Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@esilayldrm

2 ☯

Gece sabaha kavuşmadan odamın kapısına gürültüyle vurulmasına uyandım. Yatakta doğrulurken refleks olarak yastığımın altındaki silahı aldım. Uyumayı çok severdim ama hayatımda hiç rahatlıkla derin bir uykuya daldım mı hatırlamıyordum.

Kapıyı açtığımda karşımda İlyas duruyordu. "Beyefendi sizi acilen müştemilata çağırıyor."

Birkaç saniye boş boş yüzüne baktım. Bu vakitte böyle apar topar çağırması hayra alamet değildi. Zaten üç gün önce geldiğinden beri bir şeyler dönüyordu ve bu her neyse gizliydi. Silahımı yatağın üstüne attım.

"Üstümü değişip geliyorum."

Kapıyı kapatıp elime geçen ilk siyah kot pantolonla kazağı üstüme geçirdim. Kazağın içinde kalan saçlarımı el yordamıyla çıkarıp çoraplarımı giydim. Kapıya doğru sekerek ilerlerken bir yandan ayağıma ayakkabı geçirmeye çalışıyordum. Silahımı kemerimdeki kılıfa koydum.

Çıkmak üzereyken geri dönüp koşturarak banyoya girdim. Yüzüme su çarpıp acıyan gözlerimi zorlukla açarak odadan çıktım.

İlyas kapının yanında elleri önüne bağlı beni bekliyordu. "Gidelim."

Korkut'un odasının kapısı kapalıydı.

Böyle ani gece toplantıları çok nadir olurdu ve ilk defa nedenini bilmiyordum. Babam artık gideceğim için beni çemberin en içinden uzaklaştırıyordu, bunu birkaç gündür yeterince belli etmişti ama Korkut aynıydı. Ne duyarsa söylüyor, sorduklarıma cevap veriyordu. O yüzden bilip de mi saklıyor yoksa onun da mı haberi yok merak ettim.

Mayınlarla dolu bir yoldaydım ve eğer bu toplantının sebebi benimle ilgiliyse babamın Korkut'u da dışarıda tutabileceğini biliyordum. Çünkü o ne olursa olsun beni korurdu.

Evden dışarı adım attığımda o kadar şüpheyle çevrelenmiştim ki üşüdüğümü bile anlamadım. Belimdeki silah bana bugüne kadar hep güven vermişti, dahası güçlü bir kalkanım vardı. Şimdiyse çok gergindim.

Müştemilatın aralık duran kapısını itmeden durup omuzlarımı dikleştirdim ve derin bir nefes aldım.

Ölümle çok kez burun buruna gelmiştim, bunların içinde en acı verici olanında daha çocuk yaşta annem seyirci olmayı seçmiş ve ben buna rağmen günlerce yoğun bakımda kalarak hayata tutunmuştum. Fakat içerisinde bulunduğum anda fark etmiştim ki bu yaşıma kadar yan yana durduğum, sırtımı yasladığım bu insanları bir tehdit olarak görmek, onlardan şüphelenmek dâhi çok daha acı vericiydi. Kendimden utanarak içeri adım attım.

Daha girişte yeni işe başlayan, söylene söylene görüşmeye geldikleri güne bahçede şahit olduğum iki adamı gördüm. İsimlerini bilmiyordum ama Orkun Balkan birini cezalandıracaksa en çok yeni yanına aldıklarının görmesini isterdi. Sadakatsizlik edecek olurlarsa affedilmeyeceğini gösterirdi böylece. Tuhaf olan ben buradayken asıl görevimi bilmeyenlerin de burada oluşuydu. Sanırım artık beni gizleme ihtiyacı duymuyordu.

Koridoru yürüyordum ve zaman gerçeklikten kopmuştu kafamın içinde. Önünden geçtiğim adamların yüzleri bulanıktı, birçoğunu tanıyordum ama kafamın içi ayırt edebilecek kadar berrak değildi. Pencereleri kapatılmış, korkunç bir atmosferi olan odaya girdiğimde Orkun Balkan tekli siyah koltuğa oturmuş buzlu viskisini yudumluyordu. Korkut ve Hakkı buradaydı ama Onur'la Aylin yoktu. Erdem abi duvara yaslanmış sigarasını içiyordu. Bana baş selamı verdiği an kalbimin üstüne baskı yapan korku hafifledi.

İlyas hemen arkamdaydı. "Ne oldu?" diye sordum.

Babam başıyla arkasında duranları işaret etti. "Geç."

Hareket etme yetimi kaybetmiş gibi öylece durdum. Takım elbiseleriyle orada duran herkesin aksine ben yerimde başkası olsa Korkut'tan azar yiyecek kadar dağınıktım.

Hakkı bana doğru bir adım attıysa da Korkut ondan önce davranıp yanıma geldi. Titriyordum ve nedenine dair hiçbir fikrim yoktu. Bacaklarımdaki güç çekilmişti. Kötü bir şey olacaktı, ruhumu kötülüğün gri bulutları karartmıştı. Bileğinden sıkıca kavradı ve beni yanına çekti.

Bu Orkun Balkan'ın dikkatinden kaçmamış ve asla hoşuna gitmemişti. Korkut kulağıma "ne yapıyorsun? İyi misin?" diye fısıldadığında yalnızca başımla onayladım.

Oysa boğazımın iki yanında takılı kalan sindiremediğim bir duygu vardı. Sürekli kendime herkesin çok normal davrandığını ve sorun olmadığını tekrarlıyordum.

Dakikalar sonra babamın içkisi bitti. Ayağa kalkıp karşımıza dikildi. Sakallarını ovuştururken asker gibi dizdiği bizlerin karşısında volta atıyordu. "Ben" diye başladı söze ve tam ortada durup bize döndü yüzünü. "Sizlere çok şey öğrettim."

Erdem abi izmariti boş bardağa atıp odadan çıktı. "Ama derler ya insanoğlu çiğ süt emmiş diye. Bunu hayatım boyunca hiç unutmadım."

Unutmamış unutmadığı gibi bize de unutturmamıştı. Bizi sık sık dener, kontrol eder ve baskılardı. Yine de ihanete uzananlar cesur muydu yoksa aptal mı? "Ancak size şaşmayın diye olacakları da göstermiş olsam bile bazılarınızın gözü kör, kulağı sağır ve belli ki hafızası zayıf."

