Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm

@esilayldrm

3☯

Nefesimle birlikte omuzlarımı dikleştirdim. Üstümdeki özel tasarım elbiseyle, hayatımda belki de ilk kez düzleştirilip özenle yapılmış saçlarımla ve profesyonel makyajımla, tamamı kapatılmış dövmelerimle önümdeki boy aynasında duran yabancı kadına bakıyordum.

Bordoya çalan kırmızı elbisenin dekoltesi hafiften göğsüme iniyor, omuzları açıkta bırakarak kollarıma uzanan dalgalı motifler ortada birleşiyordu. Elbisenin gövde kısmında yaprak desenleri zarif bir şekilde işlenmişti, bu yeşil yapraklar eteğin altına doğru yayılıyor ve elbisenin alt kısmında bordo kumaş koyu yeşil bir tonla birleşiyordu. Karnıma kadar düz inen elbise, kalçalarımın altında hafif bollaşıyor ve yere kadar inen katmanlarıyla şaşalı bir görünüm sunuyordu. Tülden oluşan kumaş hafifti ama sanki bir sarmaşık misali vücuduma sıkıca dolanıyor beni aşağı çekiyordu.

Kıyafeti ben seçmemiştim, rengine kadar her şeye babam karar vermişti. Doğrusu bu nişanla ilgili hiçbir şeyi benim seçtiğim de söylenemezdi. Bu Orkun Balkan'ın şovuydu ve önemli olan onun istekleriydi. Beni nasıl sergilemeyi diliyorsa ona uymalıydım.

Ve o hiç itiraz etmeyeceğimden adı kadar emindi. Öyle ki Korkut'la dönmeye karar vermem de onu zerre şaşırtmamıştı. Bana ne derse onu yapardım. Hep yapmıştım.

Bu kez sebebimin itaatkârlık olmadığından haberi yoktu. Sorgulamaması işime gelmişti. Ancak bir türlü fırsat bulup İlyas'la konuşamamıştım. Döndüğümden beri beni göz önünden ayırmıyor, Korkut dışında kimseyle yalnız bırakmıyorlardı. Ve git gide büyüyen huzursuzluğumla baş etmekte de çok zorlanıyordum. Korkut aynı, sevgi dolu adamdı. Hayatında onu hiç görmediğim kadar mutluydu. Beni el üstünde tutuyordu. Yanılmış mıydım?

Avuçlarım ter içinde kalmıştı. Prangalarımı asla çıkaramayacağım kadar sıkılaştırıyordum. Üstelik hiç doğru yapıyormuş gibi de hissetmiyordum.

Ne zaman bunalsam kaçıp sigaraya sığınmıştım fakat bugün o da yasaktı. Sanırım babam nişanıma küllük olarak katılmam fikrinden hoşlanmamıştı. Yoksunluk da hiç yardımcı olmuyordu.

Göğsümü saran elbise nefes almamı zorlaştırınca çekiştirmeye niyetlenmiştim ki odanın kapısı açıldı. Bedenim tam olmuştu, şimdi niye dar geliyordu ki? Her şey ters gitmek zorunda mıydı?

Aynadan içeri girenin babam olduğunu görünce duruşumu düzelttim. Sıcak basmıştı. Elimi yüzüme doğru sallamamak ya da üstüme silmemek için direndim.

Onda bunca yıldır çok nadiren gördüğüm bir gülümseme ifadesi yüzüne yer etti. Hemen arkasında Hakkı ve Onur duruyordu. Saniyeler önce çıkan güzellik uzmanlarından biri hazır olduğumu haber vermiş olmalıydı.

Beni baştan aşağı süzdü. "Kızım" derken yanıma ilerledi. İki kolumu dirseklerimden tuttu. "Muhteşem olmuşsun." Başını Hakkı'nın olduğu tarafa çevirirken bir elini de dirseğimden çekip avcunu açmıştı.

Hakkı, babamın eline siyah bir takı kutusunu bıraktı. Babam kutuyu özenle açtı. İçinde ben buradayım diye bağıran, gösterişli bir set duruyordu. Omuzlarıma dökülen birkaç tutam saçımı geri itmemi işaret etti.

Ben saçlarımı geri alırken o da beni aynaya döndürüp yeniden Hakkı'nın eline tutuşturduğu kutudan aldığı gerdanlığı boynuma taktı. Göğsüme doğru uzanan yeşil zümrüt yapraklar elbisemle uyumluydu ama kendim asla tercih etmeyeceğim kadar göze batıyordu.

Bu şatafattan memnunmuşçasına nezaketle gülümsedim aynadan göz göze geldiğim babama. O ise beni yeniden kendine çevirdi. "Hadi, küpelerini de tak bakalım."

İki büyük küpeyi hızla kulaklarıma taktığımda "işte" dedi keyifle. "Şimdi benim kızıma, bir Balkan gelinine benzedin."

Elbise yeniden göğsüme baskı yapınca çekiştirmek istedim, babam anında engel oldu. "Nt, nt" sesiyle beraber kaşları da çatılmıştı. "Ne yapıyorsun?"

Mahcubiyetle başımı eğdim, elimi hızla indirirken açıklamamı yaptım. "Çok sıkı oldu sanırım. Nefes alamıyorum."

"Heyecandandır. Elbise tam üstüne göre ayarlandı. Çekiştirip görüntüyü bozma."

