynuma inen parmakları köprücük kemiğimde durdu. Aralık dudaklarımdan bıraktığım soluğum bir dumanla soğuk havaya karıştı. "Geçmişin kapısını kapattığını söylemiştin. Ne oldu da araladın yine?" Bir omzumu hafifçe silktim. İnsandan dünlerini kesip almak mümkün müydü ki? Gözlerini kapatsan da görüyordun, etinden kesip atsan da derinin altına işliyor bütün vücuduna dağılıyordu. "Haklısın" dedim yine de. "Kapattım." Sigarasını söndürüp bedenimi kendine çekti, sıkıca sarıldı bana. Bunu yapmasaydı kaçacaktım yine ya da böylesine sıkıca sarılmasa düşecektim dehlizlere. "Anlatabilirsin bana. Dök içini güzelim. Birlikte dağılırız. Biz seninle dağılmaya ant içmişiz." Boynuna değen dudaklarım bir gülümsemeyle kıvrıldı. Biz alışmıştık tuz buz olmaya ve dediği gibi yeminliydik öyle kalmaya. "Burası" dedim kollarının arasını kastederek. "Dünyanın en güzel ve en güvenli yeri..." Sesim teninde boğuluyordu. "Göğsüne abıhayat dolu bir okyanus mu sakladın?" Yüzünü görmesem de gülüşüne dokundum. Saçlarımı okşamaya başladı. Artık o kadar da soğuk gelmiyordu, ısıtmıştı beni etten duvarlarıyla. Cevabını bildiğim ama duymayı çok sevdiğim o soruyu sordum. "En çok beni seviyorsun, değil mi?" "Şüphen mi var? Benim her şeyim sana ait, en çok da kalbim, sevgim." Boyun nabzından öptüm. Her kalp atışı dudaklarımın arasındaydı şimdi. Aniden beni kucağına alıp ayaklandığında başımı boynundan çekip yüzüne baktım. Burnumun ucunu öptü. "Çok soğuk, hasta olacaksın." Odasına kadar taşıdı beni. Açık kapıdan içeri girip büyük yatağa nazikçe bıraktı. Sigara koktuğundan ve evin içi sıcak olduğundan bir omzu düşmüş olsa da diğer omzuma emanet şekilde tutunan montumu çıkarıp yere bıraktım. Korkut kapıyı kapatıp yanıma döndü. Çok yakınıma benimle yüz yüze bakacak şekilde oturdu. Yakasından tutup "üşüdüm" diye mırıldandım. "Bence beni ısıtmak için daha etkili yollar bulabilirsin." "Bir bakalım bulabiliyor muyum" diye mırıldandı ilgiyle. Kazağımın eteklerinden tutup yukarı çektiğinde kollarımı kaldırdım. Çıkardığı kazağımı yerdeki montumun yanına bıraktı. Düz siyah sutyenimle çok da çekici sayılmazdım. İşaret parmağının tersi kolumun iç tarafında dolaşıyor, içimi ürpertiyordu. Eğilip kolumun üstüne bir öpücük bıraktı. Sonra omzuma, boynuma, çeneme ve en son dudaklarıma uzandı dudaklarının yolculuğu. Alt dudağımı dudakları arasına aldı. Öpüşüne karşılık verdiğimde iki elini belime yerleştirip beni daha çok kendine çekti. Sıcak ellerinin teması hoş bir iz bıraktı. Öpüşmeyi kesmeden sutyenimin kopçasını açtı. Dudaklarımı bırakıp rotasını boynuma çevirdiğinde sıkışmışlıktan kurtulan göğüslerim havayla doldu. Köprücük kemiğimde durdu. "Çok güzelsin. O kadar güzelsin ki şimdiden içinde olmak için can atıyorum." Yatakta dizlerimin üzerinde duruyordum ve bu şekilde ondan uzun görünüyordum. O yüzden eğilip kulağına fısıldadım. "Ol öyleyse." Kulağının hemen aşağısını iki parmağımla ensesine kadar okşadım. Ceketini çıkarıp gömleğinin düğmelerini açmak çıkarmak için