Orkun Balkan tam gözlerimin içine baktı. Kafamda senaryolar kuracak kadar paranoya yapıyor olabilirdim ya da beni imayla uyarıyordu. Gitsen de özgürlüğünün sınırları var diyordu. "Aramızda bir hain var."

Yutkundum. Korkut'un kolu benimkine değiyordu. Başımı çevirip ona baktım. İfadesi sertti ancak endişeden eser yoktu. Babasını izliyordu, dönüp yüzüme bakmadı.

İlyas kapının hemen yanındaydı. Ona dönüp "getirin" dedi.

Ben değildim, konunun benimle ilgisi yoktu. Babama çaktırmadan derin bir nefes aldım.

Beyaz ışık rahatsız edici şekilde yoğundu. Her seferinde temizlense de burada şahit olduklarım yüzünden geçmişin gölgeleri gözümün önünden gitmiyordu. Sanki demir parmaklıklarla kapalı alanda, sedyede, halıyla kaplı olmayan zeminde, duvarlarda kan vardı. Çığlıklar yankılanıyordu. Tezatlıklara da ev sahipliği yapıyordu burası.

Derhal çıkıp gitme dürtüsü göğüs kafesimi yumrukluyordu. Beş yaşında burada hapis geçirdiğim o iğrenç iki gün omurgama bir ürpertiye sebep olurken gözümü bile kırpmadım. Korkma hakkı o çocuğa bile verilmemişti, bir çocuğa merhameti olmayan Orkun Balkan'ın yetiştirdiği katile hiç olmazdı.

Onur ve Erdem abi Aylin'i sürüklercesine içeri getirdiğinde dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Bağırıyor, hırçın bir tavırla kollarını kurtarmaya çalışıyordu ama bizi, dahası babamı gördüğü an sustu. Çırpınmayı bıraktı. Başını kaldırdı ve gözlerindeki çaresizliği, kabullenişi gördüm.

Gürültüyle yutkundu. "Neden?" Gözleri dolmuştu. Burada bir savunma yapmasının anlamı olmadığını o da biliyordu, dahası öyle bir hak da verilmeyecekti kendisine.

Kurumuş dudakları, bembeyaz kesilmiş teni, dağınık saçları, çıplak ayaklarıyla öyle kötü görünüyordu ki yardım etmeyi mümkün olmadığını bile bile gerçekten istedim. "Ne için olduğunu bilmeye hakkım var."

Orkun Balkan onu bırakmalarını işaret etti. Erdem abi ve Onur geri çekildiğinde Aylin düşecek gibi oldu, sendeleyip toparladı. Gözleri her birimizin üstünde gezindi ve ardından tekrar Orkun Balkan'a döndü. Bu defa sanırım zaten infaz edileceğini biliyor olmanın korkusuzluğuyla bağırarak "neden öleceğimi bilmek benim hakkım" dedi. Delirmiş gibiydi. Ağzından tükürükler saçarak haykırmaya devam etti. "Taciz edilmeme bile sessiz kaldın. Şimdi de canımı alıyorsun. Ben bunu hak edecek ne yaptım ha?"

Artık gözyaşları yanaklarından akıyordu. Kendi göğsüne vurdu şiddetle. "Midem bulanıyor." Elleri defalarca kez çarptı bedenine. Deliliğinde dâhi sebep olan adama değil kendine vuracak kadar kısıtlanmıştı. Gerçekten ihanet ettiğinden ciddi şekilde şüphe duyuyordum. "Midem bulanıyor" diye tekrar etti. "O gün ne kadar bulandıysa bugün de..." Bir anda kusmaya başladı. Berbat bir görüntüydü, kusması değil bu durumda olması.

Korkut sıkıca bileğimi tuttuğunda ileri adım attığımı anca fark edebildim. Neyse ki Orkun Balkan'ın arkası dönüktü.

Ellerini arkasında bağladı. "Bir hain için fazla dramatik davranıyorsun. Azrail’in ayak sesleri seni bu kadar mı korkuttu?"

Aylin başını yerden kaldırdı. "Öldür." Kolunun tersiyle ağzını sildi. "Ölümden korkuyorum. Çok korkuyorum ama Orkun Balkan... Senin için de geleceğini biliyorum. Bu hissi sen de yaşayacaksın."

İnkâr etmiyordu. İşe yaramayacağını bilseler de herkes yapmadığını söylerdi.

Babam Onur'a "kaldır şunu" dedi.

Onur onu kollarından tutup kaldırırken Erdem abi demir parmaklıkların kapısını açtı.

"Öyle kolay can vermeyeceksin. Günlerce acı çekeceksin ki herkes bilecek Orkun Balkan'a ihanet etmek ne demek."

Aylin'i sürükleyip içeri kapattılar. "Aranızda başka hainler varsa ya da ihanete yeltenecek biri olursa iyi izlesin." Gözlerini gözlerime dikti. "Ondan sen sorumlusun. O son nefesini verene kadar başında bekleyeceksin. Biri yardıma yeltenirse ona uzanan eli keseceksin."

Beni gözdağı vermek için seçmiş olabilirdi ama bana karşı böyle acımasız olmasına anlam veremiyordum. Sanki sırf gitmeye karar verdim diye bir anda üstümü çizmişti.

"Nasıl isterseniz." Korkut hâlâ kolumu tutuyordu.

Onu çekip vurabilirdi, bu gecenin sabahını görmemesini sağlayacak şekilde eziyet edebilirdi ama o tüketerek yok etmeyi seçiyordu. Sadakatimde bir noksanlık olmadığını kanıtlamam gerekiyorsa bunu yapacaktım. Ama Orkun Balkan'a bu defa acı çekerken de dik durulabileceğini de gösterecektim.

Herkes gittiğinde Korkut geride kaldı. İkimiz ve artık sayılı zamanı olan Aylin'den başka kimsenin olmadığı odada maskemi daha fazla takmama gerek kalmamıştı. "Biliyor muydun?"

Korkut şaşırdı. Cevap vermeden önce Aylin'e baktı ama onun ilgilendiği son şey bizim çatışmamızdı. Ruhu bedeninden çekilmiş gibi bomboş bakıyordu. "Sana soruyorum. Biliyor muydun?"