Kaşınıyordum, terliyordum, boğuluyordum ve hiçbiri heyecana benzemiyordu. Sabahtan beri salonda ve bahçede süren hazırlıklar, görkem, istemediğim bir şeyi yapıyor olmak beni delirtiyordu.

Parmaklarımı birbirine kenetledim. "Endişeli görünüyorsun." Kaygı iliklerime kadar işlemişti, elbette öyle görünüyordum. Çene kemiklerim şimdiden kasılmaktan ağrıyordu.

Tenimin altına işleyen soğuk dalgalara rağmen başımı hafifçe iki yana salladım. Orkun Balkan elini omurgama bastırarak duruşumu dikleştirmem için beni uyarırken kulağıma yaklaştı. "Bu gece önemli davetlilerimiz olacak. Bir sorun istemiyorum Hafsa." Kısık sesi sertti. Bana bir silah doğrultsa ancak bu kadar etkili olabilirdi. "Anladın değil mi?"

Artık buradan dönemezdim. Bunu zaten biliyordum. "Olmayacak" diye güvence verdim. Mutlu, heyecanlı genç kız maskemi takacak, hâlâ güvenmek için can attığım Korkut'un yanında neşe saçacaktım.

Bahçe nişanımız için özel olarak hazırlanmıştı. Balkan malikanesi ilk kez böylesine kalabalıktı. Babam güvenlik önlemlerini kat kat arttırmıştı. Adım başı birini yerleştirmiş, kritik noktalara en iyi adamlarını koymuştu. Şayet kendisi dostlarına bile zerre güvenmezdi. "Yanlış güven seni canından eder" derdi. Ama korkmadığını sergilemeliydi de. Oğlu ve manevi kızının nişanı bu konuda iyi bir fırsattı. Elbette değerlendirecek, güç gösterisini gerçekleştirecekti.

Merdivenlerden inerken her adımımda bacaklarım titriyor, sırtımdan soğuk terler akıyordu. Her şeye rağmen salonda beni fark ettiği an yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşen Korkut’u gördüğümde göğsümdeki sıkışma bir nebze azaldı. Çocukluğumdan itibaren yeri bende öyle fazlaydı ki istemsizce ona çekiliyor, içten içe koyu renk gözleriyle karşılaştığım vakit şüphelerimi öldürüyordum. Açık renk takımı içinde, yapılı saçları, tıraş olmuş yüzü ve bütün karizmasıyla bana doğru yürüdü. Son basamakları inmeden elini uzattı. Parmaklarımı avucuna bıraktım. “Çok güzelsin.”

Son basamağı indim. Topuklularım aramızdaki boy farkını biraz azaltsa da yanında hâlâ gözle görülür şekilde kısa kalıyordum. Çenemi hafif kaldırdım. “Teşekkür ederim. Sen de çok şıksın.” Ama doğrusunu söylemek gerekirse ben ona siyahı daha çok yakıştırıyordum.

Evin cam kapısından dışarı adımlamadan önce koluna girdim. Açık alanda üç dört metre aralıklarla sabitlenen, sarmaşıklarla süslenmiş ahşap kolonlarla çevrili alanın üstüne ahşap bir çatı çerçevesi yerleştirilmişti. Akşamüstü olduğundan çatıya misinalarla bağlı şeffaf kürelerin içindeki mumların sahte ateşleri yanıyor, etrafı aydınlatıyordu. Çerçevenin her yerinden insanlara değmeyecek uzunlukta, rüzgârla salınan, yapraklarla dolu, ince dallar sarkıyordu.

Artık kış bitmişti ama hafiften serin bir hava hâkimdi. Dışarıdan keman ve piyano ile çalınan Edward Elgar’ın Salut d’Amour’unun melodisi içeri kadar ulaşıyordu. Çağırılan müzisyenler başarılıydı, notalar adeta birbiriyle dans ediyor, insanın içine dokunuyordu. Müziğe odaklandım, bu sayede kalabalığın sesini bastırdığım gibi görmezden de gelebilmeyi umuyordum.

Dışarı attığımın ilk adımda kopan alkış tufanıyla, bedenime çarpan rüzgâr eşzamanlıydı. Zihnimde bir balerin canlandı, dönüyor, dönüyor ve dönüyordu. Muhteşem bir gösteriydi fakat bale ayakkabısının altında ayakları yara bere içindeydi. Kimse görmüyordu. Herkes takdir ediyor, alkışlıyordu. Kendimi tam olarak o balerin gibi hissediyordum.

Gülümsedim, parmaklarım arasındaki bir kuklanın iplerini çekercesine kolaydı. Ben içerde izliyordum ve bedenim otomatik olarak Orkun Balkan’ın isteklerine göre komutlar veren beynime uyuyordu.

Beyaz mumlar ve yeşilliklerle süslenmiş masalar, ahşap sandalyeler, soft yeşil ve kahve tonlarındaki tabaklar, bardaklar, her biri özenle seçilmişti. Bir platformun arkasına loş, sarı ışıklandırma ile isimlerimizin baş harfleri asılmıştı. Kaşınmamak için Korkut’un ceketinin kol kumaşını biraz daha sıktım.

Ünlü isimler, siyasiler, yeraltı dünyasından birileri, tanıdığım ve bir o kadar da yabancı olduğum simalar gittikçe gözümde bulanıklaşıyordu. Hiçbirini ayırt edemiyordum. Korkut beni kendisiyle birlikte bizim için ayarlanmış platforma yönlendirirken gülümsememi hiç bozmadım. Çok kısa bir an yüzünden hiçbir şey okuyamayacağımı bilmeme rağmen babamı kontrol ettim. Ayakta, mutlu bir ifadeyle bizi alkışlıyordu.