eğildiğimde hâlâ kollarımda duran sutyenim aramıza düştü. Gömleğinin düğmesini açtıkça ortaya serilen tenine ıslak öpücükler bıraktım. Nihayet gömleğini omuzlarından geri attığımda beni geri itti. Dengemi kaybedip yatağa düştüğümde o da hemen üzerime eğilmiş, açıkta kalan göğüslerimden birini eliyle kavrarken diğerinin ucunu dişleri arasına almıştı. Sırtım kavislendi. Diğer elini kalçama koyup pantolonun üstünden okşamaya başladı. Seks konusunda da ben öyle istediğim için nazik ve ilgiliydi. "Çıkar şunu" diye söylendim. Engelleri tamamen ortadan kaldırmak istiyordum. Sağ elimi aramıza sokup kumaş pantolonunun düğmesini açtım. Aşağı itmeye çalışsam da ikimiz arasına sıkışan kumaş orada kaldı. Üstüme uzandığı için yetişemiyordum da zaten. Omuzlarını kavrayıp dönmek istedim, üstte olursam kontrol bana geçecekti ama izin vermedi. Sırıtıp kulağıma yaklaştı. "Uslu dur" dedikten sonra kulak mememi emdi. Oyalanmasına sinirleniyor ama aynı zamanda zevk alıyordum. Tekrar göğsüme döndüğünde kızıp saçını çektim. Sertliği pantolonlarımıza rağmen bacağıma sürtünüyordu. "Seni hissetmek istiyorum" diye inledim. Kalçamdaki eli kadınlığıma yöneldi. Pantolonumun üstünden bastırıp "burada mı" dese de göğsümü asla rahat bırakmıyordu. Çamaşırıma sızan ıslaklıktan rahatsız olarak "evet" diye sitem ettim. "Evet, orada istiyorum." Aşağı kaydı ama hâlâ üstümde olduğundan bedenimin hareketi kısıtlıydı. Pantolonumun düğmesi ve fermuarını açarken göbek deliğimin altını emdi. Daha aşağı gitmesine izin vermeyeceğimi biliyordu ve duracağından emindim ama gerildim. Dili iç çamaşırımın çizgisinde dolaştı. Tehlikeli sularda yüzüyordu. Ayak bileklerimden pantolonumu çekip aldığında bir an ayaklarıma yaklaştı ama serbest kaldığımdan hızla uzanıp ensesinden onu kendime çektim ve dudaklarına uzun bir öpücük bıraktım. Nefes almak için çekilip alnımı alnına yaslarken "hayır" dedim kararlılıkla. Fanteziler, fetişler bana göre değildi. Kirli konuşma da dâhil seksin pek çok unsurundan hoşlanmıyordum ve bu beni sıkıcı bir partner yapıyor olabilirdi tabii. Ama kabul etmiyorsa saygı duyardım. Hoşlanmasa da yorum yapmak yerine tekrar dudaklarıma kapandı. Öpüşmeyi seviyordum, sabaha kadar öpüşebilirdik. Artık sadece iç çamaşırım kaldığından elini daha net hissediyordum ve o da ıslaklığımın farkındaydı. "Hazırsın." Tekrar meme ucumu ısırdı ama bu sefer daha sertti. Ona hayır dememin intikamını alır gibiydi. Bununla yetinmeyip göğsümün pek çok yerini emerek işaretlerini bıraktı. Madem böyle istiyordu ben de ona güzel bir hediye bırakabilirdim. Dudaklarımı boynunun yüzüne yakın bir noktasına koyup oraya belirgin bir işaret bıraktım. Ben gizleyebilirdim ama onun gömleğinden kesinlikle görünecekti. "Hiç utanmanın yok Hafsa Hanım" dedi. Eli iç çamaşırımın içine girmiş çıplak tenime dokunuyor, vajinamın arasında geziniyordu. "Yarın herkes seviştiğimizi bilecek." Elini çekip burnuna götürdüğünde yüzümü buruşturdum. Bana iğrenç gelse de her şeye itiraz edip onu her zevkten