Sinirleniyordum. Onun gözünde de artık kapının diğer tarafında olup olmadığımı bilmem gerekiyordu. Öyleyse bu gamın mumuyla yanardı tükenmeye yüz tutan ruhum. Bir gün beni unutsun, artık sevmesin ve hatta eğer mutlu olmasını sağlayacaksa nefretini beslesin istiyordum fakat henüz buradaydım. Daha bedenlerimiz kavuştuğu anı silmemiş, ben kokusunu duyamayacak kadar uzaklaşmamıştım. Mahkûmiyetime çiçekler taşıyan adam bana daha gitmeden sırtını dönmüş, dahası güvenini üstümden çekmişse hâlâ kalbimin ortasındaki o sevgi üstüme çökerdi. Hep onun daha çok sevdiğini düşünmüştüm, yanılgı mıydı bu yalnızca?

Suskunluğu kasvet olup çöreklendi yüreğime. “Biliyordun.” O kara gözlerde cevap aramak, dahası belki de onun sesinden duymak daha zor gelecekti. “Ve bana söylemedin.” Hayal kırıklığımın hüznüyle konuşurken sesim fısıltıdan farksızdı. “Çünkü artık ben de dışarıdakilerdenim.”

“Öyle değil.” Yüz hatları yumuşadı, ipte yürüyen bir cambaz dikkatiyle bana yaklaştı. “Öyle değil Hafsa. Biliyordum ama ben senden saklamak için çabalamadım. Sadece aklıma gelmedi söylemek.”

“Aklına gelmedi mi?” Onu ittim. “Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Gecenin bir vakti infaz edileceğimi zannederek buraya geldim. Ve senin aklına gelmedi, öyle mi?” Aylin’e baktım. Söylediklerim onun da dikkatini çekmiş gibiydi. Bizi izliyordu ama hiçbir şey söylemedi. “Ben şu an sınanıyorum çünkü baban size ihanet etme potansiyelim olduğunu düşünüyor. Sen de mi öyle düşündün Korkut?”

“Hayır.” Bu kez hızla itiraz etmişti. “Tabii ki ihtimal vermedim. Vermiyorum. İstersen babamla konuşurum. Bak bundan benim de haberim yoktu. Senin seçileceğini bilmiyordum.”

Konuşması Orkun Balkan’ı öfkelendirirdi. Zaten böyle bir beklendim de yoktu. Bana söylememiş olmasınaydı kızgınlığım. Söz hakkı tanınmadığını biliyordum ama o benim yoldaşımdı. En içindekinin ahına lâl olmazdı dudaklar. “Ebeveynliğimi yapmana gerek yok. Gidip rahat yatağında uyuyabilirsin. Ben üstüme düşeni yaparım.”

Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Sakin kalmaya çalışıyordu ama çok zorlanıyordu. “Ben mi istedim?” dediğinde gölgeler düşmüş kara gözleri gözlerime uzandı. “Seni kaybediyorum, susmak zorundayım. Bir şeylere sessiz kalıyorsam bil ki yine senin içindir. Yollarıma mayınlar döşeyip böyle isyan edemezsin. Dahası sana olan sevgimi küçümseyemezsin. Ben değil senin uğruna, bir damla gözyaşın uğruna dâhi canımdan vazgeçerim. O yüzden Hafsa beni suçlarken dön aynaya bak. Kendi kalbine bir bak, gerçekten orada mıyım? Yoksa sadece seni severken mi varım? Çünkü sen beni sevmeseydin de benim sevgimden zerre eksilmezdi. Ben çaresizlikle yaşıyorum, sen de biraz şüpheyle idare ediver.”

Zorlukla yutkundum. Çalı gibi saçlarımı geri itip ona arkamı döndüm. Yüzüne bakmanın bana işkence olduğu zamanlardan nefret ediyordum. “Senin benden şüphelenmen fikri belki de çaresizliklerin en büyüğüdür.” Omuzlarım çöktü.

Arkamdan sarılıp başını boynuma gömdü. “Ellerinle bizden birini öldürdüğünü görsem yine seni aklarım. Sadece bazı şeyler böyle olmak zorunda. Sen de bana güven, her zaman.” Boynumdan öptü. “Bana güven” diye tekrarladı. Başımla onayladım. Zaten buna hazırdım.

Geri çekildiğinde boşluğa düştüm, sırtım üşüdü. “Şimdi gitmem gerek.” Omzumdan tutup beni kendine çevirdi. Aramızdaki yirmi santimden fazla boy farkı böyle yakından bakınca gülünçtü. İşaret parmağıyla başımı yukarı kaldırdı. Diğer eliyle saçımın bir tutamını okşadı. “Bu evde merhamete yer olmadığını unutma.”

Aylin gerçekten ihanet ettiyse bile ölmesi de acı çekmesi de isteyeceğim şeyler değildi. Ama bir kez Orkun Balkan’ın işine karışmıştım. Bedeli olarak çocukken bana bakan, en azından dayak yiyeceğimde annemin önünde duran Meryem ablayı bir daha hiç görememiştim. Başka bir tanıdığım da yoktu önceki hayatımdan ve bir daha tekrarlanırsa onu sadece benim değil başka kimsenin göremeyeceğini, sırf dersimi alayım diye onu asla unutamayacağım bir şekilde öldüreceğini gayet iyi anlatmıştı babam.

Bu çatının altında nefes aldıkça kalbimi taşlaştırmayı, vicdanıma kulak tıkamayı ve hatta sevmemeyi öğrenmiştim. Tek istisnam Korkut’tu fakat onu da arkamda bırakıp gidebilecek kadar sevmiştim işte. Kitaplardaki gibi uğruna dünyaları yakacak kadar nasıl sevilirdi bir insan bilmiyordum, öyle bir sevgi olup olmadığını dâhi bilmiyordum. İlişkimizde ortaya sadakat ve sevgi koyuyordum ve âşık olduğuma inanıyordum. Ancak “aşk sözcüğünü de biraz eksik buluyorum, şu senle ben arasındaki ilişkiye. Daha büyük, daha sağlam bizimki... Aşk onun içinde sadece bir kısım galiba” diyen Cemal Süreya’nınkiyle benim göğsümde taşıdığım bu duygu aynı mıydı? Merak ediyordum bir gün birini kelimeleri eksik bulacak kadar sevip sevmeyeceğimi.