Bir platforma çıktığımızda o da durduğu yerden ayrılıp yanımıza ilerledi. İnsanlar hâlâ ayaktaydı, alkışlar sürüyordu. Kollarımı etrafıma sarıp saklanmak istiyordum. Sanki bunca insanın önünde çırılçıplaktım. Başımı kaldırıp yanımda duran Korkut’un gözlerinin içine baktım. O da beni izliyordu. Büyülenmişçesine, dünyanın en özel şeyine bakar gibi bende takılmıştı. Benim kendimi aynada tanıyamadığım hâlimi bile seviyordu. Bu adam bana nasıl ihanet ederdi? Ben bu adamın bana ihanet edeceğine nasıl inanmıştım?

Mikrofona konuşan Orkun Balkan’ın sesiyle alkışlar dindi. Bense daldığım rüyadan uyanıp gerçekliğe döndüm. “Sevgili dostlarım, bu gecede burada olup mutluluğumuza eşlik etmeniz ne büyük onur.” Asıl onları davet ederek onurlandırdığına inanıyordu. Profesyonel bir yalancıydı. “Biricik oğlum…” Korkut bir adım öne çıktı. Ben de babamın diğer yanına geçtim. “Ve çok değerli kızımın evlilik yolunda attığı bu adım elbette çok kıymetli. Hafsa her zaman kızımdı, şimdi soyadımızı da alarak tam bir Balkan olacak.” Bu hayatta Orkun Balkan’la ilgili en emin olduğum şeylerden biri gelini olmam konusundaki memnuniyetinin sahiciliği olabilirdi. Sonuçta kendi elleriyle yetiştirdiği, bundan da her zaman gurur duyduğu biriydim. “Bu gençlerin aşkını böyle bir aile bağıyla kuvvetlendirmek azametine erişebilmenin sevincini anlatmaya inanın kelimeler yetmez.” Gözleri ikimiz arasında gidip geldi. “Lafı fazla uzatmayayım, malûm gençler heyecanlılar… Eh, nasıl olmasınlar ben bile heyecanlandım.” Birkaç gülüş koptu masalardan. Genç bir kız elinde yüzüklerin olduğu tepsiyle babamın yanında durdu.

Babam birbirine bağlı yüzükleri aldı. Önce benim parmağıma taktı. Titreyen, ter içindeki elimi gördüğünde saniyelik bir bakış attı. Kimse fark etmiş olamazdı ama ben baştan aşağı ürperdim. Ve buna rağmen gülümsemeye devam ettim. Kurdelenin diğer ucundaki yüzük Korkut’un parmağına takıldı. Kaderlerimiz ayrılmaz şekilde birbirlerine bağlıydı, biz daha çocukken bağlanmıştı ve şimdi o bağı mühürlüyorduk.

Babam makası aldı, kurdeleyi kesti. Gözlerini benden ayırmadan “Allah ayırmasın, bir yastıkta kocayın inşallah” derken bir alkış tufanı daha koptu. Parmağımdaki sadece bir yüzüktü ama onun gözünde artık hayatımın anahtarıydı. Gönüllü esaretimi kutlamak üzere patlatılan şampanyayı izlerken Korkut esen rüzgârla tenime çarpan bir tutan saçımı nazikçe kulağımın arkasına itti. Eğilip dudaklarıma küçük bir öpücük bıraktı. Her şeye rağmen kaybolduğum karanlığa sızan küçük ışığı o tutuyordu.

Hafsa ve Korkut’un nişanından yıllar öncesinde geleceklerini bambaşka bir yola sokacak bir etkenin tohumları ekilmişti. Orkun’un aldığı canlardan pek geriye kalan olmazdı fakat el kadar çocuklardan korkacak hâli yoktu ya koskoca Orkun Balkan’ın. Ama çocuk da hep çocuk kalmıyordu.

İldemir masasındaki siyah kart destesiyle anlamsızca oynayıp durmayı bırakıp büyük, deri sandalyesinde geri yaslandı. Gençliğine rağmen olgundu. Kıvrak zekâsı ve çalışkanlığını çoğu insan gibi onu yetiştiren Talat da takdir ederdi. Ancak acımasızlığı camiada camgöz lakabını almış, sadece adıyla bile pek çok insanın dizlerini titretebilecek Talat Alkan’ı bile biraz ürkütüyordu. İldemir keskin bir kılıçtı, annesi ve babasının kaybının ardından yanıp tutuştuğu intikam ateşiyle dövüle dövüle bu hâle gelmişti. Hayatını ailesinin katillerini bitirmeye adamış, her şeylerini teker teker almaya ant içmişti.

Karşısında oturan Talat’a karşı tek kaşını kaldırdı. “Yani?” Orkun Balkan’ın şirketlerine kendi adamlarını yerleştirmişlerdi, önemli pozisyonlara gelebilecek, çok iyi özgeçmişlere sahip adaylardı her biri ve bir gün işlerine yarayacaktı. Otellerine de birilerini koymuşlardı ve hatta masadan bile istedikleri seviyede olmasa da bilgi sızdırabiliyorlardı ancak evine girmeyi bir türlü başaramamışlardı. Birkaç kişiyi koruma olarak yerleştirseler de adamlardan bir daha ses çıkmıyordu. Dahası uyuşturucu veya silah kaçakçılığı yaptığı bağlantıları da tam çözememişlerdi. İçeriden aldıkları kimse yeterli bilgiye sahip değildi. Orkun belki bir avuç adama güveniyordu, belki de onlara bile güvenmiyordu. Bunların hepsi de alamayacakları kadar ona yakındı. Ve İldemir’in tahammülü gittikçe azalıyordu. “Bunun benim için yeteceğini mi sanıyorsun? Şirketleri, oteli umurumda değil.” Onları da yok edecekti elbette fakat asıl hedefinden çok uzaktaydı.