mahrum bırakmak istemedim. "Bilsinler, fark eder mi?" Bir katildim ve o da bir katildi. İnsanların gözü önünde birilerini öldürüyorduk ve hiç utanmıyorduk da seviştiğimizi bilmelerinden mi mahcubiyet duyacaktım? "Tadına bakmak için ölüyorum." dese de bunu yapmadı. Cevap beklemeden beni tekrar geri itip bacaklarımı açmam için iç tarafına vurdu. Birbirine çarpan tenin sesi kulaklarımda yankılandı. "Kızaracak." diye homurdandım. "Yüzün kızarmasın da, bu önemli değil." İç çamaşırımı da çıkarıp kendi pantolonunu indirdi. Saçlarım yatağa dağılmış, çırılçıplak altında uzanıyordum ve o dizleri üzerinde durduğu için beni yukarıdan görüyordu. Kravatı olsaydı tutup çeker ve hayran bakışlarına tutkulu bir öpüşmeyle karşılık verirdim. "Sen dünyanın en güzel manzarasısın. Bu tapılacak bir şey." "Bence..." dedim ve biraz aşağı kayıp kadınlığımı bacağına sürttüm. "Sen burayı doldurduğunda daha hoş bir manzara olabilir." "Sikeyim." Bir parmağını içime soktu. "Mükemmelsin." İşaret parmağımı karın kaslarına koyup tırnağımı bastırmadan aşağı doğru çekerken "yap o zaman" diye meydan okudum. Beklemediği bir anda aniden doğrulup omuzlarından tutarak onu yana ittim ve bir bacağımı üstünden atarak kucağına oturdum. Saçlarım ani hareketimle savrulup sağ omzumun üstüne döküldüğünden parmaklarımı saçlarımın arasından geçirip geri attım. "Altında kıvranacağımı mı sanıyorsun?" İç çamaşırının üstünden yeterince belirgin olan sertliğini okşadım. Gözlerinde yıldızların aydınlattığı bir gökyüzünü görebiliyordum. "Yapacaksın." diye hırladı. "Hem de zevkle." "Hmm" dedim tehditkâr bir gülümsemeyle ve ıslak kadınlığımı penisinin üstüne yerleştirip kalçamı geriye oynattım. Homurdandı. Hareketimi ağır ağır sürdürürken "siktir" diye söylenip ellerini kalçama koydu. Beni yönlendirmek istiyordu. "Kıvranan sen gibisin ama koca adam." Alaycılığım kaşlarını çatmasına sebep oldu. "Öyle mi dersin?" Beni kucağından indirip son çamaşırını da çıkardı. Ardından bacağımdan tutup sertçe çekti ve hiç beklemeden iki parmağını içime soktu. Rahatça git gel yapabileceği kadar ıslanmıştım, meme uçlarım dimdik ve sertti. Soğuk olmamasına rağmen derimde hafif nahoş bir ürperti geziniyordu. İnleyip kendimi eline daha çok bastırdım. Nefes alış verişim hızlanmıştı. "Daha fazla" diye talep ettiğimde diğer parmağını da hissettim. İçim çok sıcak ve dışım buzdandı sanki. Hareketleri beni çıldırtmak için özen gösterircesine düzensizdi. Çıkardığım iniltilerden fazlasıyla zevk alıyordu, o da ter içinde kalmıştı. "Gir artık." Daha fazlasını istiyordum, daha hızlı olmasını, daha çok varlığını... "Parmaklarım sana yetmiyor mu, oysa onları nasıl da kavrıyorsun. Benim için sırılsıklamsın." Şişmiş klitorisim zevk ve acıya aynı anda ev sahipliği yapıyordu. Sabrım tükenirken içgüdüsel olarak ona uzandım ama elimi tutup engelledi. "Sakin ol." Sanki kalbim durmuştu, nabzım tamamen bacaklarımın arasında atıyordu ve o da onun elleri arasındaydı. Dilinin ucunda çok daha kirli konuşmalar, arzularında