Yanağımdaki elinin bileğini tuttum. “Merak etme.” Denizimizin dalgaları az önce şiddetle vurmamış gibi kıyıya, aniden durulmuştu işte. Başparmağımla okşadım elini. “Git hadi.” İhtimallerin mahcubiyetiyle bakmak da zordu ona. Bir gün başkasını ondan çok sevebileceğimin ihtimaliyle mesela… Bu utançla da sevilir miydi hiç, kalbim bu yükle ufalanır ve kül kadar ufak parçalarından uçurumlara bırakırdı o sevdayı. Minnete saygım vardı. Çocukluğuma da…

Saçlarıma bir öpücük daha bırakıp çıktığında kendimi koltuğa attım. Kapı sesinin ardından Aylin “baktığın şey ayna sanıyorsun ama o sadece bir resim” dedi. Kaşlarımı çattım. Ya beni manipüle etmeye çalışıyordu ya da düşünmemek için konuşmaya ihtiyacı vardı.

Birincisine izin veremeyeceğim ama ikincisini de ondan sakınamayacağımdan konuyu değiştirdim. “Neden yaptın? O gün kızdığın için mi?” Aslında gerçekten yapıp yapmadığını sormak istiyordum ama kameralarla izlenirken hainin ihanetinden şüphelendiğimi itiraf edersem yerim onunkinden farklı olmazdı.

Dudakları yukarı kıvrıldı. “Sence öyle mi?” Dağılmış olmasına rağmen güzel görünüyordu. Onun ötesinde korkularından arınmış gibiydi. “Anlık bir öfkeyle gidip böyle bir şey yapacak biri miyim gözünde? Öyleyse insanları hiç tanıyamıyorsun demektir.”

Yere oturup duvara yaslandı. Bağdaş kurdu. “İnsanlar beklenmedik şeyler yapabilirler.” Bir an kameraya baktı, gülümsemesi büyüdü ve bana döndü.

“Sen yapamazsın ama. Her zaman Orkun Balkan ne derse onu yaparsın, ne görmek isterse onu verirsin… Değil mi Hafsa? Çok merak ediyorum, seni böyle itaatkâr yapan şey ne? Sana güveni bile zerresiyle koklatan adama böylesine bağlı olman çok garip.”

Bazı günler çok acı çektiğim olmuştu ve bazı geceler çok ağladığım. Fakat acılar olsa da yaşamak istemiştim. Başlarda hayatta kalabilmek içindi bu bağlılığım. Sonra alışkanlık olmuştu belki. Artık nefes almak için değil derinlerime bıçaklar saplanmasın diye böyle yaşıyordum. İtiraf etmek istemesem de ne yazık ki Orkun Balkan’ın da söylediği gibi başka bir hayat da bilmiyordum. “Sadakat. Bizim hayatlarımız bunun üzerine kurulu. O yüzden sen oradasın, bense burada. Peki değdi mi?”

“İnan senden daha fazla yaşadım. Umarım geç olmadan sen de görürsün farklı renkler de olduğunu, tadarsın hayatı.”

Aylin o gece ölmedi. Her gün vücuduna zerk edilen zehirle yavaş yavaş can verdi. Peşinden gittiği şeye değip değmediği tartışmalı olsa da şüphesiz çok acı çekti. Her anını izledim, üç gün boyunca nefesi bile usulca ondan alınırken yalvarmadı. Ben onun aksine yalvardım. Bir tanrı varsa artık canını alsın diye içten içe yalvardım.

İş o kadar insanlığımı sorgulayacağım bir noktaya geldi ki üçüncü günün sabahında almakta zorlandığı nefeslere, içinde boğulduğu kanına bakarak "Neden yaptın Aylin?" diye isyan ettim. Cevap aramıyordum artık. Konuşmasını bile beklemiyordum, belki de şu durumda beni duymuyordu. Yutkundum ağlamamak için. "Bilmiyor musun Orkun Balkan kendisine ihanet edenleri yaşatmaz. Neden bunu yaptın?" Fısıltım bir şekilde ona ulaştı.

"Hayatımın bir anlamı olsun diye." Derinlerden gelen cevabıyla kaşlarımı kaldırdım. Uykuyla uyanıklık arasındaydı. Ruhu zorla direniyordu sanki. "Köpek gibi yaşamamak için. Bir el bize yemek uzattı diye sonsuz bir sadakatle saldır dediği her şeyi herkesi yıkıp dökmek istemiyorum artık. Başka çocuklar bizim gibi olmasın diye yaptım."

Gözümden süzülmek üzere olan yaşa engel oldum. Ağlayamazdım. Çünkü ağlarsam Orkun Balkan ölümün eşiğinde olmasına bakmadan ona daha çok eziyet ederdi. "Sonun benim gibi olmasın istiyorsan..." deyip duraksadı. Son gücüyle buna tutunurcasına gözlerini açtı, bana baktı. "...anahtarın Korkut. Kurtar kendini. Ben yapamadım."

Nihayet o öğlen hayat irislerinden ayrıldığında ölümüne üzülmek yerine artık bittiğine sevineceğim kadar çok acılı bir ölümü oldu.

Ve bu bir hayata veda değilmiş, eksilen sadece topraktan birkaç metrelik yermiş gibi yolculuk için valizimi hazırlamak üzere odama gönderildim. Gece son görevim için yola çıkacaktık. Öyle bir arafa sıkışmıştım ki kalmayı aklımın ucundan geçirmediğime şükrediyordum. Bir kez daha böyle bir şeye şahit olacak gücüm kalmamıştı. Derhal defolup gitmeyi umuyordum.

Aylin’in ölümünün içimde tarifi yoktu. Boşluğa benziyordu, hiçlikten bir şey eksiltmeye çalışmak gibi… Bir tabutun ağırlığının yanı sıra mezarlığın üstünde açan rengârenk çiçeklerin kokusunu alıyordum. Özgürdü ama diğer ölülerin yanındaydı şimdi.

Ufak bir valize neredeyse ne olduğuna bile bakmadan koyduğum eşyalarım biterse hiç sırası olmadığı halde beni kovalayan gözyaşlarına yakalanıp ağır bir depresyona çekilmeye müsaittim. Teraziyi dengede tutmak için büyük bir güç harcıyordum.

Yarım yamalak uykularım ve psikolojik buhranla baş etme çabamın getirdiği yorgunluk yüzünden elim ayağıma dolanınca valizi boş verip banyoya girdim. Kıyafetlerimi yere atıp açtığım suyun ısınmasını bile beklemeden altına girdim. Boğazım kaşınıyordu.

Lifi alıp üstüne ayarsızca duş jeli dökerken ellerim titriyordu. Lifi sertçe tenime sürttüm. Her zerrem yanana kadar devam ettim. Kafamdaki görüntüleri atmam gerekiyordu. Sonra her şeye üzülecek ve yasımın ardından hayata tutunmak için unutacaktım. Öyle ki silah nasıl tutulur bunu bile zihnimden silecektim.