Talat boğazını temizledi. İldemir’in bastırılmış öfkesinin taşma sınırında dolaştığının farkındaydı. “Sakin ol. Her şey bir anda olmuyor. Kolay olmayacağını biliyordun.”

Elini yumruk yaptı. Kaşları çatılmış, mavi gözleri öfke kıvılcımlarıyla dolmuştu. Alın kasları gerilmiş, çenesi kasılmıştı. Dişlerini sıkıyordu. Omuzları dikleşti. “Ben aceleci mi davranıyorum?” Bağırmıyordu ama sesi sertti. Karşısındaki adama duyduğu saygıdan ötürü cümlelerinin çoğunu yutuyordu. “Yıllarımı verdim bu uğurda, neredeyiz şimdi? Başladığımız yerde sayıyoruz. Benim annem, babam mezarında çürürken o herif yaşlılıktan geberip gidecek bu hızla.”

Haklıydı. Adam zenginliğin, şatafatın içinde hayatını yaşıyordu. Hiçbir tehdit ona yaklaşamıyordu bile. Yine de Talat İldemir’i biraz olsun yatıştırmak için az önce edindiği bilgiyi kullandı. “Abdi Balkan’ın oğlu ölmüş.”

“Gebersin pezevenk.” Bu soyadı taşıyan herkesten tiksiniyordu ama Abdi’nin aptal oğlu uğraşmayacağı kadar önemsizdi.

“Orkun’un infaz ettiği söyleniyor.”

İşte şimdi ilgisini çeken bir noktaya değinmişti. “Neden?” Ejder Balkan, Abdi Balkan ve Orkun Balkan üç kardeş olarak bütün pisliklerini beraber yürütürdü ama aile reisleri Orkun’du. Masada sadece o vardı. Abdi şirketlerle ilgilenirdi, iyi bir avukattı. Hukuk departmanının başındaydı. Oğlu Hacı Balkan bağımlıydı, ota boka burnunu sokardı. Bir de kızı Ekin Balkan vardı, diğer kuzenleri gibi yurtdışında yaşıyordu ve aile işleriyle alakası yoktu. Geçen sene zengin bir işadamının oğluyla evlenmişti. Zaten Hacı ve Korkut dışındaki genç Balkan’ların hepsi yurtdışına postalanmıştı. Orkun, Korkut dışındakileri işlerden özellikle uzak tutuyordu. Koltuğunu devredeceği kişi elbette kendi biricik oğluydu. Ejder Balkan ise Kıbrıs’taki oteller ve Türkiye’deki illegal kumarhanelere bakıyordu. Orkun güvenliği ona teslim etmişti ancak yeterince ince eleyip sık dokuduğu söylenemezdi. İçlerinde kim bilir kimlerin casusları vardı. Orkun kadar iyi bir gözlemci sayılmazdı. Ama kumarda ve silah kullanmakta iyiydi. Üç çocuğunun da annesi farklıydı. Oğullarından Kudret Almanya’da ilaç sektöründe çalışıyor, Soner Amerika’da üniversite okuyor ve Nihat da Fransa’da kendi sanat galerisiyle ilgileniyordu.

Talat çenesini kaşıdı. “Kızını rahatsız etmiş sanırım.”

İldemir’in dudakları aralandı, birkaç saniye sessiz kaldı. Doğrusu bu bilgi ilk duyduğunda Talat’ı da şaşırtmıştı. “Kızı?”

Orkun Balkan’ın manevi bir kızı vardı, hakkında pek bilgi olmayan bir kızdı. Çok nadiren insan içine çıkar, günlerini babasının korunaklı malikânesinde geçirirdi. İldemir kızla ilgili bir şeyler öğrenmeye çalışmıştı ancak birkaç fotoğrafı ve genel geçer şeyler dışında bir şey bulamamıştı. On dokuz yaşındaydı, üniversitede okuyordu. Viyolonsel eğitimi alıyordu, hayatı dışarıdan tamamen sıradan göründüğünden aileyi araştırırken kızın çok üstünde durmamışlardı. Zaten öz kızı bile değildi. “Manevi kızı işte…”

“Kendi soyadını taşımayan biri için aileden birini mi öldürmüş?” Orkun’un kutsalıydı soyadı.

İldemir’in gözünün önünde kızın hayali bir görüntüsü canlandı. Turuncuya çalan dağınık saçları, açık teni, kara gözleri, ince bedeni, hafif gotik tarzına rağmen masumane ifadesiyle değişik bir tipti. “Emin misin?”

“Evet. Kız sanırım sandığımızdan önemliymiş. Hacı yanarak ölmüş. Abdi delirmiştir.”