çok daha sert bir seks olduğunu okuyabiliyordum. Baskın olmayı seviyordu ve beni daha uysallaştırmayı diliyordu ancak bunu denediği hiçbir seferde başarılı olamamıştı. "Eline mi gelmemi istiyorsun?" diye öfkeyle haykırdım. Sırıttı. "Hiç utanman yok." Damarıma basıyordu ve öfkem de garip bir şekilde zevkimi besliyordu. "Parmakların içimde ve sikini istiyorum sence utanmak için doğru pozisyonda mıyım" dedim ama sesim kesik olsa da öyle yüksek çıkmıştı ki sadece bir saniyeliğine gerçekten utandım. Beni doruk noktasına yaklaştırıp öylece durduğunda çığlık attım. "Bu oyundan nefret ediyorum." Ulaşamadığım doyum yüzünden kalçam yukarı kalkıyor tekrar en azından parmaklarını hissetmek için can atıyordu. İçimdeki ateş yeniden biraz sakinleştiğinde parmakları az önceki yerini aldı. "İkna et beni." "Penisini keseceğim." Kahkahası kulaklarıma dolup inlemelerime karıştı. "Onu istediğini sanıyordum." Küfür edecektim ama aklım o kadar zevke odaklıydı ki cümleler dudaklarıma erişemeden kafamda dağılıyordu. Beni tekrar yaklaştırıp durduğunda gerçekten kalkıp boğazına yapışmak üzereydim. "Onu parçalara ayıracağım." "Dehşete düştüm, seni vahşi." Onu itip yatağın başındaki komodinin çekmecesini açtım. Hâlâ bacaklarımın arasındaydı ve elleri üzerimdeydi. Çekmeceden aldığım prezervatifi üstüne attım. O ise daha çok eğlendi. "Eğer beklersen yemin ederim seni vururum." Prezervatifi takıp klitorisimle biraz daha oynadıktan sonra bu defa çok beklemeden penisini girişime hizaladı ve içime girdi. Erişebildiğim saçlarını sertçe çektim ama acı çekiyor gibi görünmüyordu. "Çok sıkısın. Benim için, yuva kadar sıcaksın." Birbirine çarpan bedenlerimizin sesiyle birlikte kalp atışlarım da kulağımda uğulduyordu. "Daha hızlı." Hızlandı ama "lütfen demeyi bilmez misin sen?" diye söylendi. Onu duymazdan geldim. Sekste kendi zevkini öne koyan bir bencildim. "Korkut daha fazlasına ihtiyacım var." Bacaklarımı daha fazla açtı, daha derine gidip geliyordu. Bir eli göğsümü parmaklarının izini bırakacak kadar sıkıca kavramıştı. "Hafsa..." adımı söylemek bile sanki zevk veriyordu. Bütün vücudum zevkle titrerken yalıtıma şükredecek kadar gürültülüydük ikimizde. Nihayetinde zevk çığlıkları arasında ikimiz de rahatladığımızda kendini yanıma attı. Nefes nefese tavana bakıyorduk. Yan dönüp başımı göğsüne koydum ve çıplak tenine dudaklarımı bastırdım. "Pisliksin." Ben de öyleydim ama konumuz bu değildi. "Beni penisimi kesmekle tehdit ettin. Bu kadar vahşiyken içine girebilecek kadar sert kalmam mucize." Hâlâ dalga geçiyordu. "Gerçi sana hep sertim ama olsun." Yüzümü buruşturdum. "Ergensin de ayrıca." Başımı kaldırıp çenesine baktım. "Beni banyoya götür." Çok tembeldim, yine de itirazsızca kalkıp beni kucağına aldı. Banyoya yürürken sırıtıyordu. "Bence de duşta sevişmek bir başka oluyor." Omzuna vurdum. Doyumsuz biri değildi ama bazen öyle bir yüzü ortaya çıkıyordu ve bundan şikâyetçi değildim. Bu gece de o Korkut'un o yüzüyle uzun geçecek gibi görünüyordu. |
0% |