Dakikalarca suyun altında kaldım. Sonunda sorun yokmuş gibi davranabilecek kadar kendimi toparladığımda çıkıp valizin en üstüne attığım kıyafetlerden birkaçını üstüme geçirdim. Siyah kotum, koyu renk bol kazağım fazlasıyla rahattı.

Saçlarımı kurutup bandanalarımdan birini taktım. Yeterince zaman harcamıştım. Ayağıma beyaz spor ayakkabılarımı geçirip valizimi kapattım. Kitaplığıma, aslan takımyıldızı motifli asma tavanıma, duvarda asılı bazı yazarların sözleri yazılı şeffaf tablolara, ay savaşçısı figürüne son kez bakıp kapıyı ardımdan kapattım. Burada kendimden çok şey bırakıyordum. Kalan her şey benim yansımamdı.

Aşağı indiğimde Korkut’u hazır şekilde beni beklerken buldum. Babam, Onur, Hakkı, Erdem abi, İlyas, Tuna, Caner, Ömer, Nedim ve daha pek çok kişi de salondaydı. Göreve gidiyor olsak da bu aslında normal bir durum değildi, yalnızca dönmeyeceğim için bana yapılmış bir jestti.

Bir gün sonlarının Aylin gibi olabileceğinin bilinciyle her birine hızlıca veda etsem de Erdem abi, İlyas, Onur ve Hakkı’yı öyle çabuk geçemedim. İlyas cebinden zipposunu çıkarıp bana uzattığında tek kaşımı kaldırdım. “Al, belki hatıra diye yanından ayırmazsın.”

Gülümsemeye çalıştım. Çakmağı cebime koydum. “Eyvallah.”

Erdem abi “arkanı kolla çünkü artık arkanda ben olamayacağım küçük kız” dedi. Kaç kez çatışmaya girdiğimizde ‘Hafsa, arkandayım’, ‘arkandayım, küçük kız’, ‘merak etme, arkandayım’ dediğini saymamış olsam da şimdi her biri kulağımdaydı.

Onur ve Hakkı’ysa çok kez yol arkadaşım olmuşlardı. Aylin kadar yakınlardı bana. Ve en son Orkun Balkan’ın önünde durdum. Biri gözyaşlarımı çekip almıştı sanki ya da kendimi öyle şartlandırmıştım ki ağlayamıyordum. Elini uzattı. Onun karşısına bu salonda ilk dikildiğim gün olduğu gibiydi. Tek fark şimdi yetişkin bir kadındım ve çok can almıştım. Ben de onun kadar katildim.

Elini öpüp alnıma koydum. “Kızım…” Bir adım geri çekilmiş Korkut’la yan yana duruyordum. Orkun Balkan gülümsedi, bir insan gülümsediğinde bile insanların içini ürpertebilirdi, bunu ondan öğrenmiştim. “Sana kızım demeyi sevdim. Bunca yıl da öyle gördüm. Allah biliyor ya gelinim olmanı da canı gönülden istedim. Çünkü benim yetiştirdiğim bu kadından daha iyi bir gelin bulamam.” Gurur duyuyordu ama benimle değil, eseriyle. “Ancak sen madem yalnız yürümek istiyorsun, yolun açık olsun Hafsa. Yolun ışıklarla dolsun.”

Her zaman olduğu üzere ona istediğini verdim. “Teşekkür ederim, bana Hafsa Aral olma fırsatı verdiğiniz ve bugüne kadar çatınızın altında yerim olduğumu gösterdiğiniz için.” Beni kendisi var etmiş gibi davranmak da bunu duymak da ona zevk veriyordu.

Ama bu son işimdi. Artık yeni bir Hafsa çizecektim. Ve bu benden başka kimsenin eseri olmayacaktı.

  ☯

Oyuncakçı dükkânının önünde hiç kavuşamayacağı oyuncakları hüzünle seyreden parasız bir çocuk gibi özgürlüğümü aramıştım yıllarca. Büyümüştüm artık, kanayan yaralarımı kapatmayı da bırakmıştım. Ve ne yazık ki en değer verdiğim insan sırf artık o insan olmak istemediğim için bana öfkeleniyordu.

Bu görevi duyduğumuz andan başlayan ve uçaktan ineceğimiz saniyeye dek geçen süre boyunca dalgalı ilişkimiz daha da kötüye gitmeye başlamıştı çünkü zaman geçtikçe yolun sonu görünüyordu ve Korkut’un hırçınlığı da bununla artıyordu. Şehirler ve ülkeler aşmıştık. İzmir’den çıktığımız yola bir noktadan sonra yolculuğu katlanılmaz kılan Gözde ile devam etmemiz gerekmişti. Nihayet Brezilya’ya oldukça yaklaşmıştık ve saatlerdir tahammül seviyemin sınırlarında geziniyordum.

Hatta yakalanmayı dâhi dilemiştim. Bu kadın kurtulmayı hak etmiyordu bana göre. Ufacık bir vicdan taşıdığını bile sanmıyordum. Birkaç kez elim silahımı aramış ya da içimden onu boğmak geçmişti ancak onu öldürmemek için kendimi tutmayı başarmıştım. Korkut’un soğukluğu ve kızgınlığı da hiç yardımcı olmuyordu. Kendimi çok sıkışmış, bunalmış hissediyordum. Bir gökyüzünün orta yerinde insanın dört duvar arasındaymış gibi hissetmesi de garipti.

Bütün bunlar dışında uyuyamıyordum da. Çok ölüm görmüştüm, yakınlarımı kaybettiğim de olmuştu fakat Aylin’in can verişi kâbuslarımdan çıkmıyordu. Her daldığımda uykularıma gelip onu kurtarmadığım, bunu denemediğim için beni suçluyordu.

Topraklarım öfke, acı, çaresizlik ve pişmanlık kokuyordu ancak sessiz kalıyordum çünkü kime açsam içimi, o kadar yalnızlaşıyordum. Bitmeyen yolları yürümekten ayaklarımın altı parçalanmış da yürümeye devam etmek zorundaymışım gibi geliyordu. Çünkü ne kadar ihtiyaç duysam da yavaş yavaş Korkut’un bana sırt çevirdiğini görebiliyordum. Zaten böyle olmasını istemiştim fakat yine de gönlümden kopan bir isyanı susturamıyordum. ‘Hani seni sevmiyor olsam da sevginden zerre eksilmezdi’ diye haykırmamak öyle zordu ki…

“Yani sen…” dedi Gözde yine üstüne vazife olmayan bir cümleye başlarken. “Bu adamı sevdiğin halde ardında bırakıp gitmeye karar verdin ve şimdi sana sevecen davranmıyor diye mi bozuluyorsun? Dengesiz birisin.”