İldemir’in kafası karıştı. “Bu kız yıllardır içlerinde…” Çok şey biliyor olabilirdi. Ya da Orkun her şeyi gizleyip ona karşı da iş adamı rolünü oynuyordu. “Mesajcı ya da Cellât’ı biliyor olabilir mi?” İhtimal vermese de “hatta belki de onlardan biri…”

Talat dilini damağına vurdu. “Sanmam.” Kız çok küçüktü. O kadar profesyonel silah kullanamazdı. Üstelik zengin birinin prenses kızı gibi yaşıyordu. “Bilgisi varsa da Mesajcı ya da Cellât değildir.” Net olmasa da ellerindeki donelere bakılırsa Cellât Korkut Balkan’dı. Mesajcı da Ejder’in oğullarından biri veya kendisi olabilirdi. “Abdi’yi alabiliriz ama konuşması için. Şu durumda Orkun’a sadakat göstermeyecektir.”

Oğlu yanarak ölmüştü, acısı tazeydi, ihanet edebilirdi ama Orkun bunu öngörürdü. “İşe yaramaz, onu da infaz ederler yakında. Ya da bildiği bir şey yoktur.” Aklı kızdaydı. O gizli bir hazine olabilirdi. Dilini dişlerinin arasından geçirip içerden yanağına bastırdı. Çenesini öne çıkardı. “Şu Doğu Aydemir teşekkür etmek istiyordu. Onunla görüşme ayarla.” Kızının hayatını kurtarmıştı İldemir, bu kadar çabuk ihtiyacı olacağını düşünmemişti gerçi ama ondan bir şeyler öğrenebilirdi.

Gel zaman git zaman İldemir ilmek ilmek işleyerek Doğu ile ilişkisini ilerletmeyi başardı. Kendini gizliyordu aslında, Orkun’un çevresindekilere yaklaşması tehlikeliydi ama risk aldığına değmişti. Doğu masadaki payından rahatsızdı, hakkını alamadığına inanıyordu. İşbirliğine açıktı. Diğerlerinin arkasından iş çevirmeyi göze alabilecek kadar gözü karaydı. Öyle ki Orkun’un ve masadaki birkaç kişinin etrafında muhbirleri bile vardı.

İldemir Hafsa’yı kafaya takmıştı. Geçen iki yıl içerisinde birkaç kez üniversitenin düzenlediği etkinliklerde sahne alırken izlemişti onu. Kıyıda köşede bir yer bulur, gölge misali gizlenirdi. Kız yetenekliydi, göz alıcı bir ışıltısı vardı. Beyaz veya siyah elbisesiyle sahneyi dolduran onca insan arasında tek kendisi varmışçasına tutkuyla çalardı enstrümanını. Müziği çok seviyor olmalıydı. Çalgıyla bir bütün olup dünyadan kopuyordu sanki. Ruhu dans ediyordu notalarla. İldemir birkaç kez gözlem amacını unutup dalıp gitmişken bulmuştu kendini. Oysa son derece saçmaydı bu. Kızı sürekli düşünmekten bilinçaltına işlemiş olmalıydı.

Silah taşımıyordu ama korumaları vardı. Korkut Balkan da her gösterisini ön sıralardan izliyordu. İldemir kızın işlerle bağlantısı olup olmadığını henüz çözememişti ama onu Balkan’lardan alacakları listesine çoktan koymuştu kafasında. Doğu ceketinin iç cebinden sigara paketini çıkarırken İldemir’in ters bakışlarını görünce boğazını temizleyip vazgeçti. Kokusundan da dumanından da nefret ederdi İldemir. Yanında sigara içirtmezdi kimseye.

Dikkat çekmemek adına çok nadiren buluşurlardı. Doğu her şeyi anlatmazdı, işine geldiği kadarını paylaşırdı. Cambaz misali ince bir ipte yürüyordu, dengeyi sağlamalıydı. Hem İldemir’le yaptığı işten iyi kazanıyordu hem de masadaki kârını baltalamıyordu. “Arada Orkun’la gelir toplantılara” dedi Doğu. Hafsa hakkında konuşabileceği bir konuydu. Ne onun bağlantılarına zarar verirdi ne de doğrudan işlere bir etkisi vardı. “Çocukluğundan beri sessiz, kendi hâlinde bir kız…”

İldemir tek kaşını kaldırıp Talat’a baktı. Talat başını hafifçe iki yana salladı. Kızı kampüsün orta yerinden mi alacaklardı? Kaldı ki orada bile koruyorlardı. Doğu sayesinde Aylin’e ulaşabilirlerdi, çok daha güvenli olurdu ama İldemir gözünü yükseklere dikmekte inatçıydı. Yeniden Doğu’ya döndü. “Yani Orkun’un ne işlerle uğraştığından haberi var, öyle mi?”

Doğu hiç düşünmedi bile. Alkolün etkisiyle biraz gevşemişti. “Tabii canım. Oğlu neyse bu kız da o… Ama size faydası olmaz. Orkun gözünün önünden ayırmaz Hafsa’yı. Artı ketumdur, konuşmaz. Ne bildiğini ne bilmediğini kimse bilmez de anlamaz da. Orkun’u satacak olsa Orkun kızım diye yanında tutar mıydı hiç?”

İldemir akıl almak istemiyordu ama sessizce dinledi. “Sonuçta bir Balkan değil” dedi sadece.

Doğu’nun çenesi açılmıştı bir kere, elini havada salladı. “Değilse ne olmuş, yakında olur. Korkut yanık Hafsa’ya. Başkasına yâr etmezler, aileye ondan uygun gelin mi bulacaklar?”