Onunla ilgili katlanması en güç şeylerden ikincisi buydu. Sürekli birlikte olduğumuzdan şahit olduğu her duruma yorum yapabileceğini zannediyordu. Korkut’un umurunda değildi, tek derdi bendim ama benim umurumdaydı çünkü sinirlerim bozuluyordu. “Patavatsızlığının bir sınırı var mı? Sadece çeneni kapayıp oturamıyor musun?”

Pişkin bir sırıtış yayıldı yüzüne. “Burada yapacak başka bir şeyim yok. Uyuz ilişkinize yorum yaparak eğleniyorum ben de.” Onu uçaktan okyanusa atsam ve siktir olup gitsem ne güzel olurdu. “Ama endişelenme, benden kurtulmana az kaldı.” Umduğumdan da az olabilirdi böylece.

“İnan sabırsızlanıyorum.” Gayet eğleniyordu, saatlerdir bu aptal kadının oyuncağı olmuştum. Gözlerine yansıyan o neşeyi çekip almak isteyen canilik kafamda o kadar baskındı ki kendimden korkuyordum. “O yüzden şansını zorlamasan daha iyi olur.”

“Ne yapacaksın, beni vuracak mısın?” Ona daha İstanbul yolundayken bir kez silah çekmiştim. Zaaflarımı yokladığını bildiğim halde istediği malzemeyi vermeyecek kadar dirayetli davranamamış ve sonunda Korkut’un araya girmesiyle ateş etmekten vazgeçmiştim. Sanırım o da bunu asla onu vuramayacağıma yormuştu. Her konuşmamızda yüzüme vurup duruyordu. Mücadelem kendimleydi ve asla farkında değildi.

Omuz silktim. “Belki.” Fakat ölümü elimden olmayacaktı. O benim bile elimi bir kez daha kirletmek istemeyeceğim kadar aşağılıktı gözümde. “Ama bu senin için fazla onurlu bir ölüm olur.”

Neden Orkun Balkan için bu kadının önemli olduğunu araştırmalarıma ve onu gördüğümden beri geçen zamana rağmen anlayamamıştım. Doğru dürüst silah kullanmaktan anlamayan, bağlantıları olmayan, öylesine bir mahkûmdu. Bunca zahmete ne diye girdiğimizi merak ediyordum. “Niye?” Gerçekten cevaba dair bir fikri yokmuşçasına bir ilgiyle yüzüme bakıyordu. Şuursuzluğu korkunçtu. Birinin kötü olmasından daha berbat bir şey varsa o da kötü olduğunu düşünmemesiydi bana göre.

“Bunu cidden soruyor musun?” Cevabını beklemedim. Nasıl olsa etrafta bizi dinleyen kimse yoktu. Bir canavarın kendini insan zannetmesi beni hayrete düşürse de daha önce de gördüğüm bir durumdu. "Sen bir çocuk katilisin." Artık dayanamıyordum. Ne kadar sinirime dokunsa da bunu o ana kadar dillendirmemiştim çünkü ben de bir çocuk katilini özgür yaşasın diye yurtdışına kaçırmanın utancını yaşıyordum. Zaten şu sıra bu kendimden utanmalarım öyle artmıştı ki bu yükle baş edemiyordum.

O ise hiç rahatsız olmuş gibi değildi. Aynı lakayt tavırla "eee" dedi. Gözlerini kayıtsızlık bürümüştü. "Ne olmuş yani?" Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı fakat buna ne karşılık verilir bulamadım. "Senin öldürdüklerin de bir zamanlar çocuktu."

Ona ne söylersem söyleyeyim kendini haklı bulacağını artık öğrenmiştim ve bu da üstüne tuz biber olmuştu. Kendimi iyi ya da masum görmüyordum ancak bazı kötülükler bana göre bile yapılmaması gereken şeylerdi. Sustum, zaten o gece dörde doğru Brezilya sınırlarına ulaşabilmiştik.

Gözde’yi Juan Mario Sigrist’e teslim ettikten sonra dönüş rotamız çok daha rahat olacaktı ve açıkçası onsuz yapacağımız yolculuğu dört gözle bekliyordum. Juan’ı iki kez görmüştüm, birinde Kıbrıs’ta bir kumarhanede babamla buluşmuşlardı, diğerinde ise bir anlaşma için Brezilya’ya gelmiştik. Korkunç bir adamdı ama prensiplerine bağlıydı.

Sahte pasaportlarımızla yakalanmadan ve zarar görmeden aştığımız rota uzun ve yorucuydu. Sonuna ulaştığımıza şükretmek istesem de geri dönüşümüz üç gün sonraydı ve tabii Juan’ı da görmemiz gerekiyordu. Üstelik dönüş yolunda bir kaçakla polise yakalanma riskimiz ya da Gözde’nin peşindekiler her kimse onlara yakalanma korkumuz olmayacaktı fakat sahte pasaportla yakalanma riskini atlatmamıştık.

Havaalanında bizi alacak araçları beklerken ne Korkut'un agresif tavırlarına ne de Gözde'nin ukalalıklarına katlanamayacağımdan biraz hava almak istedim. Korkut'a sigaraya çıkacağımı gösterip hızla kendimi dışarı attım.

Dudaklarımın arasına sıkıştırdığım sigarayı yakmak için el yordamıyla çantamda çakmak ararken bir yandan da isteyebileceğim biri var mı diye etrafa bakıyordum. Bir köşeye sıkıştırdığım, İlyas'ın verdiği zippo elime gelince çekiştirerek çıkardım.

Sigarayı yakmak için yaklaştırdığımda ateş çıkmamasıyla bütün tadım iyice kaçtı. Bir işim yolunca gitse şaşırırdım zaten.

Biraz pot duran çakmağı çekip yerinden çıkardım. Elime düşen kâğıt parçasıyla kaşlarımı çattım. Arkamda kalan kapıyı hızlıca kontrol edip ardından etrafa bakındım. İzleniyor gibi hissetmiyordum.

Temkinle kâğıdı açtığımda içinde siyah bir tükenmez kalemle yazılmış notu gördüm. "Yaşamak istiyorsan Korkut'la evlenmeyi kabul et, görevi bırakmana izin vermeyecekler. - İ"

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Orkun Balkan'dan beklemediğim bir hamle olmazdı ama İlyas beni ne kadar sevse de böyle bir risk almasına şaşırmıştım. Dahası bunu Korkut biliyor muydu ya da bir oyun mu çeviriyorlardı?

İlyas beni korumak istemiş olabilirdi ama emirlere de sorgusuz uyardı. Canını ortaya koyması beklenmedikti. Ben yapamazdım. Yapamamıştım. Aylin ölüp gitmişti ve ben günlerce başında nöbet tutmuştum.

Paniğimi bastırıp notu yok ettim. Çakmağı toparlayıp yeniden çantaya atarken hiç içmediğim sigarayı da çöpe bıraktım.

Bir süre sonra Korkut ve Gözde de dışarı çıkmıştı. Ben bu sıcakta içten içe üşüyordum. Dişlerimi sıkıca bastırıyor, nefeslerimi düzenli tutmak için savaşıyordum. Her zaman her şeyimi fark eden Korkut'un odağı neyse ki benden çok uzaktaydı. Dört siyah Jeep bizi almaya geldiğinde hâlâ çok gergindim ama buz gibi duruyordum. İfadesizlik maskemi takmıştım. Zihnimin içinde yüzlerce çark dönüyordu.

Arabadan inen adamlardan ikisi önümüzde durdu. Gözde daha arkadaydı ve Korkut da yanımda olsa da bana mesafeli duruyordu. Adamlarla iletişimi o kurdu. Juan’ın bizi beklediğini, eve kadar eşlik edeceklerini söylediler. Güvenlik için hepimizin ayrı araçlara bindirileceğini de belirtti ama Korkut bunu kabul etmedi. Gözde ve benim ayrı araçlara binemeyeceğimizi Juan’ı görene kadar benim ondan sorumlu olduğumu belirtti.

Adamlar kabul etmeyince “başka anlaşma yok, Juan parayı almak istiyorsa kızı ona kendim teslim edeceğim” diye araya girdim. Babamın ona yüklü bir ödeme yapacağından emindim ve böyle adamlarla anlaşabilme noktasına varmak için para meselesini açmak gerekiyordu. “Siz bilirsiniz.” Bu kısım tamamen blöftü.

Yine de biraz aralarında tartışmadan sonra oynadığım kumarı kazanmanın rahatlığıyla Gözde ile aynı arabanın arka koltuğuna oturduk. Korkut ayrı bir araçtaydı. Korunaklı, büyük bir eve kadar berbat yollardan geçtik. Eski, köhne yapıların arasında geçip böyle lüks bir eve varacağımızı düşünmek pek mümkün değildi. “Seviniyor olmalısın benden kurtulacağına.”

Üzüldüğüm söylenemezdi. “Bana veda konuşması mı hazırladın? Ne dokunaklı.” Ya gergindi ya da canı sıkılıyordu fakat ben ona dayanabilecek takatim çok sınırlıydı ve o sınırlara da fazla yakındık.

“Yo, sana niye veda edeyim? Türkiye’ye döndüğümde tekrar karşılaşacağız sonuçta.”

Göz devirdim ve bir yorum yapmadım. Onu bir daha asla görmeyecektim ve umarım Türkiye’ye değil cehenneme defolurdu. Başımı cama çevirdim. Sokaklarda yerlere serdikleri garip paçavralar üstündeki insanlar, çöpler fazlasıyla rahatsız edici olsa da Gözde ile konuşmak kadar değildi.

Onun için benim konuşmama isteğimin bir önemi olmadığından araba durana kadar sürekli bir şeyler anlatmaya ya da sormaya devam etti.

Şüphe yeniden içimi kemirmeye başladığında yollar, insanlar, sesler soyutlaşmıştı. Korkut'a söylemeli miydim? Söylersem beni korurdu ama ya İlyas? Onu daha fazla riske atamazdım.

Hedefe ulaştığımızda derin bir nefes aldım. 'Ne yapacağım, ne yapacağım' diye tekrar edip durduğum soruyla arama perde çektim. Önce halletmem gereken bir iş vardı.

Bahçeden, evin içindeki koridorlara kadar bizi bir an yalnız bırakmamaları bir yana takip eden kişi sayısı da çok fazlaydı.

Juan’ın bizi beklediği odaya girdiğimizde arkasında iki adamı daha duruyordu. İçlerinden birini anımsayabiliyordum. O da en az Juan kadar korkutucu görünüyordu. Gerçi adamlarının çoğu öyleydi ama Juan’da ve bu adamda onları hatırlamamı sağlayacak bir bakış vardı ve bunu tanımlayamıyordum. Bizi görünce ayağa kalkıp kollarını iki yana açtı. Sırıtıyordu. “Hoş geldiniz dostlarım.” Coşkulu selamının ardından beni kendine çekip sarıldı. “Ah güzel kız, seni tekrar görebilmek ne hoş.”

Geri çıkıp kollarından kurtuldum. Korkut anında beni kendine çekti. Oradan oraya çekiştirilmekten hoşlanmasam da sesimi çıkarmam için mantıklı bir yerde değildik. “Selam Juan, sana Orkun Balkan’dan bir emanet getirdim.” Benim İngilizcem onunki kadar temiz değildi ama anlaşılabilir durumdaydı.

Bir adım arkamda duran Gözde’nin öne çıkabilmesi için kenara çekildim. Juan onu süzerken sakallarını kaşıdı. “Elbette, ben de sizleri bekliyordum. Neden size bir şeyler ikram etmiyorum?”

“Vaktimiz yok. Teslimat gerçekleşti ve iş bitti. Gerisini Orkun Balkan’la konuşursunuz.”

“Bunca yolu geldiniz ve hemen dönüyor musunuz yani? Gerçek bir görev aşkı… Peki, siz bilirsiniz. Öyleyse sizi istediğiniz yere bıraksınlar ve ben de şu paketi bir inceleyeyim.”

Korkut araya girdi. “Onu koruman için sana bırakıyoruz. Anlaşmanın dışına çıkma.”

Juan bu durumla eğleniyor gibiydi. Sırıtışı büyüdü. “Hadi ama dostum, biliyorum. Endişelenme. Hanımefendilere nasıl davranılması gerektiğini biliyoruz burada, değil mi?” Birkaç adamı onu onayladı ama hiç güven vermiyordu. Yine de bu noktadan sonrası beni ilgilendirmiyordu.