Genç adamın kaşları çatıldı. Korkut’un her defasında etrafında olmasından dolayı bundan şüphelenmişti. Bir yanıysa kardeş gibi büyüdüklerinden aralarındakinin abi kardeş ilişkisi olabileceğini düşünmüştü.

Yüzünü eğerek gizledi. Dudağının bir kenarı yukarı kıvrılmıştı. Aklındaki kırk tilki hareketlenmişti bir kere.

Doğu uzun süren sessizliğin ardından yavaştan kendisine bastırmaya başlayan uyku ve mayışma hissinin farkındalığıyla ellerini bacaklarına vurdu. “Neyse ne… Biz teslimat için şartlarda anlaştıysak ben artık kalkayım.” Saat çok geç olmuştu. Bayağıdır sigarasını da içememişti. Arabasında ağız tadıyla içerdi. Ayrıca yine geç döndü diye karısından yiyeceği lafları şimdiden öngörebiliyordu.

“İyi, konuştuğumuz gibi.” Üçü de ayaklandılar. Doğu önce İldemir’le sonra da Talat’la el sıkışıp mekândan ayrılırken Talat duyacaklarını biliyordu. Yine de öyle olmamasını umuyordu.

Fakat İldemir umudunu öldürmekte gecikmedi. “O kızı istiyorum.”

“Oğlum saçmalama, duymadın mı konuşmaz diyor işte. Ne yapacağız?”

“Konuşur konuşur. Konuşmasa da hiçbir şey Orkun Balkan’ın manevi kızı, müstakbel gelini ve Korkut’un sevdiği kadından daha çok onları yaralayamaz.” Kapıya doğru yürürken kollarını dirseklerine kadar katladığı beyaz gömleğinin bir düğmesini açtı. Keyfi yerindeydi.

Elimdeki bıçağı daha sıkı kavrayıp kolayca kesilebiliyor olmasına rağmen tavuğa sertçe bastırdım. Dişlerimi sıkmaktan yanaklarım ağrıyordu. Korkut farkında olmadan bana zulmetmenin çok etkili bir yolunu keşfetmişti. Gözlerim lokantanın müşterileri rahatsız etmeyecek bir kenarında Batu ve Ufuk ile birlikte bizi izleyen İlyas'a takıldı. Ben ona bakarken o her ne düşündüyse başını eğerek bu göz temasından kaçındı. Korkuyor muydu, neyden çekiniyordu anlam veremiyordum.

Nişanın ertesi günü kısa bir tatil için babam tarafından Kıbrıs'taki otele gönderilmiştik. Ve Korkut yol da dâhil olmak üzere tüm bu zaman içinde nişanımızdan, nikâhı çok geciktirmemekten, düğün hazırlıklarından, kafasındaki mutlu aile tablomuzdan başka bir şey konuşmamıştı. Kendini kaptırdığı heyecanın içinde benim tepkilerimi veya tepkisizliğimi fark etmiyordu bile. "Sen de artık şirketin sanat işlerini falan organize edersin."

Kaşlarımı çattım. Ben arada bir konu mu kaçırmıştım? "Ne?"

Ağzına attığı bir parça eti uzun uzun çiğnerken çatalının ucunu bana doğrulttu. "Endişelenme, babamı ben ikna ederim. Bu sana düğün hediyem. Gerçi başka hediyelerim de olacak tabii."

Beni delirtecekti. "Anlamıyorum ne şirketi, ne sanatı? Korkut..." Sağımızda, solumuzda oturan insanları hatırlayınca dilime gelenleri yuttum ve sinirimi bastırmak için sahte bir gülümseme takınıp tane tane konuştum. "Benim böyle şeylere vaktim mi var?"

"İşi bıraktığında olacak. Böyle istemiyor muydun? Bir şeylerle, özellikle de sanat sepet işleriyle, uğraşmak hoşuna gider diye düşündüm." Birkaç saniye gözlerimi kapatıp sol şakağımı oluşturdum. Bazen fazla sığ biri olabiliyordu. Hobilerime saygı duymayışına alışkındım fakat toz pembe hayaller kuracak bir ailede yaşamıyorduk. "Tamam, beğenmediysen özel bir üniversitede araştırma görevlisi kadrosu falan bakarız."

Alaycı gülüşüm gürültülü bir nefesle dışarı vururken yanağımın içini dişledim. Ben bir katildim, o bunu bilen sayılı birkaç insandan biriydi. Kimliğimi bile türlü sahteciliklerle almıştım. Ve Orkun Balkan asla normal bir hayat yaşamama izin vermezdi.

Çatalımı, bıçağımı bıraktım. Geceyi beraber geçirmiştik, sadece birkaç saat uyuyabilmiştim ve onunla tartışmak istemiyordum. "Yorgunum, odaya çıkıyorum ben."

Peşimden gelmemesi için dua ediyordum. Böylece İlyas ile konuşup bu saçmalıkların sebebini nihayet öğrenebilirdim. "Neye gerildin şimdi? Zaten haftalardır bir tuhafsın. Nişan stresidir diye üstüne gelmedim ama bir şeylerin farkındayım Hafsa. Derdin ne?" Oturduğu yerde dikleşti. Kalkmak üzere hareketlenen bedenim onun bana yaklaşımıyla ürperdi. Şimdi şüpheyi onda da görebiliyordum. "Seni zorla döndürmedim. Kendi iradenle bana geldin. Bu tavırların bir açıklaması olmalı."

Onun açısından bakılınca anlaşılması zordu, dikkatini çekmeden çok bile dayanmıştım. Yine de henüz bir şeyleri belli edemezdim, temkinli davranmalıydım. "Sadece evlilik fikrine henüz alışamadım" diye yalan söyledim. "Ve gerçekten biraz yorgunum. Sonra konuşalım olur mu?" Dudakları aralandığında itirazına izin vermeden "lütfen" diye ekledim. "Bana biraz zaman ver, alan tanı."

Hiç memnun olmadığı yüzünden okunsa da "peki" dedi bezgin bir sesle. "İstediğin gibi olsun." Geri yaslanırken, kaşları çatılmıştı. Çenesinin kasılmasından dişlerini sıktığı anlaşılıyordu. Bakışları benden başka her yerdeydi.

Omuzlarım düştü, göğsümün orta yerine hüznün ağırlığı çöktü. Korkut'a karşı bu zamana dek pek çok his beslemiştim, bunlar arasında hiç değişmeyen biri vardı ki o da beni yiyip bitiren suçluluktu. "Teşekkür ederim."

Usulca yerimden kalktım. Serin değildi ancak üşüyordum, otelin hep lezzetli bulduğum yemeklerinden iştahsızca aldığım birkaç lokma şimdi ağzımda yavan bir tat bırakmıştı.

İlyas'ın olduğu yere baktığımda dikkati buradaydı, bakışlarını kaçırmasına izin vermeden başımla beni takip etmesini işaret ettim. Yalnız başıma odaya çıkarken bana eşlik etmesi şüphe çekmezdi. Bu fırsatı uzun süredir bekliyordum.

İlyas kalkıp peşine takılmadan hemen önce henüz uzaklaşmadığım yemek masasındaki Korkut'un sesini duydum. "Hafsa..."

Ona döndüğümde gördüğüm yavaş yavaş yabancılaştığım, bir şeyler saklayan adamdı. Karanlığının önünde buzdan duvarlar duruyordu. "Seni seviyorum."

Dudaklarım sanki zamkla yapışmıştı. Karşılık veremedim. Zedelenen bağımızın hasarı çok fazlaydı. Ve alamadığı karşılığın yüzüne yansıyan öfkesi açıktı.

Birkaç adım arkamdan yürüyen İlyas'ın asansöre bindiğimizde kaçacak yeri kalmamıştı. Şeffaf asansörden lobideki küçücük görünen insanları izlerken yalnızca ikimizin olduğu bu küçük alandaki gerilim elle tutulacak derecede yoğundu.

Ensemden kürek kemiklerime kadar yayılan ağrıyı biraz olsun dindirebilmek için parmak uçlarımla ense köküme baskı uygular, ovuştururken iki adım arkamda dikilen İlyas'a dönmeden konuştum. "Çakmağın var mı?"

Biraz duraksadı. Asansör ağır ağır alçalıyor, iç balkonlarda veya koridorlarda birileri hayatına devam ediyordu. Ben yine camın ardından bakıyordum. El yordamıyla ceketinin ve pantolonunun ceplerini yokladığını duydum. Çok geçmeden bana metal bir zippo uzattı. Aldım. Kapağını açtım. "Dolu mu?"

Asansörün kameralarından kurtulana kadar açıkça konuşamazdım ve o da neyi soracağımı biliyordu ama üstü kapalı şekilde de olsa uğraşacaktım. Beni attığı cehennemde çırpınıp durmuştum sonuçta. "Evet, tabii Hafsa Hanım." Sesi biraz incelmişti. Boğazını temizledi.

Çakmağı yaktım, küçük ateş dalgalanırken ona doğru döndüm. Şimdi gözlerden uzaktaydık. Bakışlarımı ateşten onun yüzüne kaldırdım. "Kulaklığını kapat." Kaşları şaşkınlıkla havalandı, dudakları aralandı. Çok büyük risk alıyordum, birazdan en az üç koruma kontrole gelecekti, babam emrimi öğrendiğinde beni sorgulayacaktı ama mecburdum. Yoksa delirecektim.

"Ama..." diye bir şeyler gevelemeye hazırlanıyordu ki omuzlarımı dikleştirip ona doğru bir adım daha attım. "Kapat dediysem kapat."

Pes etti. Uzanıp kulaklığı kapatarak koruma ekibiyle iletişimimizi kesti. Asansörün kapısı açıldı. Koridor tuhaf şekilde beklediğimden kalabalıktı. Takım elbiseli dört adam karşılıklı iki odanın önünde duruyordu. Ya önemli bir misafir vardı ya da hâlihazırda benden şüphelenen babam veya Korkut koridordaki denetimi arttırmıştı.

Aralarından geçerken İlyas'ın kulaklığını kapatmasıyla ilgili bir tepki gelmeyişine bakılırsa Balkan'lara çalışmıyorlardı. O yüzden daha fazla dayanamayarak "bana bir açıklama borçlusun" dedim.

O daha cevap veremeden birkaç adım gerimizde kalan adamlardan ikisi bir anda İlyas'a saldırdı. Afallamaya fırsat bulamadan elim refleksle belime gitti ama silahım yanımda değildi. Zaten İlyas da çabuk toparlamış iki adamdan kolayca sıyrılmıştı. İyi dövüşçüydü ama dördüyle baş edemezdi.

Ben desteğe hazırlanırken dönüp birine yumruk savurdu ve bana net bir sesle "kaç" dedi.

"Ne?" Tabii ki onu yalnız bırakmayacaktım. "Saçmalama."