Bizi bir arabayla Korkut’un söylediği meydana bıraktılar ama meydan bile hem çok kalabalıktı hem de garip şekilde etrafa çadırlar kurulmuştu. Hatta madde etkisinde olduğuna şüphe edilmeyecek birilerini gördük. Arabadan indiğimiz anda Korkut’a döndüm. “Nerede kalacağız?”

“Bir ev kiralandı.” Çocuk misali bir küsüp bir barışmıyormuş gibi elimi tuttu. Bir ihtimal alışkanlıktan refleksle de yapmış olabilirdi şayet ellerimize bakıp bir süre duraksadı ama sanırım bırakırsa ne kadar kırılacağımın farkına varıp elimi tutarak yürümeye devam etti. “Planladın mı?”

Sürekli istemsizce takip edilip edilmediğimizi kontrol ediyordum. Her an birileri çıkıp beni öldürecekmiş gibi paranoyaklaşmıştım.

İnsanların arasından geçiyorduk ve yönlendirme tamamen ondaydı. “Neyi?” O bana kızgın olsa da, ondan başka herkese karşı duyduğum şüphe beni yiyip bitirse de hiç bilmediğim bir ülkede, görevlerden ve bir sürü korumadan uzakta, öylesine bir sokakta ya da meydanda onunla el ele gezmek hayatımda yaptığım en güzel şeylerden biriydi. Kalbim heyecandan çok hızlı atıyordu. O anın içinde kalsak her şey ne güzel olurdu.

Birilerine çarpmayayım diye bazen beni önüne alıyor sonra yine yanıma geçiyordu. Özgür bir aşktan başım dönüyordu. İşte diyordum içimden… Yaşamak böyle bir şey… “Ne yapacağını… Nereye gideceksin, nasıl yaşayacaksın? Sen…” Derin bir nefes aldı. “Bundan sonraki hayatını planladın mı?”

Son ana kadar bir aksilik çıkacağına ihtimal vererek bir şey düşünmemiştim fakat her şeye karar vermiş olsaydım da Korkut'a bunu söyleyemezdim. Dürüstçe "bilmiyorum" dedim. En azından yalan söylemek zorunda kalmadığıma seviniyordum çünkü ona yalan söylemek bile kendimi kötü hissettiriyordu ve ben hali hazırda pek çok duygunun altında eziliyordum. "Çok uzun zamandır bugünün gelmesini istesem de gelebileceğine o kadar inanmamışım."

Aslında hayaller kurma imkânım olan bir gelecekten ya da öyle gelişigüzel bir hayattan bahsetmek çok keyifliydi, içinde o da olsa son günüme kadar başka bir şey istemezdim. Ancak ne o bu hayatın bir parçası olabilirdi ne de bu konuda konuşmak onun için keyifli bir aktivite olurdu. "Yapmış olman gerekirdi. Aklında bir şeyler olmalıydı." Sinirlenmişti. Ya yalan söylediğimi düşünüyordu ya gideceğimi düşündükçe geriliyordu ya da programsızca ortada kalmamın güvenlik zafiyeti olduğu gerekçesiyle bu şekilde davranmam onu öfkelendiriyordu. "Belki de Türkiye'ye girmemelisin. Bu bölgede bile kalabilirsin."

Girdiğimiz sokaktaki eski evlere bakıp yüzümü buruşturdum. Ayrıca iğrenç kokuyordu. "Burada mı yaşayayım?" Hiç sanmıyordum.

Muhtemelen sevebileceğim bir yerler bulabilirdim bu bölgede de ama Güney Amerika'da yaşama gibi bir fikrim yoktu. "Hayır, sadece Türkiye'ye dönmene gerek yok demeye çalışıyorum."

Kaşlarımı çattım, gitmemem için o kadar dil döken Korkut şimdi de dönmememi istiyordu. "Ne fark eder ki? Yani dönüşü tek kişilik ayarladıysanız ben başımın çaresine bakarım tabii ama... Anlamıyorum." Gerçekten Orkun Balkan beni öldürmeyi düşünüyor ve o da biliyor muydu? Öyleyse gerçeği itiraf etmeliydi. Böyle bir şeyi benden saklayamazdı. Çünkü gerçekse zaten o hain olmasın diye ölmeyi göze alırdım.

Bağlantılarımın tamamı Orkun Balkan üzerinden olduğundan buradan kendi başıma dönmem çok zor olurdu, Türkiye'de en azından yardım alabilecek birilerini bulabilirdim fakat bu yola çıkarken işlerin tamamen lehime ilerlemeyeceğini ve bir noktada Orkun Balkan'ın bana zorluk çıkararak ders vereceğini tahmin edebiliyordum.

O zaman geldiyse Korkut'un eveleyip gevelemesindense doğrudan söylemesini istiyordum. "İzini buradan kaybettirmen daha kolay olur sadece." Yüzüne baktım. Birbirimizi yalan konusunda test etmemiz gereken pek fazla zaman olmamıştı. Şimdiyse her cümlenin ve sessizliğin ardında bir şey gizliyorduk. "İzimi kaybettireceğime emin olabilirsin. Kimsenin elinde koz olmak gibi bir niyetim yok."

Yüzü düştü. Koyu gözleri bana olan sevgisini dâhi yutan dehlizler gibi görünüyordu şimdi. İlk defa ona bakarken sıcacık hissetmedim. Bir ürperti sırtımdan enseme tırmandı. Korkuyordum. Ve sonra gözlerimi kaçırdı...

Göğsümün orta yerinde hissettiğim bu acı da neydi? Omuzlarımı dikleştirdim. Biliyordu. "Aslında..."

Ellerini sıkıca kavradım. Buz kesmişti. Hayatımda oynadığım en zor roldü bu. Dimdik durdum. Sevgiyle baktım ona. "Belki de haklısın."

"Ne?" Sesi pürüzlüydü. "Yani..." Boş yola baktı. "Gidecek misin şimdi?" Beni süzdü. "Öylece?"

"Hayır." Parmak uçlarımda yükseldim. Dudaklarımı dudaklarına bastırdım. "Gidemeyeceğim." Fısıltım aramızda asılı kaldı. Yalanım da bir ihanetti ama onunki kadar ağır olamazdı. "Seni arkamda bırakıp gidemeyeceğim. Benim evim sensin..."


Loading...
0%