"Kaç" diye yineledi. Dizinin arkasına yediği tekmeyle yere düştü. Birinin kendine tekme atmaya hazırlanan bacağını tutup aşağı çekti. "Seni korumak benim görevim." Zorlanıyordu ama desteğimi istemiyordu çünkü bu adamları pataklarsam ve biri görürse kimse Orkun Balkan'ın sadece lüks hayatın tadını çıkaran, şımarık manevi kızı olduğumu düşünmezdi. O sırada merdivenlerden inen üç tanıdık sima adamların dikkatini dağıttı. Bizim güvenlik ekibiydi.

İlyas hızla ayaklandı ve adamları onlara bırakıp aradan sıyrılırken "hepsini alın" dedi. Beni dirseğimden kavrayıp çekiştirirken kulaklığını açtı. "Kat otuz dörtte saldırıya uğradık."

Korkut'la bizim odamız uzun koridorun sonundaydı. İlyas ise çok uzaklaşmadan ceketinin cebinden bir oda kartı çıkardı. Güvenlik amacıyla kullandığımız, bütün odaları açan bir karttı. "Hafsa Hanım iyi, kata destek gönderin." Bir odanın önünde durup kartı okuttu. "Ne yapıyorsun?"

"Güvenliğiniz için... İçeri kaç kişi sızdı bilmiyoruz. Burada bekleyin."

"Kendimi koruyabilirim." O benim gerçekte kim olduğumu bilen sayılı kişilerden biriydi. "Odama gidip silahımı alacağım."

"Kimliğinizi riske atmaya değmez. Destek geliyor. Orkun Bey böyle emrederdi." Arkamda kalan kapıyı açtı.

"Ama o burada yok." İnadım onu ikna etmeye yetmedi. Beni içeri ittiğinde bu kadar sert bir hareketi beklemediğimden karşı koyamadım.

Kapıyı üstüme çekmeden önce dudakları hareketlendi. Sesi çıkmasa da dudak hareketlerinden "özür dilerim" cümlesini rahatça okudum.

Ben daha ne olduğunu anlayamadan arkamdan başıma aldığım darbeyle sarsıldım. Hızla yeniden darbe almamak için saldırganın kolunu tutup döndüm ve karnına dizimi geçirdim. İçerde görebildiğim kadarıyla altı kişi vardı. Cam kesilmişti. Bu kata kadar bu şekilde nasıl girebilirlerdi?

Eğilerek bir yumruktan kaçarken adamlardan birinin arkada elleri ceplerinde, duvara yaslanmış rahat bir tavırla beni izlediğini gördüm.

Sırtımı kapıya verdim, böylece her saldırı direkt karşımdan gelecekti. En yakınımdakinin çenesini iki elimle yukarı itip kasık bölgesine attığım tekmeyle yere serdim. Arkasındaki kolumu kavrayıp bedenimi öne çekerek beni daha savunmasız bıraktı. Bileğimi kurtaramadan diğer elimle yiyeceğim darbeyi engelledim. Tuttuğu kolumu büküp boştaki elimle destekleyerek kurtardım. Yüzüne bir tokat atıp yine kasık-karın bölgesine saldırmak üzereyken başka biri omzumdan kavrayıp beni savurdu. Alanım az olduğundan mücadele etmek güçtü. Yakınımdaki vazoyu ince kısmından kavrayıp beni savuran adamın kafasına vurmak üzereyken bileğimi kavrayıp kendini kurtardı. İkisi yerde kıvranıyor, biri izliyordu. Üçüyle baş edebilirdim. Zaten Korkut beni yakında bulurdu. Bu odadaki herkese ifşa olduğum düşünülürse kalan ömürleri çok uzun olmayacaktı. Vazo yere düşüp parçalanırken biri belime sarıldı, topuğumla ayağına bastım ve dirseğimi yüzüne geçirerek kurtuldum. Önümdeki ve solumdaki iki kolumu da sıkıca kavradığında çırpındım ama kurtulamadım.

Uzun boylu, mavi gözlü adam yaslandığı duvardan ayrıldı. Ondan buram buram yayılan tehlikeyi hissetmemek imkânsızdı. Duruşundan, tavırlarından liderleri olduğu anlaşılıyordu. Ellerini birbirine vurarak birkaç adım attı. "Nihayet." Tam karşımda durdu. "Beş kişi bir kadını nihayet zapt edebildiniz." Bana değil beni tutanlara bakıyordu. "Bir an hiç bitmeyecek sandım."

Yeniden çırpındım, başaramayınca karşımdaki adamın yüzüne tükürdüm. Öfkeli, karanlık bakışları beni buldu. Ben ise sırıtmakla meşguldüm. Usulca cebinden peçetesini çıkardı. Gözünün altını sildi. Eğilip yüzüme iyice yaklaştı. "Düşündüğümden daha dişlisin." Bacakları gerideydi, tekme atamıyordum. Isırmak için öne eğilmeyi denedim ama hamlemi görüp yüzünü benden çok az uzaklaştırdı. Elindeki şırıngayı boynuma saplarken gözlerindeki vahşi parıltıyı gördüm. Şırıngadaki her neyse vücuduma enjekte ederken derimin altında, damarlarımda yanmayı hissettim. Gözlerim kararıp, bilincimi kaybetmeden önce duyduğum son şey ölümünün elimden olacağına yemin etmeme sebep olan cümlesiydi. "Ama artık sahibin benim küçük canavar."

Loading...
0%